Sade Okumak


"Yayımlamaya korkuyoruz" dedi Juliette, "gerçeğin özü ve yalın 
gerçek, doğanın gizeminde saklı, bu nedenle insanlığa
 bunu açığa vurduğumuzda ürperebilir. 

Felsefeyi yüksek sesle konuşmaktan asla çekinmemeli."






...

...dişlerimi gıcırdatmaya başladım, ağzımdan köpükler çıkıyordu, her şeyi ısırmaya başladım, penis vajinamda ilerlediğinde, aynı anda anüsümden diğer bir penisi alamıyordum. o beni daha çok tahrik etmişti, ikinci becerici yeniden anüsümdeydi ve uzun süre kıçımdan düzüldüm... çığlıklar attım, inledim; bu kesinlikle daha önce yaşadıklarıma benzemiyordu.

"Ne süper bir sahne" diye bağırdı Charlotte, önümüzde mastürbasyon yaparken ve arada eğilip beni öperken. "Vay canına! Ne delik! Mutlu Juliette!"

Ve orgazm oldum, tam olarak bunalım sonucu öldürme depresyonu içindeydim, gözüm hiçbir şeyi görmüyordu, hiçbir şey duymuyordum, duygularımın gücü tamamen erotizme kilitlenmişti; çok eğleniyordum.  Adamlarım geri çekilmeden mücadele etmeye devam ediyorlardı, onların çivisini çıkartmıştı, sevişme arzusu baştan ayağa tüm bedenimi sarmıştı, tüm deliklerimden sperm sızıyordu.

...


...

"Gel ve öp beni" dedim Fontagne'ye. Kadınlarım onu soymaya başladılar. O soyunduğunda tüm tutkularım ve şehvetim canlanmıştı. Fontagne diğer kızlardan çok daha çekici gelmişti bana. Ah yüce Tanrım! O soyunduğunda ortaya ne mükemmel bir çocuk çıkmıştı! Tenin o güzelliği, vücudun o orantılılığı, o tazelik, enfesti!

"Çok iyi" dedim. "Onu üzerime koyun, tüm sığınaklara dilimle erişebileceğim şekilde pozisyonlarınızı alın. Sen Aspasia, sen onun anüsünü yalayacaksın. Phryne sen onun klitorisi ile oynaşacaksın, ve hepiniz sonunda benim ağzıma boşalacaksınız. Bacaklarımı ayıracağım, sen Thedora, aynı anda Lais benim kıçımı yalarken, sen benim sığınağımı emeceksin. Sevgili arkadaşlarım, tüm ilminizi en iyi şekilde kullanmaya başlayın, bu bakire beni çok heyecanlandırıyor ve onunla birlikte sperm denizinde yüzmek istiyorum."

...


...

"Kıçını kanatmanızı istiyorum, kıçını kırbaçlayın." diye emrettim adamlarıma.

 Yerde dümdüz yatıyordu, başını demir zincirlerle bağladılar ve ben kızın ağzını yalarken, Sbrigani işine arka ambarımda devam ediyordu, ben de bir yandan adamlarımın devasa büyüklükteki şeker kamışlarını emiyordum, adamlarımsa kurbanımın vücudunu keskin tırmıkla deşiyorlardı; eh, bu delice oyun iki kez ardı ardına orgazm olmamı sağlamıştı. Kızın vücudunun, teninin saten güzelliği, yerini, delik deşik berbat bir bedene bırakmıştı, bu hal beni deliye döndürmüştü.

Yerimden fırlayıp Aglaia'nın zincirlerini çözdüm ve kızı saçlarından alçak tavana astım, bacaklarını ayırdım, bunu tek başıma bitirmek istiyordum, hançerimi aldım ve kızın vücudunun en leziz yerlerini, aralanmış vajinasını deşmeye başladım. Kızın vücudunun o hali bana inanılmaz bir zevk veriyordu, ön bahçesine yaptıklarımı büyük bir zevkle arka bahçesine de yaptım. Kanım delice akıyordu, gözlerimden ateş fışkırıyordu, kızı oradan indirdiğimde, aklıma yeni bir fikir daha gelmişti, Aglaia'yı ve diğer iki kurbanı yakmaya karar vermiştim ve bu elbette kocamın da hoşuna gitmişti, onları yakarken birlikte orgazm olmuştuk, geride kalan tek tehlike olan yaşlı dadıyı ise elimizi sürmeden tek bir kurşunla yok ettik.

...


...

Kuzu & Kurt


İnsan oburluğunu bastırmak için masum kuzuyu kızarttı,
 parçacıklara ayırıp haşladı ve o sakin kuzunun Tanrı tarafından yaratıldığını
 iddia etse de zalimce yok etti.  Kendinde bu gücü açıkça bulduğuna bir de felsefe açısından bakarsak, Doğanın insana nasıl bir sistem yüklediğini görürüz, güçlünün her zaman zayıfı yok etme yetkisi vardır; bunu Doğa vermiştir.



Kuzuyu sorgula, kurdun onu yutabileceğini anlamayacaktır. 

Kurda kuzunun ne işe yaradığını sor: 

"Benim karnımı doyurmaya..." diye yanıt verecektir.

 Kuzuları yiyen kurtlar, kurtlar tarafından yutulmuş kuzular, güçlü zayıfı kurban eder, zayıf güçlünün kurbanı olur, işte doğa, işte doğa kuralları, işte doğa planları. 

Birbirini takip eden bir etkinlik ve sonucu, kötülükler ve erdemler yığını. Dünya üzerindeki kötülükler ve iyiliklerin eşit olmasından doğan, tek kelimeyle mükemmel bir denge... Gezegenlerin, bitki ve hayvanların yaşamının temeli ve yokluğu halinde, her şeyin bir anda yıkılacağı esas bir denge. Ey Therese, eğer doğa bir an için bizimle konuşabilseydi ve ona hizmet eden bu günahların, bizden istediği ve bize esinlediği bu zulümlerin, onu örnek alarak oluşturduğumuz yasalar tarafından cezalandırıldığını söyleyebilseydik, ne kadar da şaşırırdı. "Aptal!" diye yanıt verirdi bize, "Uyu, iç, ye ve sana iyi görünen günahları korkmadan işle. Ahlaksızlık olduğu iddia edilen tüm bunları sana esinlediğime göre, istiyorum senden. Beni tahrik eden ya da zevk veren şeyleri yapmak sana düşer! Bil ki içinde bana ait olmayan hiçbir şey yok, bilmemen gereken hiçbir şey koymadım içine... Etkinliklerinin en iğrenci de, en erdemlisi gibi, bana hizmet etmenin bir yoludur. Bu nedenle de kendini hiç engelleme, kurallarını, sosyal uzlaşmalarını, ev tanrılarını yok et. Yalnızca beni dinle ve benim gözümde, sana esinlediklerime direnmenin ve saçma sapan düşüncelerle karşı çıkmanın tek suç olduğuna inan."

Sade / Justine

Venus & Hermaphrodite


 Venus of Urbıno, 1538, Titian 

Titian'ın ünlü "Venüs" eserine gelmişti sıra, benim duygularımın coşmasına neden olan eser ile ilgili Ferdinand'ın yemini vardır: Doğanın güzellikleri, ruhu coşturur, din saçmalığı ise ruhu tiksinti ile geri çeker.

"Venüs" enfes bir sarışındır, harika gözleri doğanın en etkileyici yönlerini yansıtmaya yeter ve karakteri gibi hayalperest, yumuşak bir görünümü vardır. Beyaz divanında bir eliyle çiçekle oynarken, diğer eli de cilveyle önündeki sevimli çalılarıyla oynuyor.  Resmin detayları, rengi ve tarzı görülmeye değerdi ve oldukça baştan çıkarıcıydı. Sbrigani Venüs'ü bizim Raimonde'ye benzetmişti ve ben de aynı fikirdeydim. Tatlı yaratık onun için düşündüklerimizi duyduğunda kızardı, dudaklarına kondurduğum öpücükle yeniden kendine gelmişti.


Aphrodito of Cnidus (Venus)


"Venüs"

Söylendiğine göre Yunanlılar bu heykele aşık olmuşlardı... Bunu anlayabiliyordum; sanatçı tüm tutkusunu eserine katmış gibi görünüyordu. O bacakların mükemmelliği, göğüslerin biçimi, yüzünün güzelliği, kalçalarının çekiciliği,; eminim ki bu heykeli yapmak için yüzlerce kız içinden en güzeli seçilmişti, insana doğanın verdiği güzelliklerin en güzel örneği idi bu. Bence o yıllarda modeller tüm dünyanın hayran kaldığı, güzelliğe sahip yaratıklardı. Bu heykelin sıklıkla kopyalandığını söyleyebilirim fakat bu heykelin değerini kimsenin benim kadar bilmediğinden eminim... Bu mükemmel heykel yağmacılar tarafından kırılmıştı. Oh! Ne korkunç bir şey! Hayvanlar! Budalalar! Doğanın insanlığa kazandırdığı böyle bir güzelliği nasıl da tahrip etmişler! Bu doğanın en enfes çalışmasıdır. Heykeltraşın kimliğine gelince, burada bir karışıklık söz konusudur; genel kanı çalışmanın Praxiteles'e ait olduğu yönündedir, diğerleri ise çalışmanın Praxiteles'e ait olduğunu söylerler: sanatçısı kim olursa olsun, çalışmanın mükemmel olduğu, hayranlık verici olduğu açıktır, hayal gücünü nasıl coşturduğu, insan ruhuna nasıl tatlı zevkler verdiği ve insan yapımı da olsa bir şeyin gerçekmiş gibi bu kadar etkili olabileceğini nasıl kanıtladığı ortadadır.


 Roman, A.D. 100–200. Marble, 59 1/16 in. long. Museo Nazionale Romano. 

Gözlerim "Hermaphrodite" de takılı kaldı, o bir tarafında vajina diğer tarafında penis olan bir varlıktı. Bildiğiniz gibi Romalılar bu tür yaratıklara müthiş ilgi duyarlarmış ve onları seks partilerinde kullanırlarmış. Bu ünlü adı, şehvet simgesine çıkmış çarpıcı bir namı olan Hermaphrodite'in, heykeltraşı, yaratığın çift seksten olduğunu ve genel olarak kullanım rahatlığını vermeye çalışmıştır, bunun için bacaklarını çarpı işareti şeklinde yorumlamıştır: Yatağa yaslanmış şekilde duran yaratık dünyanın en güzel kıçına sahiptir... Shbrigani baştan çıkartıcı kıça gözünü diktiğinde, bana buna benzer bir şey tarafında arka mahzeninden doruğa ulaştığını ve ondan aldığı zevki hiç unutmadığını anlatmıştı.


Sade

(Sade'ın hangi Venüs heykelini betimlediğini
açıkça anlayamadığım için bilinen bir versiyonu paylaştım vs.)

Tanrı


Yanılgıdan kurtul Therese, yanılgıdan kurtul, kafanda tasarladığın Tanrı, yalnızca delilerin kafasında bulunan bir safsatadır... Bu, insanlığın kötülüğü nedeniyle yaratılmış bir hayalettir, biricik amacı da onları kandırmaktır. Onlar için yapabileceğimiz en iyi hizmet, onlara bir Tanrı'dan söz etmeyi planlayan ilk düzenbazı hemen oracıkta boğazlamaktır. Böylelikle, evrendeki tek bir ölümlünün bile kanı dökülmemiş olacaktır! Hadi, hadi Therese, her zaman hareketli, her zaman etkin olan doğa onu yönetecek bir efendiye asla ihtiyaç duymaz. Eğer gerçekten bir yaratıcı varolsaydı, eserlerini bu kadar hatayla doldurduktan sonra, aşağılanmadan ve dışlanmadan başka bir şey haketmiş olur muydu? Ah! Eğer senin Tanrın gerçekten varsa, ben ondan nefret ediyorum Therese, tiksiniyorum! Evet, varlığı, gerçekse de, ben reddediyorum, bu görüntüye bürüneni sürekli rahatsız etmek, bu yolla birkaç kişinin daha inanmasına neden olsam da, çok değerli bir teselli olurdu benim için...

Sade

120 Days of Sodom


Kulaklarını tıkamadığı sürece hiç kimse 120 Gün'ü 
hastalanmadan bitiremez.  En hastası da kuşkusuz, 
bu okumanın cinsel anlamda kızıştırdığı kişi olur. (Bataille)

Les 120 Journees de Sodome
Bastille'de Sade, dayalı döşeli bir hücrede yaşıyordu. Dediğine bakılırsa kitaplığında "bazıları çok değerli" olan altı yüz cilde yakın kitap vardı. Bunlara kendi eliyle yazılmış on beş çalışma defteri, denemeler, romanlar ve piyesler ekleniyordu. Hepsi de basılmaya hazırdı. İsyancılar kaleyi yağmaladığında, bu olaydan, özel eşyaları taşınmayı bekleyen Marquis'nin hücresi de nasibini aldı; giysiler, tablolar, kitaplar, belgeler, hepsi "yırtıldı, yakıldı, alındı, çalındı." Bu kaybın üzerinde Sade, kanlı gözyaşlarıyla ağladığını söylüyordu. Kendi metinleri arasında özellikle bir tür roman vardı, tamamlanmamış haliyle son derece kusursuz ve onun gözünde özel değeri olan bir roman. Buna Les 120 Journees de Sodome ou l'Ecole de Libertinage (Sodom'da Yüz Yirmi Gün ya da Dinsizler Okulu) adını vermişti. Kendisiyle sınırlı şiddetli bir imgelemin doğurabildiği tüm ahlaksızlıklar, sapkınlıkların geniş bir masturbasyon kataloğu olan bu yapıtta yer alıyordu. Romanın gardiyanların eline geçmesi endişesiyle müsveddeyi, ince bir tüy kalemle, on iki metre on santim uzunluğunda bir şerit oluşturacak biçimde uç uca eklediği on iki santim genişliğindeki küçük kağıtlara geçirerek bir kopyasını yapmıştı; bunu rulo yapıp kolaylıkla saklayabilirdi. Belki de onu her akşam duvardaki bir oyuğa, parke tahtalarından birinin altına ya da "kutularım" dediği şu zevk nesnelerinden birinin içine sokuyordu.

Bastille'nin yağmalanmasından sonra Sade, 120 Gün metninin sonsuza dek yok olduğuna inandı; buna çok üzülmüştü, çünkü böyle bir kitabı yeniden yazma gücünü bulamayacağını biliyordu.

"Eşyalar, mobilyalar, bunların hepsi yerine yenisi gelebilir... Ama düşünceler!"

18 Temmuz'da tahripçiler ilk kazmayı indirdiler.

Oysa el yazması kayıp değildi. Arnoux de Saint Maximin adında biri onu Sade'ın hücresinde bulmuş ve bilgili bir tarihçi olan Villeneuve-Trans markisine vermişti, o da bunu yıllarca bir tür antika eşya gibi saklamıştı. Yaklaşık yüz yıl sonra, 1900'e doğru, tarihçinin torunları onu Ren ötesinden gelen ve en sonunda yayınlanmasına izin veren bir meraklıya satmışlardı (roman Almanca yayınlanmıştı; ilk Fransızca baskısının çıkması için 1931-1935 yıllarını beklemek gerekecekti.)

Saint Maximin ve Villeneuve Trans, tuhaf rulonun tamamını ya da bir kısmını okumamış olamazlar, ama bu ruloyu okumanın onlarda uyandırdığı duyguları gelecek kuşaklara hiçbir zaman aktarmadılar. Yazarıyla temas kurmaya da çalışmadılar. Dolayısıyla yazar, yapıtının kurtulduğunu hiçbir zaman öğrenemedi.

Sade değerli yazılarını geri almak için emniyet genel müdürlüğüne ayrıntılı bir dilekçe gönderdi. Bir polis 120 Gün'ün korunmasına şu ya da bu biçimde yardım etmiş olabilir miydi?

Öte yandan, Saint Maximin ve Villeneuve Trans, bu rulo ellerindeyken onu kimlere göstermişlerdi? Böyle bir elyazmasının gizlendiği yerden çıkıp bir çekmecenin dibinde yatmaya gitmesi mümkün görünmüyordu.

Eski Rejim'in (Fransa'da 1789 rejiminden önceki krallık rejimi) polisine karşı yönelttiği iddianame Girondin Pierre Manuel'in, araştırmaları değilse de en azından bir mal sayımı taslağını ortaya koyan ilginç notu şöyleydi:

"Bastille'de bulunan, şeritli, işlemeli birçok giysi ve hatta oyuncu kostümleri Marquis de Sade'a aittir. Bunları nerede kullandığını öğrenemedik."

Bu oyuncu kostümleri, Marquis'nin birkaç özel tiyatroya yağ çekerek yalnızlığının koyuluğunu azaltmaya çalıştığını düşündürüyor.


*
Serge Bramly
"Sade"

vesaire


Sade'ın Orgazmı

Onun orgazmı olağandışı bir şey. Bir epilepsi nöbeti gibi. Dilsizi korkunç bir hızla düzüyor, ısırıyor, tırmalıyor, dövüyor, homurdanıyor, köpürüyor, başından topuklarına kadar titriyor, geriliyor, şahlanıyor, kuduruyor, kıvranıyor, sanki bir depremle sarsılıyor. Yay aşırı gerilmiş, ama yine de ok hala geç fırlıyor. Onun bu tür bir baygınlık içinde hissettiği şeyi dünyada kimsenin hissetmediğini söylüyor. Bunu çok kez çözümlemeye çalışmıştı; bunun nedenini, sperminin sıcaklığında, yoğunluğunda, aşırı bolluğunda bulduğunu sanıyor. Karısına şöyle diyordu:  Bu, "bir şişenin çok dar ağzından krema çıkarmak istemek gibi bir şey. Bu koyuluk damarları şişiriyor ve yırtıyor." Sade kuduruyor. Aşırı bol ve yakıcı sıvı onu öyle bir histerik hale sokuyor ki Marquis'nin son soluğunu verdiği sanılıyor. Ve rahatlayış! Ok yaydan fırlıyor. "Yedi sekiz çorba kaşığı dozu ancak (alır) ve en koyu bulamaç bile kıvamını zor anlatır," diye açıklıyordu Madam de Sade'a. Bu bir gayzerden fışkırır gibi fışkırıyor. Haykırış geceyi yırtıyor. İtibarı yerini buluyor. 

Serge Bramly / Sade

()

Nymphomaniac'tan bizi Bataille'ın ifadesine götüren bir parça kestim: 

"Kaplan uzamda neyse cinsel eylem de zamanda odur."



Madam Verquin'in Ölümü

Ölüm yalnızca inançlı kimseler için korkutucudur yavrum: Cennetle cehennem arasındadır onlar, hangisine gideceklerini bilemezler ve bu onları kederli kılar. Bana gelince hiçbir umut beslemediğimden, ölümden sonra, hayatımda öncekine göre daha fazla bir mutsuzluk ummuyorum; doğanın koynunda rahatça uyuyacağımı sanıyorum; kederim de pişmanlığım da olmayacak, acım da kaygım da olmayacak. Yasemin beşiğimin altına gömecekler beni, orada uyuyacağım Florville ve çürüyen bedenimden dağılan zerreler  bütün çiçekleri, en sevdiğim çiçekleri besleyecek; bak..." diye sürdürdü konuşmasını bir demet çiçeği yanaklarına sürerek, "Gelecek yıl bunlarla eski dostunuzun ruhunu da koklayacaksınız; ruhum bu kokuyla birlikte beyninin kıvrımlarına, liflerine dolanarak sana güzel şeyler düşündürecek."

Gözyaşlarım yeniden akmaya başlamıştı... Bu mutsuz kadının elini sıktım avuçlarımla, korkunç materyalist düşüncelerden sıyrılmasını, dine daha az aykırı sistemler olduğunu söyledim; ancak daha ben bu sözlerimi tamamlamamıştım ki o beni şöyle bir itti...

"Yapma, n'olur Florville, zehirleme beni; sen anlarsın yaşarken yalvarıyorum sana, bırak da rahatça öleyim; bütün hayatımca tiksindiğim şeyleri ölümümde mi kabul ettireceksin bana?"

Sustum; onun büyük kararlılığının yanında benim güçsüz sözlerimin ne önemi olabilirdi ki! Madam Verquin'i insanlığın benimsemediği fikirlerden caydıramamaktan dolayı üzgündüm; o sırada elini sallayarak bir buyruk verdi; bitişik odadan bir müzik duyulmaya başladı; güzel bir konser.

"İşte..." dedi epikürcü kadın, "Ölümü böyle istiyorum Florville'ciğim, ölürken bir ezgi istiyorum... Senin o papazların, o sahte yobazların bilsin ki rahat bir ölüm için din değil, cesaret ve mantık gerekli."
...

*
Aşkın Suçları / Sade
çeviri: Cemal Süreya

Bahis

Dinozorların olağanüstü yanı, soylarının tükenmesi değil, dünyaya bunca uzun süre egemen olmuş olmalarıdır. Dinozorlar, 100 milyon yıl boyunca egemenliği ellerinde tutarken, memeliler bütün bu süre boyunca, dinozorlar dünyasının ara boşluklarında küçük hayvanlar olarak yaşadılar. Tepede yaşanmış 70 milyon yıl sonunda, biz memelilerin görkemli bir geçmişimiz ve gelecek için iyi beklentilerimiz var; fakat, hala dinozorları geçebileceğimizi göstermemiz gerekiyor.

Bu ölçüte vurulduğu zaman, insanoğlunun sözünü etmeye bile değmez -Australapithecus'dan bu yana belki 5 milyon yıl, kendi türümüz Homo sapiens'dan bu yana yalnızca 50 bin yılcık.

Bu kendi değer sistemimiz içindeki mutlak testi deneyin: Homo sapiens'in Brontosauros'tan daha uzun ömürlü olacağına, iyi bahis oranlarıyla bile, önemli bir miktar para koyacak birini tanıyor musunuz?

S. Jay Gould*

Marki


Kırbaç İnince

O töreni tekrar tekrar yaşayabilirim.  Kumral saçlarımı bir mendiller bağlar,  ceketimi ve gömleğimi çıkarır,  siyah bir deri yelek giyerdim. X'i yüzükoyun yatağa yatırır, ellerini bir ucuna, ayaklarını öteki ucuna bağlardım yatağın. Poposunun üzerindeki güzel noktalara, bir ay yüzeyindeki küçük siyah adacıklara bakardım hep. Göğsünün çevresini iple bağlayarak köleliğini tamamlardım onun. Bu sırada bir başkasıydım ben: başkalarından kopmuş, hayvanlaşmış, ancak bedenimin içinde uğuldayıp duran sıkışıp yoğunlaşmış cinsel gerginliğin bilincinde biri. İçinde, acının hazdan daha lezzetli olduğu bir coşkudan nasıl pişmanlık duyabilirdim? Genellikle bu ikisi birbirinden ayrıdır.  Doğal düzen terse döner bende. Sözcükler ortamında soğukkanlı bir öfke içinde oynadığı oyunu gerçekten işlemeye kışkırtır beni bu. Önümde açık duran poponun üzerinde mor çizgiler yaratmak için bir dal çubuğu kullanırdım. O değnek izlerinin belirişini yalnızca seyretmek bile inanılmaz bir şeydi, çünkü aynı şeyin bana da yapılması arzusuyla yanardım. İnerken havada ıslık çalan esnek değneğim odada fırtınalar yaratırdı. Ağaç ve et arasında bir konuşma, beni dimdik tutan belirgin bir ıslık sesi. Hakkımda söylenen bazı şeyler vardır. Yüzükoyun yere yatırdığım kızın poposunda bıçakla yaralar açar, bunların içine yara kapayıcı kırmızı mum dökermişim. Kişiyi kesip biçtikten sonra, üzerine uzunlu kısalı tırnaklar çakılmış bir kırbaçla aynı şeyin bana da yapılmasını istermişim. Her kırbaç inişinden sonra bana yapılan vuruşların sayısını  bıçağımla tahtaya kazırmışım. Sayı takınağımı önleyecek hata istemezdim. Sayı bilimin anlatmak istediği gizemli anlam, daha doğuşta yazılmıştı benim kafama.

 (Jeremy Reed / Sade)

Story of The Eye (Short)




Melankoli Nesneleri




Daniel & Philippe

Solferino Köprüsü'ne sapıyordu ki, birden yüreği deli deli atarak durdu: ödül! Kutsal ödül! Baldırlarından ensesine kadar yakıcı bir ürperti bütün bedenini dolaştı, elleri ayakları buz kesmişti, kımıldamadan durdu, nefes alamıyordu, bütün canlılığı, yaşama gücü yalnızca gözlerinde toplanmıştı şimdi. Suçsuz bir iç rahatlığı ile ona sırtını dönerek suya eğilen genç erkeğin ince, taze bedenini gözleriyle yiyordu. "Mutlu, öldüresiye mutlu bir rastlaşma!" Daniel heyecanlıydı. Bu çocuğun oraya yalnızca onun için getirilip bırakılmış olduğu, beyaz, ipek gömleğinin manşetlerinden görünen ince, uzun, güçlü ellerinin, kendi gizli ve kutsal diliyle ona, "O bana verildi, benimdir o," diyen sırlı sözcükler olduğu öylesine açık, öylesine belliydi, öylesine gerçekti ki, gecenin rüzgarı bir anda tüm ses kesilerek adını çağırsa da bulutlar eflatun gökte beyaz kümeleriyle onun adını yazsalar Daniel bunun kadar büyülenemez, bundan çok deliye dönemezdi. Çocuk sarışın, kıvırcık saçları, yuvarlak omuzlarıyla incecik, uzun ve çok gençti, hemen de bir gencecik kadın gibi; kalçaları dar ve yuvarlak, sırtı dik ve güçlü; küçücük nefis kulakları vardı. On dokuz yirmi yaşlarında olmalıydı. Daniel bu küçük kulaklara bakıyor, "Mutlu, öldüresiye mutlu bir rastlaşma bu!" diye düşünüyor ve korkuyordu. Bütün bedeni, yakın tehlike hissetmiş bir böcek gibi taş kesilmişti, taş kesilmiş, görünüşüyle ölmüştü; benim için en korkunç tehlike güzelliktir. Elleri, gitgide soğuyor, demirden parmaklar boğazının çevresindeki halkayı her saniye biraz daha sıkıştırıyordu. Güzellik, tuzakların en sinsisi ve en sokulganı, uslu ve emre hazır bir gülümsemeyle kendini sunuyor, sesleniyordu ona, her haliyle onu bekler görünüyordu. Ne korkunç yalan. Bu ona sunulmuş sıcak, tatlı ense aslında hiçbir şeyi ve hiç kimseyi beklemiyordu. O bir ceketin yakasıyla kendi kendini okşuyor, kendi kendinden zevk alıyordu. Gri kumaşın altında canlılığını hissettiği genç, biçimli, sıcak ve sarışın tüylü bacaklar, kendi etinden ve kendi sıcağından haz duyuyordu yalnızca. Bu genç beden bir hurma ağacı gibi yapayalnız ve sır doluydu, yaşıyor, nehre bakıyor ve bilinmedik şeyler düşünüyordu...

Yıkılış
sf. 171 -172
SARTRE

Gelecek

Mathieu, "Bir yaşam gelecekle yoğrulmuştur," diye düşündü, tıpkı insanların boşlukla yoğrulmuş oldukları gibi. Başını öne eğdi, kendi yaşamını düşündü. Gelecek ta içine kadar işlemişti, orada her şey bir bekleyiş, inatçı bir bekleyiş ve bir sonu belirsiz süre, bir vade değil miydi? Çocukluğunun en uzak günleri, "Özgür olacağım" dediği gün,  "Büyüyeceğim, erkek olacağım," dediği gün, hepsi, bugün bile ona ancak bir gelecekle var olmuş gibi görünüyordu; sanki her gününün üzerinde küçücük, yuvarlak ve kendine özgü bir gök vardı ve o "gelecek" kendisiydi, şimdiki Mathieu yorulmuş, ama hala olgunlaşmakta olan bir adam. O günlerin kendi üzerinde hakları vardı, aradan geçen bunca zamana karşın onlar isteklerinden vazgeçmemişlerdi, huysuz, titizdiler ve Mathieu çoğu zaman acı bir pişmanlık duyuyordu, çünkü bıkkın ve kararsız "bugün", o geçmiş günlerin artık eskimiş geleceğinden başka bir şey değildi. O günlerin küçük hırçın çocuğu, çocuk hayallerinin gerçekleştirilmesini ondan, bu yorgun adamdan beklemişti. O günlerde verilmiş sözlerin,  çocukça hayaller olarak kalması ya da bir alınyazısının müjdecileri olarak yaşamakta devam etmesi ona bağlıydı. Geçmiş, bugünün eliyle düzeltilmeye, yontulmaya devam ediyordu; her geçen gün büyüklük rüyalarını biraz daha yıkıyordu ve her günün yeni bir geleceği vardı; bekleyişten bekleyişe, gelecekten geleceğe, Mathieu'nun yaşamı ağır ağır akıyordu. Neye doğru?

Hiçe doğru.

Mathieu birden, "Şu anda ölsem," diye düşündü, "hiç kimse gerçekten mahvolmuş bir adam mıydım, yoksa kurtulabilmem için henüz umut var mıydı, bilemez."


*
Akıl Çağı
sf. 220 -221
SARTRE

İnsanlık


"Boşuna kafa patlatıyorsun," dedi Mathieu. "Barış, savaş hepsi bir aslında."

Jacques şaşmıştı.

"İkisi de bir mi? Bunu git de o ölüme hazırlanan milyonlarca insana söyle bakalım."

Mathieu bön bir gülümsemeyle, "Ne var?" dedi. "Hepsi ölümü doğdukları günden beri beraberlerinde taşımıyorlar mı zaten? Onları sonuna kadar öldürüp yok etseler bile insanlık en az eskisi kadar tıka basa dolu olacaktır; tek boşluk, tek eksik bırakmadan."

"En azından bir on iki, on beş milyon eksiğine!"

"Sorun rakam değil," dedi Mathieu. "İnsanlık, yalnızca kendisiyle dopdoludur, kimsenin yokluğunu duymaz, kimseyi beklemiyor. O hiçbir yere gitmemekte, hiçbir hedefe varmamakta devam edecektir gene, aynı insanlar aynı sorularla kafa patlatmakta ve aynı hayatları hiçbir hedefe götürmeden yitirmekte devam edeceklerdir."

Jacques bu lafları yutmadığını belli etmek istercesine güldü, "Yani sen sözü nereye getirmek istiyorsun?" dedi.

"Hiç," dedi Mathieu. "Hiçbir yere getirmek istemiyorum tabii."



*
Yaşanmayan Zaman
sf. 253
SARTRE

Home (2009, Yann Arthus-Bertran)

Dinle beni ne olur...

Sen homo sapienssin,
"bir akıllı insansın".

Evrenin mucizesi olan hayat,
4 milyar yıllık.

Biz insanlar ise
200,000 yaşındayız.

Ama en temel şey olan dengeyi
yok etmeyi başardık.

Bu olağan üstü öyküyü dinle,
bu senin hikayen.

Sonra da kararını ver.
...



Kaos GL 1 (Eylül 1994)

KADINLIK
 KONUMUNDAN
 DOLAYI
 SÖMÜRÜLÜYORLARSA
 GEY'LER DE
 SALT GEY
 OLDUKLARI İÇİN
 HETEROSEKSİST ZİHNİYET
 VE BU ZİHNİYETİN
 KURUMSAL ÖRGÜTLENİŞİ
 OLAN ERKEK EGEMEN DÜZEN
 TARAFINDAN YOK EDİLMEK İSTENİYOR.

YOK ETME...
 BÜTÜN KIZILDERİLİLERİ, YAHUDİLERİ VE KÜRTLERİ YOK EDEBİLİRSİNİZ. 
BÜTÜN EŞCİNSELLERİ HİTLER'İN YAPTIĞI GİBİ PEMBE ÜÇGENLERLE İŞARETLEYİP TOPLAYABİLİR-SİNİZ. HASTANELER, HAPİSHANELER, TOPLU EŞCİNSEL İDAMLARI, FAİLİ MEÇHUL EŞCİNSEL VE TRAVESTİ CİNAYETLERİ; HEPSİ TARİH BOYUNCA DENENDİ. TEKİL OLARAK EŞCİNSELLERİ ORTADAN KALDIRDILAR AMA EŞCİNSELLİĞİ ASLA YOK EDEMEDİLER. İNSAN İNSAN OLARAK KALMAYI BAŞARABİLİRSE KİŞİ KENDİ CİNSİNİ SEVMEYE DEVAM EDECEKTİR. 

TANS'IN BACAKLARI ARASINDA BİR VAJEN YA DA PENİS OLMUŞ HİÇ FARK ETMEZ. ONUN KAFASI ERKEK EGEMEN İDEOLOJİ TARAFINDAN ESİR ALINDIĞINDA HETEROSEKSİST ERKEK EGEMEN DİKTATÖRLÜK AÇISINDAN SORUN YARATMAZ. YARATMADI. "CİNSEL SEVİ NESNESİ" OLARAK KENDİ CİNSİNİ SEÇMEKLE BİRLİKTE YATAK DIŞINDA GEYLİĞİNİ UNUTAN BİR GEY DE AYNI ŞEKİLDE HETEROSEKSİST DİKTATÖRLÜK İÇİN SORUN YARATMAZ. 

BİZLER YALNIZCA YATAK ODASINDA DEĞİL HER YERDE VE HER ZAMAN GEY'İZ. TOPLUMSAL LATENTLİĞİ REDDEDİYORUZ. NİCEL ANLAMDA HETEROSEKSÜELLER KARŞISINDA AZINLIK OLABİLİRİZ AMA NİTEL ANLAMDA AZINLIK OLMAYI REDDEDİYORUZ. SALT HETEROSEKSÜELLERLE BİR SORUNUMUZ YOK; ASIL DÜŞMANIMIZ BİZLERE YAŞAM HAKKI TANIMAYAN HETEROSEKSİSTLERDİR. AŞAĞI YA DA ÜSTÜN OLMAYI REDDEDİYORUZ. BİLİYORUZ Kİ İKTİDAR EGEMENLİĞİ DIŞINDA HER ŞEYDEN VAZGEÇEBİLİR. İÇİNDE YAŞADIĞIMIZ TOPLUMUN EGEMENİ BURJUVAZİ, DEMOKRASİ ADI ALTINDA, AYNI ŞEKİLDE KENDİ İKTİDARI DIŞINDA HER ŞEYDEN VAZGEÇEBİLİR. BELKİ "DEMOKRASİ" O KADAR GELİ-ŞİR, O KADAR GELİŞİR Kİ (!) GEYLER DE ÖZGÜR OLABİLİRLER! AMA BİZLER ÖZGÜRLÜĞÜ BÜTÜNSEL BİR VAROLMA OLA-RAK ALGILADIĞIMIZDAN HETEROSEKSİST DİKTATÖRLÜ-ĞÜN POLİTİK VE TOPLUMSAL OLARAK BÜTÜNÜYLE NAŞLAMASINI HEDEFLİYORUZ.BUNUN İÇİN ÇIKIYORUZ... 

Olsen Olsen (Sıgur Ros)

Özlemişim... 

Marquis (1989, Henri Xhonneux)






"Engelleri aşamıyordu. Denedikçe reddediliyordu. Ayırıyor, yolu buluyor, hırpalıyor..."

- Yüklem dizisi oldu!

- Müdahale etme. Ara sıra bana fikir vereceksin,
...ama yazar olan benim.

- Doğru ya, ben susuyum.
Ama çok yüklem kullandın...

"Kıvama gelen vücut hazırdır. Geçit açılır. Şahmerdan içeri girer."


- Şahmerdan mı? Orada şahmerdan mı var? Nereden çıktı?

- Bir imge bu!

"Şahmerdan içeri girer. Dehşetle çığlık attım. Bir süre sonra kitle tamamen girdi... ve yılan, zayıflamış zehrini fışkırttı, sonunda yere yığıldı, öfkeyle ağladı."

- Yeter, yanıyorum.



 "Vahşi bir hayvan gibi dört ayak üstünde
bağlı duruyordu, ardından bir kaplan derisiyle kaplandı."

- O aracı daha iyi hikayelere sakla.

"Onu cinsel yönden uyarmaya, sinirini bozmaya, kırbaçlamaya,
"oral ve anal yoldan girmeye devam ettiler. Onu cinsel yönden uyarmaya, sinirini bozmaya, kırbaçlamaya, oral ve anal yoldan girmeye devam ettiler... Karşısında çıplak ve dipdiri bir bakire duruyordu, baştan ayağa bağlanmış, hareket edemiyordu.
Zampara kıvama geldiğinde, kızı serbest bıraktı, vahşi bir hayvan gibi kıza saldırdı, etini ısırıyordu, özellikle de klitorisini ve meme başlarını, dişleriyle parçalıyordu.
Kızın kıçına vibratör sokarken çığlıklar atıp inlemeleri sanki bir yaydan fırlıyor gibiydi."





Sodom'un 120 Günü

Orada herkes yeniden buluşacak... Orada herkes çıplak olacak: tarihçiler, karılar, kızlar, oğlanlar, yaşlı kadınlar, düzücüler, dostlar; herkes birbirine düğümlenecek, kayrak taşları üzerine sere serpe uzanacak, ve hayvanlardan örnek alıp herkes değişecek, düzüşecek, hısımlarıyla sevişecek, zina ya da livata yapacak, kızları çiçeğinden mahrum etme dışında her türlü aşırılığa, zihni en güzel biçimde kışkırtacak her türlü sapkınlığa bırakacak kendini...

Artık sevgili okuyucum, kalbini ve ruhunu, dünya var olduğundan beri yazılmamış ölçüde pis bir öyküye, ne eski, ne de modern çağda rastlanmamış tarzda bir kitaba hazırlaman gerekiyor. Her türlü dürüst ve hiç tanımadan sürekli olarak sözünü ettiğin ve doğa olarak adlandırdığın bu aptal tarafından öngörülmüş olan hazları derhal aklından çıkar ve tesadüfen rastlansa da, bazı suçlar ile birlikte ya da birkaç iğrençlikle renklenmiş halde olacağını bil.  Şüphesiz anlatılan birçok aşırılıktan hoşlanmayacaksın, bunu biliyoruz, ama aralarında seni baştan çıkaranlar da olacağını göreceksin... İşte bize gereken de bu. Her şeyi söylemedik henüz, her şeyi açıklamadık. Sana uygun olanı hayal etmemizi nasıl beklersin? İstediğini almak ve gerisini bir kenara bırakmak sana kalıyor. Başkaları da aynı şeyi yapacak ve yavaş yavaş her şey yerli yerine oturacak. Bu, altı yüz değişik lezzetin beğenine sunulduğu muhteşem bir yemeğin öyküsüdür. Hepsini yer misin? Şüphesiz hayır, ama bu büyüleyici sayı seçim olanaklarını genişletir. Bu bolluktan memnun olacağından, sana ziyafet çeken ev sahibini çekiştirmeye kalkışmazsın. Burada da olay aynı: Seç ve gerisini boş ver, geri kalanı yalnızca senin hoşuna gitmediği için karalama. Başkalarının hoşuna gidebileceğini düşün ve filozof ol. Çeşitliliğe gelince, bunun doğru olduğundan emin ol. Birbirinden tamamen farksız görünse de tüm tutkuları iyice incele, ne kadar küçük olursa olsun mutlaka bir fark olduğunu ve burada söz konusu edilen şehvet düşkünlüğünü diğerlerinden ayıran ve tarzını belirleyen de bu rafinelik, bu ince nüans olduğunu göreceksin. Sonuçta, öykülerin anlattıklarında altı yüz tutku bir araya getirildi: Burada okuyucuyu uyarmamız gereken bir nokta daha var. Bu tutkuları tek tek, öykünün içine katmadan ayrıntılandırmak çok tek düze olacaktı. Ama okuyucu macera içinde geçen ya da öykücünün hayatındaki basit olayları birbirine karıştırabilir diye, bu tutkulardan her birini bir satır ile ayırdık ve üzerine bu tutkuya verebileceğimiz adı yazdık. Bu çizgi, tutkunun anlatıldığı satırın tam başlangıcında yer alıyor ve bitişinde hep bir satırbaşı var. Bu tür dramlarda çok fazla kişi söz konusu olduğundan, bu giriş bölümünde önemli olanları tasvir etmeye ve tanımlamaya dikkat ettiysek de, her kahramanın adını ve yaşını, portresinin basit bir eskizin içeren bir tablo da vereceğiz. Öykü içinde bilinmeyen bir isim ile karşılaştırıldığında bu tabloya başvurabilecek ve daha yukarıda, bu basit eskiz daha önce anlattığımız düzenlemeleri hatırlatmaya yetmediğinde başvurulacak ayrıntılı portreler bulunacak.

SADE



Yatak Odasında (Felsefe)

Ah! ne zevk!... Beni nasıl da sıvazlıyorsun sevgili dostum!... Sen zevk tanrıçasısın!... Ya şu güzel yarak nasıl da şişiyor!... Görkemli başı nasıl da kabarıp kıpkırmızı oluyor!...

Ah! Ne ilahi göğüsler!... Ne tatlı ve tombul kalçalar bunlar!... Boşalın... İkiniz birden boşalın, belim sizinkilere kavuşacak!... Akıyor...! Ah! lanet olası Tanrı!... 

Nefis bir manzara!... Ne soylu ve görkemli!... İşte her tarafım bele bulandı... Gözlerime kadar sıçradı!...

....

Ah ölüyorum Şövalye!... Senin güzel yarağının tatlı seyirmelerine alışmam imkansız!...

Lanet Tanrı! Bu sevimli kıç bana nasıl da zevk veriyor!... Ah! Düzüşelim! Dördümüz birlikte boşalalım!... İkizini siktiğimin Tanrısı! Ölüyorum!... Bittim!... Ah! Hayatım boyunca daha şehvetle boşaldığımı hatırlamıyorum! Spermin boşaldı mı Şövalye!

Görüyor musun şu amı, nasıl da sperme bulandı.

Ah! Dostum, kıçımda niçin  benim de sperm yok ki! 

...

Kalçalarım sana uygun mu Dolmance? Ah! Meleğim, seni ne kadar arzuladığımı bilseydin! Bir kulamparanın beni götten sikmesini ne zamandır arzuluyordum!

Dilekleriniz yerine getirilecek Madam; ama, müsaade buyrun, mabudenin dibinde durayım bir an: Tapınağın dibine varmadan önce onu kutsamak istiyorum... Ne ilahi kıç!... Öpeyim onu!... Binlerce kez yalayayım!... İşte arzuladığın yarak!... Hissediyor musun sürtük? Söyle nasıl giriyor hissediyor musun?...

Ah!.. Bağırsaklarımın dibine kadar sok onu... Ey tatlı şehvet, neresidir senin hükümranlığın!

İşte ömrümde düzmediğim kadar nefis bir kıç; Ganymede'a layık!

...

Ah dostlarım işte iki taraftan da düzülüyorum... Lanet Tanrı! Ne ilahi bir zevk!... Hayır, dünyada eşi benzeri yoktur bunun... Ah! Düzüşün! Bunu tatmamış olan kadına ne yazık! Sars beni, sars beni... hareketinin şiddetiyle kardeşimin kılıcına doğru ittir beni ve sen, beni seyret; gel, ahlaksızlık içindeki halime bak; gel, beni örnek al, bu işi kendinden geçerek tatmayı, zevkle tadını çıkarmayı öğren... Görüyor musun dostum, aynı anda neler yaptığımı görüyor musun: Skandal, baştan çıkarma, kötü örnek, ensest, zina, sodomi!... Ey Lucifer! Ruhumun tek ve biricik tanrısı, daha fazlasını esinle bana, yüreğime yeni sapkınlıklar sun, bunlara nasıl şehvetle daldığını göreceksin!  

...

Şu koca yarağı bir bakirenin klitorisi üzerinde sallamak ne zevkl!... Sen, Şövalye, güzel kıçını göster bana... İyi sallıyor muyum çapkın?... Ya siz madam, haydi düzün beni, orospunuzu düzün... evet, ben bir orospuyum, orospu olmak istiyorum... Boşal meleğim, evet, boşal... Augustin istemeden bele buladı beni, Şövalyeninkini de alıyorum, benimki de geliyor... Dayanamıyorum... Eugene kalçalarını salla, anüsün yarağımı sıkıştırsın: yayılmakta olan yakıcı beli bağırsaklarının dibine fırlatacağım. Ah! Tanrı'nın düzülmüş kancığı! Ölüyorum!...

...

Düzüşelim! Sikim kalkıyor! Augustin!i çağırın, rica ederim, Bu güzel oğlanın mükemmel kıçı, konuşurken kafamı nasıl da meşgul ediyor, görülmedik bir şey! Sanki tüm fikirlerim iradem dışında beni ona yaklaştırıyor... Augustin, şu başyapıtı gözlerimin önüne ser... öpeyim onu ve çeyrek saat okşayayım! Gel aşkım, gel, gel ki, Sodom'un bende yaktığı alevlere senin güzel kıçında layık olayım. 


Ah! düzüşelim! Nefis! Nefis!..



Heyhat! Hocam... görüyorsunuz öğrencileriniz beni ne hale getirdi! Arkam ve ağzım bel dolu, her tarafımdan bel boşalıyor!


Ah güzel bir kıçın dibinden çıkan bel kadar güzel bir şey olamaz! Tanrılara layık bir yemek!

... 

Sodom


Sade bir sodomcu muydu?


Zaafımı itiraf etmeliyim. Şunu iddia ediyorum ki, yeryüzünde buna tercih edilebilecek hiçbir zevk yoktur; her iki cinste de kıça tapıyorum; ama genç bir oğlanın kıçı, kabul etmek gerek, bir kızınkinden daha fazla zevk veriyor bana. 



Sade bir sodomcu muydu?

 Temelde mazoşist bir eğilim taşıyor muydu? Önce sodomculuğu ele alalım; kendi fizik görünüşü, uşaklarının oynadığı rol, La Coste şatosunda cahil ama güzel delikanlıların katip olarak bulunduruluşu, yazılarında bu konuya verdiği büyük önem ve onu savunurken takındığı ateşli tavır, her şey, Sade'ın cinselliğinin temel öğelerinden biri olduğunu doğrulamaktadır. Gerçi yapıtlarında olduğu gibi hayatında da kadınların büyük rolleri olmuştur; Beauvoisin'le, daha önemsiz başka metreslerle aşklanmıştır; baldızını baştan çıkarmıştır, La Coste şatosuna birçok genç kız, birçok güzel kadın toplanmıştır; Matmazel Rousset ile kırıştırmış, ömrünün son günlerini Madam Quesnet'nin bitişiğinde geçirmiştir; gerçi bütün bunları toplumun koyduğu ve kendisini Madem Sade'a bağlayan bağları hiçleyerek kendi yarattığı biçimler içinde yapmıştır; ama o kadınlarla ilgileri ne cinstendi acaba? Cinsel tavırları konusunda elimizde bulunan iki belgenin ikisinde de Sade'ın, zevk ortağı kadınlarla normal olarak birleştiği görülmüyor; Rose Keller olayında, Sade kadını kamçılayarak açlığını gidermiştir, hiç dokunmamıştır ona;  Marsilyalı kıza ise, uşağıyla, onunla olmazsa kendisiyle arkadan birleşmeyi önermiştir; kız reddedince kendisi uşağıyla birleşirken berikini şöyle bir iki kez ellemekle yetinmiştir. Romanlarındaki kişilerin kız bozmaktan hoşlandıklarına tanık oluyoruz: Kanlı ve kutsallığa saygısız nitelikte olan bu cabbar davranış Sade'ın düş dünyasını çelmektedir. Yine de Sade'ın kişileri bir bakireyle ilk yattıklarında bile, kanını akıtacakları yerde onunla bir oğlanmış gibi birleşmeyi severler. Hatta bunlardan bazıları kadınların "ön"leri için derin bir iğrenme duygusu beslerler; bazılarının ise daha seçken oldukları görülür; yine de seçtikleri biçim belirlidir; kadının,  Binbir Gece Masalları'nda, onca güzellenen bu organı Sade hiç övmemiştir; karılarına normal biçimde yanaşan zavallı efemineleri sadece hor görmüştür Gerçi Madam Sade'dan çocukları olmuştur, ama bunun hangi koşullarda meydana geldiğini yukarda anlatmıştık. La Coste şatosundaki garip hayat göz önüne getirirsek, Nanon'u mutlaka Sade'ın gebe bıraktığı kanısında üsteleyebilir miyiz? Elbet romanlarındaki usta pedarastlara uygulattırdığı fikirleri Sade'ın hayatına bağlanmamız gerekmez; ancak Sodom'un Günleri'nde zevk konusunda papaza söylettiği sözler bir itiraf olarak alınabilmek bakımından kendi yüreğine oldukça yakın bir belgedir. Papaz bir yerde şöyle konuşur: Oğlan, kızdan çok daha iyidir; oğlanı, hemen her zaman zevkin gerçek tadı olan kötü açısından düşünün; kendi cinsinizden biriyle işlediğiniz suç, karşı cinsten biriyle olana göre daha büyükmüş gibi gelecektir size. Ve bu andan sonra şehvet iki katına yükselecektir. Sade gerçi bir mektubunda karısına karşı tek haksızlığının kadınları çok sevmek olduğunu da yazmıştır; ama bunun karısına karşı resmi ve iki yüzlü bir gösteri olarak kabul etmeliyizdir. Hatta kitaplarında kadınlara verdiği önemli rolleri romanesk bir dialektiğin gereği olarak düşünmek gerekir: Kötülük, onların binlerce yıldır yumuşaklığa alışmış cinsellikleri yanında büyük bir karşıtlık yaratıyor; kadın suç işleyerek kendi bayağılığını aştığı zaman, cesur bir yüreğin atılımlarına hiçbir durumun set çekemeyeceği gerçeğini erkeğe göre çok daha iyi bir şekilde anlatabilmektedir. Ama şu da var: Kuramsal olarak en görkemli kıyıcılarmış gibi nice gösterilirse gösterilsinler, kadınlar aslında kurban doğmuş yaratıklardır, aşağılanmışlardır, gözü yaşlıdırlar, alay konusudurlar, edilgindirler. Yapıtlarındaki bütün kadın kişiler aslında Sade'ın onlar için duyduğu nefret ve aşağılanmaya yakın nitelikleri kuşanırlar. Kadınlara duyduğu nefret annesinden mi geliyor? İkinci bir soru var, o da önemli: Yoksa Sade, kadını kendisinin bir tamamlayıcısı olarak değil de bir yedeği, bir kopyası olarak gördüğü ve ondan bir hiçbir şey anlamadığını sandığı için mi bu kadar nefreti besliyor? Dikkat edilirse yarattığı büyük kadın caniler öbür kişilerden daha canlı, daha diri çizilmişlerdir. Bu yalnız estetik kaygılardan değil, böyle tiplerin kendine yakın olması gerçeğinden doğmaktadır. Onun, Justine tipinde kendini bulduğu öteden beri ileri sürülür; ben hiç bu kanıda değilim; bence ablasıyla aynı işlemler karşısında bırakılan Juliette'nin kibrinde ve zevk tutumunda Sade daha çok vardır. Sade bir yerde kendini kadınmış gibi görmekte ve kadınların istediği şekilde erkekleşemediklerinden yakınmaktadır. Erkekleşebilmek..., bu eyleme en çok giren , en garip kişisi Durand'dır; Sade bu kadına dev bir klitoris kazandırmış ve cinsel açıdan bir erkek gibi bulunabilme yeteneği vermiştir.
...

Sade'ı Yakmalı mı?
sf. 28 - 30
Simone de Beauvoir 

İmgelemdeki 'Sade'

Beni hapse atarak dizginleyeceklerini sanıyorlardı. Tersine, hiçbir zaman bundan daha tehlikeli olmadım. Zevklerimi bu dünyada doyuramayınca gelecek kuşakları şiddetle sarsacak bir intikama giriştim. Cinsel ilgimdeki değişmeler, sanıyorum, gereksinimlerini dile getirebilmiş bir insaninkilerin yerini almakta. Vücudun girmediğim hiçbir bölgesi yoktur. Kadın olmuş erkekler, erkek özellikleri kabul etmiş kadınlar tanıdım. Hazzın bulunacağı yer de işte bu terse dönüştür. Herhangi cinsten bir kişiyi ters bir imaja sokun, doğal olmayan cinsellikten alacakları zevk acı vericidir.

Şiir teselli ediyor beni; dünya bizim mani ile bir tuttuğumuz tehlikeli baskıya kışkırtıyor. Kapatıldığım yerde kendimi geniş kırlarda yürüyor hayal ediyorum. Yağışlı bir sonbahar günü yollardayım, kırmızı ve sarı yaprak yığını uçuşuyor yolumda.  Özgürlüğün uzamla rastlaşma yeteneği olduğu anımsatılıyor bana. Düşünmek için yürümeyi sürdürüyorum zihnimde. Ayaklarım gittikçe artan soğuk çiyden ıslanmış. Durdursalar ve nereye gittiğimi, niçin gittiğimi sorsalar, yanıt veremezdim. Kan içmekten şişmanlamış kocaman kırmızı bir kuş tarlaların üzerinde kanatlarını açıyor.

Damağımıza tad verecek Mersault, Chablis, Hermitage, Loire, Montepulciano şarapları vardır. Bedenin en ince deliklerinden olduğu gibi onlardan da yavaş yavaş tat alırız. Ne yana dönsem beni bir duvarla yüz yüze getiren yoğunlaşmış bir koku uyaranıdır bu. Bu duvarın bir mavi,  bir kırmızı, bir yeşil, bir mor olması fark eder miydi? Daha şimdiden bir bukalemunun alışkanlıklarını edinmişim. Hücreme girseniz, döşemeden, duvarlardan, tavandan fark edemezdiniz beni. Bedeniniz kapatıldığım alanın üçte birini bile kaplıyor olsaydı, benim varlığımı ayırt edemezdiniz. Ben ve o, çevrem bir tek maddeye dönmüşüzdür: Man Ray'in, hayalinde benim yüzümü tasarladığı granite.



Ben taşım. Kendimi, daha sonra Man Ray'in tasvirlerinde, Bastille'in duvarlarından yontulmuşçasına mazgallı olarak çizilmiş profillerimde gördüm. Ben miyim bu? Ve de, bir haçın içerisine son derece kışkırtıcı bir kıçın yerleştirildiği fotografik de Sade Anıtı. Yarığı öylesine eksiksiz betimlemiş ki, cinsel çılgınlığa kışkırtıyor beni. O bölümde, yağmur ormanlarını, mücevherlerle süslü mağaraları, gizli evrenin sırları üzerine açık bir kara kitabı, volkanik kıyılar üzerinde yapılan alemleri keşfettim. Ne kadar derine inersem mistik gözün o kadar yakınına girmiş oluyordum.



Başkalarını da gördüm. Allen Jones'un, üzerinde siyah deri külotu, eldivenleri ve çizmeleriyle güzel bir kadının oturduğu İskemle'sini. Juliette'ki kızlar gibi iskemleyle bir olmuş:


 Şimdi de Clovis Trouille'in Sefahat'ındayım: yarı çıplak kızların ortasında kibar, zarif bir estetim, kızları kırbaçlıyorum, siyah çoraplar ve yüksek topuklar, geride örene dönmüş La Coste'un yıkıntıları arka planı oluşturuyor. Bu resimde aşk ve ölüm, bir şölen çılgınlığında birleşiyor. Elimde kırbaç, La Coste'un kalıntıları üzerinde düşünürken betimleniyorum. Siyah çoraplar giymiş yüksek topuklu kösnül kızlar sımsıkı bağlanmışlar. Benim dirseğim bir kafatasına dayalı, o da bir gül fidanına dayanıyor. İki keçi bu törenin bir bölümü. Başında bir şapka olan kız, giysisini, poposunu ortaya koyacak gibi yarmış. Çiçekli bir bank üzerinde uzanıyor. Benim gözlerim içe dönük. Gördüğüm şey başımdan geçenlerin düşüncesi. Gerçek dünya da burada oluyor işte.


Sade'ı yakmalı mı?


"Kapatıldıktan sonra çukurun tam üstüne meşe palamutları dikilsin; söz konusu çukurun bulunduğu toprak parçasına ağaç dikilmesini ve koruluğun, önceden olduğu gibi ağaçlarla kaplanmasını istiyorum; ne toprakta mezarımdan en küçük bir iz kalmalı ne de insanların hafızalarında bana dair bir anı."



***

Kızgın, karşı konmaz,  öfkeyle dolu, her şeyde aşırı, töreler konusunda görülmedik bir hayalleme sapışı taşıyan, bağnazlığa dek tanrısız... bir iki lafla ben böyleyim işte. Ya olduğum gibi alın ya da bir kez daha vurup öldürün beni. Çünkü değişmeyeceğim.

Onu öldürmeyi seçtiler, önce hücrelerdeki sıkıntının ufarak ateşiyle, sonra lekelemekle, adını silmekle. Böylesi bir ölümü kendisi de istemişti zaten: Mezarımı örter örtmez üstüne ağaçlar dikilsin... mezarımın izleri kalmasın yeryüzünde. İnsanların belleğinde hiçbir anım kalmadı diye övünç duyayım... Son isteklerinden yalnız buna uyuldu. Hem de nasıl bir titizlikle: Sade'ın anısı budala öykülerle değiştirildi; adı sadizm, sadik gibi ağır kelimelerle karıştırıldı; günlükleri yok edildi; müsveddeleri yakıldı -on ciltlik Journees de Florabelle kendi öz oğlunun gammazlamasıyla ortadan kaldırılmıştır- kitapları yasaklandı. Gerçi XIX. yüzyılın sonlarına doğru Swinburne ve bazı meraklı yazarlar ilgilendiler onunla, ama Fransız edebiyatında bir yer alması için Apollanaire'i beklemek gerek. Bugün yine de bu yeri herkesin gözünde kazanmış sayılmaz. "XVIII. Yüzyılda Fikirler", hatta "XVIII. Yüzyılda Duyarlık" konulu kalabalık ve titiz yapıtların sayfalarını çevirsek, adına bir kez bile rastlamayacağızdır. Sade'ı tutan yazarların onda bir peygamber dehasını selamlamaları kuşkusuz biraz da bu kepazece sessizliğe karşı olmuştur. Bir kez Sade, bir Nietzsche, bir Stirner, Bir Freud gibi anılmaya başladı ancak bütün bu tapmalar gibi bu tapma da, "Tanrısal Marki"yi iyice tanrılaştırarak hayınlık mı etti ona? Ne zaman Sade'ı anlamak istediysek tapınmaya itildik. Onu bir halk düşmanı ya da bir put gibi değil, bir adam, bir yazar olarak ele alan eleştirmenler sayılıdırlar. Sade'ın yeniden yeryüzüne, aramıza inişi de onlarladır. Ama gerçek yeri nedir? İlgimizi çekmesi nereden geliyor? Hayranları da saklayamazlar ki yapıtının büyük bölümü okunaksızdır; felsefe yönünden tutarsızılığı örtmek için bayağılığa sığınma geleneğindedir. Rezaletlerine gelince, hayranlığı çeken bir özgünlüğü yok bunların. Sade'ın bu konuda yeni bir şey yarattığı yok; psikiyatri kitaplarında en aşağı onunkiler kadar garip örneklere bol bol rastlanıyor. Aslında Sade'ın dikkatimizi çeken yönü ne sadece yazarlığında ne de cinsel sapık oluşunda. Bu ikisi arasında kurduğu, yaşattığı bağlantılar Sade'ı Sade yapan. Sade'ın sapıklıkları, birer doğa verisi olarak bu sapıklıklara uyacağı yerde, onları savunmak için geniş bir sistem kurmasıyla değer kazanmaktadır; öte yandan tekerlemeleri, kalıplaşmış lafları, beceriksizlikleri arasında, aslında anlatılmaz özellikte bir deneyi bize iletmeye giriştiğini görür görmez yapıtlarıyla aramızda hemeninden bir bağlantı kuruluvermektedir. Sade psiko fizyolojik kaderini töresel bir seçmeye dönüştürmek istemiş, toplumdan kopuşunu yüklenen  bu edimiyle de bir örnek vermeye, bir çağrıda bulunmaya kalkmıştır; serüveninin geniş bir insani anlama bürünmesi işte bu noktadadır. Kendi bireyimizi yadsımadan bütün isteklerimizi yerine getirebilir miyiz? Ya da yalnız farklılıklarımızdan vazgeçerek mi topluma bitişiyoruz? Bu sorun hepimizin sorunudur. Sade'de farklar bir yandan rezalete kadar uzanıyor; öte yandan edebi çalışmasının genişliği toplumca kabul edilmeyi nasıl bir tutkuyla istediğini gösteriyor. Hiçbir bireyin kendini aldatmadan savuşturamayacağı bu çatışmalara onda en aşırı biçimde rastlıyoruz. Sade'ın paradoksu da, bir bakıma zaferi de bu noktada işte; kendi tikel konumuna inatla yapışmak için, insanı tümel dramı içinde tanımlamayı deniyor.

Sade bencilliği, kötülüğü, mutsuzluğu son sınırına kadar yaşamış ve gerçeği onların aracılığıyla istemiştir. Tanıklığının en yüksek değeri bizi kaygılı kılmasıdır. Sade günümüzde türlü görünümler altında dönene temel soruna eğilmemizi istiyor bizim: İnsanın insanla ilişkilerine eğilmemizi.  

Simone de Beauvoir


Imaginary portrait of Sade (1938, Man Ray)



Kanla yazılan


İnsan kıçı şeklindeki evrene egemen olmak istiyordum, aklımdan hiç çıkmayan bir şeydi, hapishane ve düşkünler evi hücrelerinin içinde ve dışında bana hükmünü geçiren bir takınaktı bu; bütün değişik biçimleriyle bilinçdışımda baş kaldıran şey.  Bazen tepelerin arasında derin bir çatlakta at koşturduğumu hayal ediyordum. Orgazm şiddetinde tanıdığım kendinden vecit halini uyarmak için atımı kırbaçlıyordum. Kamışım çok iriydi. Bir boğa ordusuna meydan okuyabilir ve gücüyle onları alt edebilirdi.

At sırtında koşturmalarımdan tere batmış, otellerde duraklardım. Dağların, tepelerin ışığından yüzüm yanmış, parlamış olurdu. Vadiler gözlerimin altındaki çizgilerde yeniden yaratılmış olurdu. Tenim bağ kokardı, hardal otu, lavanta kokardı. Otelde bir geç kız varsa poposuna şaplak atardım. En çok istediğim şey onu dizlerime yatırmak ve yanaklarına terlikle vurmaktı. Ve benim kendi bildiğim biçimde içine girmemin tamamen doğal bir şey olduğunu düşününceye kadar bu şekilde onu heyecanlandırmak.

Orgazm anında, bir sahil kasabasını yerle bir eden bir kasırgaydım. Sanrılı bir öc alma girdabı parçalardı içimi. Hiçbir güç benim patlamamla karşılaştırılamazdı. Bunun yan etkisiyse çığlık atmaktı. İnsanlar kendilerini odadan dışarı atmaya çalışırdı ama kapılar kilitliydi. Gördükleri şeyle yüz yüze bırakılmışlardı. Onun batmasına, derine inmesine ve gerçekliğe dönüşmesine izin vermeyi öğretmek zorundaydılar. Bense o zaman esriklikten çıkmış, zevkim için gerekli olanların varlığından hemen kurtulmak isterdim. Yalnız kalmayı, dışarıda, sararmakta olan bir meşenin gölgeliğinde yürüyor olmayı, ya da kendi içime çekilmek ve içimdeki haritada insanın sığınıp yalnız kalabileceği noktalar arıyor olmayı isterdim. İnsanın yaşadığı gizli yerlerdir bunlar. Varlığımın izlerini arayacaksam orada, bu içe doğru yolculuktaydı.

Bir sargı bezi tomarına sarılı mikroskobik el yazısıyla yazıyorum. Sargı bezinin uzunluğu otuz dokuz metre. Geceleyin sımsıkı sarıyorum onu ve duvardaki bir taşın arkasına koyuyorum. Toz, kireç ve hapishane küfü kokan bir roman. Sıkılığı tehlikesini gizliyor. Parmak uzunluğundaki o silindirin içinde cinsellikte devrim yaratacak patlayıcı bir parlaklık gizli. Onu kendime özel tutmam onun momentiyle yaşamamı sağlıyor benim. Benim cinsel bir sözlük oluşturmam yeni bir türün yaratılışını gerektirecek. Seksi her organdan düşünebilirim ben. Göz deliğinden neden olmasın örneğin? Erkek psikolojisi görerek yönlenir. Görme heyecan yaratır. Gözlerimizle, denge duyumuzla, nöronlarımız, elektronlarımız, protonlarımız, enzimlerimiz, DNA'mız ve dış yeteneklerimizle sevişebildiğimizi düşünün; göbeğimizle, omuzumun kıvrımıyla, sırt sırta, kıç kıça derinin sürtünmesiyle. Herhangi bir yerde. El ayak parmaklarımızın altında. İşitme, duyu yansıtma alanımızın içersinde. Cinsel birliğin açınlanmamış, ruhsal ve bedensel o kadar çok bölgeleri var ki!



Tek gerçek kitap yayımlanamaz olandır. Bizim her gece sinirlerimize yazdığımız ve bilinçdışımıza gömdüğümüz kitap asla dışlaştıramayacağımız kitaptır. Orada yazılanlar, her birimizi tımarhaneye sokar. Ama her nasılsa benimkini parça parça okumuş gibiler sanki. Ya da bazı bölümleri ben davranışımla yasal hale getirdim.

Seksi herhangi bir insani edimden hiçbir zaman ayıramadım. Yaptığım her şeyi o dölledi kafamda. İçimde, ölü eğrelti otları arasında koşan yangın gibiydi. Oturmuş yazıyor, düşünüyor, sayıların gizemli anlamı üzerinde kafa yoruyor, ya da sırf mavi ve yeşil alevlere parçalanan bir kütüğe bakıyor olurdum, ve kafama hep erotik düşlemler takılırdı, aklımdan çıkaramazdım onları.

Ben her türlü sapıklığın çemberinde döndüğü bir zihindim. Ve ben, her şeyde güzellik bulan biriydim. En pis hapishane helasına bakarken bile zümrütlerin, gökyakutların, kadıköy taşlarının yüzeyde dansedişlerini görebilirim. Bir sorgulama hücresi içinde taşlaşmış bir orman görmüştüm bir defasında, sokağa dökülmüş kandan sinekkuşları yaratmıştım, kamçıyı tutan elimin bir dizi mavi ve mor hamurdan yatay çizgilere döndürdüğü birinin omuzlarından altın kanatları uzadığını seyretmiştim.

 Ne yaptığım ne yapmadığım çağdaş mitin konusu olmakta. Cinsel eğilimlerim yeraltı dünyasının bir kalıtı olmaya doğru gidiyor. Zincirlere asılı, saçları kazınmış genç adam genlerimde canlı buluyor beni. Onun erbezi iç salgısında ruhsal değerim ben. Kasıklarına kadar uzayan çizmeler giymiş olan genç kadınsa benim takınağımı almış kalıt olarak. Benim dişi temsilcim o.

Yaşamın karanlık yanı, yeraltı, insan doğasının arka yanı. Açınsamanın başladığı yer orası işte. Ya orada bana katılıp sanatın için deneyim yönünden zenginleşmiş olarak dönmeyi ya da kendini rahat hissettiğin duyusal yöre içersinde kalmayı seçebilirsin.

Sodom'un Yüz Yirmi Günü'nü okuduğunda yüz elli karmaşık tutkuyu anımsayacaksın. Benim hayallerimi yorumlayabilmek, Picasso'nun Guernica'sının kapsamının resmini yapmak gibi bir şeydir. Yirmi yedi, bir betimleme izleği sunabilir: Erkek, bir kızın anüsünü öpüyordur, o sırada bir ikincisi aynı şeyi kendine yapıyor, bir üçüncü kız penisi üzerinde çalışıyordur. Sonra görevleri değişirler. Böylece sonunda üçünden her biri kendi kıçını öptürmüş, her biri onun penisi üzerinde çalışmış, onun kıçına değmiştir." Basit, ekonomik, fakat küstahça bireysel.

 Yalnızca yön hiçbir zaman sarsılmıyor. Arka yoldan giriyorum. Yaptığını, hoşlandığın şeye döndür.
Sodom'un Yüz Yirmi Günü'nde Piskopos hakkında yazdıklarımı anımsayın yalnızca: "hemen bir ikincisini tasarlamadan asla bir suç işlemez' o.

Jeremy Reed
'Sade'

fetishism (I)



fetish boy

Kırbaç İnince


Belleğin yeniden çekmekte direttiği bir şipşak fotoğraf bu: Bir çiftlik binasının dışındaki bir kulübede bir Alman kızının üstündeyim. Uzun bir ışık sütunu samanların rengini kırmızıya boyuyordu. Artık beni sıkmaya başlamış olan bir tür haz arıyordum. Bir hamle ve karşı hamle konumuydu bu. Bir gece önce bir tilki girmiş olmalıydı içeri, çünkü giriş kapısının hemen sağında yolunmuş tüyler uçuşuyordu havada. Kısıtlı, coşkusuz bir sevişmeydi bu benimkisi. Başımı kaldırdığımda, duvara çakılı bir çividen sarkan bir kamçıyı görebiliyordum. Bu imge asılı duruyordu beynimde. Durgun suyu tadını çıkaran, su altındaki hareketsizliğinde, yabanıl bir oburluk gizli bir turnabalığı gibi öylece yüzüyordum havada. O bastırılmış orgazm anında, hayallediklerim ile kenetlendiğim kız arasında dondurulmaz bir boşluk var gibiydi. Ahırda gittikçe artıyordu ışık. Güneş bulutların ardından çıkmış, ince uzun al renkli flamalar salıyor olmalıydı mavi ve siyah bulut kümeleri arasından. Birden apaydın oldu ortalık. Kendimi fazla açıkta, bu sefil sevişmeden aşağılanmış hissediyordum. Bir an dalgalanan bir kalabalığın parçası oluyordum -erotik akışta ufacık bir dalga-, hemen arkasından kurtuluyordum kalabalıktan, benim sarı saçlı eşimi sarsan bir hızla geri çekilmiştim. O sırada bedeni hala benim ritmime uymaya çalışıyordu. Hayalet bir doruğa doğru koşuyordu. Bütün bildiğim gözümü diktiği kırbacın, benim dengem için gerekli olduğuydu. Daha onu oradan almadan ağırlığını, nasıl bir iz bırakacağını, nasıl ses çıkaracağını biliyordum. Kız yanından kalktığımı farketmemişti. Kollarıyla, dokunulmaz bir bedeni arıyordu. Birden ne yapmama gerektiği şimşek gibi çaktı kafamda. Bütün yaşamım sanki bu saldırı için bir hazırlanma olmuştu. Batan güneşin kızıllığı, kafamın içinde bir kasırgaya dönüşmüştü. Her şey hareketsiz görünüyordu. Zaman durmuş gibiydi. Kız, yapmak istediğim şeyleri istemsizce bekler gibi karın üstü dönmüştü. Kabul etmediğini gizlemeye çalışıyordu, başına üşüşen düşünceleri garip bir karanlığa yönelterek başı ellerinin arasında öylece uzanıyordu. Bir şey koptu içimde. Ayrılmayı hissedebiliyordum, sanki iki telin teması kesilmişti. Ona karşı acıma duymam için onu incitmek istiyordum...



 ...İlk şaklamada sıçradı. 
Vuruşun kendine yapıldığına inanamamıştı. İnanmadığı için daha da büyük bir vahşetle yeniden vurdum. Herhangi bir direnme göstermeyince vurup durdum. Terin alnımda boncuk boncuk toplandığını hissediyordum. Sayıyı şaşırmıştım. Her tarafımdan ter fışkırıyordu. Kız bir ara kaçmış olmalıydı çünkü durmadan dövdüğüm saman yataktan toz yükseliyordu havaya. Bayılmak üzereydim. Aracı kendime yöneltmek istedim, ama insanın kendini etinde mavi ve kestane rengi izler çıkartıncaya kadar dövmesi kolay olmuyordu. Bu sınırlama her zaman vardı. Ne zaman kendime döndürsem kırbacı, bedenin yetmezlikleri karşıma dikiliyordu. Kırbacı samanların içine fırlattım ve vurulmuş bir yılan gibi titreyerek ölüşünü seyrettim. Güneş yükselmişti, açık renk döşemede yol yol gölgeler belirmişti. Yere uzanıp dinlenmek istiyordum, ama bölüğüme dönmenin daha uygun olacağını düşündüm. Giysilerim terimden sırılsıklam olmuştu. Dikbaşlı bir aygıra eyersiz binmekten bitkin düşmüş bir at terbiyecisine benziyordum. Avucumda derin kesikler vardı. Kırbacın sapı yara açmıştı etimde. Benim ilk sadist yaramdı bu.

Bu deneyimi anımsanabilecek bir uzaklıktan yeniden düşününce, sinirlerimin ayağa kalktığını hissediyorum. Omuriliğim boyunca bir elektrik akımı geçiyor. Kırbaçladığım beyaz dolgun kalçalar yeniden avuçlarımın içinde. Hayalimde onun içine giriyorum; arkadan hiç girilmemiş belli; benimkinin büyüklüğü ile onun girişinin darlığı arasındaki uygunsuzluktan korkarak geri çekiliyor. Benim aceleme uyabilmesi için bir tren tüneli olması gerekirdi. Bense durmak nedir bilmiyorum. Yatayım, dikeyleşmek istiyor. Bedenini kamışıma takmak ve döndürmek istiyorum, sanki bir yuva dolusu kaçak karınca gıdıklayıp duruyor sünnet derimi, ucu bir arı kovanının tepesine sokulmuş da yalanıyor gibi hassaslaşmış.

Jeremy Reed
'Sade'

Sadizm

Kötülüğe biraz bulaşıp da, cinayetin duygular üzerindeki
 imparatorluğunu ve boşalmayı nasıl şehvetli hale getirdiğini
bilmeyen yoktur.

Vahşetler, dehşetler, en iğrenç suçlar...en pis olan, en aşağılık olan ve
 yasak olan ne varsa, insan ruhunu en iyi onlar çeler, en iyi kızıştıran onlardır...
 Her zaman için en tatlı zevklerle boşalmamızı bunlar sağlar.

En büyük zevklerimden biri sikim kalktığında Tanrı'ya küfretmektir. O sırada binlerce kez coşmuş olan ruhumun bu iğrenç kuruntuyu iyice küçümsediğini ve nefret ettiğini düşünürüm; ya ona daha iyi sövüp sayacak bir biçim bulmalıyım ya da daha çok ihlal etmeliyim; ve lanetli düşüncelerim kinimin bu iğrenç nesnesinin hiçliğine beni ikna ettiğinde sinirlenirim ve o hortlağı hemen yeniden canlandırmak isterim.

İnsan ne büyük bilmece! - Evet dostum, 
gerçek bir insanın ölçüsünü onu tanıyarak değil,
 onunla cinsel ilişkide bulunarak kestirebiliriz.

İki yürek arasında en kısa yol kamıştır.


Sade, yapıtlarında kendini açıklamaktan çok yaratmak davranışındadır. Bu türde kavranabilecek her şeyi kavradım, ama kuşkusuz kavradığım her şeyi uygulamış değilim, hiçbir zaman da uygulayamayacağım zaten. Yapıtlarının Kraft-Ebbing'in Psychopathologia sexualis'i ile karşılaştırılması nedensiz değildir; ve kimse Sade'ın kataloğunu yaptığı bütün suçları mutlaka uyguladığını söyleyemez; Sade bütüncü bir sanat türünün yöntemlerine göre insandaki cinsel olanakların sistemli bir listesini çıkarmış oluyor: Kuşkusuz onları sınamadığı gibi kendi bedenine uygulamayı aklına da getirmemiştir. Sade, sadece çok şey yapan bir yazar değil, kötü bir anlatıcı aynı zamanda. Öyküleri Justine ile Juliette'in 1797 baskılarındaki gravürlere benzer: Kişilerin duruşları, anatomileri titiz bir gerçeklikle çizilmiştir, ama yüzlerindeki acemi ve tekdüze saflık, katılmış bulundukları çirkin eğlenceleri gerçekle ilgili değillermiş gibi gösterir; Sade'ın düzenlediği bu soğuk şölenlerden diri bir itiraf çıkarmak güçtür. Bununla birlikte romanlarında gönül hoşluğu ile, özel bir beğeni ile ele aldığı durumlar da eksik değildir; Noirceuil, Blanguis, Gernande, hele Doymance gibi bazı kahramanlarına özel bir sevgi beslediği, fikirlerinin, zevklerinin çoğunu onlara temsil ettirdiği gözden kaçmıyor. Kimi zaman da bir mektupta, bir ayrıntıda, bir konuşmada, birdenbire, yabancı bir sesin yankısı olmayan, canlı, görülmedik bir cümlenin parıltısını görüyorsunuz. İşte üstünde düşünülmesi gereken daha çok bu sahneler, bu kişiler, bu seçkin parçalardır.




 Salo or the 120 Days of Sodom, 1975, Pasolini