Adirondack



Adirondack’ların ortasında, kuş uçmaz bir bölgede küçük bir han. Odaya girerken şu garip duygu: İş gezisine çıkmış bir adam, önceden düşünmeksizin, yabanıl bir ülkeye, uzak bir hana geliyor. Ve bu doğanın sessizliği, odanın basitliği, her şeyden uzaklık, ona, orada kesin olarak kalma, yaşamını oluşturan şeylerle bütün bağlarını koparma, geride kalanlara asla yaşamda olduğuna ilişkin en küçük bir haber göndermeme kararı verdirtiyor.




*
Yolculuk Günlükleri
Kuzey Amerika Güncesi
Albert Camus

MELANKOLİ & CAN SIKINTISI & BLOG & ZAMAN



"Dünyada gizli bir topluluk olduğunu, Melankolikler Topluluğu olduğunu bilmiyor musunuz siz? Bunlar, ta doğuştan beri diğerlerinden farklı bir tabiata ve mizaca sahip kişilerdir: Kalpleri daha büyük, kanları daha tutkun, arzuları daha yoğun, emelleri daha doyumsuz, özlemleri daha yabani ve yakıcıdır.."  

Jacobsen

Şeyleri değerinden eden, imge ve değerlerin içini boşaltan, her şeyi öylesine uçup kaçıcı kılan ve böylelikle de, boşluğa ve bezginliğe sevk eden, insanın kendi varoluşunun temellerini altüst eden, dolayısıyla da umutsuzluğun yol açtığı anlam kaybına düşüveren bu melankolinin -işte tam da bu melankolinin içinden Dionysosçu olan geçer. Melankolik kişi, hiç kuşkusuz, varoluşun dolu doluluğuyla daha derin bir ilişki içindedir.

Romano Guardini



CAN SIKINTISI ÇÖLÜ VE MELANKOLİ

 Melankolinin sınırında can sıkıntısı vardır. Bu ikisinin varoluşsal özellikleri, birbirleriyle diyalektik şekilde kıyaslandıkları takdirde daha iyi kavranmaktadır.

 Melankoli ve can sıkıntısı, Giacomo Leopardi tarafından dâhiyane bir şekilde, sadece duygulanımsal değil, bilişsel kategoriler olarak da yorumlanmıştır.

 “Örneğin melankoli şeyleri ve (sözgelimi) hakikatleri, bize sevincin gösterdiklerinden çok farklı ve çok karşıt yönlerden gösterir. Şeyleri ve hakikatleri kendine göre gösteren bir orta hal de vardır, o da can sıkıntısıdır” ve gene şöyle demektedir: “Soyut bir şekilde konuşacak olursak, hakikatin arkadaşının, hakikati ortaya çıkaracak ışığın, hata yapmaya en az açık olan şeyin melankoli ve özellikle de can sıkıntısı olduğu gerçektir; ve sevinç halindeki bir filozof, hakikatin iyi ve güzel olduğu konusunda değil de, kötünün, bir diğer deyişle hakikatin unutulması, insanın da kendini teselli etmesi gerektiği ya da şeylere, aslen sahip olmadıkları bir şeyler yüklemenin faydalı olacağı konusunda kendisini kandırmaktan başka bir şey yapamaz.”

Öyle hisler ve öyle ruh halleri vardır ki, bizleri varoluşun nihai temelleriyle yüzleştirir: Bu, elbette ki, Heidegger’in (düşüncesinin köklü savlarından biridir; ama bu söylemde can alıcı bir önemi olan kaygı bir yana, Heidegger can sıkıntısını da varoluşun anlamını açımlayan asli bir deneyim olarak görmüştür.

 “Şeylerle ve kendimizle pek de meşgul olmadığımızda da, hatta tam o sırada, örneğin gerçek can sıkıntısında, "her şey" üstümüze üstümüze gelir. Bizi sıkan şey, henüz bu kitap ya da şu gösteri, bu meşgale ya da şu tembellik ise henüz söz ettiğimiz durumdan uzağızdır demektir, dediğimiz hal ‘insanın canı sıkıldığında’ ortaya çıkar. Sessiz bir sis misali varoluşun derinliklerine gidip gelen derin can sıkıntısı, her şeyi, tüm insanları ve tüm insanlarla beraber, insanın kendisini de tuhaf bir kayıtsızlık halinde birleştirir. Bu can sıkıntısı, varlığı bütünlüğüyle ifşa eder.”

Can sıkıntısına ilişkin olarak Leopardi’nin yaptığı tanımla Heidegger’in tanımı arasında bir nevi benzerlik bulunmaktadır; ama elbette ki, Leopardi’de can sıkıntısı hiçliği doğurur (Kendisinin dediği üzerek Can sıkıntısı,.. “Hiçliğin annesidir”); oysa Heidegger’de hiçliği ifşa eden şey kaygıdır. Ama bu çalışmada, her halükârda, her ikisinin de ruh hali ve varoluşsal bir durum olarak can sıkıntısına dair söyledikleri şeylerin radikal yönlerine değinilmiştir.

CAN SIKINTISI İLE MELANKOLİ ARASINDAKİ İÇERİKSEL İÇ İÇELİK


Melankoli, sadece klinik bir gerçeklik değildir; tıpkı kaygı gibi, varoluşu kendi varlığıyla- kaplayan bir ruh halidir de (Stimmung-dur). (Öte yandan, kaygı ve melankoli, anksiyete ve depresyon psiko(pato)lojik olarak birbirleriyle bağlantılıdırlar). Melankolide, sürekli, ölüm ve ölme konularına değinilir; bu, sadece olası olan ya da olmayan ölüm konusundan ibaret değildir, ölüm ve ölmek, elbette ki birbirleriyle özdeş değillerdir çünkü biz ölmenin deneyimine sahibizdir (ölmeyi yaşarız) ama ölümün deneyimine sahip degilizdir (ölümü yaşamayız): ölüme dair rasyonel ve soyut bir bilgimiz vardır.

Melankoli, içeriksel olarak, gerek ruh hali (Stimmung), gerekse de psikotik hayat biçimi olarak can sıkıntısı ile iç içedir. Her ruh halinde olduğu gibi, bir ruh hali olarak melankolide de, Almanca Stimmung kelimesini yankılandıran ve temellendiren bir ses vardır. Stimmung’daki bu kayıp ses, bu Stimme, Giorgio Agamben tarafından muhteşem bir şekilde ele alınmıştır: “ ‘Duygulanımsal renk tonu’ olarak çevrile gelen Stimmung sözcüğü, burada her türlü psikolojik anlamından soyulmak, ona Stimme ile olan etimolojik bağlantısı ve özellikle de, akustik-müzikal asli boyutu geri verilmelidir: Almancada Stimmung, Latince concentus’un, Grekçe aqquofa’nın çevirisi olarak ortaya çıkmaktadır. Bu bakış açısından bakılınca aydınlatıcı olan şey, Novalis’in Stimmung’u psikoloji olarak değil, ‘ruhun akustiği’ olarak görmesidir.”

Psikolojik deneyim olarak can sıkıntısı ve ruh hali (Stimmung) olarak melankoli, birbirlerini izleyen hayat biçimleridir ve her insanın hayatında iç içe geçerler: Elbette ki bu, klinik her kategorinin dışında ve günlük hayatın sıradanlığından uzak olunması şartıyla böyledir; zira gündelik hayat düşünüme ve gerçekliğin diyalekleştirilmesine yer vermez ve bunlar olmadan da can sıkıntısı ve melankoli olmaz.

Can sıkıntısı psikolojisi (elbette ki) can sıkıntısının psikopatolojisi değildir; ve ruh hali olarak, belki de Weltanschauung* olarak melankoli de, klinik bir gerçeklik olarak melankoli değildir.

Can sıkıntısının psikolojik ve insani boyutta nasıl oluştuğu, melankoliyle ne şekilde iç içe geçebildiği ve zaman zaman melankolinin onu nasıl istila edebildiği, psikolojik ve psikopatolojik araştırmaların felsefi ve edebi metinlerle harmanlanması halinde daha iyi kavranır ve betimlenir. (Melankoli, klinik melankoli ve modern edebiyat arasındaki bağlantılarla ilgili olarak, Anna Dolfi tarafından muhteşem bir özenle hazırlanmış bir kitaba göndermede bulunmak isterim.) Melankoli ile, zaman zaman ölümcül can sıkıntısı ve zaman zaman da taedium vitate olan ama her halükârda benin dünyayla ve kendinden-başkalarıyla olan ilişkilerinde radikal bir değişiklik yaratan, can sıkıntısı arasındaki birbirinden farklı ve birbirine yakın duygulanımsal tonların derinliği ve hassaslığı belki de ancak bu şekilde kavranabilecektir.

Kierkegaard’ın bazı sayfalarında melankoli, kendi varoluşuna eşlik eden ve can sıkıntısını dönüşümlü olarak izleyen bir ruh hali, bir Stimmung olarak, diğer bazı sayfalarda ise gelgit misali, bir ortaya çıkan bir ortadan kaybolan psikopatolojik bir deneyim olarak yaşanmıştır.

Kierkegaard’da melankolinin klinik bir gerçeklik olarak değil de, bir ruh hali olduğu sayfalar kendisinin Enten-Eller adlı eserinde geçer: 

“Sayısız tanıdık çevremden ayrı, son bir mahrem, güvenilir kaynağım var: O da melankolim. Sevincimin ortasında, işimin arasında o bana işaret eder, fiziksel olarak olduğum yerde kalsam da beni yanına alır. Melankolim, bugüne dek tanıdığım en sadık sevgilimdir. Benim de onu sevmemde şaşılacak ne olabilir ki?” 

ve melankoli, içeriksel ve duygulanımsal olarak sürekli ve karşılıklı yer değiştirdiği can sıkıntısına dönüştüğünde kendisi şöyle demektedir: 

“Can sıkıntısı ne de korkunçtur, ne de korkunç şekilde can sıkıcıdır! Bundan daha kuvvetli, daha gerçek bir ifade kullanamam çünkü benzer ancak benzerle kavranabilir. Ah keşke daha yüksek, daha güçlü bir ifade olsaydı, o zaman bir hareket, bir hamle daha kalmış olurdu!.. Ben uzanmış, olduğum yerde kalıyorum; gördüğüm tek şey boşluk, yaşadığım tek şey boşluk, içinde hareket ettiğim tek şey boşluk. Acıyı daha az hissediyorum.”

Günlük'ünde ağırlık ve karaltıya dönüşecek olan Kierkegaard’ın sözleri, burada hafifliğe ve aydınlığa sahiptir; ama her halükârda can sıkıntısının anahtar kelimesi boşluk deneyimi olarak belirlenmiş ve bununla ifade edilmiştir.

Boşluk olarak: boş zaman olarak can sıkıntısı deneyimi... işte bu noktada, psiko(pato)lojik söylem, bize, bir kez daha, Giacomo Leopardi’nin eşsiz bir derinlikle yaşadığı ve betimlediği can sıkıntısının içeriğine işaret etmektedir.

“Can sıkıntısı, daima ve derhal, keyfin ve üzüntünün canlıların yaşamında bıraktığı tüm boşlukları doldurmaya koşar; boşluk, yani kayıtsızlık ve tutkusuzluk hali, tıpkı Antikçaglıların doğada boşluğun yer almadığına inandıkları gibi, can sıkıntısında da yer almaz. Can sıkıntısı hava gibidir, diğer nesnelerin bıraktığı tüm boşlukları doldurur ve nesneler gider de başka nesneler yerlerini doldurmazsa, can sıkıntısı oraya koşar ve boşluğu doldurur. İnsan ruhunun boşluğu, kayıtsızlık ve tutku yoksunluğu can sıkıntısıdır ve can sıkıntısı da bir tutkudur.”

Konunun halkaları genişleyerek, ayrı kültür ve zamanlara bağlanır; ve işte, Blaise Pascal'ın en meşhur penseeslerinden birinde getirdiği can sıkıntısı tanımı, zamana meydan okumaktadır:

"Can sıkıntısı. İnsan için hiçbir şey tamamen dinlenme halinde olmak, tutkusuz, işsiz güçsüz, eğlencesiz, meşgalesiz olmak kadar çekilmez değildir. O zaman kendi hiçliğini, terk edilmişliğini, acizliğini, bağımlılığını, güçsüzlüğünü, boşluğunu hisseder. Kabına sığmayarak ruhunun derinliklerinden can sıkıntısını, kasveti, hüznü, kederi, rahatsızlığı, umutsuzluğu çıkaracaktır."

CAN SIKINTISI PSİKOLOJİSİ



Daha doğrudan bir şekilde psiko(pato)lojik söylemin alanına kayarak, can sıkıntısının yapıtaşının, rasyonelliğin egemenliği ile duygulanımsal çölleşme arasındaki uyumsuzluk (denge-siz-lik) olduğunu söylemek mümkündür sanırım. Bir diğer deyişle, rasyonelliğin vurgulanması ve şiddeti (radikalleşme), duygulanımsal çölleşmeye ve duygulanım eksikliğine: hayatın irrasyonel alanlarındaki erozyona eşlik eder gibidir.

Can sıkıntısı, o taşkın fenomenolojisiyle belirdiğinde, Leopardi’nin sözlerinde öylesine net olarak altı çizilmiş boşluk duygusu deneyiminin anlamını doldurmaya yönelik sahte teşviklere dair dur durak bilmeyen arayışlara şahit olunabilir ancak bunlar bir netice getirmez.

Can sıkıntısının psikolojik yapısında, sadece bedende ve zamansallıkta değil, içinde yaşanılan mekânda da değişiklikler görülür. Bir diğer deyişle, can sıkıntısı, mekânın yaşanmışlığında: mekânda yer alan ve can sıkıntısıyla anlamlarından soyunan ve hareketsizleşen nesnesel ve kişisel gerçekliklerde değişiklikler yaratır. Mekânla ilgili bir metafor olan ve can sıkıntısının asli fenomenolojik yönlerinden birini barındıran çöl metaforu, anlamım yitiren ve çorak bir anlamsızlıkta yekpareleşen: her tarihselliği yutan bulanık ve boş uzaklıklarda kaybolan mekân sonsuzluğuna atıfta bulunmaktadır. Can sıkıntısında anlamlı olarak yaşanmış yerler (mekânlar) bulunmamaktadır: Kişisel belleğe kazınmış kişisel bir tarihe ve vatana (Heimata) tanıklık eden yerler yoktur. Mekânlar, içerdikleri kayıtsızlıklarıyla ve niyetsel daha başka ufuklara göndermede bulunmaktan yoksun oluşlarıyla, birbirlerinin yerine geçebilmektedirler, ayrıca, can sıkıntısında manzara (Landshaft) da, bellekte (belleklerde) yaşamayan, donmuş ve çölleşmiş öznelliğimizin sahnesinde hareket etmeyen ruhsuz bir coğrafyaya dönüşmektedir.

Bu; can sıkıntısının olumsuz psikolojisidir, ancak can sıkıntısının, A de Garanderie’nin altını çizdiği olası bir değeri (de) vardır; can sıkıntısındaki aşikâr çatışkılara ise, Vladimir Jankelevitch’in imgelemi kuvvetli söyleminde rastlanmaktadır: Can sıkıntısı, ağın ortasındaki örümcek misali, gri renkli ve kayıtsızlık kuşanmış şeffaf bir tülle şeyleri ve insani gerçeklikleri sarar. Buradaki can sıkıntısı fenomenolojisi radikaldir ve yer yer bilinmez ve özgün psikolojik alanları ele almaktadır. Can sıkıntısı, değişkenliğin (çok yönlülüğün) zirvesinde görünmektedir: Karşıt bin bir çehresi vardır, bin bir dil konuşur, kararsız ve elden kaçıcıdır: Sonsuz sayıda şeyin parçası olmaya girişmesi nedeniyle, elle tutulur gibi değildir. Can sıkıntısının daha da beklenmedik yönleri vardır: O (katıksız can sıkıntısı denebilecek can sıkıntısı), hiçbir hissi bulunmayan histir ve bu, onun tüm hislerin olanaklarını kendi içinde barındırdığı anlamına gelmektir: Bir diğer deyişle can sıkıntısı bulutsusunun içinden, en farklı ve en uyumsuz duygulanımsal durumlar geçmektedir. Ama sadece psikolojik can sıkıntısı yoktur: Bir mevsimlik olmayan, (mesela) sonbahar gibi tek mevsime has olmayan metafizik can sıkıntısı da vardır ve bu, kesinlikle temelsiz can sıkıntısıdır. Metafizik can sıkıntısı, hem varoluşun uçurumsal derinliklerini, hem de bilincin bu derinliğin bilincine varacağını varsayar. Vladimir Jankelevitch’in söyleminde yatan eşsiz anlam, her halükârda, zannımca, can sıkıntısının felsefi yönlerinin tespitinde değil de, psikolojik ve empresyonist yönlerinin tespitinde kavranmaktadır:

 “Can sıkıntısına her renk, ama öncelikle ve özellikle gri uyar: Bunun tek nedeni grinin sanal çok renkliliği değildir; grinin, her solmuşluğun sınırı ve çok renkli uyuşmazlığın nötrlüğe geri dönüşü olmasıdır da. Külün ve sisin rengi, solmanın rengi olan gri, renksel düzensizliğin ve amaçsız uzun günlerin de rengidir.. ”

Ludwig Binswanger, can sıkıntısı psikopatolojisini şizofreni ile ilgili çalışmalar bağlamında incelemiştir, ama bu değerlendirmelerin tersi alınarak, melankolik deneyim alanına aktarabilmektedir.

Kendisinin belirttiği gibi can sıkıntısını anlamak için, can sıkıntısında zamanın nasıl olduğunu anlamak asli bir önem taşımaktadır; bu zamanın nasıl olduğunu kavramak için de anahtar kelime boşluktur. Bir diğer deyişle can sıkıntısında, zaman “adıma işaret eder” (ileri adım atmaz); yaşanmış zaman ile dünyanın zamanı arasında radikal bir uyumsuzluk (asimetri) gösterir ve bu, hızla klinik melankoliye kayarak, zamanı yaşamanın iki şekli arasında mutlak bir ayrılık yaratma noktasına dek varır. Öte yandan sıkıldığımız zaman beklemeye yönelik içsel zaman deneyimimize ayrım getiren, onu yelkovan ve akrebin hareketinden ayıran zamansal bir boşluk hali doğar. Zamansal boşluk şiddetlenince, can sıkıntısı yaşayan (sıkılan) kişinin boşluğu doldurmak için geçici ve uçucu denemelerle beden dünyasına (Leibwelt) geri döner: Can sıkıntısı durumunda yapılan beden hareketleri (elleri ovuşturmak, ellerle minik minik vuruşlarda bulunmak, sürekli duruşunu değiştirmek, esnemek) de bunu göstermektedir. Dolayısıyla can sıkıntısının zamansal biçimi, özgün (varoluşsal) zamansallık ile özgün olmayan (dûnyeyileşmiş) zamansallık arasındaki şiddetli ayrılıktan ibaret zamansal bir boşluk uçurumudur.

Bmswanger’in söylemi burada son bulmamaktadır: Kendisi, bir başka açıdan yola çıkarak, hiçbir zaman sıkılmayan: can sıkıntısının çölselliğine kapılmayan kişilerin kimler olduğunu da sormaktadır. Soruya verdiği cevap şudur: Hayal gücünün, düşüncenin ve yaratıcılığın kanatlarıyla öylesine yoğrulmuş, öylesine zengin varoluşlar vardır ki, onlar için özgün bir zamansallık, bir diğer deyişle varoluşsal zamanın doğrultusunda meydana gelen bir kendini gerçekleştirme daima mevcuttur ve özgün olmayan (dünyaya ait) zamanın decadence'ına kaymazlar, bu nedenle de sıkılmazlar. Tüm özgün varoluşsal olanaklarını yitirmiş, dolayısıyla bununla eş zamanlı olarak özgün zamansallık ile özgün olmayan zamansallık; arasındaki uyumsuzluğu yaşamaya (içsel olarak deneyimlemeye); dair her olanağı kaybetmiş kişiler de vardır ve bu kişilerin de canı sıkılmamaktadır. Sözünü ettiğimiz bu son durumda, elbette ki, ilk durumun tam tersi söz konusudur: Bu durumda kişinin can sıkıntısı deneyimine kapılmamasının tek nedeni, düşünüm ve içsellik boyutlarını yitirmiş olması: her ikisinin de düzleşmiş olması ve niyetsel nesnelerinden boşalmış bulunmasıdır.

Elbette ki Binswanger’in söylemi, Leopardi’nin söyleminin hafifliğine ve umutsuz zarafetine sahip değildir ama her ikisinde de can sıkıntısına ve melankoliye atfedilen anlam ufuklarına dair ipucu niteliğindeki yakınlıklar kavranmaktadır.

CAN SIKINTISINDA ZAMANININ SONSUZLUĞU


Bu noktada Binswanger’in düşüncesinin izinden giderek, can sıkıntısının yapıtaşı olan zamanın anlamına (zaman sorununa) derinden ve farklı farklı açılardan bakmamız gereklidir. Can sıkıntısını, psikolojik ve fenomenolojik radikalliğiyle anlamamız ancak varoluşun zamansal boyutundan yola çıkmamız halinde mümkün olacaktır.

Psikiyatride, zamanın (zamansallığın) fenomenolojik anlamı Ludwig Binswanger’in, Victor Emil von Gebsattel’in, Eugöne Minkoswski’nin ve Erwin Straus’un devrim niteliğindeki çalışmalarında vurgulanmıştır ve ardından, kalan boşlukları dolduran ve zaman (yaşanmış zaman) meselesini kati olarak her psikiyatrinin kapsamına katmış olan pek çok çalışma daha gelmiştir.

Elbette ki felsefenin psikiyatri üzerinde belirleyici bir etkisi olmamış olsaydı, bu gerçekleşemezdi: Heidegger’in, Husserl’in, Sartre’ın, Scheler'in eserleri ve de zamana ve zamanın içselliğine dair olağanüstü sezileriyle bu söylemin kapsamına tam olarak giren Augustinus’un ve Pascal’ın sözleri, bu anlamda, (daha başka eserlere göre) tarihsel olarak belirleyici rol oynamıştır,

 Augustinus’un meşhur sorusunu, bu noktada, yinelememek olanaksızdır: “Öyleyse zaman nedir? Bunu bana kimse sormasa bile biliyorum, ama biri sorarsa nasıl açıklayacağımı bilmiyorum, ama şurasını kesin olarak söyleyebilirim ki, hiçbir şey geçmeseydi (zamanda), geçmiş zaman olmazdı; hiçbir şey olacak olmasaydı gelecek zaman olmazdı; hiçbir şey olmasaydı şimdiki zaman olmazdı.”

Dolayısıyla can sıkıntısıyla ilgili psikolojik düşünümün ucu, kaçınılmaz olarak, zaman (zamanın sonsuzluğu) konusuna dokunacaktır, zira zaman, bu bağlamda bertaraf edilemeyecek ve kaçınılmaz bir anahtar sözcük niteliğindedir.

Derin can sıkıntısına kapıldığımızda, zamanı öznel olarak, baş döndürücü bir hızla kendi etrafında dönen ve zaten gerçekleşmiş: zaten vuku bulmuş olanın üzerinden şiddetli bir tekrarla yinelenen bir deneyim olarak yaşarız. Ağır ağır ve zahmetli zahmetli sürünen bu zamanda plan ve beklenti yoktur; bu durumda zaman, sadece monoton bir süreçtir ve içsellikte (öznellikte) hiçbir iz bırakmadan geçen saatlerden ibarettir, Rilkeci anlamda, olgunlaşma ve gelişim bakımından kayıp zamandır; sonsuzluğunda hiç sonlanmayan bir zamandır; niyetliliği olmayan bir tekrar girdabıdır, hiçlikte dağılan bir zamandır. Elbette ki burada, gene, süreçleri olmayan zaman, tarihi ve kişisel kimliği olmayan zaman, boş zaman metaforu doğmaktadır.

Eugene Minkowski, ince dokunuşlu ve parlak sözlerle, psikolojik bir hal olan can sıkıntısını ve özellikle de can sıkıntısında zamanın teşkil ettiği asli önemi ele almaktadır. Kendisi, zaman deneyiminin çok yönlü ve sınır tanımayan özelliklerini çözümlemiş ve sahip olduğu o olağanüstü yetenekle, psikopatolojik olguların gizli ve radikal yönlerini kavramıştır. Can sıkıntısını, varoluşun pathosçu (duygulanımsal) bir göstergesi olarak görmüş, nedensiz ortaya çıkması ve zaman içinde sürmesi halinde de patolojik bir anlam edinebileceğini belirtmiştir; Eugene Minkowski bunları belirtirken kendisine has o renkliliğiyle, can sıkıntısının nasıl da karaltılı olduğunu ve üzerimizde nasıl da ağırlık yaptığını, hayat ufkunu nasıl da umutsuz bir karanlığa boğduğunu vurgulamaktadır. Ancak can sıkıntısının fenomenolojik nihai temelini belirleyen şey, yaşanmış zamandaki dönüşümdür: Alışıldık zaman deneyiminde kesintisiz olarak geçmişten geçerek ortadan kaybolan ve başka bir geleceği yutuveren şimdiki zaman (anın şimdi ve buradası) can sıkıntısında yayılır ve buzlu ve hareketsiz bir sonsuzluğa uzanır. Zaman, yaşamsal içeriklerinden soyunur ve durur; can sıkıntısında bunun yanı sıra dilsel sorunlar da saklıdır. Almancada can sıkıntısına Langweile denir ve bu, gerçekten de, derhal can çekişmeye göndermede bulunan uzun bir andır (lange Weiîe’dir). Bunlar, Bütün can sıkıntısı deneyimlerinin yapısal (zamansal) öğelerinin ortaya çıkmasını sağlayan, dil ipi üzerinde yapılan cambazlıklar, etimolojik arkeolojilerdir.

Can sıkıntısı, ucu melankoliye dokunan duygulanımsal ve varoluşsal bir durumdur ama melankoliden daha hassas ve uçucu, daha belli belirsiz ve elden kaçıcıdır. Can sıkıntısı hayat ufkuna hâkim olduğunda duyulan öznel zaman hissine ilişkin olarak, psikolojik olarak da olağanüstü bir tanıklıkta bulunan Giacomo Leopardi'nin parlak ve delip geçici söylemine bir kez daha dalmakta tereddüt etmiyorum:

 “Aynı zaman diliminin aynı kişiye de, başkalarına da daha uzun ya da daha kısa gelebileceğini söylemekle doğru bir şey söylemiş oluruz. Kaldı ki boş zaman, insanın canının sıkıldığı, tedirgin, acılı vb halde olduğu zaman, insana gerçekte; geçen zamandan ve dolu dolu, eğlenceli, kendini kaptırdığı vb zamandan daha uzun gelecektir; bu, hem aynı kişi ve hem de ayrı ayrı kişiler için aynı zamanda ya da ayrı ayrı zamanlarda böyle olacaktır." 

Geçmiş deneyimlerin ve onların uzun süreli mi, kısa süreli mi olduklarının hatırlanmasında, onların hangi Stimmungda yaşandıkları net bir rol oynamaktadır. Şöyle ki, yaşandıkları sırada bitmek bilmez olan can sıkıntısı deneyimleri, hafızada kısa ve belli belirsiz hale gelirler. Leopardi durumu bu şekilde açıklamaktadır: 

“Hatırlarken ise çoğu zaman bunun tersi olur, boş ve tekdüze geçen zaman daha kısa gelir çünkü bellekte bu saatler de, bu günler de birbirine karışır, üst üste biner, öyle ki arada hiçbir fark olmadığından, sayılabilecek çok eylem ya da tutku olmadığından hepsi bir sayılır; zira çokluk düşüncesi, zamanın uzunluğu düşüncesinden, geçmişin temel noktalarından vs üretilir.”

Can sıkıntısının ve melankolinin psikolojik ve insani gerçekliğini ortaya koymak ve bunlardaki zamanın anlamını kavramak konusunda Jens Peter Jacobsen’in Marie Grubbe ve Niels Lyhne romanlarının can alıcı, önemli bir rol oynayabilecekleri kanaatindeyim: Bunlar, empresyonist ve akıcı olmakla birlikte, acılı bir varoluşla da dokunmuş romanlardır. Danimarkalı yazar, özellikle de Niels Lyhne'de duyguların ve şeylerin dağılmasını, can sıkıntısının canlı fenomenolojisini hafif ve yürek paralayıcı bir zarafetle betimlemiştir. Can sıkıntısı, her şeyi gömen ve birleştiren, iri ve düşman bir dağa benzetilip ele alınmıştır: Dağ imgesi, elbette ki, cismani olmayan, hassas yapıdaki can sıkıntısına (geçmişin ve geleceğin arasına yerleşen, belirsiz ve elle tutulmaz olan bu duygulanıma) şiddetle karşı duran bir imgedir ama can sıkıntısının sonsuzluğuna ve yekpareliğine işaret etmektedir. Can sıkıntısında insan, durmuş bir zamana dalmıştır. Bu durumda yaşamak; saatlerin boşa akmasıyla ya da ateşli bir hızla akmasıyla ağır ağır ölmek anlamına gelir; hızla geçen ve kaçan zaman duygusu ise tiz ve çığırtkandır: Saatler, haftalar ve aylar geçip gider ve insan bu sırada, oturur, havaya bakar ve hiçbir şey yapmaz. Zamanın akışı ve siyah beyaz saatlerin (ruh halinde birbirlerine bağlanan ve birbirlerinden kopan ışıkların ve karaltıların) elden kaçışı zamanın tamamen kayıp olduğu hissiyle ve kalan saatlerin de: her günün on iki beyaz ve on iki siyah saatinin de, çözülmekte olan bu zaman uçurumundan dur duraksız kayacağı izlenimiyle pekişir.

Geleceğini yitiren ve geçmiş girdabına kapılmadan şimdiki zamanda duran bir deneyim olarak can sıkıntısı deneyimine Thomas Mann’ın en büyüleyici ve derinliğine inilmez romanında rastlanmaktadır. Romanda bu deneyim, can sıkıntısı tarafından yutulan ve onda boğulan insan hayatı benzetmesi (metaforuyla) ifade edilmiştir. Zamanla ve can sıkıntısıyla ilgili bu olağanüstü sayfalarda, sadece edebi değil, kaçınılmaz olarak psikolojik de olan deneyimlerin ölü dalgaları görülür gibidir; bunun yanı sıra, bu sayfalarda, Leopardi’nin aynı konuyla ilgili yapmış olduğu saptamalarla benzerlikler de seçilmektedir:

“Bu gevşeme, bu tembellik neye bağlı? Kaide uzun zamandır ne zaman askıya alınmadı ki? Bu, hayatın gerekliliklerinden doğan bedensel ve psikolojik yorgunluktan, yıpranmadan değil de (öyle olsaydı, güç toparlamak için dinlenmek kâfi gelirdi); daha ziyade psikolojik bir olaydan, kesintisiz yekpareliğiyle yitme tehlikesine giren zaman deneyiminden kaynaklı olmalı ve bu deneyim, bizzat hayat duygusuna öylesine yakın ve öylesine bağlı bir şey ki, bunlardan biri hafifledi mi, diğeri de ister istemez korkunç derecede zarar görüyor. Can sıkıntısının doğasına ilişkin pek çok yanlış fikir var" 

ve roman parlak bir anlatımla devam etmektedir: 

“Can sıkıntısı dediğimiz şey, daha ziyade monotonluk nedeniyle zamanın hastalıklı bir şekilde kısalmasıdır; Eğer bu tekdüzelik kesintiye uğramazsa uzun zaman dilimleri dehşet verici derecede kısalır; eğer bir gün her günkü gibiyse, her gün de bir gün gibi olur; ve kati bir tekdüzelikte en uzun hayat bile kısacıkmışçasına yaşanır ve aniden yok oluverir’’.

Zamanın anlamındaki bu sapma, soyut bir kavramsallaştırma değildir; zamansal boyutlarıyla kavranmış ve ayrıştırılmış olan can sıkıntısının radikal fenomenolojisidir. Böylelikle, kanaatimce, can sıkıntısının farklı yönlerini ele almak ve konunun derinliklere inmek konusunda, psikolojik ve psikopatolojik araştırmalar ile edebi ve felsefi araştırmalar (dûşünümler), beraberce, zorlanmaksızın ve çatışmaksızın birbirleriyle yarışmaktadırlar (Ludwig Binswanger, zaman zaman, edebiyatın ve felsefenin psikiyatriyle kaynaşmasına dair inanılmaz göstergeler sunmuştur). Can sıkıntısını melankoliden ayırt etmek, bu ikisinin arasındaki ortak öğeleri ve onları birbirinden ayıran öğeleri (özellikle de zamanı yaşama şekillerini saptamak, kanaatimce, açık ve diyalektik bir psikiyatri yapmak demektir; böylesine yaygın ve böylesine karmaşık olan depresyon hali bağlamında ve alanında, Stimmung olarak can sıkıntısını melankoliyle, reaktif (nevrotik) depresyonu psikotik (endojen) depresyonla, mizacı (mizaçsal özellikleri) depresif döngüye kapılmış kişilikle birbirine karıştırmak, belirsiz genelleştirmeler yapmak mümkün olabilmektedir.

MELANKOLİDE ZAMANIN ÇÖZÜLMESİ



Depresyonda, iletişimin yitimi ve bunun uzantısı olarak da, yaşayabilmenin yitimi öyle bir yoğunluk gösterir ki, kişinin varoluşunun tamamı kansız, cansız ve boş olur, insanın karşısındaki her gelecek engelli gibidir, hayatın yerini yıkım ve umutsuzluk gerçekliği almıştır. Girişimcilik ve doğallık can çekişmektedir; kaygı, yitmişlik hissi ve zayıflık artmıştır; hayatın bir-parçası-olmayı-istemez-olmak, hatta hatta artık-hayatın-bir-parçası-olamamak, melankolinin anahtar kelimesi olur. Scheler’e göre zamansallıgın yaşanmışlığını oluşturan program ve planlarla yaşanmaz olur; hayat geçmişe dönüktür, sadece yitmişlik deneyimlerinin etrafında dönüp durmaktadır. 

V.E.Von Gebsattel


Melankolik tutukluğun uçurumundan inmek demek, ya-pa-ma-ma deneyimine yakalanmış olmak (bu deneyimin meydan okuyuşuna maruz kalmak) demektir: Hüzünlü-olamama, yaşayamama ve öle-meme demektir. Tutuk melankolinin hali, anlam taşıyıcı olan bedenin hafızasını silecek kadar ileri gidebilir; bu durumda, oluşumun (her türlü geleceğin) taşlaşmasına şahit oluruz, anlam yokluğu mahiyetinde ve kendi savaşında niyetten yoksun kalmış, şey-beden haline gelmiş yaşanmış beden mahiyetinde ölüm deneyimine ilişkin bir şeyler görürüz.

Melankolide geçmiş sınır tanımaz, can sıkıntısında ise sınırlıdır. Can sıkıntısında suçluluk deneyimi yoktur, oysa melankolide suçluluk deneyimi: keskin, acı, can yakıcı, yıkıcı ve ölüm istemine varacak derecede dayanılmaz ve yaygın, telafisi mümkün olmayan derecededir. Melankolideki yıpranmış ve ayrışmış zaman bilinci, insanın yaşanmışlık alanını can sıkıntısından çok daha derin bir şekilde etkilemektedir. Melankolik deneyim, öznel can sıkıntısı deneyimine yabana kalan uçurumlardan aşağı iner ve bu uçurumlar, depresyon deneyimini diğer her bir insani deneyimden koparır (uzaklaştırır). Fazla yoğun karanlık ya da ışık, insanın uçurumlara bakmasını engelleyebilir ya da gözünü kamaştırabilir ama condition humaine’de yer alan sorunsallığın anlaşılmasını sağlayacak varoluşsal kesitlerin seçilir gibi olmasını da sağlayabilir. Ancak, farklı özellikleri ve farklı derinlik dereceleri olabilen ve sıradan (gündelik) varoluşları ya da yaratıcı (dâhiyane) varoluşları vurabilen depresyon halini yaşamak, yaşanmış zamanla (frenin zamanıyla) dünya zamanının (nesnel zamanın) arasındaki süreksizliğin ve yer değişikliğinin (asimetriyi) yaşanmasını (kendi saklı içselligimizde deneyimlememizi) sağlar.

(Elbette ki her melankolik varoluşun, hayat hikâyesini katetmek ve birbirini izlemiş zamansal halkalarını ortaya çıkarmak mümkündür. Yelkovan ve akrebin akan zamanında birer birer gerçekleşmiş olayları yeniden katetme ve hatırlama becerisi baki kalır. Çözülme ve kesinti, geçmişin, şimdinin ve geleceğin bütünsel bağlantısını yitirmiş olan zamanın yaşanışıyla ilgilidir.)

]ean Starobinski, Charles Baudelaire’in bir şiiri ve melankolisi hakkında yazdığı bir metinde, zamanın melankoli sırasındaki dönüşümüyle ilgili olarak çok güzel şeyler kaleme almıştır. 

“Melankolik kişi, kendi içsel zamanıyla dışsal şeylerin hareketi arasındaki bağlantı hissini yitirir. Zamanın yavaşlığından şikâyet eder. Ama melankolik kişi, sıklıkla, dünyaya geç yanıt verdiğini hisseder. Baş döndürücü bir şekilde hızlanan dışsal gösteri karşısında, o, kendi içinde, kendisini hareketsiz kılan bir nevi engel hisseder.”

*
Eugenio Borgna'nın
Melankoli kitabından

Pasolini








*
Joseph Lally
model: wil aleman

MAVİ


Derek Jarman ve son filmi Mavi (1993)'de filmin başından sonuna dek, beyazperdeye kesintisiz olarak mavi rengi yansıtılır. Ses ise, müziğin eşlik ettiği bir tür şiir günlüğü olup, ölümcül AIDS hastası Jarman, bu günlüğe giderek ilerleyen görme kaybını ve hızla kötüleşen sağlık koşullarını kaydeder. Tam anlamıyla belgesel bir film olan Mavi, yaşam ile sinema, hastalık ile sanat özdeşleştirmesi üzerine kuruludur ve kâh ironik kâh yürek burkucu bölümlerle doludur; gene de film, salt bir ıstırabın tutanağı gibi değil, bir yapıt gibi değerlendirilmeyi talep eder. Son yıllarda, görsel antropoloji bağlamında, yönetmenin müdahalesi ne kadar azsa, çekimi bilimsel olarak o kadar ilginç bulma eğilimi yaygınlık kazandı. Böylece, saf bir tutuma düşme riskiyle karşı karşıya kalınıyor: Bilimcilik ile doğallığı birleştirerek, kayıt cihazında ya da kamerada hiçbir dolayım olmadan gerçekliğin bütün çıplaklığıyla aktarılabileceğini hayal eden bir saflık bu. Oysa Jarman’ın filmi, tam da etkileyici özyaşamöyküsellik niteliğinden ötürü, en kişisel ve en öznel iç dökmenin bile, gene de bir filmde (bir kitapta olduğu gibi) hep bir staged authenticity (kurgulanmış sahicilik-bir gerçeklik efekti) olduğunu gösterir. Ama bu, yapıtın sınırı değildir; aksine, onun büyüklüğüdür. Önemli olan, doğrudanlığı içinde belgelenmiş olan ölme değildir; Jarman’ın ölümünden üretmeyi başardığı şeydir. Varsayalım ki, Jarman ölmemiş olsun; hatta hasta bile olmasın ve bütün film hayal gücünün bir ürünü olsun: bir belgesel değil, kurmaca bir film. Bir şey değişir miydi? Kanımca, değişirdi. O durumda, Jarman’ın bir AIDS hastasının hissettiklerini zihninde nasıl canlandırdığını görürdük, Jarman’ın kendi hastalığından ürettiği şeyi değil. Kısacası, Mavi ile, hem kurmacadan, hem tutanaktan farklı olan, gerek düş gücüne gerek yaşanmış hayata göre merkezsiz olan (ikisiyle de ilişki içinde olsa bile) bir bölgede dururuz.


   Mavi, son derece bütünlüklü bir filmdir; dünyanın büyük çeşitliliğini çok küçük kendiliklere indirgeme şeklindeki felsefi tutumu tam olarak yerine getirir. Bu durumda başlık deneyimin hem gerçek hem mecazi yönlerini birleştirir: Görüşün puslanması ve aşamalı görme kaybı (bu seyirciye hem söylenir hem gösterilip kabul ettirilir); Jarman’ın imgeleminde merkezî bir yer işgal eden denizin rengi; sanatçının içine gömüldüğü depresyon ve keder hali (blue [mavi] sözcüğünün, Amerikan kültüründeki blues sözüne de kaynaklık eden mecazi anlamı geçerlidir burada) ve son olarak, hastalığın kaynağı olan ve bir yazgı oluşturduğu için bağlı kalınan norm dışı cinsel deneyimler ufku (blue movie, pornografik film demektir). Görüntülerin kaldırılması, engin bir yaşama duygusu, haz ilkesinin ötesi, sapkın cinsellik: “Mavi deneyiminin" dört boyutu bunlardır. Uzun bir gelenek, biri tasvir yasağı ile pederşahi tektanrılı dinsellik arasında sıkı bir bağ kurmaya alıştırdı: Tanrının mutlak aşkınlığına, kutlu tasvirlerin yapılması yasağı eşlik eder. Oysa Jarman’daki tasvirsizliğin bambaşka kuramsal ve duygusal temelleri belirsiz bir varlığın, ilksel okyanusun, büyük ürobonik ananın içinde, bireysel varoluşumuza göre zihinden önce ve sonra olarak canlandırılan dişil bir arketipin içinde bireysel kimlik ve biçimin yitirilmesinin bir sonucudur. Büyük cinsellik psikologu Henry Havelock Ellis, “undinizm” terimiyle, üretral erotizmde suların çekiciliğini tanımlamıştır. Gerçekten de, Jarman’ın duyarlığı, Ellis’in terimini devşirdiği kaynağa -Friedrich de la Motte-Fouque'nin romantik öyküsü Undine'ye- çok yakın görünmektedir. Mavi’de olduğu gibi bu öyküde de, cinsellik, suyun çağrısı ve ölüm, geçmişteki aşkın silinmez iziyle birleşir.


*
kitap:
Mario Perniola
Sanat ve Gölgesi

Hoffman’ın Vedası

Philip Seymour Hoffman öleli dört yıl olmuş. Aldığım en üzücü haberlerden biriydi. Hatırı sayılır bir Hoffmansever kitle olduğunu ve benim de onlardan biri olduğumu ölümüyle birlikte öğrendim. Ölüm haberinden birkaç ay sonraydı yanılmıyorsam, oynadığı son film (A Most Wanted Man) Türkiye'de de gösterime girdi, sinemaya gittim hemen, herhalde bütün Hoffmansever'ler gibi, Hoffman'a son kez doymak için. 

Bir oyuncu olarak çok kıymetli bir filmografi bıraktı ardında.  Kuşkusuz yaşayan en büyük oyunculardan biriydi. Yukarıdaki video'da yer alan A Most Wanted Man'ın son sahnesi sinemaya da vedası niteliğinde.

Philip Seymour Hoffman'a, ölümüne giden sürece ve sonrasında yaşadıklarına dair eşi Mimi O'Donnel bir yazı yazmış:


Melankoli ve Hiç


Melankoli hem varlığın handiyse karşı konulmaz çekiciliğini hem de hiçliğin acılığını duyumsar. ... Hiçlik, demek ki var olanın saltık yitimi içinde varlığın saltık yıkımı: var olmayan - hiçlik. O görmüştür ki var olan her şey hiçliğe doğru gider. Güzel olan her şey yok olur. Zevk kalıcı değildir. Seyir halinde bir lütuf anında tadına bakar o yalnızca - sonra günün birinde gül solar...


Melankoli'de Hiç konuşur. Önce yıkıcı negatif olarak ki zorla öyledir. Dünyanın görünümlerini ve her türlü insan çabasını anlamsız kılan şey olarak. Gravürün açıkça sölediği budur işte. Ama melankoli yalnızca bu saptamadan oluşmaz. Onda bir gece çekiciliği, hafif bir büyüleyicilik de vardır. Var olanın öngörülebilir yitirilişi, sonuçtaki yıkımı, her şeye karşın varlık zemini üstünde, dolayısıyla da bir bölümüyle pozitif olarak duyumsanır. Yararsızlık, bu zemini etkiler, gizlice işler, ama bir yandan da özgürlüğüne kavuşturur. Sağlamlığını sarsar, ama hafifleştirir de onu, akışkan hale getirir, biraz uçucu, bu nedenle de daha az sarp, istediğinde daha az ısrarlı kılar. Hoyrat zorunluluğunu yumuşatır. Yok olacağını bildiği için, bambaşka -daha şimdiden madde dışı- bir ağırlık verir onun orada oluşuna. Gerçekte ne olmaktadır melankolide? Büyük olasılıkla şudur olan: Söylediğim o sınanmış boşluk, yalnızca varlık ufkundan yola çıkarak manzaranın içine sızar, ansızın birleşir onunla. Var olandan başka hiçbir şey’in hiç'i, kendinden başka hiçbir şey olmayanın-ki, başka hiçbir şey’e sıkı sıkıya bağlıymış duygusunu verir, neredeyse elle tutulabilir ya da en azından kendi içinde yaklaşılabilir duruma gelir. Üstelik yalnızca kıyılarında değil, doğrudan iç yapısında. 

Melankoli, dünyanın yok olacağını bilir ve bu boyutta yaklaşır ona. Görünüşte çok sıradan bir şey bu. Ama dünyanın yok olacağını bilmek ve bunu bilerek onun üstünde yaşamak, sanıldığı kadar çok görülen ve basit bir şey değil. Dünyanın yok olacağını biliyoruz bilmesine, ama şu an değil bu, şimdi’nin içinde değil. Geçip gideceğini biliyoruz, ama sonra olacak bu; her şeyden önce olasılığı az bir sonra; tıpkı kendi ölümümüz gibi. Açılmış, tüm güzelliğini takınmış güle solacak, buruşuk, solgun yaprakları günün birinde yerlerde sürüklenecek güle gittiğimiz gibi gitmeyiz. Gülün geçici olduğunu, sonrası için değil şimdi ve hemen önünde olduğunu bilmek, bambaşka ve çarpıcı bir bilgidir. işte buna davet eder bizi melankoli, kendi kendinin ucuna dek gidersek.


Gül'ün ölümlü olduğunu bilmek ne demektir? Öncelikle ve kuşkusuz, onu bütün güzelliği içinde, herhangi birinin bildiği gibi, gül olarak bilmek demektir. Ama -nasıl söylemeli?- istemeden bilmektir bu. Sevmek, ama onu var olmaya bırakarak düşünsel düzeyde bile olsa kopartmadan sevmek. Onu seyretmek; ama istek duymadan, tüm başka güzelliklere baktığımız gibi seyretmek. Melankoli’yse her türlü isteği ortadan kaldırır. Erk’in doymak bilmez, durmak bilmez işlevini de askıya alır böylece. Ölümlü gülün bilgisi, Erk’in söylemi dışında bir bilgidir. Onun işlemediği bir alanda ortaya koyar kendini. Onun egemenliğinin, o aldatıcı egemenliğinin dışında, gözü açılmış... Evet gözü açılmıştır melankolinin, uyanıktır; öncelikle bu anlamda ve onu gerçekliğine taşırsak, yalnızca bu anlamda.

Böylece, bu var olmaya bırakma zemininde kendini Erk’ten belirgin biçimde ayırırken onun maskesini de düşürür ve aynı zamanda hem güle hayranlıkla bakar, hem de yok olacağını bilir. Gülü gül olarak var olmaya bütünüyle bıraktığı ölçüde daha kolay bilir ve duyumsar bunu. Böylece Erk’i iki kez mat eder. Ne olduğunu bilerek uzakta tutar onu: Evet erktir o, güzellik ve güç içinde devinen, ama günün birinde negatifin eline düşecek işleriyle tehlikede bir erk; aynı zamanda hem hayranlık verici, hem geçici, ve yalnızca yazgısal; Erk’tir, çünkü yazgısaldır.

Sonuna dek götürüldüğünde, son siperlerinde -doğru seçilmiş bir sözcük bu- melankoli. başka bir uzamı açmaktadır artık: Dürer’in gravüründe yarıda bırakılmış o soldaki boşluğu. Yapıt bu boşluğa doğru açılmaktadır ve hiçbir şeye bakmayan Melek’in gözleri, her şeye karşın bu boşluğa dikilmiştir.


*
Roger Munier

*
İlgili Okuma:

Cinsellik ve Melankoli





Melankoliklerin çoğu kafalarını cinsellikle bozmuşlardır 
(başka bir çeviride: karasevdalılar biraz kösnüldür.)

Aristotales

Melankoliklerin kişiliği iki testisinin arasındadır.

S. Freud

Melankoli özünde aşk özlemidir. Burada aşkla, en temel kösnüllükten en yüce ruhsal sevgiye kadar her biçimiyle, her derecesiyle aşk kastedilmektedir. Melankolinin itkisi Eros'tur, aşk ve güzellik arzusudur. 

Romana Guardini 


*


*

Richard Long / Arazi Sanatı

 Basit, pratik, duygusal, sessiz ve etkin sanat hoşuma gidiyor.

    Yürümenin sadeliği,

    Taşların sadeliği...





 İnsanın elinin altında bulabileceği sıradan malzemeler, özellikle de taşlar hoşuma gidiyor... Dünyayı oluşturan malzemenin taş olması düşüncesi hoşuma gidiyor.

    Sıradan şeylerin sanat olarak algılanması hoşuma gidiyor. 

    Bir tekniğe bağlı olmayan duyarlılık hoşuma gidiyor.





Sanatımın görünürlüğünün ve ulaşılabilirliğinin koşullara bağlı oluşu, ayrıca aynı anda hem kamusal hem özel olabilmesi, hem sahip olunabilmesi hem de olunamaması hoşuma gidiyor.

    Yerlerle zamanlar, mesafeyle zaman, taşlar ve mesafe, zaman ve taşlar arasındaki şekillerin simetrisini kullanmak hoşuma gidiyor.

Bruce La Bruce

Kişisel olanın kesinlikle politik olduğunu düşünüyorum; cinsel olan politiktir, hatta tuvalet bile politiktir, her şey politiktir. 

Seksi açık seçik kullanmaya ilk deneysel filmlerimde başladım, bir deney yapar gibi hatta. Beni nereye götüreceğini merak ederek temsilin sınırlarını zorladım. İlk filmlerimde yer alan müstehcen gey seks, insanlara eşcinselliğin özünü, o yokmuş gibi davranamayacakları hatta görmezden gelemeyecekleri bir şey olarak, suratlarına fırlatmama yardım eden politik bir araçtı.

Bruce La Bruce


Fotoğraf / Ölüm


River Phoenix, My Own Private İdaho'da


Bir filmde öldüğünü bildiğim oyuncuları gördüğümde ya da yeniden gördüğümde bir tür melakoliye kapılırım hep: Fotoğrafın kendisinin melankolisidir bu... Töremlerin gerilemesiyle çağdaş olan fotoğraf bizim çağdaş toplumumuzda simge, din ve törem dışı bir ölüm'üm, birdenbire ölüm'e dalışın karşılığıdır belki de." 

 Roland Barthes / Camera Lucida


*
ilgili okuma: 
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2016/04/olum.html

Sonnet du trou du cul (Kıç Deliği Sonesi)





Montaigne & Tasso

"O antik ve saf şiirin, hiçbir İtalyan ozanın uzun zamandır olamadığı şekilde, en akıllılarından, en beceriklilerinden ve en olgunlarından biri olandaki kıpırtıyı ve sevinci alıp götüren ne?"

Montaigne, melankolinin pençesine düşmüş Tasso'yu ziyaret eder. 

François Marius Granet (1775 - 1849) Montaigne visits Tasso in Prison



Michel de Montaigne Ferrara’da bulunduktan ve Sant’Anna tımarhanesinin sonsuz karanlığında Torquato Tasso’yu gördükten sonra, kendi duygulanım ve kaygısını yeniden dile getirir, deliliğin anlam ve anlamsızlığını yeniden ifade etmeye ve cevabı olmayan muammalara ilişkin bir şeyler anlamaya çalışır:

François Fleury-Richard (1777 - 1852) Montaigne and Tasso


"Sessizlik bile yalvarmayı
ve kendini duyurmayı bilir."

T. Tasso

another dream






David & Saul

David and Saul (Rembrandt)

O günden sonra, Tanrı’nın gönderdiği kötü ruh ne zaman Saul’un üzerine gelse, 
Davut liri alıp çalar, Saul rahatlayıp kendine gelirdi. Kötü ruh da ondan uzaklaşırdı
(Samuel, 16,23.1)



 Ressam Hugo van der Goes lanetli olduğunu, sonsuz bir lanete Uğradığını söylüyordu, kendini öldürmek istiyordu; Başrahip Thomas çağrıldı; onunla konuşup muayene ettikten sonra, hastanın Saul’un hastalığına tutulduğunu söyledi. Ardından Davut kitarasını çaldığında Saul’un rahatladığını hatırlayıp, Hugo’ya hemen bol bol müzik çalınmasını ve başka dinlendirici gösteriler düzenlenmesini istedi, bunlar aracılığıyla onun aklındaki çılgınlıkları kovmayı umuyordu.


*
ilgili okuma:


Melancholia / Giorgio de Chirico


1912


*
ilgili okumalar:

Experimental Self: Edvard Much


NİETZSCHE & BATAİLLE


"Ben kendisini, Nietzsche'nin bir yorumcusundan ziyade 
onunla aynı gören tek kişiyim."


Bataille'ın  yoğun biçimde Nietzsche'ci olduğu iki dönem vardır kuşkusuz: İlki inanç yitimine ve dünyayı onaylamasına denk düşer.  Şunu söyleyebilirim ki, eğer Bataille ömrü boyunca bir ahlaka ve tek bir ahlaka boyun eğmişse, bu, Nietssche okumasından çıkardığı bir ahlaktır. Bataille 1923 yılında dünyaya Evet demeye karar verir. O dönemden itibaren bu Evet'e cevap vermeyen ve hem deneyimi hem de düşünceyi yargılamakta mihenk taşı olmayan hiçbir şeyi artık ne söyleyecek ne de yazacaktır. Bataille yine de bir süre Nietzsche’ye olan sevgisini yitirdiği -kimi zaman olumlanan bir dönem yaşayacaktır.

...

 Bataille’ı gençliğindeki dinsel deneyimden çıkartan kuşkusuz Nietzsche’dir; kapanma arzusundan onu kurtarıp dünyanın canlılığını ona keşfettiren Nietzsche’dir. Fakat 1939 yılında, onu yeniden başka türde bir dinsel deneyime daldıran ve ona canlılığı mahkûm ettiren de yine Nietzsche’dir.

...

 Bataille resmi eğitim almış bir filozof değildir- etkilenmiştir. öncelikle de bilgilendirici kitapları okumuştur. Sonradan ne okursa okusun -görüleceği gibi: Proust, Dostoyevski, Nietzsche- bunları, sofuluk ve coşkuyla Tanrı’yı “okuduktan” sonra (aynı şekilde okuyarak da denebilir) okuduğu gerçeğini hiçbir şey değiştiremez (ve silemez).

https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2018/01/Acephale

Bataille’ın Madrid ’te Proust’vari bir kitap yazmaya başladığı bilinmektedir; demek ki Proust’u önceden ve uzun uzun okumuştu. Proust onu dinsel dünyadan ilk uzaklaştıran olabilir. 1922’de Gide (Yeryüzü Nimetleri ve Paludes) ve özellikle Nietzsche (Vakitsiz Mülahazalar ve İyinin ve Kötünün ötesinde) geldi: bunların da onu dinden iyice uzaklaştırdığına kuşku yoktur. Nietzsche okumanın önemini (ancak 1923’te okumuş olmasına rağmen) Bataille defalarca belirtmiştir. Proust’un aşındırmaya başladığı şeyi Nietzsche temelinden yıkar. Hem de öyle şiddetle yıkar ki (kuşkusuz, fazla şiddetlidir) Bataille irkilir: “Yenilmiştim ve direniyordum.” Bu kadar altüst edici bir okumanın etkilerini azaltmaya yardımcı olabilecek her şeye ilk kez sıkı sıkı sarıldı: “Kendi yazgısıyla karşılaşan bir insanın öncelikle gerilemesi doğaldır.” (Bataille’ın nasıl gerileyebildiği gayet iyi görülür: örneğin Notre-Dame de Rheims'in konusuna paralel olan ve 1918’de başlayan “iş”e devam etmek için bir dayanak noktası olarak kullanabileceği Claudel'in Cinq grandes odes'unu okur.)

Dolayısıyla Bataille ancak 1923’te, kendi kaderine boyun eğer gibi Nietzsche’ye “razı oldu.” Fakat razı olurken de, Nietzsche’nin yapmış olduğu deneyimi tekrarladı: “Nietzsche’nin karşılaştığı güçlüklerle -Tanrı’yı ve iyiyi ardında bırakırken, iyilik ya da Tanrı için canlarını verenlerin ateşiyle yanarak- sıram geldiğinde ben de karşılaşacağım.” Bataille Hıristiyanken olduğu gibi ateşler içindedir, yanar.

Fakat Nietzsche’nin ona çağrısı, henüz Nietzsche’nin bir rolü yokken, yıllar önce her şeyin (örneğin Londra’da keşfettiği gülmek) ona çağrısı, Tanrı’yı ve iyiliği terk etmekti: Aslında, o zamana dek savunduğu her şey. Daha önce önünde diz çökmesine yol açan inanç değişimi kadar önemli fakat tersinden bir inanç değişimidir bu. Bu dönüşümün sonuçlarını kuşkusuz anında ölçememiştir, ama yine de ne kadar kökten olduğunu hissedebilmiştir. Hemen fark ettiği gibi, Nietzsche sadece güç istencinin değil, (Bataille’ın dediği gibi) kötülüğün de filozofu olduğu ölçüde bu dönüşüm son derece köktendir. Tanrı’nın haklı gösterdiği iyilik yerine, Nietzsche, bir eldiven gibi tersine çevrilmiş bir ahlak buyruğu olarak kötülüğü belirtir. Geride, ölü (ya da, ölüden ziyade, namevcut) Tanrı kalır ve onun yerine hiçbir şey konamaz; yeri boştur. Tanrı geçersiz ilan edilince, vaizlerin “falanca ya da filanca şeyi yap” demesi hiç değerindedir. Dinlemeye rıza gösterdiği tek vaaz Zerdüşt’ünkidir; Zerdüşt, Tanrı’dan daha fazla, “üstlendiği görevlere gülen bir baştan çıkartıcıdır." Bataille’ın 1920 yılında Londra’da -ardından Siena’da- keşfettiği gülmenin, bütün derin afetleri içinde, Tanrı tarafından asla haklı gösterilmeyeceğini, kendisinin, sadece kendisinin haklı gösterdiğini -bu kez Nietzsche sayesinde- anlamıştır:

“[...] Kahkaha konusunu mümkün olduğunca derinlemesine düşünmeye başladığım andan itibaren, ilk etki, dogmanın sunduğu her şeyin, bir tür akış içinde sürüklenip götürüldükten sonra parçalandığı hissi oldu. O an, inancımı ve buna bağlı davranışlarımı sürdürmenin oldukça mümkün olduğunu, ama üzerime çöken kahkaha dalgasının bu inançları bir oyun haline getirdiğini, inanmaya devam edebileceğim, fakat kahkahanın bana verdiği oyun dinamiğiyle aşılmış bir oyun haline getirdiğini hissettim.”

Artık hiçbir proje, hiçbir kurtuluş ona bağlı değildir. Nietzscheci sarhoşluğun ölçüsüzlüğünü Bataille kuşkusuz Siena'da hissetmişti. Tanrıyı inkâr eden Bataille (Bataille tanrıyı inkâr eder; fakat daha önce bütünüyle Tanrıya bel bağlamış biri ancak onu gerçekten, şiddetle inkâr eder), çırılçıplak bırakılmış teni tercih eder: Teni tutuşturan arzudan ve onu sarsan kahkahadan daha fazla hiçbir şey bunu doğrulayamaz. Sadece ten, Tanrı neyse odur: dipsiz bir uçurum. Bir anlamda, babasının bıraktığı ders budur; fakat bu kez sakat bir şey yoktur, ölümcül ya da bunaltıcı bir şey yoktur:

“İşte, benlik: İnsanların her konuda birbirine bel bağladığı, insanın uzun çocukluğundan çıkış, uyanış.”

Şuna geri dönmek gerekir: “Benim dindarlığım bir firar teşebbüsüydü: Ne pahasına olursa olsun, kaderden kaçınmak istemiştim, babamı terk etmiştim.” 1914’teki inanç değişikliği ona Hayır’ı söyletti, 1923’teki “yeniden inanç değişimi” tamamen koşulsuz bir Evet demesini buyurur; söyleyenin dünyada bulduğu, keyiflilik, oyunculluk kadar derin bir Evet. Bunu vurgulamak gerekir, çünkü Bataille (kelimenin yaygın anlamıyla) ani bir dinsizlikle Hıristiyanlığı terk etmez, çünkü ona atfettiği mutlaklığın yerine daha yoğun bir mutlaklık geçirir, çünkü Hıristiyanca Hayır ne kadar mutlaksa, Nietzscheci Evet de o kadar mutlaktır.

Bataille bunu, çok daha sonra, ömrü boyunca Hıristiyanlığı ve “Nietzscheciliği” içinde tutacağı dar ve görünüşte paradoksal yakınlığın yol açacağı her türlü yanlış yorumun önüne geçmek için şimdiden tekrarlamanın yeri olan terimlerle söyleyecektir: 

“Nietzsche’nin ateizmi kendine özgü niteliktedir, Tanrı’yı bilen, Tanrı’yla azizlerinki gibi bir deneyim yaşamış birinin ateizmidir. [...] Nietzsche’nin öğretisinin takip edilebilmesi için önceden Hıristiyanlığı özümsemek gerektiğine inanmaya yöneltir her şey.”

“Atalarımız, inançları uğruna mallarını canlarını, devletlerini ve vatanlarını feda eden, eşi benzeri olmayan sadakatte Hıristiyanlardı. Biz de aynısını yapıyoruz. Neden peki? İnançsızlığımızdan mı? Her türden inançsızlıktan mı? Hayır, siz bunu çok daha iyi biliyorsunuz, dostlarım! Sizde gizli olan Evet, sizi ve çağınızı bir salgın gibi etkileyen bütün Hayırlardan ve bütün Belki’lerden çok daha güçlüdür ve siz göçmenlerin denize açılması gerektiğinde, sizi buna bir inanç mecbur edecektir..."

Yukardaki buyruğu herkesten iyi benimsemiş olan Bataille’ı da (Nietzsche gibi) bir nihilist yapmak, paradokstur: "...kendisi dünyaya hiç sınırsız ve çekincesiz Evet demeye devam ederken, imkânsızın sınırındaki bir ifadeyi kaygıyla aramaya adanmış olan eserinin çoğu zaman azgın bir inkâr görünümüne bürünmesi eserinin çelişkilerinin en önemsizi değildir.”

*
Michel Surya
BATAİLLE

SADE OLAYI

“Sinirleri buran ve varlığın sessiz hazzına çılgınca  tanrısal ve gizemli bir hiddet veren bu şehvetli cinayetin haşin susuzluğu, hiç kuşkusuz,  öncelikle utangaç ve kaygılı beklentiye,  sonra da, doğrudan doğruya,  erkeklerin ve kadınların şehveti olan,  olasılığın haşin ve daima öfkeli parçalanmasına tek başına cevap verir.”

1956 yılında, edebiyat tarihinin tuhaf bir özeti ve ikiliklerinin ilave bir etkisi olarak, birçok yasadışı kitabın bilinmeyen yazarı olan Bataille, D.A.F. de Sade’ın dört kitabını yayımladığı için Jean Jacques Pauvert’e açılan davada tanık oldu.

Kovuşturulan dört kitap şunlardı: 

Yatak Odasında Felsefe,

 Yeni Justine,

 Juliette

ve

Sodome’un Yüz Yirmi Günü.



Tanıklığı, ikiyüzlü bir muğlaklık modelidir: Bastırılmış bir hayranlığı ve “bilimsel” doğrulamayı ortaya koyar (Bataille, bir filozof olarak, hiç beklenmedik bir tanıklıkta bulundu: Koşullar her gerektirdiğinde, kendisini uygun bir dille ifade etmeyi daima bilmiştir -gereklilik burada Pauvert’in rahatlığı ve suçlanan kitapların serbest dolaşımıydı):

“Günümüzde, bir tür dehşet uçurumuna Sade aracılığıyla inme olasılığını elimizde bulundurmalıyız. Bu dehşet uçurumunu tanımamız gerekir; üstelik bunu öne çıkarmak, aydınlatmak ve tanıtmak özellikle felsefenin görevidir -benim burada temsil ettiğim felsefenin. İnsanın anlamının dibine dek inmek isteyen biri için Sade okumanın sadece tavsiye edilir değil, gayet gerekli olduğu kanısındayım.”

Bataille’ın konumu sadece cesur olmakla kalmaz» sürekli talep ettiği şeye de sadıktır: Hiçbir şeyi es geçmeyin! Sade’ın soğukkanlılıkla buyurduğu şeye sadıktır: “İnsanları ne ölçüde ürpertirse ürpertsin, her şeyi söyleyin.” Bataille bu buyruğu benimsedi ve büyük ölçüde yaydı, çünkü bir filozof olarak insanın anlamının en derinlerine kadar gitmekle ilgiliydi: İnsanlar ne denli ürperirse ürpersin, her şeyi düşünmek gerekir. İnsan olarak en derinimizde, Sade okumamızı bizden talep etmeyen tek bir insani anlam yoktur (ya da düşüncenin insana geçici olarak ödünç vermediği tek bir anlam yoktur); Sade’ın yazdığı her şeyi (hiçbirini es geçmeden) okumalıyız. Bu durumda, Sade’ı okumak sadece tavsiye edilmekle kalınmaz, üstelik gayet zorunludur. Bu konuda da Bataille ömrü boyunca düşündüğü (ve kuşkusuz harekete geçirdiği) şeye sadıktır: Tenselliğin özgür hareketine ihanet etmek bir yana, aşırılık onun anlamına delalet eder. Yavan ailevi sevincin herhangi bir şekilde alkışlanmasından çok daha iyi yapar bunu. Bir yanda, hoş bir şehvetin tatmin ettikleri vardır ve bunlar çok sayıdadır, bunlar tutkunun baş döndürücülüğüne ilgisizdirler. Diğer yanda, olasılığın korkunç altüst oluşunu takınak etmiş olanlar -belki bunlar da çok sayıdadır, belki sadece tek bir kişidir-, imkânsıza erişene dek dur durak bilmeyenler vardır. İlk gruptan insanlık korkunun onlara daha önce öğretmiş olduğundan başka bir şey öğrenmedi. İkincilere (örneğin Sade’a) ise, olasılığın ötesine geçerek, bir anlamda imkânsızı azaltmayı, onun bir daha kesinlikle imkânsız olmamasını borçludur.

Bu durumda adalet onların eylemine (olasılığın ötesine geçme eylemine), onların hatasını, olmak istedikleri hatayı aşketmekte gecikmez ve böylece mahkûm eder (mevcut haliyle, mahkûm etmezlik yapamazdı, onu mahkum etmemek, bu hatayı, imkansıza bu geçişi, aradığı anlamdan yoksun bırakmak olurdu). Bataille bunu tanıklık ettiği davadan üç yıl önce güçlü bir şekilde söyler:

"[...] suç, mahkûm eden yasalar olmadan, belki imkânsız olurdu, ama imkânsız kabul edilemez. Ve imkânsıza takınaklı kimse, takınağının nesnesinin gerçekten imkânsız olmasını ister [...] Genellikle, suçlu suçun karşılığının ölüm olmasını, nihayet onu cezalandırmasını ister, bu ceza olmadan suç, suçlunun istediği, olduğu şey olmak yerine, olasılık olur."


Bu nedenle, XVII. Asliye Ceza Mahkemesinin başkanının ısrarlı sorusuna (Sade tehlikeli midir? Okunmasını yasaklamak mıyız?) Bataille "dolambaçlı" cevap verir (başkan onu böyle suçlar).

Kuşkusuz Bataille anlaşılmamaktan ya da yanlış anlaşılıp bulaşıcılığı teşvik etmekten çekindiği için değil, başkanın sorusu, tersine dönmesi dışında, pek az anlam taşıdığından böyle cevap verir. Kimse Sade okuyarak Sade ya da kişilerinden biri olmayacaktır. Onu okumak yetmez: Bu eserde, alışılmadık boyutlarda, baştan çıkartıcılık yoktur. Bununla birlikte bazıları Sade’ın kafasına taktığı şeye kafayı takabilir. Buna kafayı takabilirler, çünkü tutku oyununun mantığı budur, olasılığın ötesine geçerek imkânsızı ister. Ve öncelenmiş bu cevap (1953 tarihlidir) yine hukuku ilgilendirmektedir: Gerçekten de adaletin bu “korkunç altüst oluşla uygun cevaplarının olmadığına inanmasına gerek yoktur. Genellikle, olasılıktan geçen kişi, böylece arzusunu sonuna dek taşıyarak, suçunun karşılığını ölümden bekler. Sadece ölüm -ve adalet bu ölümü ona vermekte suçsuz kalır- onu suça teşvik etmiş olan imkânsız niteliği bu suça verebilir.

* Bataille Sade karakteri ile ahlaki gerekliliğin aykırı bir yakınlaşmasını gerçekleştirmekte tereddüt etmedi. Değer tutku olduğundan, saf tutku, yani itaatsizlik olduğundan, “aldatıcı görünümlere (ya da kasti muğlaklıklara) rağmen, ahlaki gerekliliğin Sade’la ilişkiden kazanacağı çok şey vardır.”
Bu cümle davadan on yıl öncesine aittir (OC XI, 249-250).

*
Michel Surya
BATAİLLE