DOĞA

Doğa, Şeytanın bayram yeridir, bütün iblislerin şenliğidir.

Doğada her şey erir. Nesneleri gördüğümüzü sanırız, oysa gözlerimiz yavaş ve sınırlıdır. Doğa uzun soluklar sonucunda çiçeklenir ve solar; okyanussu dalga hareketleriyle yükselir ve alçalır. Duygusal önyargılar olmaksızın kendini tamamıyla doğaya açan bir zihin, doğanın kaba maddeciliği ve huzursuz taşkınlığı içinde boğulacaktır. 

Antichrist (2009, Lars Von Trier)

Meyveyle yüklü bir elma ağacı: Nasıl da huzurlu, nasıl da pitoresk. Ama bir de bakışınızın önündeki insancıl filtreyi kaldırarak bakalım. Doğanın köpürüşünü, çılgın gibi hareket eden sperm baloncuklarının nasıl da biteviye fışkırıp, bu çürümüş ve gayri insani kıyımın ortasında patladığını tahayyül edelim. Bizleri birer cinsel varlığa dönüştüren kitonyen dünyanın kara büyüsü; Hıristiyanlığın ilk günah olarak tanımladığı ve bizleri arındırabileceğini iddia ettiği daemonik kimlik budur işte. Üreyen kadının Hıristiyanlığın evrenselleşmesine en büyük engel olduğunu Lekesiz Döllenme ve Bakire Doğum öğretileri aracılığıyla göstermek mümkündür. Kitonyen dünyanın doğurganlığı. Batı metafiziğine ve anneye rağmen kimlik arayışı içinde olan her erkeğin önünde duran bir engeldir. Doğa, varlığın kaynayıp fokurdayan aşırılığıdır.

Camille Paglia

DOĞA

Başlangıçta doğa vardı. Tanrı hakkındaki fikirlerimizin kendisinden çıka­rak ve kendisine karşı biçimlendiği arka plan olan doğa, en yüce ahlaki sorun olarak kalır. Doğaya karşı tutumumuzu açıklığa kavuşturmadıkça, cinsellik ve cinsiyeti anlamayı umamayız. Cinsellik doğanın bir alt küme­sidir. Cinsellik insanda doğal olanın ta kendisidir.

Yapay bir inşa olan toplum, doğanın gücü karşısındaki bir korunaktır. Toplum olmasaydı, doğa denen barbar denizin kasırgalarında perişan olur­duk. Toplum, doğa karşısındaki o aşağılayıcı edilginliğimizi azaltan, mi­ras alınmış bir biçimler sistemidir. Bu biçimleri tedricen ya da hızlıca de­ğiştirebiliriz, ama toplumdaki hiçbir değişiklik doğayı değiştiremeyecek­tir. İnsanlar, doğanın özel kayırmasına mazhar değildir. Biz insanlar, do­ğanın üstlerinde herhangi bir ayrım gözetmeden kudretini sergilediği çok sayıdaki türden biriyiz sadece. Doğanın bizim ancak birazcık farkında ola­bileceğimiz bir temel işleyişi vardır.

İnsani hayat, korku ve kaçışla başladı. Din, yatıştırma törenlerinden, azap verici unsurları teskin etmeye yönelik efsunlardan doğmuştur. Bugü­ne değin sıcaktan kavrulan ya da soğuktan donan bölgelere pek az toplu­luk yerleşmiştir. Uygar insan, doğaya ne kadar boyun eğmiş durumda ol­duğunu kendinden gizler. Kültürün görkemi, dinin yatıştırıcılığı dikkatini çeker, inancını kazanır. Ama doğanın herhangi bir kımıldanışı her şeyi tuz­la buz etmeye yeter. Yangınlar, seller, yıldırımlar, fırtınalar, kasırgalar, ya­nardağlar, depremler - her zaman her yerde hazır ve nazırdır. Felaketler iyiyi kötüden ayırmadan vurur. Uygarlaşmış hayatın bir yanılsama haline ihtiyacı vardır. İnsanın hayatta kalma mekanizmaları arasında en kuvvetli olanı, doğanın ve Tanrının nihai iyilikseverliği fikridir. Mevcut kültür, bu fikir olmadan korku ve umutsuzluğa geri dönerdi.

Cinsellik ve erotizm doğayla kültürün iç içe geçtiği buluşma noktası­dır. Cinsellik sorunu, feministlerin bir toplumsal uzlaşma nesnesine indir­gemesi nedeniyle, kabaca aşırı basitleştirilmiş oluyor: Toplumu yeniden düzenleyin, cinsel eşitsizliği ortadan kaldırın, cinsel rolleri arıtın, böylece her yerde mutluluk ve uyum hâkim oluverecektir. Bu noktada feminizm, son iki yüzyılın tüm liberal hareketleri gibi, Rousseau’nun mirasçısıdır.

Toplum Sözleşmesi (1762) şu sözlerle başlar: “İnsan özgür doğar ama her yerde zincirlere vurulmuştur.” İyi huylu Romantik doğayı yozlaşmış top­lumun karşısına çıkartan Rousseau, toplumsal reformlar yoluyla dünyada cennetin yaratılabileceğini sanan on dokuzuncu yüzyıl ilerlemeci akımını üretmişti. Bu içi boş umutlar, iki dünya savaşının felaketleriyle yerle bir edildi. Fakat Rousseauculuk, çağdaş feminizmin kendisinden kaynakla­narak geliştiği 1960’ların savaş sonrası kuşağında, yeniden doğdu.

Rousseau, ilk günahı, Hristiyanlığın insanın kötülüğe teşne biçimde kirli ve suçlu doğduğu itikatından kaynaklanan kötümser anlayışını redde­der. Rousseau’nun insanın doğuştan iyiliğine dair Locke’tan kaynaklanan kendi düşüncesi, bugün ABD'de toplumsal hizmetlerde, ceza hukuku mevzuatında ve davranışçı terapi uygulamalarında hâkim etik durumdaki toplumsal çevreciliğin yolunu açtı. Bu anlayış, saldırganlığın, şiddetin ve suçun toplumsal yoksunluktan - yoksul bir mahallede kötü bir evde ya­şamaktan - kaynaklandığını varsayar. Dolayısıyla da, feminizm, ırza teca­vüzün suçunu pornografiden bilir ve kendi kendini doğrulayan döngüsel bir akıl yürütmeyle sadizm tezahürlerini kendisine karşı bir tepki olarak yorumlar. Ne var ki ırza geçme ve sadizm tarih boyunca bütün kültürler­de rastlanan vakalardır.

730 sf. 
Bu kitap, Batı edebiyatının önemli yazarlarından en az okunmuşu olan Sade’ın bakış açısını benimsiyor. Sade’ın, ilk büyük Rousseaucu deney olan ve politik cennetle değil, Terör Dönemi’nin cehenneminde sonuçla­nan Fransız Devrimi’nden on yıl sonra kaleme aldığı eserleri, hiciv tarzın­da yazılmış geniş kapsamlı Rousseau eleştirileridir. Sade, Locke’dan zi­yade Hobbes’un yolunu izlemiştir. Saldırganlık doğadan gelir; Nietzsche’nin güç istemi olarak adlandıracağı şeydir. Sade'e göre, doğaya dön­mek (cinsel danışma merkezlerinden lifli yiyecek reklamlarına, hâlâ kül­türümüze işlemeye devam eden Romantik zorunluluk) dizginleri şiddet ve şehvete bırakmak demektir. Bu görüşe katılıyorum. Toplum suçlu de­ğildir, ama suçu denetim altında tutan güçtür. Toplumsal denetim zayıfla­dığında, insan doğasında varolan bütün acımasızlık açığa çıkar. Tecavüzcü­yü yaratan toplumsal koşulların kötülüğü değil, esasen toplumsal koşul­lanmanın iflasıdır. İktidar ilişkilerini cinsellikten kapı dışarı etmeye çalı­şan Feministler, kendilerini doğaya karşı konumlandırmıştır. Cinsellik güçtür. Kimlik, güçtür. Batı kültüründe, sömürücü olmayan tek bir ilişki biçimi yoktur. Herkes hayatta kalmak için öldürmüştür. Doğanın evrensel kanunu olan yok ederek yaratmak, maddede olduğu gibi düşüncede de iş­ler. Kimlik, Nietzsche’nin vârisi Freud’un ileri sürdüğü gibi, kimlik, ça­tışmadır. Her kuşak sabanını ölülerin kemikleri üzerinde sürer.

Arture 277 " SADE HALÂ KURBAN ! "

Etkiler, 1982, 

"Sade is still the victim!"

  Yüksel Arslan

→ SADE

Doğa

Cinsellik nesnesi, sanat eseri, kişilik: Batı deneyimi hücresel ve bölücüdür. Doğanın sürekliliği ve akışı üzerinde belirlenmiş bölgelerin haritasını bize dayatır. Bizler doğaya karşı birer ritüel kalkan işlevi gören Apollonik sınırlar çizdik; karmaşık kriminal kodlarımız ve ihlâlin incelikli erotizmi gibi. Cinselliğe ve topluma dair radikal eleştirilerin zayıf noktası, daemonik doğasına hükmedebilmek için cinselliğin ritüel bağlara ihtiyacı olduğunu ve toplumun baskısının cinsel hazzı artırdığını fark edememiş olmaktır. Çıplak yaşayan bir koloniden daha az erotik bir şey yoktur. Arzu, ritüel kısıtlarla yoğunlaşır. Sado-mazoşizmin maskeleri, koşumları ve zincirleri bunun içindir. (Camille Paglia)

KİNSEY

Kinsey rolünde Liam Neeson, (2004, dir: Bill Condon) 

İnsanoğlu her tür cinsel dışavuruma müsaittir. Her seksin aşkla kutsanması, duygularla zenginleşmesi gerekmez. Çoğu insan, cinsellikte yaptığı şeyin herkes tarafından yapıldığını düşünür. Ya da yapması gerektiğini. Fakat neredeyse bütün cinsel sapkınlık adı verilen şeyler biyolojik normallik sınırlarında kalmaktadır. Örneğin, mastürbasyon, ağız cinsel organ teması ve homoseksüel faaliyetler insanoğlu dâhil bütün memelilerde sık rastlanan şeylerdir. Toplum bu tür faaliyetleri ahlaki açıdan kınamaktadır. Oysa bunları "gayri tabii" nitelemek gülünçtür. Fakat yaratılışın ilk kitabına ve halkın görüşüne göre bir tek doğru cinsel denklem vardır: Erkek artı kadın eşittir bebek.





Bunun dışındaki her şey ahlaksızlıktır. Fakat sırf bu sınıftaki erkeklerin orgazm kayıtları. toplumsal kısıtlamaların etkisizliği ve biyolojik ihtiyaç zorunluluğunu kanıtlamaktadır. Neden bazı inekler hat safhada seks ister de diğerleri sadece yerinde durur? Neden bazı erkekler haftada 30 kez orgazm olurken bazıları hiç olmaz? Çünkü herkes farklıdır. Esas sorun çoğu insanın birbiriyle aynı olmak istemesidir. Bu insanlık halinin temel açısını basit bir şekilde görmezden gelmek onlara daha kolay gelir. Grubun bir parçası olmaya o kadar isteklidirler ki orada bulunmak için kendi doğalarına ihanet ederler. Eğer hoşa giden ve kuvvetle arzu edilen bir şey yasaklanırsa anında bir takıntıya dönüşür.

Bunu bir düşünün.

Alfred Kinsey
(1894 –  1956)

Kadın ve Doğa









Doğa, şeytanın kilisesidir.


-Kötülük insanoğlunun doğasında varsa 
dolayısıyla kadının doğasında da mı var?


- Dişinin doğası



- Kadın ırkının doğası... Kadınlar bedenlerini yönetemez. Doğa yönetir. Kitaplarımda da yazdım bunu.


- Araştırmalarında kullandığın kitaplar kadınlara yapılan kötü şeylerle ilgiliydi, ama sen bunların kadınların kötü olduklarına dair kanıt olarak mı anladın? Olayı eleştiren tarafta olmalıydın, tezinin konusu buydu. Benimseyen tarafta olmamalıydın, ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu?








...

- Ratisbonne'un rahibeleri dolu bile yağdırdı.





Antichrist, 2009, Lars Von Trier

*
Yazı: Camille Paglia

Kadının doğa ile özdeşleştirilmesi... Bunda hakikat payı var mıydı? Feminist okuyucuların çoğu buna katılmayacak ama ben bu özdeşliğin bir mit değil, gerçek olduğunu düşünüyorum. Felsefi gelenekler, bilim, sanat, atletizm ve politika erkeklerin eseridir. Fakat Prometheusçu çatışma ve zaptetme yasası gereğince kadın, istediğini alma ve erkeklerle erkeklerin kendi kurallarına göre rekabet etme hakkına sahiptir. Gene de, kendinde ve erkeklerin onunla olan ilişkilerinde değiştirebileceklerinin bir sınırı vardır. Her insan doğa ile mücadele etmek zorundadır. Fakat, doğanın yükü genellikle tek bir cinsin sırtına yüklenmiştir. Şansı varsa, bu kadının başarısını; kısaca erkeklerin yarattığı toplumsal mekândaki eylemlerini sınırlamayacaktır. Fakat erotizmi, yani toplumsal mekânla örtüşebilen, ama onunla özdeş olmayan cinsel mekândaki hayali hayatlarımızı sınırlamak zorundadır.

Doğanın döngüleri kadının döngüleridir. Biyolojik kadınlık, aynı noktada başlayıp biten bir dairesel dönüşler sıralanmasıdır. Kadının merkeziliği ona bir kimlik istikrarı atfeder. Olmak zorunda değildir, sadece var olması yeterlidir. Kadının merkezî konumu, kimlik arayışında yoluna çıktığı erkek için ciddi bir engeldir. Erkek, kendini bağımsız bir varlığa dönüştürmeli, kısaca kadından bağımsız olmalıdır. Şayet bağımsızlığı başaramazsa, kendisini yeniden kafesinde bulacaktır. Anne ile yeniden bir araya gelmek, imgelemimiz için tehlike çanlarının çalması anlamına gelir. Bir zamanların hiç bozulmayacakmış gibi görünen mutluluğu, şimdi yerini çekişmeye bırakmıştır. Doğumun travmatik ayrılığından önceki hayata dair soluk anılar, kayıp altın çağın Arkadyen fantezilerinin kaynağı olabilir. Batı düşüncesine göre tarihin geleceğin yolunu açan bir hareket, [İsa’nın yeniden doğumu,] İkinci Geliş eşliğinde en yüksek noktasına ulaşacak ilerlemeci ya da Tanrısal bir tasavvur olduğu görüşü eril bir tasarıdır. Bana kalırsa, böyle bir düşünceyi bir kadın ortaya koymuş olamaz, çünkü bu, erkeğin yakalanmaktan ölesiye korktuğu, kadının döngüsel doğasından kurtulma stratejisidir. Evrimsel ya da kıyametsel tarih, erkek iradesinin mutlu sonla, fallik dorukla sonuçlanan dilekler listesidir.

İster aşkın, ister tarihsel yoldan olsun, kadın, doğal döngüden kurtulmanın hayalini kurmaz; çünkü kadın döngünün kendisidir. Cinsel yetişkinliği ay ile evliliği anlamına gelir; ayın evreleri ile birlikte parıldar ya da sönükleşir. Ay (moori), ay (month), aybaşı (menses): Aynı sözcük, aynı dünya. Eski insanlar kadının doğanın takvimine iptal edemeyeceği bir randevuyla bağlı olduğunu biliyorlardı. Özgür iradeden aşırı gurura, oradan da trajediye ulaşan Yunan modeli bir eril dramadır, çünkü kadın (yakın zamana kadar) özgür iradeye inanmamıştır. Kendisi özgür olmadığından, bir özgür iradenin olmadığını bilir. Onun rıza göstermekten başka bir seçeneği yoktur. Anne olmayı istese de istemese de, doğa onu doğurganlık yasasının kaba, değiştirilemez ritminin boyunduruğu altına sokar. Menstrüal (âdet) döngüsü, doğa durmasını emredene dek işlemeye devam edecek bir çalar saattir.

Erkeğinkilere göre çok daha karmaşık olan kadının üreme organları hâlâ tam olarak anlaşılamamıştır. Orada her şey ters gidebilir ya da düzgün gittiği takdirde bile gerilimlere yol açabilir. Batılı kadın kendi bedeniyle kavgalı bir ilişki içindedir: Kadın için, biyolojik normallik bir ıstırap, sağlık bir hastalıktır. Aybaşı ağrılarının bir uygarlık hastalığı olduğu iddia edilir: çünkü kabile kültürlerinde kadınlarda aybaşı şikâyetleri son derece seyrek görülür. Elbette kabile hayatında kadının kapsamlı ya da kolektif bir kimliği vardır; kabile dini, doğayı yüceltir ve kendini de doğaya göre düzenler. Doğayı geliştirmeye ya da alt etmeye çalışan ve kendini bireyselliği çerçevesinde gerçekleştirmeyi model alan Batılı toplumdur; dolayısıyla kadının içinde bulunduğu konumunun katı gerçeklerinin sancılı bir açıklıkla kendini gösterdiği toplum da, yine Batı toplumudur. Kadının doğayla, yani kendi bedeninin inatçı fiziksel yasalarıyla olan mücadelesinin şiddetini, imgeleminin gelişmesi ve bireysel bir kimlik ve özerklik amacı belirleyecektir. Ve nihayet doğa da kadını daha fazla cezalandırmaya başlar: Özgürleşmek için meydan okuma, çünkü bedenin senin değil!



KİNSEY (2004, Bill Condon)


- Bu senin derecelendirmen mi? Sıfırdan altıya mı?

( Kinsey) - Sıfır aşırı derecede heteroseksüel... altı aşırı derecede homoseksüel. İnsanların çoğu ortalarda bir yerde.

- Bunun doğru olduğunu nereden biliyorsun?

( Kinsey) - Sağduyu. Hatırlasana, heteroseksüel hikâyelerimizin
yaklaşık üçte birinin homoseksüel faaliyetleri de olmuştu,
ya da tam tersi.


- Doğru. Sanırım ben 3
seviyesindeyim öyle mi?

( Kinsey) - Senin cinsel geçmişine göre
doğru diyebiliriz.

- Peki ya sen?


( Kinsey)  - 1 ya da 2'deydim. Yine de bunu fark etmek
uzun zamanımı aldı.

- Peki şimdi?

( Kinsey)  - Muhtemelen 3






S/A/D/E


Rousseau’nun yalın doğa teorisinin bir nedeni, Fransız yazınında doğanın tehlikelerine işaret edecek bir Faerie Queene'in yokluğudur. Bunun so­nucunda, Rousseau'nun iyimser umutlarını sınamak üzere bütün dehşetle­riyle Sade görünür. Spenser'in bütünselliğine, ancak Rousseau ve Sade birliği denk gelir. Spenser ve Sade daemonizmi cinsellikte ve doğada bu­lur. Marki de Sade (1740-1814), üniversite müfredatlarındaki yokluğuy­la, liberal insan bilimlerinin yüreksizliğini ve riyakarlığını açığa vuran, büyük bir düşünür ve yazardır. Batılı geleneğin eğitimi Sade olmadan ek­sik kalmaya mahkumdur. Sade, tüm sevimsizliğiyle birlikte yüzleşilmesi gereken bir yazardır. Gerektiği gibi okunduğunda komik bile bulabilece­ğimiz bir yazar. Satır satır Rousseau’yu hicveden Sade, Darwin, Nietzsche ve Freud'un saldırgan teorilerini önceden haber verir. Muhafazakar ve liberal hükümetler tarafından mahkum edilen Sade, yirmi yedi yılını hapishanede geçirmiştir. Kitapları yasaklanmış, ancak on dokuzuncu yüzyıl­da sınırlı özel baskılarla avant-garde Fransız ve İngiliz yazarlara ulaşabilmiştir. Sade'ın toplu eserlerinin güvenilir, eksiksiz baskıları için II. Dün­ya Savaşı sonrasını beklemek gerekmiştir. Fransız entelektüelleri onu Jean Genet üslubunda, eşcinsel bir hırsız ve hapishane kuşu azılı bir şair ola­rak bağrına bastı. Yine de Sade, Amerikalı akademisyenlerin bilincinde Çok az gedik açabildi. Liberal nezdinde onda kabul edilmesi daha zor olan cinsellik değil, şiddettir. Sade için cinsellik şiddettir. Şiddet, doğa ananın otantik ruhudur.

Sade bir geçiş dönemi figürüdür. Onun aristokrat sefihleri Laclos'nun Tehlikeli İlişkileri (1782) gibi on sekizinci yüzyılın dünyevi roma­nına aittir. Fakat Sade'ın enerji, içgüdü ve imgeleme atfettiği değer, onu doğrudan Romantisizmle ilişkilendirir. Blake, Wordsworth ve Coleridge ile aynı yıllarda yazan Sade, Rousseau'daki cinsel kimliğin alanını geniş­letirken, bir yandan da cinselliği pagan eylemin bir tiyatrosuna dönüştü­rür. Evrenin yasası ya da en değerli pagan hakikat, aşk değil kaba kuvvet­tir. Sade'ın daemonik doğa anası Asyalı Kibele'den bu yana gelmiş geçmiş en kanlı tanrıçadır. Rousseau Ulu Anaya yeniden hayat verirken, Sade onun gerçek yüzü olan zalimliği yeniden canlandırır. O, Darwin’in diş­lerinden ve pençelerinden kan damlayan doğasıdır. Rousseau'nun düstu­ru, en yalın haliyle doğayı takip etmektir. Sade, Yatak Odasında Felse­fe'de (1795) acımasızca sırıtarak, “Zalimlik doğal olandır." tespitini yapar. Justine'de (1791) doğayı bizim “ortak anamız” olarak adlandırır. Bu ka­dın, Sade’ın dünyasını yöneten bir zorbadır: “Hayır, Tanrı yoktur. Doğa kendine yeterdir; kesinlikle bir yaratıcıya ihtiyacı yoktur.” Sade’ın üstün kadın karakteri olan Ulu Ana, her şeyin başlangıcı ve sonudur.

Sade'ın kutsal ayinlerinde, kural ve sınır tanımaz haz düşkünleri kam­çılayıp, ırzına geçip, iğdiş ettikleri kurbanlarının etlerini çiğ çiğ yiyip kan­larını içerler. Aztek rahipleri gibi insanları canlı canlı kesip, hala atmakta olan kalplerini çıkarırlar. Kibar Fransız aristokrasisinin bir ürünü olan Sa­de, kendi kültürünü ilkelleştirir ve dekadanlaştırır. Cinsel eylemler, cin­selliğin gizlediği vahşiliği teşhir etmek adına saldırı ve sakatlamalarla bir­likte gerçekleşir. Freud’da olduğu gibi cinsellik güdüsü ahlaki karmaşa ve tekbencilik anlamına gelir. Rousseau'nun Julie'sini, Juliette (1797) ile cevaplayan Sade, şehvetten, “O, talep eder, yıldırır, ezer.” diye söz eder. Cinsellik iktidar demektir. Cinsellik ve şiddet öylesine iç içe geçmiştir ki, cinsellik cinayet, cinayet de cinsellik demektir. Bir kadın şöyle seslenir: “Cinayet bir çeşit erotik bir etkinlik, onun aşırılıklarından sadece birisidir. İnsan zevkin doruğuna sadece şiddetle erişir". Orgazm bir şiddet patla­ması, “birleşme esnasındaki davranışların, öfkeye kapıldığımızda sergile­diğimiz davranışlarla benzerlik göstermesinde olduğu gibi” doğanın amacını işaret eden “bir tür öfke halidir". Freud, bir bebeğin anne ve babası­nın cinsel birleşmesine ilk kez tanık olduğunda, erkeğin kadına zarar ver­diğini düşündüğünden söz eder. Sade, Rousseau’nun geçmişe dair yol ha­ritasını yeniden çizer: Rousseau’daki erotizmi şekillendiren Rousseaucu bir şefkat değil, Sadecı boyun eğmedir. Kırbaçlanan sekiz yaşındaki ço­cuk, Sade tapıncının bir çömezidir.

Sade, Rousseau ile hesaplaşmasını Hıristiyanlık ile hesaplaşmasıyla birleştirir. Açık biçimde etkilemiş olduğu Nietzsche gibi o da, Hıristiyan­lığın zayıf ve dışlanmışlara olan eğilimine saldırır. Düşmüşleri korumayı sürdüren Hıristiyan merhameti "doğal düzeni bozar ve doğal yasayı ken­di amaçları için kötüye kullanır”. Üstünlüğü hak eden güçlü olandır. Sade, İsa ve Rousseau’nun tersine, yardımseverliğin ve "ahmakların insaniyet diye tarif ettiği şeyin Doğa ile bir ilgisi olmadığını”, aksine “bunların uy­garlığın ve korkuların meyveleri" olduğunu söyler. Hıristiyanlığın kurucu­su olan şahsiyet “zayıf bir kişi”, "zavallı bir tıfıldır". Sade, Hıristiyan cö­mertliğine ve Rousseau’nun eşitlik ve kardeşlik anlayışına duygusal ku­runtular oldukları gerekçesiyle yüz çevirir. Bir filozof toplumsal ve ahla­ki yükümlülüklerle ilgilenmez: "O evrende bir başınadır." Romantik bir şekilde benliğe yoğunlaştığından, Sade’in sefihleri aşkın ya da dostluğun yaşamasına asla izin vermezler. Sadakat, suç ortakları arasındaki geçici bir anlaşmadır.

İnsanlığın evrende özel bir statüsü yoktur. Sade sorar: “İnsan kimdir? Onunla dünyanın öbür bitkileri arasında, öbür hayvanları arasında ne fark vardır? Açık ki. hiç.” Bu görüş insanı organik doğa ile hemhal eden kla­sik Dionysoscu görüştür. Musevi-Hıristiyanlık insanı doğanın üstüne yer­leştirirken, Darwin gibi Sade da onu doğanın tahakkümüne boyun eğen hayvanlar alemine geri gönderir. Bitkiler alemine de: İnsanın ruhsuzdur, “mutlak anlamda maddesel bir bitkidir.” Ve mineraldir: Juliette'e göre; “İnsan Doğa’nın kölesinden başka bir şey değildir; Doğa’nın çocuğu bile değildir; onun köpüğü, ondan arta kalan bir tortudur sadece". Rousseau’nun doğa anası, oğlunu kucağında sevgiyle pışpışlayan Hıristiyan Madonna’dır. Sade'ın doğa anası ise çenelerinden sperm ve salya akan bir ca­navar, pagan bir yamyamdır.

Sade'ın evreninde insanın hiçbir üstünlüğü olmadığı için insan eylemi de “özünde ne iyi ne de kötüdür”. Doğanın bakış açısından evlilikteki cin­selliğin tecavüzden farkı yoktur. Sade insanın cömertliğinin gerçeklikle çelişen bir ütopyayı içerdiğini kanıtlamak adına tarihteki bütün kültürle­rin, hatta dinlerin gerçekleştirdiği zulümlerin bir dökümünü yapar. Frazer'ı önceleyen antropolojik eşzamanlılığı, cinsel ve kriminal kodların gö­receliliğini gözler önüne serer. Şaşırtıcı ama, Sade'ın sivil ve tanrısal yasaları reddetmesi kaosla sonuçlanmaz. Ahlaksızlar, güçlü ile zayıf, efendi ile köle ayrımı üzerine şekillenen katı ve doğal bir hiyerarşik yapı inşa ederler. Juliette'in Suç Ortaklığı ya da Sodom'un 120 Günü/'ndeki Sefih­ler Okulu'nda olduğu gibi, Sade’ın sefihleri özerk toplumsal birimlerde örgütlenirler. Bildiriler ve yönetmelikler yayımlar, resmi yerleşim alanları oluşturur ve kurbanlarını erotik gruplara ve alt gruplara ayırırlar. Karın­calar kolonisine benzer şekilde gizli sistemler inşa ederler. Sade'taki bu temalar Apollonik Aydınlanmanın ürünleridir. Dionysoscu bir seks düşkü­nü olan Sade, insanı doğanın sürekliliğinden alıkoyarken yüce varlık zin­cirini ortadan kaldırır. Buna rağmen yaşadığı dönemin düşünsel hegemonyasını sarsmayı başaramamıştır. Ahlaksızların sahip olduğu kimlik, onların sefahat için oluşturduğu cemaatten daha önemlidir. Sade’da kişilik katı ve geçirimsiz, yani Apolloncadır. Her türlü gizem ya da müphemlik ortadan kalkmış, en sapkın fanteziler bilincin soğuk ışığına döküldüğünden bilin­çaltı bomboş kalmıştır. Sade’da Apollonca kişilik Dionysoscu bir lağıma dalar ama kirlenmemiş ve bozulmamış olarak oradan çıkar.

Hannibal S02E13: "Mizumono"
























HANNİBAL


- Öldürmek Tanrı'ya da hoş geliyor olmalı, çünkü her zaman bunu yapıyor. 
Bu resmi aklımızda canlandırmıyor muyuz?

- Kime sorduğuna göre değişir.

- Tanrı çok iyi.
Geçen Çarşamba gecesi Texas'da kilisede
ibadet eden 34 kişinin üzerine çatıyı yıktı.

- Ve Tanrı bu konuda hoşnut mu hissetti?

- Kendini güçlü hissetti.

Hannibal S01E02 Amuse Bouche



- Cinayet hakkında düşünürken,
ne düşünürsün?

- Tanrı'yı düşünürüm.

- İyiliği ve kötülüğü mü?

- İyilik ve kötülüğün Tanrı'yla hiçbir alakası yok. Kilise çökmelerinden parçalar topluyorum. Sicilya'da geçenlerde olanı duydun mu? Cephe, özel bir toplanma sırasında 65 beş rahibenin üzerine düşmüş. Bu kötülük müydü? Yoksa Tanrı mı? Eğer yukarıda bir yerlerdeyse, buna bayılıyor. Tifo da kuğular da, ikisi de aynı yerden gelir.


Hannibal S02E09 Shizakana


- Hangi Tanrı'ya dua ediyorsun?

- Dua etmiyorum. Gösterişsiz eylemlerimin, Tanrı'nın
eylemleri yanında sönük kaldığını görmenin haricinde tanrısal varlığa ilişkin herhangi bir şey düşünme zahmetine girmedim.

Tanrının nedensiz kötülükleri 
idraki aşar ve ironide eşi benzeri yoktur.


Hannibal S02E11 Ko No Mono

Hannibal S02E12: "Tome-wan"

- Aşil; Patroklus'un ölümünün
yasını tutarken.

İlyada Destanı'nda ne zaman adı geçse Patroklus, neredeyse onun empatisiyle tanımlanır. Savaş alanında Aşil'in rolünü alır. Orada, onun zırhını giyerken onun için ölür."