S/A/D/E



Sade'ı çok sevmiştim. Onu ilk kez yirmi beş yaşındayken Paris'te okumuştum. Bu benim için Darwin'in kitabından da büyük bir şok olmuştu.

Sodome'un Yüz yirmi Günü, ilk kez Berlin'de, o da az sayıda basılmıştı. Bir gün bunlardan birini Roland Tual yayınevinde gördüm. Yanımda Robert Desnos da vardı. Antika değerindeki bu eşsiz kitabı Marcel Proust ve diğerleri de okumuşlardı. Kitabı bana da ödünç verdiler.

O güne kadar Sade hakkında hiçbirşey bilmiyordum. Okuyunca şaşkınlığım müthiş oldu. Madrit'te Üniversitedeyken, uluslararası yazın dünyasının ustalarından Camoens'ten Dante'ye, Homeros'tan Cervantes'e kadar, ilke olarak tüm yazarlar tanıtılmıştı bize. O halde nasıl olmuştu da toplumu her açıdan ele alıp büyük bir ustalıkla ve sistemli bir biçimde inceleyen, geçmişin kültür mirasını değiştirmeyi amaçlayan bu olağanüstü kitabın varlığından haberim olmamıştı! Bu benim için oldukça büyük bir şok olmuştu. Üniversite beni yanıltmıştı. Diğer tüm "ustalar", bir anda gözümdeki tüm değerlerini ve önemlerini yitirmişti. İlahi Komedi'yi yeniden okumayı denedim. Bana şiirsel açıdan dünyanın en güçsüz kitabı gibi geldi, hatta İncil'den bile daha az şiirsel. Ya Lusiades'e ne demeli? Ya Jérusalem délivrée'ye?

Kendi kendime şöyle diyordum: Bütün bunlardan önce Sade okutmalıydılar bana! Ne yararsız kitaplarmış hepsi de!

Ve hemen Sade'ın diğer tüm kitaplarını edinmek istedim. Ama kesin olarak yasaklandıkları için bunlar ancak XVIII. yüzyıldan kalan yayınlar arasında nadiren bulunabiliyordu. Breton ve Eluard'ın beni götürdükleri Bonaparte Sokağındaki bir kitapçı beni Justine için bir sipariş listesine kaydetti, ama hiçbir zaman da bulamadım o kitabı. Buna karşılık Sodome'un Yüzyirmi Günü'nün özgün metnini ele geçirdim, hatta az kalsın satın alıyordum. Sonunda bu oldukça kalın kağıt tomarını almayı başaran kişi Noailles Vikontu oldu.

Arkadaşlardan La Philosophie dans le boudoir'ı aldım ve hayran oldum. Ayrıca Dialogue entre un prétre et un moribond, Justine ve Juliette'i de aldım. Bu sonuncu kitapta en sevdiğim yer, Juliette ile Papa arasında geçen ve Papanın da onun Tanrıtanımazlığını kabul ettiği bölümdü. Benim de Juliette adında bir kız torunum var ama bu seçimin sorumluluğunu oğlum Jean-Luis'e bırakıyorum.

Breton'da Justine'in bir nüshası vardı. René Crevel'de de... Crevel intihar ettiğinde evine ilk giden kişi Dali olmuştu. Onu Breton ve grubun diğer üyeleri izlemişti. Crevel'in bir kadın arkadaşı da birkaç saat sonra Londra'dan gelmişti. Ölümünü izleyen gürültü-patırtı içinde Justine'in kaybolduğunu ilk farkeden o olmuştu. Biri çalmıştı bu kitabı. Dali mi? Olanaksız. Breton mu? Saçma. Zaten onda bu kitap vardı. Yine de Crevel'in kitaplığını iyi bilen yakınlarından biri olmalıydı kitabı çalan. Kendisinden kuşkulanılmamış biri.

Sade'ın vasiyetnamesinden de çok etkilenmiştim. Küllerinin nereye olursa olsun atılmasını ve insanlığın, tüm eserlerini, hatta adını bile unutmasını istiyordu. Aynı şeyi kendim için de söyleyebilmeyi isterdim. Anma olayı adına yapılan tüm törenleri ve tüm büyük insan heykellerini yapmacık bulurum. Ne işe yararlar ki? Yaşasın unutmak! Saygınlık yalnızca sessizlikte vardır bana göre.

Sade için duyduğum ilgi geçmişte kalmış bile olsa -herşey için duyulan hayranlık geçicidir- bu kültürel devrimi unutamam. Üzerimde yaptığı etki kuşkusuz ki büyüktür. L' Age d'or filminde Sade'dan yapılan alıntılar son derece belirgindir. Maurice Heine bana karşı bir yazı yazarak ölümsüz Marki'nin hiç memnun olmayacağını söylemişti. Ortadoğu gerçekten de tüm dinlere karşı savaş açmıştı, benim gibi yalnız Hristiyanlık dinine değil yani. Ben de amacımın ölmüş bir yazarın düşüncesine saygı göstermek değil, yalnızca bir film yapmak olduğunu söyledim.

Luis Bunuel

slide-2-unlock








HİÇBİR ZAMAN OLMADIĞI KADAR AĞIRLAŞAN VARLIĞIMIZ


I

Bu yaşamı bugün olduğundan başka bir şekle dönüştürmek insan türünün elinde midir? Yaşam doğrusu olmayan yanlışlıklar zinciri midir? Hep yanlışlık yapmaya mahkûm muyuz?

İnsanlık tarihine bütünsel bir açıdan bakıldığında insan türünün belirli bir yetkinlik düzeyine hiç çıkamadığına, saçmalıklarını hep düzeltmeye çalışırken perişan olduğuna tanıklık edebiliriz. İnsan türünün sürekli yap­tığı yanlışlıkların gene insanlar tarafından düzeltilmeye çalışılması sonu­cu bütün insanların aşırı yorgun ve bitap bir halde ölüp gittiklerini sapta­mak pek de zor değildir. Tarihin bir anlamı var mıdır sorusuna bugün ra­hatlıkla insanlık tarihi varlığın sürekli yorulması ve ağırlaşması sürecin­den başka bir şey değildir yanıtını verebiliriz.

Bir insan doğduğu zaman kendisinden önce yaşayan insanların yaptığı yanlışlıkların sonuçlarını üstlenmiş oluyor. Bu nedenle her kuşağın üstün­deki ağırlık biraz daha artar. Bugün bu ağırlık insanlar için taşınamaz bir hale gelmiştir. Dünya üzerinde öyle bir gerginlik vardır ki her insan bu gerginliği bir parça azaltma yoluna gitmelidir. Yoksa bu gerginlik tüm yeryüzünü kaplayacak ve bu şekilde yaşam kendiliğinden olanaksız hale gelecektir. Bu konuda bir örnek vermek isterim: Ülkemizde bayramların başlangıç ve bitiş günlerindeki trafik sıkışıklığı, biz insanların bugüne kadar yaptığı yanlışlıkların bir sonucudur ve her kuşak bu yanlışlıkları artırarak sürdürecektir. Otomobillerin, otobüslerin içine sıkışmış milyon­larca insan uzun bir süre trafik sıkışıklığına maruz kalarak ağırlaşmakta ve bataklığın içine biraz daha sürüklenmektedir. İnsan türü bilinçli davra­narak bunun önüne geçebilir mi? Geçebilir gibi bir izleniminiz olabilir ama bu izlenim yaşamın devinimine uymamaktadır. Yaşamın gidişatı insan türünün yok oluşuna programlanmıştır. Bu programın içinde insanın aşırı iyimserliğinin yarattığı boşuna bir çaba da bulunmaktadır. Bütün in­sanlar mutlu olacakları yanılsamasını yaratan içgüdüsel bir güce sahip olarak bu dünyaya gelirler. Ama insanlar büyüyüp olgunlaştıkça bunun kocaman bir aldatmacadan başka bir şey olmadığını fark ederler. Bu fark edişten sonra insan yaşlanmaya ve ağırlaşmaya başlar. Umutsuzca tüketir, yer, içer. Aslında her insanın yaşamı birbirine benzer ama insandaki ken­dini beğenmişlik duygusu ona kendi yaşamını diğerlerinkinden daha iyiy­miş gibi gösterir. Bütün insanlar aynı iyimserlik duygularıyla bir gün mutlu olacaklarına inanırlar ama yalnızca bazı mutlu anlarla yetinmek zo­runda kalırlar. Her insan için mutlu anlar vardır ve o anlar geçer gider. Yığınlaşan ve bataklığa gömülen insan türünün hangi mensubu uzun sü­reli bir mutluluğu yakalayabilir ki?

Yetkinliği genel olarak kabul edilen eserlerde insanlık için bir çıkış yolunun var olup olmadığı sorusuyla sıklıkla karşılaşırız. Düşünürler in­sanlığın özündeki olumsuzluğu saptar gibidirler ama bunu açıkça dile ge­tirmek istemezler. Örneğin Kierkegaard’ın Ölümcül Hastalık Umutsuzluk adlı eserinde insan kaçınılmaz olarak umutsuzluğa düşer ve sonrasında ilahi bir güç yani Hıristiyanlık inancı onu bu durumdan kurtarır. Simone Weil de hayatın dayanılmaz trajedisini, Tanrı'nın lütfuna mazhar olmak için geçilmesi gereken bir evre olarak açıklar. Bu iki düşünür de varoluş trajedisini bir gereklilik olarak kabul ederler. Ama işin ilginç yanı ikisi de Tanrı’nın var olup olmadığı konusuna hiç girmezler ve zaten onun varlı­ğını kabul etmenin dışında bir olasılığın olmadığını bize hissettirirler. İn­sanın varlığını sürdürmesi zaten Tanrısal bir gücün tezahürüydü ve var olduğumuza göre bunu tartışmak bile söz konusu olamazdı. Ama önümü­ze bir ahlâki varlık olarak buradaki yaşama nasıl katlanacağımız sorunu çıkıyordu. Hem Kierkegaard ve hem de Simone Weil insanın içinde var olduğuna emin oldukları Tanrısal gücü nasıl bulacağımız konusunda bize rehber olmaya çalışmışlardır. Bu gücü bulabilmek için öncelikle bu dün­yada mutluluk arayışından vazgeçmemiz gerekiyordu. İşte burada hepi­mizde bu görüşe karşı içgüdüsel bir direnç kendiliğinden ortaya çıkıyor.

Mutlu olmayacaksak ve bu dünyadaki nimetlerinden mahrum olacaksak bu hayat tam bir işkenceye dönüşecektir.

İşte bu direnç insanlık türünü her gün daha büyük çıkmazlara sürükle­mektedir. Hiç birimiz Kierkegaard veya Weil gibi düşünmeyi ve davran­mayı kabul etmiyoruz. Dini inanç gereği bir iyilik veya bir fedakârlık yaptığımızda hemen bir ödül bekliyoruz. Bu ödül gelmediğinde inancımız içtenliğini yitirip, diğer insanları kandırma aracına dönüşüyor. Örneğin politikacıların dini inancı kullanarak her türlü maddi imkâna erişmesi böyle bir süreçtir. İnsanın biyolojik yapısı zevke programlıyken, varoluşsal yapısı anlama, sonsuzluğa yöneliktir. Bu ikili yapı insanlık tarihini patolojik ve kaotik bir sürece sürüklemiştir. Bugünün bilinçli insanı türün bu çıkmazlardan kurtulamayacağına emindir. Bu nedenle “yaşa ve öl”, gerisini düşünme anlayışı en etkili yaşam tarzı olmaya devam ediyor.

İnsanlık için bütünüyle bir aydınlanma çağı olmamıştır. Yalnızca ay­dınlanmaya çalışan bir avuç insan çıkmıştır ortaya. Onlar da anlaşılamayarak kaybolup gitmişlerdir. İnsan türü kendi dışında oluşmuş düzenleyi­ci bir gücün kurduğu yapıya bağlı olarak otomatik bir yaşamı sürdürmek­tedir. Bu düzene hiç müdahale edemiyoruz. Bize kilitlenmiş gibi görünen türün yaşam sistemi bu güç tarafından başka bir unsurun eklenmesiyle tekrar işler hale geliyor. Bizler de boşuna yorulmuş oluyoruz.

İnsan türünün yönetimini elinde tutan bu güç nedir? Hayatımız sona erdiğinde bu güçle karşılaşacak mıyız? Yoksa bu sorunun yanıtını alama­dan sonsuza kadar yok olup gidecek miyiz? Veya tekrar tekrar dünyaya gelip bu gücü tanımaya çalışarak boşuna yorulmaya devam mı edeceğiz? Sonsuza kadar yok olmak mı yoksa sonsuza kadar bu dünyaya veya bu evrene gidip gelmek mi? Yanıtı olmayan sorular bunlar. Ama sormaya devam edeceğiz.

II

Le Voie Lactee (the Milky Way) (1969, Luis Bunuel)



- Tüm dinler yanlış bir öncüle dayanıyor, Thérèse. Hepsi yaratıcı Tanrı'ya inanır, ama bu yaratıcı mevcut değil. Hiçbir din var mıdır ki, sahtekârlığın ve budalalığın amblemini taşımıyor olsun?
Ama içlerinden biri var ki, nefreti ve hor görülmeyi gerçekten hak ediyor: barbar kanunu Hıristiyanlık. Doğuştan kazandığımız hak! İntikam peşindeki bir Tanrı'ya bağlısın.


Ahmak olma, Thérèse! Senin Tanrı dediğin yalnızca kaçıkların kafalarından uydurduğu bir ejderha.
Hainlerin icat ettiği bir hayalet, ki tek amacı insanları aldatmak veya birini diğerine karşı silahlandırmak. Her eseri kusurlarla dolu olan şu Tanrı gerçekten var olsaydı, onu aşağılık bir şeymiş gibi görmemize ne engel olabilirdi? Veya iğrenç? Bir Tanrı olsaydı, dünyada daha az kötülük olurdu.


Bak, kulağın hâlâ kanıyor. Tabiatın bize ilham ettiği tuhaf alışkanlıkları dile getirmek suç değildir.
Hayır, Thérèse. Tanrı yok. Tabiat yeter bize. Şu, cehalet ve korkudan doğan, ilahi hayalet iğrenç bir klişeden başka bir şey değil. Bir saniyemizi bile harcamaya değmez. Ruhları bezdiren, kalpleri hasta eden zavallı bir israf bu. Ve içinden çıktığı karanlığa geri gelmemek üzere dönmeli! Eğer Tanrı'n gerçekten varsa, ondan nefret ediyorum!

Sade & Bunuel


Bunuel’in Felsefe Düzeyindeki Sinema Sanatı

OCTAVIO PAZ

Birkaç yıl önce Luis Bunuel üstüne birkaç sayfa yazmıştım- Onları aynen alıyorum: 

"En soyutları da dahil olmak üzere, tüm sanatların son ve genel hedeflerinin insanın ve onun çatışkılarının dile getirilmesi ve yeniden yaratıl­ması olmasına karşın, bu sanatların her birinin kendine özgü büyüleme araçları vardır; bu ne­denle her biri kendine özgü bir alan oluşturur. Müzik bir alandır, şiir bir başka alandır, sine­ma sanatı da onlardan ayrı bir alandır. Gelgelelim kimi zaman bir sanatçı kendi sanatının sınırlarını aşmayı başarır; o zaman karşımızda eşdeğerlerini kendi dünyasının ötesinde bulan bir yapıt var demektir. Luis Bunuel'in film­lerinden bazıları -Altın Çağ, Unutulmuşlar- sinema sanatının ürünleri olarak kalmalarına karşın, bizi tinsel evrenin başkaca manzarala­rına, ömeğm Goya'nın bazı gravürlerine, Quevedo veya Poret'nin bir şiirine, Sade'dan bir pasaja, Valle Inclan’ın bir Nonsense'ine, Gomez de la Sema’dan bir sayfaya yaklaştırır. Bu filmlerin tadına varılırken, onları hem sine­ma sanatı, hem de sözü edilen öteki görkemli yapıtların, bize gerek insanın gerçeğini sergi­lemeyi, gerekse bu gerçeği aşmanın yolunu göstermeyi amaçlayan yapıtların daha engin ve daha özgür dünyasına ait bir şey sayabilme olanağı vardır. Günümüz dünyasının bu tür girişimlerin karşısına çıkardığı engellere kar­şın, Bunuel'in deneyi hem güzelliğin, hem de başkaldırının kemerleri altından geçerek gelişir.

Nazarin'de Bunuel bize her türlü hoşa gitme çabasından kaçan ve kuşku uyandırabilecek tüm lirizmleri yadsıyan bir biçemle, Hı­ristiyanlık anlayışı nedeniyle kısa sürede kili­seye, topluma ve polise aykırı düşen, Don Quijoteyi çağrıştıran bir rahibin öyküsünü anla­tır. Perez Galdo'nun pek çok kahramanı gibi, Nazarin de İspanyol "çılgınları"nın büyük ge­leneği içersinde yer alır. Nazarin'in çılgınlığı, Hıristiyanlığı ciddiye alması ve İncilller doğrul­tusunda yaşamaya çalışmasıdır. O bizim ger­çeklik diye adlandırdığımızın gerçekliğin ber­bat bir karikatürü değil, ama ta kendisi oldu­ğuna bir türlü inanmak istemeyen bir delidir. Don Quijote’nın bir köylü kızında Dulcineta'yı görmesi gibi, Nazarin de fahişe Andra ile kam­bur Ujo'nun neredeyse bir hilkat garibesini çağrıştıran yüz çizgilerinde aciz, düşmüş insa­nın yansımasını bulur: bir isteriğin, Beatriz'in erotik sabuklamasında ise tanrısal aşkın çarpı­tılmış yüzünü görür. Çok daha inatçı, bu ne­denle de çok daha patlamayı andıran bir öfke atmosferiyle sarılı, Bunuel'in en iyi ve en tüy­ler ürpertici sahnelerinden yana zengin olan filmin akışı boyunca delinin iyileştirilmesini, yani işkence görüşünü izleriz. Nazarin'e her­kes sırt çevirmiştir; güçlüler ve hallerinden memnun olanlar, onu rahatsız edici ve sonun­da tehlikeli bir insan sayarlar; kurbanlar ve ko­valanmakta olanlar ise onun verdiğinden farklı, daha etkili bir teselliyi gereksinmektedirler. Nazarin, yalnızca mevcut güçlerin hedefi de­ğildir, aynı zamanda belirsizliğin de kurbanı­dır. Sadaka istediğinde, üretken olmaktan uzak bir insandır; iş aradığında ise çalışanlar arasındaki dayanışmayı kıran biri kimliğindedir. Maria Magdalena'nın yeniden beden ka­zanmış görünümleri olarak onun arkasından gelen kadınların duyguları bile sonunda belir­sizleşir. Nazarin, yaptığı iyi işlerden ötürü düş­tüğü hapishanede, en son gerçeğin bilincine varır: Gerek kendisinin "iyiliği", gerekse onun­la birlikte hapis yatanlardan birinin, bir katilin ve kilise hırsızının "kötülüğü”, başarıyı ve et­kinliği en yüce değer sayan bir dünyada aynı ölçüde yararsızdır.

Bunuel'in filmi Cervantesten Galdo'ya değin uzanan deli İspanyol geleneğinin çiz­gisine sadık kalarak bir yanılsamalardan ayılışın öyküsünü anlatır. Don Quijote'nin yanılsa­ması, şövalye ruhuydu; Nazarin'in yanılsaması ise Hıristiyanlıktır. Ama filmde bundan öte bir şey daha vardır. Hazreti Isa'nın görüntüsünün Nazarin'in bilincinde bulanıklaşması ölçüsünde bir başka görüntü, insanın görüntüsü belir­ginleşir. Bunuel, olumlu anlamda örnmek niteliği taşıyan bir olaylar dizisi aracılığıyla bir çifte oluşuma katılmamızı sağlar: Tanrısallık yanıl­samasının uçuklaşması ve insanoğlunun gerçekliğinin bulunuşu. Doğaüstü olan, gerçek­ten olağanüstü olan karşısında, yani insan do­ğası ve bu doğanın güçleri karşısında geri çekilir. Bu buluş, iki unutulmaz anda somutlaşır: Nazarin'in ölmekte olan sevgiliye öteki dün­yanın tesellilerini sunduğu, onun ise sevgilisi­nin resmine sarılarak gerçekten sarsıcı bir sözle: Cennete hayır, Juan'a evet diye karşılık verdiği an; ve sonunda, Nazarin'in yoksul bir kadının verdiği sadakayı önce geri çevirip, sonradan yine aldığı an -bu artık bir sadaka olarak değil, ama bir kardeşlik belirtisi olarak alınır. Yalnız Nazarin, artık yalnız değildir, Tanrı'yı yitirmiş, ama insanı bulmuştur."

Another Country



Yazarken


Evdeydim, kitabımı yazıyordum. Sayfalar sonra: ortasını tam geçmiştim ki, yazdığımın hoşuma gitmeye, gerçekten hoşuma gitmeye başladığı o an geldi, yazmayı sÜrdürmek o andan sonra daha kolay olmasa da. Kendimi bitkin hissediyordum. Uykum gelmişti. Biraz önce romanın kadın kahramanı bir öfke nöbeti geçirmiş, bu da benim bütün gücüme mal olmuştu. Biraz uzanmak istiyordum, ama başka bir odada bulunan yatağa değil, kanepeye de değil. Kitabımın yanından ayrılmak istemiyordum. Zaten biraz kestirecektim. Yazmak uçmaktır. İçimdeki ağırlık duygusu şimdi de yatmamı istiyor, öyle yorgunum ki, yerde kalabilmek için kitaba ihtiyacım var,


Üstümde duru ay ve gümüşsü hava, gür çimlerin üstünde (yarıdan biraz fazlası bitmiş) kitabın altında, bundan ötürü telefona, faksa ulaşamayacağım uzaklıkta, ve hay­ran olduğum öteki yazarların yazdığı, insanın beynini yi­yip bitiren televizyon canavarından koruyan öteki kitap­lardan uzakta... (gördüğünüz gibi her şeyden vazgeçmiş haldeyim. Beni koruyan kitabımdan bile. Üstümde kitap altımda toprak. Kitabımla ilgili düş görecek olsam bile, uyandığımda nasıl olsa hatırlamayacağım. Toprağın kalp atışlarını dinliyorum.

Susan Sontag

SAGA


Başka bir Hadrianus heykelinin bulunduğu yerin biraz uzağında, Dardanos'ta


***
...

Isparta’ya yaklaşırken duraksamadan
Ağlasun sapağından içeri giriyorum,
alttaki mor tabelâda Sagalassos 26
kilometre yazıyor, kavakların fısıltısı
büyüyor birden başlayan rüzgârda.

Beni bu noktaya getiren tam nedir?
Soru o an bölünüyor içinde: Ben, nokta,
tam, ne, en çok da sanırım şu “tam”
dokunduğumda cıva gibi dağılıyor.

- Sizden beni bağışlamanızı rica ediyorum. Çadırını­zın sökülmesinden de, bir şüpheli gibi davranılmasından da ben sorumluyum. Arkeologlar, kazı sorumluları herkesten tedirgin olurlar, yardımcı olan sponsorların, yetkililerin, ba­sın çalışanlarının varlıkları bile içimizi ürpertir. Ziyaretçi, bir de sizin gibi tanımsız gözüken bir amaçla, yüksek yer­den alınmış özel bir izinle gelmişse, her hareketini denetle­me güdüsü ağır basıyor. Bu sabah, burada olduğunuzu öğ­renen genç meslektaşlarımdan biri heyecanla yazdıklarınız­dan sözetmeye başlayınca tepeden tırnağa kızardığımı his­settim, hemen çıkıp yanınıza geldim. Nasıl geçirdiniz gece­yi, yoksa şu uyku tulumunun içinde mi?

- Tasalanmayın lütfen; hem sizin, hem görevli arka­daşın duyarlı davranmasından doğal ne olabilir? Bu havada uyku tulumu bile çok geliyor, ben çadırı sıcaktan korun­mak için düşünmüştüm, buraya tatil yapmaya gelmedim. Öte yandan, sizinle karşılaşmayı ummuyordum, yabanıl bi­riyim ben, gelip kapınıza dayanamazdım. Şöyle de düşüne­biliriz: IV. yüzyılda gelmiş olsaydım buralara, şehrin du­varlarının içinde bir noktada kalmamı uygun bulacaklar mıydı? Bir bakıma aradığım atmosfere ilk andan girmemi sağladı mesafeli karşılanmam, kendimi yabancısı olduğum bir diyarın yabancısı gibi hissettim böylece.

- Merakımı yadırgamazsanız: Somut bir amaçla mı izin için başvurmuştunuz?

- Benimkisi bir nokta atışı. Demin “tanımsız gözüken bir amaç” dediniz, tam da öyle: Bir şiir kitabımın merkez par­çasını bitirmeden önce yeniden Sagalassos'a gelmek, Flavius Neon kütüphanesindeki son durumu görmek istedim.

- Utancım daha da arttı. Sabah, arkadaşım sizin Yourcenar’a yakınlığınızdan sözettiğinde, Hadrianus heykelinin bulunuşu nedeniyle geldiğinizi düşünmüştüm, demek ki tasarınız onunla ilgili değil.

- Siz heykele ulaşmadan bir yıl önce gelmiştim bura­ya. Ama şiirin kıvılcımı daha da gerilerden geliyor. Heyke­lin bulunmasını bana gönderilmiş bâtıl bir işaret olarak al­gılayacaktım neredeyse, ama o tür şairlerden sayılmam açık­çası, metin üzerinde çalışırken, başta sizin 1992 ve 1993 kazı raporlarınız olmak üzere pek çok kaynağa dikkatle eğildim, anlayacağınız işi yalnızca cinlere, perilere bırak­mayız biz.

- Ne diyorsunuz! Raporlarımızı, yetkilileri ve ekiptekileri saymazsak, bir avuç ilgili ancak okuyordur.

- Aynı meslekteniz.

- Arkeolog musunuz?

- Edebiyatın çekirdeğinden uzaklaşmayan her şair, her yazar temelde bir kazı adamıdır: Aradıklarımızı bulabil­mek, bulamasak bile onları arama sürecini katetmek için yüzeyden derine inmemiz zorunludur. Aslına bakılırsa, yöntemlerimizle üsluplarımız ve yol yordam tayinlerimiz arasında ciddi koşutluklar olduğu tartışılmaz. Hadrien’in Anıları’nı gözünüzün önüne getirin: Olağanüstü bir kazı çalışması yok mu o kitabın arkasında?

- Hem de nasıl. Tek sıfatla, dudak uçuklatıcı bir arkeo­loji dersi. Biliyor musunuz, savlı okurlardan değilim ben, ama yirmi yıldır buradaki küçük kitaplığımın başköşesinde bekler o kitap, en son geçen kış baştan uca okudum, duygularım düşüncelerim pekişti.

- Heykel bulunduğunda, rastlantının bu kadarı olur demiştim içimden: İki kazı sorumlusunu bu adamla buluş­turmakla yükümlü bir Pagan tanrısı devreye girmiş olma­lıydı. Benim Hayat'a bakarak geliştirdiğim, düşünürlerin ya da bilim adamların sanırım ciddiye almayacakları kuramlarım vardır, bunlardan biri de çapraz bağlar kuramı: Aynı örümcek ağının örgü mantığını andıran ilişkiler zin­ciri. Kendisine Zaman ve Uzam sınırı tanımayan, düzçizgi halinde ilerlemeyen bir zincirin halkalarındaki düzeni yaratıyoruz bir biçimde. Şair teori kurmaya başladığında hangi kuyunun dibine inileceği belli olmuyor işte.

- Bilim alanında farklı mı durum, sanıyorsunuz? Ar­keolojiye öteki öğreti kollarından gelen desteği küçümse­mek aklımdan geçmez, ama, zaman zaman öyle yaklaşım­larla karşılaşılıyor ki. arkalarındaki kuramsal perspektifin kurgucu boyutu aşırılaşıyor inancına kapılmadan edemi­yorum. Roma İmparatorluğunun asıl çöküş nedeninin, baş­kentin ileri gelenlerinin yaşadığı mahallelerdeki gelişkin su şebekesi borularına yerleşen bir virüsün, üst sınıf yöneticilerde melankoliye yolaçmış olması diye gösterilmesine ne dersiniz?

- Şair imgelemine yaraşır bir açıklama olduğu için akla uygun geliyor bana: Bir uygarlığın ölümünde poetik bir unsurun rol oynaması Tarih'i biraz daha katlanılır kılabilir. Bana sorarsanız, canlılara ait en gelişkin duruş formu melankoli burcunda bekler.

- Hadrianus'un ölümü yaklaşırken söylediklerini, “kı­rılmış heykellerimizi onaracaklar” cümlesinin geçtiği sayfa­lardaki düşünceleri anımsattı bana sözleriniz. Heykelin aya­ğına, o dev kütleye ulaştığımızda kanım donmuştu.



- Andığınız bölüm neredeyse ezberimdedir. "Hayatın acımasız olduğunu biliyoruz” diye başlar.
“Tam da insan olma koşulundan pek bir beklentim olmadığı için, mut­luluk dönemleri, parçabuçuk ilerlemeler, yeniden başlama ve sürdürme çabaları bana sonsuz kötülük, bozgun, onarılmazlık ve yanılgı kütlesine denk gelecek, onu telafi ede­cek tansıklar gibi görünür. Felâketler ve yıkımlar gelecektir; kargaşa galebe çalacaktır, ama zaman zaman düzen de egemen olacaktır. İki savaş dönemi arasında barış dönemi yaşanacaktır; özgürlük, insanlık, adalet sözcükleri şurada ya da burada bizim yüklediğimiz anlamla buluşacaktır. Bü­tün kitaplarımız yokolmayacaktır; kırılmış heykellerimiz onarılacaktır; kurduğumuz alınlıklardan ve kubbelerden yenileri doğacaktır;












başka insanlar gelecek, tıpkı bizler gibi düşünecek, çalışacak ve hissedeceklerdir; Biribirilerinden düzensiz aralarla yerleşecek iz sürücülerin yüzyıllar boyu bu kesintili sonsuzluğu sürdüreceklerine inancım var. Dün­ya düzeninin yönetimini barbarlar ellerine geçirecek olur­sa, onlar da yöntemlerimizden bazılarını benimsemek zo­runda kalacak, çareyi bize benzemekte bulacaklardır".
















Tahta At




Korku içinde geçen onuncu hasat zamanıydı,
üzgün Troialılar kuşatma altındaydı,
kâhin Kalkhas korkudan karalar bağlamıştı,
Apollon konuşunca, budanıp İda’nın dorukları,
yuvarlandı aşağı kütükler, üst üste yığıldı,
bunlarla korkunç tahta at can bulacaktı.
İçi andırıyordu koca bir mağarayı, gizli oyuklar
içine alacaktı orduyu. Buraya saklanır,
on yıllık savaşa öfke duyan cesaret,
Yunanlılar doldurur her yanını,
saklanırlar yaptıkları adağın içine.
Ey vatan, inandık bin geminin çekip gittiğine,
artık toprak savaştan uzak: Hayvanın üstüne
kazınmış bu yazı, kurnazca davranıp Sinon,
her zaman yıkıma götüren güçlü ruhuyla,
‘Doğru’ diyordu bu yazıya.
Artık özgür halk inanınca savaştan
kurtulduğuna, gider adak atın yanına koşa koşa.
Yanaklarda gözyaşları damla damla,
sevinçtir bunların kaynağı ürkek ruhlarda,
ama bir korku kapladı kalabalığı. Dağınık
saçlı Laocoon,rahiplik eder Neptunus’a,
karıştırdı ortalığı attığı çığlıkla. Az sonra
atın karnını gösterdi çekip çıkardığı mızrağıyla,
ama tutunca yazgı ellerini, atmaktan vazgeçti,
böylece tahta ata gizlenmiş hile güçlendi.
Yine de bir daha güçsüz elini denemek istedi,
saldırdı atın karnına iki yanlı baltayla.
Titredi genç erler fısıldaşırlarken atın karnında,
meşeden yapılma koca kütle soluk aldı korkuyla.
Atın karnındaki gençler aldıklarında Troia’yı
yeni bir hileyle sürdürürlerdi baştan sona savaşı.
İşte şunlar da olağanüstü başka durumlardı:
Çıktı yukarı denizin içinden Tenedos, gösterdi sırtını,
koca koca dalgalar köpürerek inip kalkıyordu,
durgun havada kırılan dalga daha az yankılanıyordu,
sessiz gecede uzaktan nasıl duyulursa küreklerin sesi,
gemiler yardıklarında denizi, mermer gibi yüzeyi
inlediğinde zorlanan gemiyle.
Arkamıza baktık: Dalga dalga akıntılar getiriyor
kayalara iki başlı bir yılan, onların kabarık göğüsleri
tıpkı iki yanında denizi köpürten koca gemiler gibi.
Kuyruğu ses çıkartıyor dövdükçe denizi, ışıl ışıl
özgür yeleleri, denizin üzerinde gözleriyle uyum içinde,
 şimşek gibi bir ışık alev alev tutuşturuyor denizi,
dalgalarda yankılanıyor yılanın ıslık gibi sesi.
Kalakaldık öylece. Rahipler de duruyorlardı,
başlarında tören bantları, yanlarında Troia giysileriyle
çifte kurban olarak Laocoon’un oğulları.


Nu


fotoğraf: Lucien Clargue

Nü adlı kitabında Kenneth Clark, çıplak olmak giysisiz olmaktır der; oysa nü bir sanat biçimidir. Ona göre nü, resmin çıkış noktası değil resmin ulaştığı bir görme biçimidir. Bu, bir ölçüde doğrudur -ama "bir nü"yü görme biçimi yalnız sanatta olmaz: Nü fotoğraflar, nü pozlar, nü hareketler de vardır. Doğru olan nü'nün her zaman töreleştirildiğidir. - bu töreleri koyan da belli bir sanat geleneğidir.

Bu törelerin anlamı nedir? Nü neyi gösterir? Bu soruları yalnızca sanat biçimi açısından yanıtlamak yetmez: çünkü nü'nün yaşanan cinsellikle ilgili olduğu apaçık ortadadır.

Çıplak olmak insanın kendisi olmasıdır.

Nü olmaksa başkalarına çıplak görünmektir; insanın kendisi olarak algılanmamasıdır. Çıplak vücudun nü olabilmesi için bir nesne olarak görülmesi gerekir.(Vücudun nesne olarak görülmesi nesne olarak kullanılmasına yol açar. Çıplaklık kendisini olduğu gibi ortaya koyar. Nü'lükse seyredilmek üzere ortaya konuştur.

Çıplak olmak açık olmaktır.

Seyredilmek üzere ortaya çıkmak insanın derisinin, vücudundaki kılların, bu durumda hiçbir zaman çıkarılıp atılamayacak bir çeşit örtüye dönüşmesi demektir. Nü'lük bir çeşit giyinikliktir.


John Berger - Görme Biçimleri





*




Edward Weston Nudes










IŞIK

Işık, filmin özüdür. Ve bu yüzden -bunu sık sık söyle­dim- sinemada ışık ideolojidir, duygudur, renktir, tondur, derinliktir, havadır, öyküdür. Işık, fantastiğe, düşe eklenen, yok eden, sınırlayan, coşturan, zenginleştiren, nüanslandıran, altını çizen, benzeten şeydir, bu şeylere itibar kazandı­rır, kabul edilebilir hale getirir. Ya da tam tersine, gerçeği fantastik hale getirir, en gri günlük olayı mucizeye dönüş­türür, şeffaflık katar, gerilimler, titreşimler önerir. Işık bir yüzü oyar ya da parlatır, olmayan ifadeyi ekler, donukluğa zekâ pırıltısı, yavanlığa çekicilik katar. Işık, bir yüzün zara­fetini ortaya çıkarır, bir manzarayı yüceltir, onu yok olmak­tan çekip çıkartır, bir dekorun fonuna büyü katar. Işık, film hileleri, vb. gibi özel efektlerin birincisidir. En basit, en ka­baca gerçekleştirilmiş dekor, ışık sayesinde beklenmedik, hiç akla gelmedik perspektifler yaratabilir ve konuyu muğ­lak, endişe verici bir atmosfere sürükleyebilir; ya da yalnızca güçlü bir projektörü yakarak ya da bir başkasını devreye sokarak, kasvetli hava yok edilebilir ve her şey ferah, bildik güven verici bir hale girer. Film denen şey, ışıkla yazılır, form ışıkla ortaya dökülür.

fellini
paolaraeli@




Hünsa

HÜNSA

COMTE DE LAUTREAMONT'DAN ÇEVİREN: SAİT FAİK

Dört yanını çiçekler çevirmiş bir koru­lukta. yaşlar hala göz pınarlarında, çimenlerin üstüne yorgun argın düşmüş hünsa uyuyor.

Ayın ondördü bulutlardan sıyrılıp bu tatlı erkek çocuk yüzünü solgun ışıklariyla okşuyor. Yüzünün hatlarında erkekçesine kudretli bir ifade ile birleşmiş bir bakire hali. Onda hiçbir şey tabii değil. Vücudunun adalelerinde bile bir başkalık var. Sanki bu adalelerin içinden bir kadın yapısının ahenkli dış çizgileri yol bulmuş geçiyorlarmış gibi. Bir kolu alnına doğru bükülmüş ötekisi bütün gizlice anlatılacak şeylere ka­palı. bir ebedi sırrın ağırlığı ile yüklü yüre­ğin atışını bastırmak içinmiş gibi göğsüne kavuşmuş. Usanmış yaşamaktan. Kendisine benzemiyen yaratıkların arasında yürümekten hicap içinde, Ruhu umutsuzluğun avu­cunda yol boylarının köy köy dolaşan di­lencisi misâli gidiyor.

Ne yer, ne içer, nasıl geçinir? Ona göz kulak olan merhametli insanlar yok değil. Gözlediklerini hiç belli etmezler ama onu da bırakmazlar öyle açlıktan ölsün: Ah' O ne iyi insandır o! Ne herşeye katlanır yara­tıktır o! Bilirler.

Ruhlarını hassas bildikleri ile ellerini sıkmadan, uzak durarak, hep muhayyel bir tehlikenin korkusu içinde imiş gibi, ama yi­ne de memnun, mesrur konuşur. Niçin yal­nızlığı arkadaş seçti, diye sordukları zaman gözlerini gökyüzüne kaldırır. Ta kirpiğine gelen gözyaşını o kaza ve kadere karşı bir azar yerindeki gözyaşını zorlukla tutar, göz kapaklarının bembeyaz karına bir penbe sa­bah ışığı düşüren bu ihtiyatsız soruya cevap vermez, Görüşme bu minval üzere uzar da kendisi için sıkıntılı bir hal alırsa gözlerini sanki bir görünmez düşmanın varlığından kaçmak istermiş gibi ufkun dört yanına çevirir, eliyle çabuk çabuk bir Allahaısmarladık işareti yapar, ayaklanmış hicabının kanadlarıyla uzaklaşırcasına ka­çar, ormanın içinde kaybolur.

Çoğunca onu deli yerine alırlar. Bir gün büyük yerlerden emir almış yüzleri maskeli dört adam üstüne atıldılar. Ayaklarından gayrı her yerini sımsıkı bağladılar. Kamçı sırtında şakladı. Adamlar ona, hemen ye­rinden kalkmasını, vakit kaybetmeden "Bicetre" yoluna doğrulmasını söylerdiler.

O, kamçıyı yedikçe gülüyor, kendisini dövenlerle tatlı tatlı konuşuyordu. Onlara öyle hisli, öyle akıllı şeyler söyledi..., insan­lık fenni üzerine okuduklarını öyle bilgili anlattı ki, insanlığın akıbeti ve gelecekteki erdemliği üzerine öyle lâflar etti ki, ruhu­nun asıl şiirini öylesine açıkladı ki, daha gençlik çağına bile ermemiş bir insan ağzın­dan böyle derin sözlerin çıktığını duyan gardiyanlar yaptıkları kanlı hareketten ürk­müş, pişman bir halde yara bere içinde, ezik çürük içindeki güzel vücudunu çözdüler. Ayaklarına af dileyerek kapandılar, insan yüzlerinde pek her zaman gözükmeyen bir saygı içinde uzaklaştılar.

Bu olay kulaktan kulağa yayıldığından beri sırrı herkes tarafından bilindi. Bilindi ama yine herkes onun acılarını arttırmamak için bilmemezlikten geldi.

Devlet, bir zamanlar, önceden hiç bir so­ruşturma yapmadan zorla bir deliler evine kapatmak istediğini ona unutturabilmek için maaş bağladı. O bu maaşın ancak yarı­sını harcar, kalanını fıkaraya dağıtır.

Korulukta bir kadınla bir erkeğin gezin­diklerini gördüğü zaman sanki vücudu sa­çından tabanına kadar ikiye ayrılır. Ve her yeni parça gezinenlerden birini gidip ku­caklar. Ama bu bir hayal, korkunç sapık bir hayaldir. Akıl hemencecik gecikmeden gelir yerini alır. İşte bu yüzden ne erkeklerin, ne de kadınların arasına karışabilir. Büyük mahcupluğu ona kendisinin bir canavar ol­duğu fikrini aşılamıştır. Ne kendisinin, ne de başkalarının kudsiyetine saygısızlık et­mek istemez. Kibri ona şunu tekrarlar du­rur: "Herkes yerli yerine, herkes yerli yerin­de." Kibri dedim, evet, çünkü hayatını bir kadın yahut da bir erkekle birleştirmiş olsa yapılışının tam bir uygunluğunu bulamaya­cak olan eşi ona er geç bu hali büyük bir kusurmuş gibi yüzüne vuracaktır, iyisi mi kendini korumak için hiç olmazsa izzetinef­sini korumalı. Kendi kendisinden gelen bu garip hali tahkir etmeli, azaplar ve tesellisizlikler içinde yalnız başına kalmalı.

Dört yanını çiçekler çevirmiş bir koru­lukta yaşlar hâlâ göz pınarlarında nemli, yorgun argın hünsa uyuyor. Yeni uykudan uyanmış kuşlar büyülenmişler gibi bu mah­zun yüzü dalların arasından seyre dalmış­lar. Şakrak sesli bülbül susmuş. Orman, bahtsız hünsanın koynunda gecelemesin­den bir mezar gibi azametli.

Ey yolunu şaşırmış yolcu! Serüven peri­sine tutkun yolunu şaşırmış yolcu! Ey yur­dundan ayrı düşmüş, anasından babasın­dan kaçmış, yıllardır evini ve yurdunu ya­bancı diyarlarda boşu boşuna arayan yolcu! Seninle beraber, senin serseri huyun uğruna seninle beraber koşup duran, yolların ve ik­limlerin türlü zahmetine katlanan sadık ve asil dostun atının başı için, varılmamış de­nizlerin, uzak diyarların, kutup buzlarının arasında, öldürücü güneşlerin göğsünde donmuş ve yanmış insan oğluna bu yolcu­lukların verdiği büyüklüğü ve lâyıklığın bâşı için dokunma elinle, hattâ bir sabah mel­temi hafifliğinde olsa bile dokunma, ilişme bu yerlere serilmiş, yeşil otlara karışmış kı­vırcık perçemlere!

Bir kaç adım uzaklaş, öyle seyret, iyi edersin. Bu saçlar tabuludur. Hünsa öyle is­tedi. Hiç bir insan dudağı onun saçlarını dindarcasına bile öpmesin istedi. Onun şu saniyede gökyüzünün yıldızları gibi pırıldayan alnına insan dudağı değmesin istedi.

Daha doğrusu mihrakından fırlamış bir yıldız, mesafeler aşarak bu güzel ve muhteşem alana ışıklarını saçmaya gelmiş ve bir hale gibi alnın etrafını çevirmiş.

Gece, parmağiyle yüzünden kederi sıyırmış, bu hicabın ta kendisi, melek hicabının hakikî bir resmi olan şeyin uykusunu cünbüşlemek için bütün sihrini örtünüp gelmiş. Böcek sesleri yavaşlamış. Ağaçların dalları onu sabah çiğlerinden korumak için böyle sıklaşmışlar. Sabah rüzgârı kucağına aldığı tanburunun tellerinden bu inmiş göz kapaklarına dünyanın durgunluğu arasından tatlı nağmeler fısıldıyor. Ve sanki bu göz kapakları yukarıki âlemlerin gürültüsüz konserine sessizce katılmışlar gibi ürperiyorlar.

O şimdi mes'ut,olduğunu görüyor rüyasında. Vücut yapısı değişmiştir. Yahut dal erguvan renkli bir bulut üstünde yapılışı kendisi gibi olan yaratıklarla dolu başka âlemlere uçuyor. Ama bu yalancı hayal gün ışıyıncaya kadar sürecek. O şimdi harikulâde güzel bir insan oğlunun kollarında aşk türküsü söylüyor. Etrafında çiçekler delirmişçesine dönüp duruyorlar, kokularını buram buram saçıyorlar. Ama kucakladığı şey yerden tüten bir sabah buğusudur. Ve uyandığı zaman kollarının arasında bir şeyi kalmayacaktır. Uyanma hünsa! Uyanma! daha. Yalvarırım uyanma daha! Niye bana inanmıyorsun? Uyanma! Uyu... Her zaman! uyu yavrum! Saadet umudunun yalanını kovalayan göğsün böyle inip çıksın. Buna müsaadem var, kucakla o yalanı, ama gözlerini açma! Sakın açma gözlerini, emi! Uyanışının şahidi olmadan seni böylece mes'ut bırakıp gitmek istiyorum.

Belki günün birinde heyecanlı sahifelerle, kocaman bir kitabın yardımı ile senin hikâyeni anlatırım. O kitabın sahifelerinden fırlayan öğretici şeylerle herkesleri ürküterek, kendim de ürkerek senin hikâyeni anlatırım. Şimdiye kadar bunu yapamadım! Neden biliyor musun? Ne zaman seni anlatmak için elime kâğıt kalem alsam ellerim, ihtiyarlıktan değil, titriyor, kâğıt gözyaşlarımdan ıslanıyordu. Ama sonunda bu cesareti bulacağım senin büyük felâketini düşündüğüm her zaman genç kızlar misali bayılır gibi olurum! Sinirlerim kadın sinirleri gibi gevşer, kendi kendimden utanırım.

Uyu... Uyu yavrum!. Açma gözlerini, açma!

Hünsa Allahaısmarladık! Her gün senin için dua etmeyi unutmıyacağım: (Kendim için olsa hiç dua etmem.) Gönlün ve göğsün rahat olsun diye dua edeceğim. Allahaısmarladık hünsa!

Kâbus



Kant'ın Kritik der reinen Vermıft'unun yayınlandığı yıl olan 1781'de Londra'ya yerleşmiş İsviçreli ressam Johann Heinrich Füssli, ismini duyurmasını sağlayacak olan Kâbus tablosunu çiziyordu, bir yıl sonra da Royal Academy'de sergileyecekti. O günlerde Horace Walpole "şok edici" bulduysa da tablo gene de büyük bir başarı kazandı, çeşit çeşit kopyalarının, gravürlerinin bir anda bütün Avrupa'yı sarmış olması da bunun kanıtıdır. Son derece kişisel bir çalışma olan tablo, ileride göreceğimiz gibi aslında o çağın insanının akıl dışı olana, rüyaya, özellikle kâbuslara olan büyük ilgisi­ne cevap veriyor; çağın özünü ortaya koyan rüyanın biri bilimsel, biri şiirsel iki yorumunu sıkı sıkıya birbirine bağlıyordu. 18. yüzyılın aydınlanmış bilimi, rüyalara gece cinlerinin sebep olduğuna dair halk inançlarını da, meleklerin ya da şeytanların insanları ziyaretinden kaynaklandığı yolunda­ki Hıristiyan yorumunu da reddederek, konuya genellikle kültürlü elitten kabul gören duru bir açıklama getirdi. Rüyalar, en başta da kâbuslar, fiz­yolojik olarak uyuyan bedenin pozisyonundan kaynaklanıyordu, özellikle sırtüstü yatıldığında kan dolaşımında bozukluklar oluyor, bu da insana darlık hissi veriyordu - aybaşı döneminde kadınlarda sık görülen bir durumdu bu. Doktorlar artık akılcı olduğu kadar da rahatlatıcı bir sonuca varabilir­lerdi: "Korkunç rüyalar", pozisyonunu değiştirsin, tehlikeleri başından atsın diye uyumakta olan kadını ya da erkeği uyandıran "uyarıcılar" olarak kabul edilebilirdi. Kant'ın 1798'de, Anthropologie in pragrnatischer'de benimsediği açıklama buydu, çok büyük ihtimalle Füssli'nin Kabus'unun arka planında da aynı fikir vardı; Füssli kâbusun nesnel gerçekliğinden çok, uyuyan kadında uyandırdığı hissi tasvir etmeye çalışmıştı.



Fakat "korkunç rüyaların" karanlık haşmeti direniyor, daha doğrusu farklı bir noktaya kayıyordu; madem, düşte görülen yaratıklar uyuyanı ziya­rete gelen, dışarıdan varlıklar olmaktan çıkmıştı ve gerçek bir tecrübenin ürünü değillerdi, rüyadaki imgeleri ve düşünceleri doğuran şey neydi? Bunlar bedenin kendi faaliyetinden kaynaklanıyorsa, beden hayal üretme işlevine sahip demekti, yani psişik faaliyetin büyüleyici bir parçasıydı. Füssli'yle aynı çağda yaşayan Georg Christoph Lichtenberg, hiç çekinmeden rüyaların "insa­na ayna tuttuğunu" belirtiyor ve pek de gizlemeye gerek görmeden Lavater'i ima ederek ekliyordu: "İnsanlar rüyalarını gerçekten anlatsalar, rüyalar, yüzlerinden çok daha iyi yansıtırdı karakterlerini." Füssli, Lavater'in arkadaşıydı ve büyük olasılıkla Lichtenberg'in pre-romantik görüşünden çok, rüyalar hakkındaki tıbbi ve fizyolojik yoruma yakındı. Fakat tablosu sadece tıbbi bir kuramı resmetmekle kalmıyordu. Bir dişi şeytan figürü kul­lanması ve bunu işleyiş tarzı, resim sanatının kendine has görsel gerçekliğini kullanarak canavarın fiili olarak varolduğunu, bize baktığını hissetmemize neden olacak bir gerçeklik etkisi yaratmaya çalıştığına işaret eder - tablonun başarısı tabii bu hesaplanmış, bir o kadar da kaygı verici muğlaklıktan ileri geliyordu. En önemlisi; tablo, Aklın gündüze ait yargılarının silindiği daha derin, mahrem bir alanda iş görüyordu. Füssli, Kâbus'un arka yüzüne, genç bir kadının portresini çizmişti, büyük bir olasılıkla 1779'da umutsuzca, deli­ler gibi âşık olduğu Lavater'in yeğeni Anna Landolt'tur bu kadın. İki yüzlü bir tablo olan Kâbus, karmaşık bir yoğunluğun ürünüdür: Bilimsel argüman, kişinin içindekini dışa vurmasına vesile ve ayna olmuştur, ve bu dışa vurum her haliyle ulaşılmaz arzu nesnesine büyü yapmaya benzemektedir.