Yapıtın Halesi

Benjamin'in "Teknik Çoğaltım Çağında Sanat Yapıtı" denemesinde merkeze aldığı "yapıtın halesi" sorunu, XX. yüzyılın ikinci yarısında doğmuş benim gibi sanat tutkunları açısından iyiden iyiye ağırlık kazanmıştı: Çıplak gözle görebilme olanağına kavuşmadan, binlerce yapıtı röprodüksiyonlarından tanıdık, nasıl tanımaksa bu. Öte yandan, olanaklarımızı küçümseyemezdik; çoğaltım tekniği devreye her boyutuyla girmemiş olsaydı ufkumuz böylesine genişlemeyecek, yeryüzü sanatlarının geçmişiyle alabildiğine kısıtlı bir ilişki kurmamız söz konusu olacaktı.


Magritte'in basbayağı kötü resimler yaptığı, yapıtına röprodüksiyonların çok şey kazandırdığı; Dali'nin resmine, tam tersine, röprodüksiyonun çok şey yitirttiği beni de şaşırtan bir gözlemim oldu: Teknik Çoğaltım birinin zayıflıklarını örtüyor, öbürünün hünerini gizliyordu.  

Otuz yıl içinde gezdiğim müzelerden çok şey öğrendim ben -Sanat bağlamında, kitaplardan devşirdiklerime ağır basan bir birikim onların salonlarında, koridorlarında oluştu. Her şeyden önce, bir sanat yapıtının kendisiyle karşıkarşıya gelmek kıyaslanası durum değildir: Çoğaltım tekniklerine borcumuzu yabana atamayız gerçi, gene de, tıpkı müzelerin zararından söz edebildiğimiz gibi, röprodüksiyonun zararlarından da, hele bugün, İnternet'ten sanat izlemek (İnternet sanatını ayırıyorum elbette) olgunlaştığı bir dönemin içine girmişsek, sözedebilmeliyiz.

FELSEFE - Oruç Aruoba

 Felsefe, hep, yeniden, sürekli,
ölüme gelip dayanan, dayanacak,
dayanması gereken yaşam biçimidir.

Felsefeyi yaşam biçimi edinen
kişi için de, her yer barınılmaz,
her yol çıkmaz, her yön olanaksız,
her yük ezici -her anlam boştur --
çünkü, ölüm, vardır.

*


Zerdüst "kendi omuzuna tırman: başka türlü nasıl yükselebilirsin ki" der
-bu eğretilemeyi izleyebiliriz:-

Felsefe kendi omuzuna tırmanma işidir. Sırasıyla gidelim: kendi omuzuna tırmanma; yani kendini, kendinde olan bir şey olarak arama, ve ulaşmağa çalışma; ulaşınca da onu aşma - ötesine geçme...

Felsefe en temelinde "Ben neyim?" sorusuna yanıt bulma çabasıdır - felsefe kendini sorunlu olarak görebilen bazı kişilerin, kendi üzerinde yürüttükleri bir bilme çabası, kendini anlama uğraşısıdır.

Nietzsche, bu uğraşıyı 20. yüzyıla taşımış olan bilinçtir: Nietzsche'den ancak kendini anlamağa çalışanlar bir şeyler anlayabilirler; anladıklarında da, Nietzsche'yi değil, kendilerini anladıklarını anlayarak... 


Nietzsche'nin Son Günleri


...Lou'dan ayrıldıktan sonra kesin bir yalnızlığa gömüldüğü söylenen Nietzsche, gece, Cenova körfezine hakim dağlarda dolaşıyor ve orada, alevleri seyrettiği büyük bir ateş yakıyordu. Sık sık bu yangınları düşündüm, bu yangınların parıltısı tüm zihinsel yaşamımın arka planında dans edip durdu. Hatta, karşılaştığım bazı düşüncelere ve bazı insanlara karşı adaletsiz davrandığım olduysa da, bu, onları istemeden de olsa bu yangınların karşısına koymamdan ve onların hemen kül olmasından kaynaklanmaktadır.

...

İena kliniğinde Nietzsche, uzun bir süre boyunca, aklı başında olarak Overbeck ile (Nietzsche'nin bir dostu) -yapıtları dışında her şeyden konuşuyor.


Overbeck, Nietzsche'nin çılgınlığının bir numara olduğu izlenimine sahipti.

(Albert Camus)



 
 ('Last Days' Footage - Hans Olde, 1899 )




Grandpa Goes to Heaven - Duane Mıchals

"Senin gibi bir aşk çiçeği ne yapar
Seher vakti yağdığında yağmurlar?"
Diye sordu mezar güle.
"Ya senin o kuyu gibi ağzına
Düşen insan ne yapar daha sonra?"
Diye sordu ona gül de.

"Ey karanlık mezar, amber ve bal
Kokusuna döner o damlacıklar
Anladın mı beni şimdi?
Mezar da dedi ki "Ey dertli Çiçek,
Melek olup göklerde süzülecek
İçime düşen her kişi."

(şiir: Vıctor Hugo)


Huzursuzluk Kitabı (sf. 301)


26 Ocak 1932


Dün tütüncüdeki kasiyerin intihar ettiğini söylediklerinde inanamadım. Zavallı, demek ki varmış! Onu hepten unutmuştuk oysa, tanımayanlar kadar biz tanıyanlar da.Yarın daha da çok unutacağız. Bir ruhu varmış meğer - kendini öldürdüğüne göre buna şüphe yok. Ya tutkuları? Dertleri?

(...)

Elbette... Ama bütün insanlığa olduğu gibi bana da ondan tek kalan, pis, omuzlara oturmayan ucuz bir ceketin üzerinde salınan, saf bir gülümsemenin anısı. Fazla hissetmekten kendini öldürecek kadar hissetmiş bir adamdan bana kalanların hepsi bu kadar, insan herhalde başka şey için kıymaz kendi canına... Bir keresinde sigara alırken yakında kel kalacağını söylemiştim; ne var ki saçının dökülmesine bile fırsat olmadı.Onunla ilgili hatırladıklarımdan biri de bu. Fakat bunun bile aslında onunla ilgili değil, onun hakkında edindiğim fikirle ilgili olduğunu düşünecek olursak, zaten başka ne anı saklayabilirdim ki?

Birden ceset geliyor gözümün önüne, içine konulduğu tabut, muhtemelen gömüldüğü isimsiz mezar.Ve birden, tersyüz edilmiş ceketi ve kelleşmiş alnıyla tütüncüdeki kasiyerin, bir bakıma insanlığın ta kendisi olduğunu görüyorum.

Bu sadece bir an sürüyor. Tıpkı benim gibi bir insan olan o, şimdi, açıkça ölü. Hepsi bu.
Hayır, ötekiler yok... Ağır kanatlarıyla, sert, puslu renkler içinde batan güneş, benim için donup kalıyor. Akışını görmediğim geniş nehir, batan günün altında benim için titriyor. Suların çekildiği yerde nehirle buluşan şu geniş meydan benim için yapılmış. Tütüncünün kasiyerini bugün kimsesizler mezarlığına mı gömmüşler? Bugün güneş onun için batmıyor. Ama sırf bunu düşününce, ne kadar engellemeye çalışsam da, benim için de batmaz oldu...


Fernando Pessoa

The Creation of Adam (Michelengelo)



Hiç kimse yaratılışın gizemini büyük gizemini ifade etmeye bunca güç ve yalınlıkla yaklaşamamıştı. İnsanın dikkatini ana konudan uzaklaştıran hiçbir şey yok bu sahnede. Adem, ilk erkeğe yaraşır bir güç ve güzellik içinde yere uzanmış. Meleklerin taşıdığı Baba Tanrı, öbür tarafta ona doğru yaklaşıyor. Görkemli ve geniş bir pelerine bürünmüş. Rüzgarın bir yelken gibi şişirdiği bu pelerin, Tanrı'nın boşlukta ne kadar rahat ve hızlı hareket ettiğini hissettiriyor. Tanrı elini uzatmış, ama daha Adem'in parmağına bile değmeden, işte ilk insan, derin bir uykudan kalkarcasına uyanıyor; bakışlarını, Yaratan'ın baba sevgisiyle dolup taşan yüzüne çeviriyor.

Michelengelo'nun sanatta yarattığı mucizelerden birisi, tüm sahneyi kutsal elin davranışına odaklaması ve  bu davranışın rahatlığı ve gücünde, bizim "gücü her şeye yetme" düşüncesini görmemizi sağlamasıdır.  (E. Gombrich)







Equus (Küheylan)

Yaratıcılık, Yıkıcılık ve Tutku: Peter Shaffer'in "Equus (Küheylan)" Adlı Oyununda Psikanalist ve Arketip Yaklaşımlar

Bahar İnal
Equus (1973), aklın sert ve değişmez sınırlarına karşı tutkuyu ve coşkuyu koyan ve süregelen sosyal düzenin ikiyüzlü değerlerine başkaldıran psikolojik nitelikte bir tiyatro eseridir. Yirminci yüzyılın en önemli oyun yazarları arasında olan ve farklı içerik ve üslubuyla diğer çağdaşlarından büyük ölçüde ayrılan İngiliz yazar Peter Shaffer bu eserinde temel olarak id (ilkellik) ve süperego (toplumsal düzen kavramlarının birbiriyle olan daimi çatışmasını göstermeyi hedeflemiştir. Bunu yaparken karakterlerin kendileriyle ve diğer kişilerle yaşadığı sosyal ve psikolojik çatışmaları ve bu durumun doğurduğu kişilik bölünmesini açığa çıkartır. Oyunun ana karakterleri Alan ve Dr. Dysart, kendilerine düşman bir toplumsal düzen içerisinde var olmaya çalışırken, aynı düzen karakterlerin içlerindeki yaşam gücünü, enerjiyi ve tutkuyu yok etmek için yaratılmış, onlara “karşı” işleyen bir kargaşadır adeta. İçinde yaşadıkları ve bir anlam veremedikleri bu kargaşa onları metafiziksel bir sorgulamaya sürükler: Benim yaşadığım bu evrende yerim ve Tanrı’yla olan ilişkim nedir? Tüm bunlar ne anlama gelmektedir?
Equus, savaş sonrası tiyatronun en çarpıcı örneklerinden olmakla beraber temel kaygısı felce uğramış ruhsal bütünlüğünü yeniden kazanmaya çalışmak olan, sosyal düzenle uyuşamayan ve toplum tarafından belirlenmiş “normallik” kavramının dışında hareket eden bireyin içsel mücadelesini vurgulayan bir eserdir. Oyun, Alan Strang adında 17 yaşındaki bir gencin gece yarısı ahırdaki altı tane atın gözlerini metal bir çubukla kör etmesi ve olayın ertesi sabahı bir psikiyatri kliniğinde başlayan tedavi süreci üzerine kurgulanmıştır. Alan, 20. yüzyılın modern edebiyatında sıkça görülen “misfit” yani “uyumsuz” bir karakterdir. Dünyaya posta atmış egemen değerlerin dışında ve bu değerlerle uzlaşamayan bir anti-kahramandır. Toplumla ve ailesiyle sürekli çatışma halindedir. Elektronik eşyalar satan bir mağazada çalışan Alan, işinden nefret etmektedir çünkü hiçbir anlam veremediği ve hemen her gün değişen teknolojik isimler ve markalar onun yaşadığı dünyaya son derece yabancıdır. Ancak Alan’ın asıl mutsuzluk kaynağı ailesidir.
Tutucu diyebileceğimiz düzeyde dindar bir anne ve onun tam karşıtı ateist-sosyalist bir baba arasında sıkışıp kalmıştır Alan. Ailenin koyduğu kurallara göre evde televizyon izlemek de yasaktır çünkü matbaacı olan baba Frank Strang, oğlunun ona yakışır bir biçimde sürekli olarak kitap okumasını istemektedir. Anne Dora Strang ise hayatını elinden düşürmediği İncil’i okuyarak geçirmektedir ve Alan’ı da İncil’deki öğretiler doğrultusunda yetiştirmeye çalışmaktadır. Oysaki bu katı ve baskıcı görüntü altında gizli bir ikiyüzlülük yatmaktadır. Dıştan bakıldığında yüksek ideallere ve ahlaka sahip olan ve her fırsatta bu ideallerin savunuculuğunu yapan baba Frank Strang, geceleri ailesinden gizli olarak sinemada porno filmler izlemektedir.
Bir gece Alan babasıyla sinemada karşılaşır ve “yüksek ahlak” sahibi sandığı babasını porno film izlerken görünce Alan’ın ailesinin dürüstlüğüne olan inancı bir kat daha sarsılır, içsel çatışması daha da yoğunlaşır. Bunlara ilaveten aile bireyleri arasında en ufak bir iletişim izine rastlanmamaktadır. Yalnızlık duygusunun ve kendini ifade edememenin ağırlığı altında ezilen Alan, büyük bir ruhsal bunalıma sürüklenmiştir. Alan’ın kendini özgür hissettiği tek yer çok sevdiği atların bulunduğu ahırdır. Alan bu atlara adeta Tanrısal bir varlığa tapar gibi tapar. Her gece atların üzerine çıplak bir vaziyette biner, coşkuyla onları dörtnala sürer, atlarla özdeşleşir ve bir süre sonra da bu ilişki Alan için ritüel bir yolculuğa dönüşür. At imgesi oyunun ana sembolü olmakla beraber insanın bilinçaltındaki arketiplerden biridir. Gençlik, coşku, tutku ve ilkellik ile özdeşleştirilir:
“At, dizginlenemeyen içgüdüyü, geceyi, karanlığı
ve şiddeti temsil eder… Psikolojik anlamda bilinçaltı
dünyasının sembolüdür. Hayal, itici güç, arzu, yaratıcı
güç, gençlik, enerji ve cinsellik atın çağrıştırdığı
anlamlardır. Ancak ata aşırı bir bağlanmaya izin verilirse
beraberinde ölümü getirir.” (Knapp, s. 75).
Benzer şekilde psikan

Özdeyişler ve Oklar (Nietzsche)

 Dehanın ıstırabı

Sanatsal deha zevk vermek ister, ama çok yüksek bir düzeyde duruyorsa, onu tadacak olan kimse yoktur; ziyafet verir ama kimse yemek istemez. Bu durum ona gülünç -dokunaklı bir pathos verir bazen; çünkü aslında insanları keyif almaya zorlama hakkı yoktur. Zurnası çalar, ama kimse kalkıp oynamak istemez: trajik olabilir mi bu? - Belki de. Sonunda bu yoksunluğu telafi etmek için, yaratırken öteki insanların tüm etkinlik türlerinden aldıklarından daha çok keyif alır.



Olmayan Kulak

"Suçu her zaman ötekilere yüklediğinde hala avamdandır kişi; her zaman yalnızca kendini sorumlu tuttuğunda, bilgelik yolundadır; ama bilge hiçkimseyi suçlu bulmaz, ne kendini ne de başkalarını." - Kim söylüyor bunu? - Epiktetos, sekiz yüz yıl önce. - işitildi, ama unutuldu. - Hayır, işitilmedi ve unutulmadı;  unutulacak şey değil bu. Ama kulak yoktu bunu işitecek, Epiktetos'un kulağı. - öyleyse bunu kendi kulağına mı söyledi? - Evet, öyle; bilgelik yalnız kişinin kendi kendisiyle fısıldaşmasıdır, kalabalık çarşının ortasında.



Ruhun İlacı

Sessizce uzanmak ve az şey düşünmek ruhun hastalıklarının en ucuz ilacıdır ve iyi bir istence, kullanılmasının üzerinden saatler geçtikçe, daha hoş gelir.


Haz Olarak İlişki

Bir kimse, feragat bilinciyle, bilerek yalnız kalıyorsa, böylece insanlarla ilişkiyi ender yaşanan bir damak şölenine dönüştürebilir.


İyiliğin İki Kaynağı 

Tüm insanlara eşit ölçüde iyi niyetli davranmak ve insan seçmeden iyi olmak, insanları derinden hor görmenin olduğu kadar, esaslı bir insan sevgisinin ürünü de olabilir.



İyi Üçlü

Dinginlik, büyüklük, güneş ışığı - bu üçü bir düşünürün arzuladığı, kendisinden beklediği her şeyi kapsar: umutlarını ve ödevlerini, entelektüel,  ahlaksal ve gündelik yaşamdaki, hatta konutunun manzarasındaki taleplerini. Bu üçlüye önce yüceltici, sonra dinlendirici, üçüncü olarak da aydınlatıcı düşünceler karşılık düşer - dördüncü olarak ise, bu üç nitelikte de payı olan, onlarda dünyevi olan her şeyin nurlandığı düşünceler: büyük neşe üçlemesinin hüküm sürdüğü ülkedir burası.  


*
Bir eşek trajik olabilir mi? Ne taşıyabildiği ne de atabildiği bir yükün altında telef olduğu için?.. Filozofların durumu.

*
Yalnız yaşamak için bir hayvan ya da bir tanrı olunmalı - diyor Aristotales. Üçüncü durum eksik: ikisi birden olunmalı - filozof...


 *


 Uyku

Her tükenmişliğin sonucu olarak uyku; her aşırı heyecanın sonucu olarak da tükenmişlik -

Uyku gereksinimi ve "uyku" anlayışının tüm pesimist dinlerde ve felsefelerde tanrılaştırılması ve tapınılması -

 Bu durumdaki tükenmişlik, ırksal bir tükenmişliktir: Uyku, psikolojik açıdan bakıldığında, sadece daha derin ve daha uzun bir dinlenme içtepisidir. - Gerçekte ise kardeşi olan uykunun imajı arkasına saklanarak baştan çıkartıcı bir biçimde çalışan ölümdür.

Sistina Şapeli Freskleri'nden (Michelangelo)

 Resim diline ignudi olarak geçmiş Michelangelo'nun çıplak oğlanları. Koca gövdeleri, kasları, kalın baldırları ve küçük pipileriyle ideal, arı güzelliği erkeğin...





Sanatçı Örnek Bir Çilekeş - Susan Sontag

"Edebiyat, yaşamın saldırılarına karşı bir savunmadır. Edebiyat şöyle der yaşama: 'Beni aldatamazsın. Alışkanlıklarını biliyorum. Tepkilerini önceden tahmin edip izlemekten zevk alıyorum ve normal akışını durduracak kurnaz tuzaklara düşürerek sırlarını çalıyorum senin..." Pavese


Bir yazarın günlüğünü niçin okuruz? Kitaplarını aydınlattığı için mi?

Çoğu zaman aydınlatmaz. İleride basılmak niyetiyle yazılmış oldukları zaman bile, günlük türünün taşıdığı hamlık nedeniyle okuruz daha çok. Yazarı kendi ağzından dinleriz; yapıtlarında taktığı benlik maskelerinin ardındaki ben'iyle tanışırız. Romandaki içtenlik derecesi ne olursa olsun bunu sağlayamaz; birinci tekil şahısla yazdığı ya da kendine çok açık biçimde gönderme yapan üçüncü şahsı kullandığı zaman bile.

Günlükler bize yazarın ruhunun çalışma odasını gösterir. Peki, yazarın ruhuyla neden böylesine ilgileniriz? Yazar olarak yazarın kendisine duyduğumuz aşırı ilgiden değil. Yolu Paul ve Augustine tarafından açılan, ben'in keşfini acı çeken ben'in keşfiyle eşit tutan o Hristiyan içe bakış geleneğinin en son ve en güçlü mirası olan ruhbilimle doymak bilmez bir açlıkla uğraşmamızdan. Modern bilinç açısından sanatçı (azizin yerini alarak) örnek bir çilekeş olmuştur. Sanatçılar arasında da yazar, sözcüklerin ustası, çektiği acıyı en iyi ifade edebilecek kişi gözüyle baktığımız insandır.

Yazar örnek bir çilekeştir, çünkü hem acı çekmenin en derin katmanlarına inmiş, hem de acısını yüceltmede (Freudcu anlamda değil, sözcüğün düz anlamında yüceltmede) profesyonel bir yöntem keşfetmiştir. Yazar bir insan olarak acı çeker, yazar olarak da bu acısını sanata dönüştürür. Yazar, çektiği acıyı, sanatta elde edeceği kazanç uğruna kullanmayı keşfetmiş kişidir - tıpkı azizlerin, ruhların selameti için acı çekmenin yararlı ve gerekli olduğunu keşfetmeleri gibi. 


**


Romanlarında "ben" sözcüğünü rahatlıkla kullanan Pavese, günlüklerinde kendinden genellikle "sen" diye söz eder. Kendini betimlemez, tersine kendine seslenir. Kendi kendisinin alaycı, öğüt verici, azarlayıcı gözlemleyicisidir. Benliğin böylesine içe kapanık bir bakış açısından görülmesinin aşırı sonucu, kaçınılmaz bir biçimde intihar olacakmış gibi gelir insana.

Günceler sonuçta uzun bir iç hesaplaşma, kendini sorgulama dizisidir. İçlerinde ne gündelik hayatla ya da gözlenmiş olaylarla ilgili bir not, ne de aile, dostlar, sevgililer, iş arkadaşları ya da genel olaylara gösterilen bir tepkilerle ilgili betimlemeler vardır. Bir yazarın güncesinden geleneksel beklentileri doyuracak tek şey(Coleridge'in Defterler'i ve Gide'in Günceler'inde olduğu gibi) biçem ve edebi kompozisyon konusunda sayısız düşünceler ve kendi okudukları hakkında tuttuğu uzun notlardır.

Yazma ediminden ayrı olaraksa, Pavese'nin tekrar tekrar döndüğü iki temel konu vardır. Biri, Pavese'yi daha üniversite yıllarından (iki yakın arkadaşı intihar ettiğinden) beri meşgul eden ve günlüğün nerdeyse her sayfasında karşımıza çıkan intihar temasıdır. İkincisiyse Romantizm, aşk ve erotik başarısızlıktır.     

"Hayat acı çekmektir, ve aşkın verdiği keyif uyuşturucudur."

"Aşk, dinlerin en bayağısıdır"



Pavese'nin tam bir inziva ve yalnızlık içinde geçecek bir yaşam sürme gücünü bulabilmeye yönelik sürekli duaları (Kahramanlığın tek kuralı yalnız, yalnız, yalnız olmaktır) onun, hissedememe konusunda hiç durmadan yinelenen yakınmalarıyla da tam bir çakışma içindedir.


...

The Murderer - Edvard Munch

1910

Pavese'nin Şairlik uğraşı


Çabam başkalarına öykünmek iken.



Hep zavallı hissetmek kendimi, çok çaresiz,
hep yeniden başlamak ve hep başa dönmek,
savaşmak hiç ara vermeden, gene de bilmek:
Bu olacak hep benim yazgım!

(Kasım 1923)



Çabam, sanatımla kendimi gerçekleştirmek olduğundan beri.



Neden akşam, düşecek olursa başım
içim geçip kağıtların üzerine, tadını çıkarırken
neredeyse bilmeden o kendinden geçişin,
neden birden doğrulup, gücümü
toparlıyor, kaskatı kesiliyorum, sonra
yeniden yumup gözlerimi yeniden düşünmek için?

(Ağustos 1924)





Çıkmak kalabalıktan, kıvrılan
 kırmızı ışıkların altında
çılgın kesişmesi içinde uğultuların
ve yürümek engin caddelerinde
gece sessizliğinin.
Ve şimdi, uzun sessiz yollarda,
insanlar, az önce geçen,
çılgın uğultuda,
sayısız sancıydı saplanan ruhuma,
yalpalayıp düşen
ayakları altına herkesin.

(Ocak 1929)



Beklerken ölümü
böyle, gençlik dolu,
gün be gün, artık umutsuz,
debeleniyorum son acıyla:
Kahraman kesilmenin acısı
insanların yanında, öyle, saplantı gereği.

(24 Ocak 1929)



**


Self-Portrait in Hell - Edvard Munch

1903

Özdeyişler ve Oklar (Nietzsche)

 Deha Tapınısı kibirdendir

Kendimiz hakkında iyi düşündüğümüz halde, Rafeel'in bir tablosunun taslağını ya da Shakespeare oyunundaki gibi bir sahneyi yapabileceğimize ihtimal vermediğimiz, böyle bir şeyi yapabilmenin son derece mucizevi olduğuna, çok ender bir rastlantı olduğuna, ya da daha dindar duygulara sahipsek, yukarıdan gelen bir lütuf olduğuna ikna ederiz kendimizi. Böylece kibrimiz, kendini beğenmişliğimiz dehaya tapınmaya teşvik der: çünkü ancak deha bizden çok uzakta yer alan bir mucize olarak düşünüldüğünde, incitmez ( kıskançlık nedir bilmeyen Goethe bile, Shakespeare'i en yüksekteki yıldız olarak tanımlamıştı); bu noktada şu dize anımsanabilir: "Yıldızlar, özlenmez."  



Üstün Tinlerin Kuruntusu

 Üstün tinler, kendilerini bir kuruntudan kurtarmakta güçlük çekerler; yani, ortalama insanlarda haset uyandırdıkları ve bir istisna olarak duyumsandıkları kuruntusuna kapılırlar. Gerçekte ise, fazlalık olan ve yokluğunda yokluğu hissedilmeyecek olan bir şey olarak duyumsanırlar.




 Maske Olarak Sıradanlık

 Sıradanlık üstün tinin taşıyabileceği en mutlu maskedir, büyük kitlenin, yani sıradanların aklına bir maske olduğunu getirmez -: yine de tam da onların yüzünden tercih etmiştir bunu, - onları kışkırtmamak için, hatta hiç de az değildir bunda, acımanın ve iyiliğin payı.



Yetenek

İnsanın bir yeteneği varsa, aynı zamanda kurbandır: kendi yeteneğinin kan emiciliği altında yaşar.



 Mutluluğun Bitkileri

Dünyanın sancısının hemen yanında ve çoğu kez onun volkanik zemininde, küçük mutluluk bahçesini kurmuştur insan; kişi ister varoluştan sadece bilgiyi isteyenin, ister boyun eğip tevekkül gösterenin, isterse de aştığı zorluklara sevinenin gözüyle baksın yaşama - her yerde, felaketin yanında biraz mutluluğunda filizlendiğini görecektir. - zemin ne kadar volkanikse, mutluluk da o kadar çok olacaktır - ancak, bu mutlulukla acının da haklı çıkarılmış olduğunu söylemek gülünç olur. 




Mektup Yazarı

Kitap yazmayan, çok düşünen ve yeterli toplumsallık içinde yaşamayan birisi, genellikle iyi bir mektup yazarı olacaktır.


Dingin verimlilik

Doğuştan tin aristokratları fazla hararetli değillerdir; onların yaratımları, dingin bir sonbahar akşamında görünür ve düşerler ağaçtan, yeni bir şeyle geri itilmenin telaşı içinde arzulanmış ve hızlandırılmış olarak değil. Durmaksızın yaratma isteği bayağıdır ve kıskançlık, haset ve hırs belirtisidir. Kişi zaten bir şey ise, aslında hiçbir şey yapmaya gerek duymaz - ama yine de çok şey yapar. "Üretken" insanların üzerinde, daha yüksek bir tür vardır.



Olumlama ve Olumsuzlama

Acının keyfe karşı üstünlüğü veya karşıtı (Hedonizm): Bu iki doktrin daha şimdiden nihilizmin yol işaretidir. Her iki durumda da keyfin veya keyifsizliğin görünüşü hariç olmak üzere, hiçbir kesin anlam öngörülmemiştir.

Ancak bundan böyle bir istenci, bir amacı, bir anlamı gerçek olarak kabul etmeye cesaret edemeyen bir insanın konuşma şeklidir bu: daha sağlıklı her tür insan için yaşamın değeri kesinlikle bu değersiz şeylerin standardı ile ölçülmemektedir. Ve acı baskın çıksa da karşısında güçlü bir istenç, yaşama bir Evet, bu üstünlüğe duyulan bir ihtiyaç olacaktır.

"Yaşam, harcanan emeğe değmez"; "boyun eğme"; "Bu gözyaşları neden?" -Düşünmenin güçsüz ve duygusal bir yoludur.

Neşeli bir canavar, duygusal bir can sıkıcıdan daha değerlidir.

 *

"Keyifsizliğin toplamı, keyfin toplamından ağır basmaktadır; dolayısıyla dünyanın var olmaması daha iyi olurdu" - "Dünya, mantıksal açıdan var olmaması gereken bir şeydir çünkü öznenin keyiften çok keyifsizlik hissetmesine neden olur."- bu tür gevezelikler kendilerini bugün pesimizm diye adlandırıyorlar!

Keyif ve keyifsizlik tesadüfidir, neden değildir; hükmeden bir değerden türetilmiş ikincil derecede öneme sahip değer yargılarıdır- duygular açısından söylemek gerekirse "yararlı", "zararlı", dolayısıyla tamamen yarım yamalak ve bağımlı. Çünkü her "yararlı" veya "zararlı" ile birlikte hala yüzlerce farklı şekilde sormak zorundayız: "Ne için?" diye.

Bu duyarlık pesimizmini hor görüyorum: 
bizzat derinden yoksullaştırılmış bir yaşamın işaretidir.

X Generation - Douglas Coupland

fotoğraf: Ansel Adams
Hiç saklandıkları delikten çıkarmak için ailenin evini ateşe vermek geçti mi aklından?...Hayatlarında biraz değişiklik olsun diye?

...Benimkilere nükleer savaş gibi konulardan bahsetmeye çalışıyorum ama kendimi sanki Bratislavca konuşuyormuş gibi hissediyorum. Konuştuğum süre boyunca ilgilenirmiş gibi beni dinliyorlar ama soluklanmak için sustuğum anda niçin Tanrı'nın bile unuttuğu bu Mojave çölünde yaşadığımı ve aşk hayatımın ne durumda olduğunu soruyorlar.Annenle babana kendilerine konuşma hakkı verdiğini düşünecekleri en ufak bir taviz verdiğin anda, olan bitenin mahremiyetini deşmek ve hayatını kendi bildikleri gibi yeniden düzene sokmak için harekete geçmekte gecikmiyorlar.Bazen kafalarına bir şey indiresim geliyor.Onlara kendi yetiştiriliş tarzlarının ne kadar temiz, gelecek kaygılarından ne kadar uzak olduğunu kabul ettiğimi söylemek istiyorum.Ve dünyayı içine edip bize öyle bıraktıkları için de acımadan boğmak.  (sf 93)





Şair Rilke'nin sözleri geldi aklıma -hepimizin içinde gizli bir mektupla doğduğumuzu ve o mektubu okumamıza ancak kendimize dürüst olmayı becerebilirsek izin verileceğinden bahsediyordu.


...işte ben de kalkıp buraya geldim, toz solumaya, köpeklerle dolaşmaya, bir kayaya, bir kaktüse bakıp o kayayı ya da o kaktüsü gören ilk kişi olduğumu düşünmeye. Ve içimdeki o gizli mektubu okumaya.  (sf 67)

ÇIĞLIK - Edward Munch



 Munch'ın Çığlık isimli resmi dışavurumcu sanatın başlıca görüntülerinden biridir. Resimde bir dalgakıranın üstünde duran iskeletimsi bir figür ve ardında hareketli ve kıvrılan çizgilerle betimlenmiş boş bir su ve uzakta görünen dağlar vardır. Dalgakıranın gerisinde gezinen bir iki insana rağmen figür yalnız başına durmaktadır. Figür (yalnızlığın katıksız anlamını o kadar yalın bir biçimde gösterir ki erkek mi kadın mı olduğu anlaşılamaz) iki eliyle iki yanağını tutmakta, kocaman açılmış ağzından etrafını saran boşlukta yankılanan bir çığlık yükselmektedir. Bu çığlığın verdiği mesaj nedir? Çığlık, doğal dünyadan koparılmanın sebeb olduğu metafizik bir ıstırabın dışavurumu olabilir, diğer insanlardan uzaklaştırılmak biçiminde tecrübe edilen toplumsal işkencenin dışavurumu olabilir, hatta kendi vücudundan ayrılmış, psikozlu bir insanın zihnindeki çılgınlığının dışavurumu olabilir. Bu ifadelerden hangisini seçersek seçelim, bu görüntünün uç duyguların sözsüz dışavurumu olarak barındırdığı güç yadsınamaz.

Munch'ın resmi, öznelliğin, şiddetle hissedilen bir ruh halini dışavurma edimini örnek  alınacak biçimde gerçekleştirir.



Much'ın eserlerinde, dış koşullar genellikle içlerinde bulunan insan figürlerinin duygusal yaşantılarıyla birarada varolurlar.

...

Dışavurumculuk, ruhsal enerjinin patlamasıdır, Bundan dolayı dış dünya üzerinde iz bırakacak bazı jestler sergilemek anlamına gelir. Kağıt veya tuvale izler bırakmak, uzuvların boşlukta hareket ettirilmesi, eninde sonunda öznelliğin kapalı alanından dışarı taşıp seyircinin dikkat etmesini talep eden bir performansı başlatmaktır.




Generation X - Douglas Coupland

Annem ocağa kahve koyuyor; Babam bir gürültü faciası yaşanmadan önce dumana duyarlı yangın alarmını devre dışı bırakmaya gidiyor. Tyler, ağaçtaki çorabına bakıp içindeki hediyeleri çıkarıyor.

(yeni kayaklar...Artık ölebilirim)

İçimde bir his var...

Duygularımızı, harika şeyler olmakla birlikte, bir vakumda yaşadığımıza dair bir duygu bu, bir şeyin daha farkına varıyorum ki (Biz orta sınıfın insanlarıyız)

Biliyor musunuz, orta sınıftan biri olduğunuzu fark edince, tarihin sizi görmezden geleceği gerçeğiyle yaşamak zorunda olduğunuzu da kabulleniyorsunuz.Tarihin sizi hiçbir zaman şampiyon ilan etmeyeceğini ve sizin için asla üzülmeyeceğini fark ediyorsunuz. Bu günübirlik mutluluklar ve sessizlikler yaşamanız yüzünden ödemek zorunda olduğunuz bedel. Bu bedel yüzünden bütün mutluluklar steril, bütün üzüntüler tesellisiz."

Landscapes - Edward Munch

The Mystery of a Summer Night. 1892.

Moonlight. 1895




Winter in Kragero. 1912


The Sun.



İşte İnsan - Nietzsche


İnsan hiçbir şeyden sıyıramaz kendini, hiçbir şeyle baş edemez, hiçbir şeyi geri çeviremez, -her şey yaralar. İnsanlar, nesneler sırnaşıkça sokulur, yaşantılar pek derinden koyar adama; anı, irin toplayan yaradır. Hastanın elinde bir tek büyük ilaç vardır bunlara karşı: Rus yazgıcılığı dediğim şey, o başkaldırma bilmez yazgıcılık; bununla Rus askeri sefere artık dayanamaz olunca, karın içine uzanıverir. Bundan böyle hiçbir şeyi kabul etmemek, üstüne almamak, içine almamak, hiçbir tepki göstermemek... Ölme yürekliliği değildir bu her zaman; yaşam için en tehlikeli koşullar altında yaşamı koruyan bu yazgıcılıktaki büyük sağduyu, metabolizmanın azalmasında, yavaşlamasındadır; bir çeşit uyku istemidir. Bu mantıkla birkaç adım daha gittik mi, bir gömütün içinde haftalarca uyuyan Hint fakirine varırız...Tepki gösterdiğimiz an kendimizi çabucak tüketeceğimiz için, hiç tepki göstermemek: Budur işin mantığı.

Kötülük Çiçekleri - Baudelaire




"Anlattığım bütün kötülükler benden bilindi."



Uçurum

Pascal bir uçurum duydu hep, yanında devinen
- Yazık ! neler uçurum değil ki, - eylem, düş, istek,
Söz ! ve dimdik ayağa kalkan tüylerimde tek tek
Korku yelidir, duyarım, ikide bir çevrinen.

Yukarda, aşağda, her yerde bu derinlik, giderek
Alıp götüren sessizlik, bir ürkü gibi sinen...
Gecemin yüzeyinde usta parmağı gezinen
Tanrı bitmez, bin başlı bir karadüş çizer demek.

Yılgınım uykudan, gizli bir dehşetle çevrili,
Nereye götürdüğü bilinmez bir çukur gibi;
Sonsuzluktur gördüğüm her bir pencerede ancak,

Ve ruhum, hep böyle bir baş dönmesinin tuttuğu,
Nasıl kıskanmasın hiçlikteki duygusuzluğu.
- Ah ! Sayılardan.Varlıklardan hiç kurtulamamak !


***


Sisyphe

Kaldırmaya böyle bir ağır
Yükü, Sisyphe, inadın gerek!
Gönül işe yatkındır ya pek
Sanat uzun, Zaman kısadır.

Ünlü gömütlüklerden uzak,
Gİder boş bir sinliğe elbet
Yüreğim, o boğuk trampet,
Cenaze marşları çalarak.

-Gömülü çok mücevher uyur
Karanlıkta, unutulmuştur,
Kazma ve burgulardan ayrı;

Boşa yayan çiçek var nice
Tatlı kokusunu bir gizlice
Derin ıssızlıklardan ağrı.


DALİ - Philippe Halsman



Huzursuzluk Kitabı (sf. 434)

Berbere her zamanki gibi, aşina bir yere rahatça, kolayca dalıvermenin mutluluğuyla girdim.Yeniliklere karşı kaygıyla karışık bir hassasiyetim var: Ben sadece bildiğim yerlerde rahat ederim.

Koltuğa oturunca, çocuk boynuma serin ve temiz bir örtü bağlarken, o an aklımdan geçeni, sağ koltukta çalışan arkadaşını sordum, yaşça ondan büyük ama şakacı bir adamdı, hastaydı. Hiç gerek yokken sormuştum soracağımı: Orada otururken çağrışımlar bunu aklıma getirmişti. "Dün öldü," diye karşılık verdi havlunun ve benim arkamda duran ses, tonu hiç değişmeden, sesin parmakları enseme son bir kez kaydıktan sonra yakamla aramdaki boşluktan sıyrıldı. Bütün gerçek dışı keyfim bir anda öldü, tıpkı yan koltuktan bir daha gelmemecesine silinmiş berber gibi. Bütün düşüncelerim üşüdü ansızın. Tek kelime etmedim.

Özlem! Hiçbir yakınlığım olmayan birini bile özlüyorum -zamanın kayıp gitmesi karşısında kaygılanıyor, hayatın gizemi karşısında hastalanıyorum. Her günkü sokaklarımda her gün gördüğüm yüzler -onları göremezsem kahrolurum; hiçbir şey değillerdir oysa gözümde, bütün hayatın simgesinden başka hiçbir şey.

Sabahın dokuz buçuklarında sık sık karşılaştığım, kirli tozluklar takan alakasız ihtiyar? Boşu boşuna insana musallat olan piyangocu? Tütüncünün kapısında purosunu tüttüren şu tombul, kırmızı suratlı, kısa boylu ihtiyar? Ya soluk benizli tütüncü? Defalarca gördüğüm, gördükçe hayatımın bir parçası haline gelen bu insanlara ne oldu? Rua da Prata'dan Rua dos Douradores'ten silinme sırası yarın bana da gelecek.Yarın ben -şu hisseden ve düşünen insan, kendi evrenim-, evet, yarın o sokaklardan geçmekten ben vazgeçeceğim, ötekiler uzak bir "ne oldu acaba?" ile beni anacaklar. Ve bütün yaptıklarım, bütün hissettiklerim, bütün yaşadıklarım herhangi bir şehrin sokaklarındaki günlük hayattan bir yayanın eksilmesinden ibaret kalacak.

Fernando Pessoa

Lascaux - Movement, space, and Time (M.Ö. 18.000)


250 m uzunluğundaki Lascaux Mağarası bir galeriler dizisi, bir kuyusu ve bir ücra bölümü olan bir koridor mağaradır. Kuzeydeki giriş (bugünkü girişle aynı doğrultudaydı) duvarları dik olmayan kubbeli büyük bir boşluğa uzanır; buradaki siyah kabartmalı ve kırmızı ve siyah renkli figürler bütün Paleolitik sanatın en büyük frizi sayılır; gerçekten de Altamira’daki en büyük bizonların uzunluğu en çok 2 m, Niaux’dakilerinki 1 m’nin altında iken, Lascaux Mağarasındaki sığırların uzunluğu 5 m’den fazladır. Tarihöncesi insanlar, bu «bezeme» gerçekleştirmek için muhtemelen iskele kurmuşlardır. Bu Boğalar Salonu’nun devamı ücra bölüm, yaklaşık 20m uzunluğunda ve 3,5-4m yüksekliğinde bir galeridir; galerinin duvarları üç ikonografik kompozisyonla bezenmiştir; orta boşluktakinden çok daha az anıtsal olan figürler çeşitli sığırları (inekler ve yaban öküzleri), atları ve dağ keçilerini tasvir eder. Kubbeli orta boşluğa dönerken, sağda ve güney doğrultusunda, Boğalar Salonu’nu apsitten ayıran bir tür ikincil ücra bölüm olan «geçit»e girilir; burası, duvarlarında çeşidi hayvan figürlerinden ve de bazıları boyalı işaretlerden oluşan 385 grafik öğenin yer aldığı 2-4 m genişliğinde bir koridordur. 5 m çapında dairesel bir yapı olan apsidin duvarları ve tavanı, kat kat şeritler halinde yerleştirilmiş resim ve gravürlerle bezenmiştir; aşağıdan yukarıya, her görüş alanına tek bir hayvan türünün sığabileceği boyutlarda, boğalar, erkek ve dişi geyikler, tavana daha yakın yerlerde ise atlar görülür. Apsitte iki özel figür de vardır: o çağın mağara resimlerinde ender rastlanan bir figür olan bir ren geyiği ile bir misk sığırı. Apsidi batıya doğru devam ettiren ve 5 m’lik bir derinlikte açığa çıkarılan kuyu, önemli arkeolojik malzemeler sağlamıştır: bezemeli mızrak uçları, kandiller, boya artıkları, delinmiş deniz kabukları vb. Buradaki boyalı bezemede, türünün tek ömeği olan bir gergedan ve gene tek örnek olarak mızrak saplanarak karı deşilmiş bağırsakları açıkta bir bizon tarafından yere devrilmiş bir insan görülmektedir. Bu esrarlı kompozisyonun ne anlama geldiği bilinmemektedir; kuyu mağaranın kutsal bölümü, tapınağın merkezi midir? Sahın denen sonraki alan, resim ve gravür bakımından zengin, yüksek ve geniş bir galeridir; burada, kuzeyden güneye doğru çok başarılı beş büyük kompozisyon göze çarpar: dağ keçilerinden, el izlerinden, siyah inekten, yüzen geyiklerden ve melez bizonlardan oluşan panolar.

En güneydeki Yırtıcı Hayvanlar bölümü derin Niaux galerisini çağrıştıran alçak ve dar bir galeridir; en geniş yeri 1 m kadar olan bu bölümde adından da anlaşılacağı gibi yırtıcı hayvanları tasvir eden gravürler bulunur. Burada, barınma alanını işaretlemek için işeyen erkek bir yırtıcı hayvan ve yaralı bir yırtıcı hayvan gibi şaşırtıcı altı figürü ayrıntısıyla işleyen gerçek bir sahne görülür. Burada ayrıca hepsi çok güzel yapılmış dağ keçileri, bizonlar, atlar, erkek ve dişi geyik tasvirleri de bulunur.


Lascaux insanı, tartışmasız, güçlü bir sanat duygusuna sahiptir; eserin yapılmasında göze çarpan yetenekleri, figürlerin sahneye konuşunda da kendini gösterir. Lascaux hayvanları, kompozisyonlarıyla klasiktirler; yokluğu şaşırtıcı olan mamut dışında, genelde mağara resimlerinde mevcut bütün hayvanlar burada da vardır. Hayvan resimleri içinde, sıklık oranı türlere göre değişir; atların ve boynuzlugillerin (bizonlar ve yaban sığırları) sayısı geyik, dağ keçisi, ren geyiği, ayı, yırtıcı hayvanlar ve gergedandan çok fazladır. Türler arasındaki bu hiyerarşi figüratif sahnelerin yerleştirilişinde de göze çarpar; burada da, bilinmeyen nedenlerle bizon-at çifti ana panolarda belirirken, yırtıcı hayvanlar ve gergedan dipteki galerilere yerleştirilmiştir

Lascaux’da -birçok başka mağaranın tersine- yarı insan yarı hayvan «canavar» figürü yoktur; tipik olmayan tek tasvirin, iki düz boynuzuyla esrarlı bir figür olan orta bölümdeki «at vücutlu, geyik başlı yaratık» olduğu söylenebilir.

Lascaux sanatının özgünlüğü, ikonografik çeşitlilikten çok figgürleri canlandırma biçiminde yatar; sanatçı hareketi gerçekçi, ama parçalı ve seçmeci bir biçimde ifade eder. Örneğin, ön ayakların hareketi, tek başına bir atın tırıs gittiğini anlatır. Aynı şekide, Lascaux, hayvan figürlerine eşlik eden işaretlerin çokluğu ve çeşitliliği ile de diğerlerinden ayrılır. A. Leroi-Gourhan bunların sayısını 410 olarak saptamıştır; oysa diğer mağaralarda işaret sayısı 20-30’u geçmez. Bütün bu dik çizgilerin, birbirinden ayrı, dal biçiminde, kutu içine alınmış, içi dolu, gürz biçiminde dört- gen vb işaretlerin anlamı, aralarındaki ilişkiler, tasvir edilen hayvan türlerinin göreli oranları ve mağara içindeki dağılımları kadar büyük yorum güçlükleri yaratmaktadır.

 Marlise Simons

Cinsel İçgüdüler - Freud

Cinsel içgüdünün başlangıçta çok sayıda bileşene bölündüğünü -daha doğrusu bu bileşenlerden oluştuğunu - ve bunlardan bazılarının da sonraki haliyle içgüdüye katılamadığını, erken bir evrede aşılması veya başka alanlarda kullanılması gerektiğini biliyoruz. Bunlar arasında her şeyden önce belki de dik bir duruş kazanmamızın bir sonucu olarak koku organımızı yerden kaldırmamız nedeniyle kültürümüzün estetik standartlarına ters düşen dışkıya düşkünlük içeren içgüdüsel bileşenler sayılabilir. Aynı şey erotik yaşamın bir parçasını oluşturan sadistçe itkilerin büyük bir bölümü içinde geçerlidir. Ama bütün bu gelişim süreçleri karmaşık yapının sadece üst katmanlarını etkiler. Erotik heyecan yaratan temel süreçler aynen kalır. Dışkı olan şeylerle cinsel olan şeyler çok yakın ve ayrılmaz bir şekilde birbirine bağlıdır; örgenlerin konumu -sidikle dışkı arasında- belirleyici ve değişmez etken olarak kalır. Burada büyük Napolyon'un ünlü sözünü biraz değiştirerek şöyle diyebiliriz: "Anatomi yazgıdır."

 Örgenler insan bedeninin güzellik yönünde gelişmesinde bir rol oynamamıştır: bunlar, hayvansı olarak kalmıştır ve bu nedenle aşk da özünde her zamanki kadar hayvansı olarak kalmıştır. Aşk içgüdülerini eğitmek zordur, bunların eğitimi bazen çok fazla, bazen de çok az başarılı olur. Uygarlığın bunlardan elde etmeyi amaçladığı şey, anlamlı bir haz kaybı pahasına kazanılanları saymazsak, ulaşılmaz gibi gözükür; yararlanılamayan dürtülerin varlığı cinsel etkinlikte doyumsuzluk biçiminde gözlenebilir.

Dolaysıyla cinsel içgüdülerin beklentilerini uygarlığın beklentilerine uyarlamanın pek mümkün olmadığı; kültürel gelişmenin sonucu olarak vazgeçişten ve acıdan olduğu kadar uzak gelecekte insan ırkının tükenmesi gibi bir tehlikeden de kaçınılamayacağı fikrine katılmak zorunda kalabiliriz.  Bu karamsar beklentinin, uygarlıkla birlikte gelişen doyumsuzluğun, cinsel içgüdünün kültürün baskısı altında kazandığı bazı özgünlüklerin zorunlu bir sonucu olduğu gibi bir yoruma dayandığı doğrudur...

Aşkta Evrensel Aşağılama
Eğilimi - Cinsellik Üzerine Sf 248

The Death of Socrates - (1787, Jacques Louis David)


 '' İşte kalkıp gitme zamanı geldi; ben ölmeye, siz yaşamaya . hangisi daha iyi? kimse bilemez bunu, tanrı dışında. ''


Seksek (83) - Julıo Cortazar

"İnsan kendini bir tanrı sayabilirdi, belden aşağısı olmasaydı."  Nietzsche

Ruh'un insanoğlunun uydurması olduğu ileri sürülüyor, bilincine vardıkça bedenin, parazit gibi, bana yapışık bir kurtçuk.Yaşadığını duyumsaması yeterli insanın (yalnızca yaşamak değil, çünkü her şey böyle de ondan, eni-sonu harikulade mi harikulade) en yakın parçası bedenin, bedenimin en sevdiğim kısmı, örneğin sağ elimin aniden bir nesneye dönüşmesi ve iğrenç biçimde artık oranın ben olmadığını, bana yapışık olmadığını söylemesi (her iki durumda da)

Çorbamı içiyorum. Sonra okurken yarı yerde durup düşünüyorum: "çorba bende şimdi, asla nedir ne değildir göremeyeceğim bir torbada: midemde." Parmağımla yokluyorum midemi, bıngıl bıngıl oynadığını, içindeki besinlerin kımıldayışını duyumsuyorum.

Ruh çıkıyor o zaman ortalığa:"hayır, hayır, ben, ben bu değilim işte,"
diyor.

Oysa gerçekte (bir kerecik yüreklilik gösterelim açıkça söyleyelim) evet evet ben buyum. Nazikler için güzel kaçamak."Ben de buyum." Ya da daha yüksekçe bir basamakta: "Ben bunun içindeyim."

The wawes'i okuyorum, köpük köpük, dantel, yas dantelleri şu masal. Gözümden otuz santimetre ileride; çorba, mide cebimde kımıldanıyor, baldırımdaki tüyler büyüyor, sırtımda belli belirsiz bir yağ kisti irileşiyor. Balzac'ın ahlaksızca bulacağı bir içki alemi sonunda biri -hiç de metafizikçi biri değildi- espri yaptığını sanarak, sıçmanın bir tür gerçekdışılık izlenimi sağladığını söyledi. Kullandığı sözleri anımsıyorum:"Yaptıktan sonra kalkıyorsun, dönüp bakıyorsun ve mümkün değil, ben mi yaptım bunları, diyorsun kendi kendine."

(Lorca'nın dizeleri gibi: "Yapacak bir şey yok yavrum, en iyisi kus sen, başka ne gelir elden." Swift de, çatlak herif, şöyle demiş:"Hayır, hayır, Celia, hayır, sıçsana!")

Fiziksel acıyı metafizik iğnelemeler gibi yorumlayarak bir yığın edebiyat yapıyorlar. Bana gelince, her tür acı bana iki kat güçle saldırır: bana her zamankinden daha iyi bir biçimde duyumsatır benimle bedenimin ayrılışını, boşanırız (avuntu olsun diye boşanmak dedim) aynı zamanda beni bedenime yaklaştırır da acılar boyunca onu zorla bana kabul ettirir sanki. Daha bir benim olan zevkten öte bu acıyı ya da yalın biçimde, isteyerek çekişi duyumsarım.Gerçekten bir bağdır. Çizmeyi bilebilseydim, alegorik olarak acıyı bedenden ruhu kovalarken göstermek isterdim, çizdiğim resim aynı zamanda her şeyin yalan olduğu izlenimini versin isterdim; bütünlüğü olmayan bir karmaşık yapının yalın görüntüleri.

Elephant Fording a River (1952, Francis Bacon)


Seksek (117) - Julıo Cortazar

İki çocuğa ölüm cezası verilmesi için baskı yapılan bir mahkeme gördüm, böylece bilimsel, felsefi, insani düşüncenin ve her tür deneyimin, yaşadığımız dönemin en cömert ve en üstün düşünceleri ile nasıl birbirine ters düştüğünü görmüş oldum.

Geçmişten hareketle, tarihe gömülü örnekleri ortaya seren dostum Mr. Marshall, bir vahşinin bile yüzünü kızartacak türden, Blackstone'un şu tümcelerini neden okumadı ki orada: "On dört yaşından küçük olanlar, cinayeti işlememiş sayılsalar da eğer mahkeme kurulu ve jüri üyeleri bizzat cinayetin işlendiği kanısında iseler, iyiyi kötüden ayırmanın ölçütü olması babından bu çocuk suçlu bulunabilir ve ölüme mahkum edilebilir."

Evet, on üç yaşında bir kız çocuğu da öğretmenini öldürmek suçundan yakılmıştır.
On ve on bir yaşlarında iki erkek çocuk da arkadaşlarını öldürmek suçundan ölüme mahkum edilmiş, on yaşında olan asılarak idam edilmiştir.

Neden?

Çünkü o, iyi olan ile kötü olan arasındaki farkı bilmekteydi. Din derslerinde öğrenmişti bunu.

(Clarence Darrow Leopald ve Loeb'in Savunma Söylevi, 1924)

The School of Athens (fresco) - Raffaello


 The School of Athens - Atina Okulu

1508-1511 arasında Raffaello tarafından yapılan bu muhteşem freskte eski Yunan'ın en ünlü düşünürleri tasvir edilmektedir. Tam olarak ortada yan yana Platon(soldaki) ve Aristotales(sağda) durmaktadır. Onların solunda Sokrates çevresindekilere hitap etmektedir. Plato ve Aristotle tam ortadalar. Kabaca soldan sağa isimler sıralanırsa: Zeno, Epicurus, Averroes, Pythagoras, Alcibiades, Xenophon, Aeschines, Parmenides, Socrates, Heraclitus, Diogenes, Euclid, Zoroaster ve Ptolemy kolaylıkla görülebilir. Resimde Michelangelo Buonarroti (Heraclitus olarak), Leonardo da Vinci (Plato olarak), Donato Bramante (Euclid olarak), Raphael ve Sodoma da var...

Tabloda Bulunan Kişiler:

Platon resmin ortasında eli ile yukarıyı gösteriyor. Bu şekilde felsefesinin temelindeki var olan ve mutlak gerçekliği temsil eden idealar dünyasını işaret ediyor. diğer elinde resmin perspektif merkezi olan kitabı Timeaus taşıyor. Leonardo da vinci nin portresi.

Aritoteles Platonun yanın da elini avuç içi aşağıyı gösterir şekilde ileri doğru uzatmış. bu hareket onun materyalist görüşünü simgeliyor. diğer elinde ünlü kitabi Ethica yı taşıyor.

Socrates Platonun solundaki kalabalığın arasında anlattıklarını parmaklarına sayarak ispatlamaya çalışan figür. Sokratesci (insanları soru sorup cevap alarak sıkıştıran, eğiten, ögreten felsefeci) diyalog yöntemi vurgulanmış.

Xenophon Socratesin olduğu grupdaki şapkalı kahverengi elbiseli yaşlı adam.

Echinus Socratesin hemen solundaki mavi kıyafetli genç.

Alcibiades Socrates'e dönük savaşçı elbiseli olan.

Diogenes merdivenlerde yanındaki meşhur bakır tası ile okumalara dalmış dünyevi işlere aldırmadan rahat bir şekilde uzanmış.

Heraclitus ön kısımda Diogenes'in solunda basamaklara oturmuş, elini başına dayamış birşeyler yazıyor. Bir Michelangelo portresi.

Parmenides Heraclitusun solunda ayakta elinde kitap olan.

İbni rüşd ön sol grupta arkadan ileri doğru uzanmış, Pythagoras'ın hemen solunda başında beyaz başlık olan.

Pythagoras ön soldaki diz çökmüş, elinde tuttuğu deftere önündeki çocuğun tuttuğu levhadaki notları geçiriyor.

Zeno Pythagoras'un arkasındaki sütunun da arkasında yeşil başlıklı yaşlı olan.

Epicurus Zenoun hemen sağında başında yapraklardan taç olan.

Euclid sağ önde öne doğru eğilmiş elindeki aletle yerde duran levha üzerinde teoremini anlatıyor.

Ptolemy Euclidin arkasında arkası dönük elinde küre olan.

Zoroaster beyaz elbiseli siyah şapkalı, elindeki küre ile seyirciye dönük olan.

Raffaello'nun 26 yaşındaki hali, Zoroasterin arkasında seyirciye dönük.

Hölderlin

Şu imgede olduğu gibi: Hölderlin, odasında.

Üç ayda yaya olarak yaptığı o gizemli yolculuğu kafasında yeniden canlandırmak, Massif Central Dağları'nı tek başına geçişi, cebindeki tabancayı sımsıkı tutan parmakları, 1802'de ilk ruhsal bunalımını geçirmeden önce Bordeaux'dan Stuttgart'a yaptığı (yüzlerce millik) o yolculuk.

"Sevgili dostum...Sana uzun süredir yazmadım, bu ara Fransa'daydım ve o üzgün, yalnız toprağı gördüm; Güney Fransa'nın erkek ve kadın çobanlarını, siyasal belirsizlik ve açlık içinde büyüyen o tek tek güzellikleri, erkekleri ve kadınları... O güçlü öğe, cehennemin ateşi, insanların susuşu, doğadaki yaşamları, sınırlanmışlıkları, azla yetinmeleri beni hep duygulandırdı, kahramanlardan söz ederken dendiği gibi, Apollon'un beni çarptığını söyleyebilirim."

Stuttgart'a varınca "ölü gibi solgun, çok zayıf, çukura kaçmış vahşi gözler, uzun saçlar ve sakalla, bir dilenci gibi giyinmiş olarak" arkadaşı Mattihison'un önüne dikildi ve tek bir sözcük söyledi:

Hölderlin



Altı ay sonra sevgili Suzette'i öldü. 1806'da şizofreniye yakalandı, ondan sonra da, yaşamının yarısını oluşturan otuz altı yıl boyunca, Tübingenli marangoz Zimmer'in -zimmer Almanca'da oda anlamına gelir- kendisi için yaptığı kulede tek başına yaşadı.


ZİMMER'E

Yaşamın yönleri yollar kadar çeşitlidir ya da
Dağların sınırları kadar ve burada biz
Aşağıda, uyum içinde, yitirdiğimiz şeyi unutmuşken,

Sonsuza dek barış içindeyken, Tanrı'nın işi kalmayacak yanımızda.



(Paul Auster'in kitabından)

Irvıng Penn'den Miles Davis



Pavese'nin Yazarlık Uğraşı

...Bir iç trajediyi sanat biçiminde dile getirmek ve böylece ondan arınmak, ancak bu trajedinin içindeyken bile duyargalarını geren ve incecik ipliklerle örgüsünü örebilen, kısacası, bir yandan yaratıcı düşüncelerin kuluçkasına yatabilen bir sanatçının başarabileceği bir iştir. Bir çıkar yol olarak intihar yerine, bir sanat eserinin aracılığıyla fırtınayı çılgınca yaşamak ve baskı altındaki duygulardan böylece kurtulmak diye bir şey olamaz. Bunun ne kadar doğru olduğunu, kendini gerçekten başına gelen bir felaket yüzünden öldüren sanatçıların genellikle sıradan şairler, duygu taşkınlıklarında içlerini kemiren kanserin en ufak bir belirtisini bile duyuramayan gösteriş düşkünleri oluşu da gösterir. Bundan şunu öğrenir insan: uçurumdan kurtulmanın tek yolu ona bakmak, derinliğini ölçmek ve kendini o boşluğa bırakmaktır...


...


...Şair miyim, yoksa duygularına tutsak biri mi? Daha çözemedim bunu, ama bir nokta kesin:bu sıkıntılı ayların durumu ortaya çıkaracağı. Eğer umduğum gibi, doğruları arayan en büyük insanlar bile böyle aylar geçirdilerse, o zaman yaratma sevinci epey pahalıya çıkmış olmalı onlar için. Kendi görevlerini elinden zorla alanlardan onların gözlerinin yaşına bakmadan bunun acısını zorla çıkarıyor hayat. Bir şey meydana getirmenin çilesi, bu iyi bilinen işkence, bir şey meydana getirip bitirdikten sonra ne yapacağını bilememenin acısı yanında hiçtir...


...


...Gerçek bir sanatçı yarattığı eserlerde elinden geldiği kadar az söz eder sanattan. (Böyle yapmıyorsa sanatçı değil, sanat virtüözüdür.)

İçerik olarak yalnız sanatın sancılarını ele alan bir insan, araçlarını hazırlama evresinden daha kurtulamamış, dünyada olgun bir insan gibi konuşma yetkisini daha kazanamamış demektir...


...


...Gençliğimin sona erdiğini haber veren belirtiler arasında en önemlisi artık edebiyata karşı büyük bir ilgi duymayışım geliyor. Bir zamanlar her şeye rağmen duyduğum, manevi doğrular bulma umuduyla açmıyorum kitapları artık. Okuyorum, daha da çok okuyabilmek istiyorum, ama bir zamanlar yaptığım gibi, kitaplarda bulduğum çeşitli yaşantıları ne heyecanla karşılıyorum, ne de bunları parlak şiir öncesi ussal bir gürültüye dönüştürüyorum. Torino sokaklarında dolaşırken de aynı şey oluyor. Bu yerleri artık yaratma çabasını hızlandıran romantik, simgesel bir güç kaynağı olarak görmüyorum. Her keresinde 'önceden yapılmış bu' demek geliyor içimden

Şunların çevresinde dönüyor artık hayatım: siyaset, gündelik yaşam, kitaplardan edinilen her şey; ama kitaplar, yaratma umudu gibi besleyici değil.

Diğer Taraf - Alfred Kubin