RİMBAUD / Thomas Bernhard


Fransa’nın şairi gerçek bir temeldi, mısraları kanlı canlıydı. Bu söz üstadı için, çevrilmesi imkânsız Rimbaud için yüz yıl dediğiniz hiçbir şeydir. O konvansiyonel olmayan bir usulle hayatı köküyle birlikte pençelerine taktı, aynı zamanda da onu saygı ve ölüme düşkünlüğüyle kavradı. Rimbaud’nun şiiri tamamlanmıştır, o yirmi üç yaşındayken kitabını kapattı, “Sarhoş Gemi”sini, “Esinlenişler'i, “Cehennemde Bir Mevsimini. Bir daha asla şiir yazmak için kalemine dokunmadı, içini edebiyattan tiksinme almıştı. Ama işini tamamlamıştı, bu kadarı yeterdi. “Absürde! Ridicule! Degoûtant! - mısralarından hayranlıkla bahsettiklerinde ve onu Fransa’daki edebiyat âlemine geri kazanmaya çalıştıklarında Rimbaud lafı işte böyle geçiştiriyordu.

Rimbaud 20 Ekim 1854’te Charleville’de doğdu. Babası subay, annesi başka her kadın gibiydi, oğlunun iyiliğini düşünüyordu ama hamuru mayalanmaya başladığında, dokuz yaşındayken ilk mısralarını, ilk “denemeler”ini, hayallerini, Fransa’nın en iyilerinden sayılan ilk şiirlerini okuldan eve getirince annesini bir şüphe ve çekingenlik aldı. Rimbaud, 1870 Temmuzunda “Sancho Pansa’nın Eşeğine Hitabesi”ni anlattığı mükemmel Latince mısraları için ilk ödülünü alır. Daha üniversitedeyken Ardenler’deki bir gazete için yazılar yazar ve hem Napolyon’a hem Bismarck’a aynı şiddette saldırır. insanların fakirliğini görmek ve derdini çekmek için Paris’e yayan gider, insanların ıssızlığının ve insanlardan korkusunun içine dalar ve her bir bulvarın arasındaki canından bezmişlerin ve beşparasızların koynuna atılır. Anlatıldığına göre o sıralarda saçları at yelesi kadar uzundur, yanından geçen biri berbere gitsin diye ona dört sou sunar, “Charlevilleli Şair” de tutar parayı tütüne yatırır. Sonra Babylon Kışlasında, ırkların ve sınıfların bu yoğun karışımında, ihtilale tanık olur ve hararetle haykırır: “Ben işçi olmak istiyorum! Mücadeleci olmak!” - Sekiz günlük bir mücadeleden sonra hükümetin birlikleri başkente hücum eder, esir alınan ihtilalcilerinin, yani Rimbaud’nun dostları ve yoldaşlarının kanı akar. Hayatının ilk büyük sarsıntısını atlatmış olan kendisiyse mucize eseri oradan kurtulur. Ama Charleville artık yuvası olmaktan çıkmıştır.

Rimbaud bir şehitti, “sosyal” birisiydi ama asla politikacı değildi. Politikayla da, sanatın yabancılaşmasıyla da ne ilişkisi ne ortak noktası vardı. Bir insandı, ne eksik ne fazla ve insan olarak zihnin uğradığı tecavüz onu asabileştiriyordu. Charleville’de bir köşeye oturup hararetli şiirleri “Sarhoş Gemi”yi -halbuki henüz denizi tanımıyordu- ve bir cümbüş, nefret uruna karşı bir itham ve Paris insanının günahlarının şiiri olan “Paris Tekrar Nüfuslanıyor” şiirini yazdı; içini öfke sarmıştı, nehir boyu yürürken “manen sükuna ermesi saatler sürüyordu.” O muhteşem “Kilisedeki Zavallılar” isimli manzum yapıtını “kalbi güm güm atarak, tahtadan meleklere durmadan bakıp arkalarında tanımın olduğunu sanan pasaklı çocukların yanında...” yazdığında Rimbaud on yedi yaşındaydı, Rimbaud komünistti, evet ama Champs-Elysees’de sarayları ateşe vermek isteyen değil, bir zihin komünistiydi, şiirinin ve sembolik düzyazısının komünistiydi.

Fransa’da saygı duyduğu yaşayan tek şair olan Verlaine’e mısralarını gönderdiğinde Verlaine ona, “Venez, chere grande âme! ” gibi klasikleşmiş bir cümleyle cevap verir. Sarhoşluğa doymuş salonlara bir tanrı gibi girip çıkan “Paris’in şairi” evinin kapısında “vakur” bir adam yerine on yedisindeki üstü başı perişan jean’ı bulunca nasıl da hayrete kapılır. İşte bu adam “Sansasyon’ü, o büyük ve yakıcı şiiri ardında bırakmıştır. Heyhat, ne devirlerdi onlar!


Verlaine’le birlikte Rimbaud için yeni bir çağ başladı, çok dostane ve son derece insani bir devirdi bu; ikisi birlikte Londra’yla, dünyanın en büyük limanının boğucu havasıyla, kapkara fabrikaları olan Orta İngiltere’yle tanışmak için İngiltere’ye seyahat etmişler, -kısa süreliğine! - ayrılmak üzere Brüksel'e geçmişlerdi. Söylendigi üzere Verlaine’in, “ardına bakmadan" bir sabah terk ettiği ailesinin yanına, 'evine' dönmesi lazımdı. Pasaportları olmadan hiçbir şeyleri olmadan Avrupa’da gezinme lüksüne sahip bu iki berduş birbirlerinden ne kadar farklıydılar; “düzyazıyla hazmedilmesi” gereken yeni devasa gerçekliğin önüne kattığı, kaçak, durmadan firar eden Rimbaud bir tarafta; yumuşak ve Rimbaud'ya çok düşkün Verlaine öbür tarafta; Verlaine Katoliklik ve kurtuluş için çabalar ve derin şiirlerini Rimbaud'ya borçludur; bu şiirler mağlup bir adamın, Charleville’li küçük kardeşini kavgada vurup ağır yaraladıktan sonra hapishanede kaleme aldığı artık sükûnet halindeki bir insanın kutsanmış şiirleridir. Verlaine Rimbaud için büyük şairdi ama yumuşak ve müptelaydı, oysa Rimbaud Verlaine’in şahsında “İsa Mesih haricindeki tek yaşam zenginliği” biçimini almıştı. Bunu yanlış anlamamak lazım: Verlaine "kardeşinin" şairane gücünü seviyor, Arthur’un o muhteşem duru yüzünü ise artık sevmiyordu.

Şairlerin hayatı sokak seviyesine indirilemez ama Rimbaud'nun hayatı çok muazzam, çok büyük, bununla birlikte bir azizin hayatı -kadar da inançlıdır. Şiiri gibi o da karşımızda durur: iğrenç, hakiki, güzel ve tanrı elinden çıkmış gibi!

Rimbaud Almanya’da Stuttgartlı Doktor Wagner diye birinin evinde hocaydı, Belçika’da dolanıp Hollandaya gitti. Sömürge birliklerinde kalmak için başvurdu ve yedi haftalık denizaşırı seyahatten sonra, Cavaya ulaştı. Ama askerlik hizmetini de, vaktiyle sahip olduğu, “dünyayı görmek için misyoner olmak” düşüncesi gibi ciddiye almadı. Hollanda Hindistanı’nda karaya çıktığında sanki, iğrenç medeniyetin ulaşamayacağı bir yerde olma hedefine ulaşmıştı; Kaçtı, Batavia’ya gitti, askerliğe başlarken verilen parayla geçindi, bu yeni topraklarda dolandı durdu, hayvanlarla ve aptallarla beraber yaşadı, 1876 yılında evine dönmek için bir İngiliz gemisine bindi. Bir süreliğine yorulmuştu. Helena Adası’nın yanından geçerlerken geminin durdurulmasını istedi. Arzusu yerine getirilmeyince, adaya yüzmek için denize atlayıverdi. Mutlaka Napolyon’un ordugâhını görmek isteyen Rimbaud gemiye yeniden zor zahmet bindirilebildi. Tam 31 Aralıta tekrar Charleville’e vardı.

O, ömrü boyunca bir maceraperest oldu, hayatının yarısını yollarda geçirdi. Edebiyata çoktan yüz çevirmişti, bir daha da bir şey yazmadı:

"Yoldaki çakıllarda parçalamıştım pabuçlarımı, 
sekiz gün boyunca. Charleroi’da mola verdim.
‘Yeşil Kabare’de tereyağlı ekmek istedim 
bir de soğumaya durmuş jambon.

Masanın altına uzattım ayaklarımı, 
rahat rahat, baktım duvarlara 
üzerlerindeki basit resimlere. 
Ah tarif edilemez, dik göğüslü garson kız 
bana getirdiğinde

şen bakışları, gülen ağzıyla,
-yoktu öpülmekten korkusu! — renkli tabakta 
tereyağlı ekmek ile sıcak jambon,

beyaza çalan pembeydi rengi, sarımsak kokulu ve baharlı 
bir de parlak yaz güneşinin çevirdiği 
birayı boşalttı uzunca bardağa.”


Artık sadece keyif çatıyordu. Sonra tekrar Marsilya’ya gider ve anahtarlık satar, Mısır’a geçer, tekrar Fransa’ya döner ve nihayet kahve ve parfüm alıcısı olarak Arabistan’a giden bir gemiye biner. Kasımda Arabistan’ı terk eder ve Zeyla’ya ulaşır. Aralığın ilk yarısında, Somali çölünde yirmi gün at bindikten sonra bir İngiliz kolonisi olan Harar’a gelir. Burada “330 Frank maaş, iaşe, yol masrafları ve %2 komisyonla” bir İngiliz firmasının genel acentesi olur. Fakat Rimbaud, Aden’i terk etmeden önce, annesine mektup yazıp bilim kitapları yollamasını istedi. Sanattan elini eteğini çekmişti, aynı derecede önemli, başka entelektüel şeyler için çabalıyordu; derken sonraki zamanda metalürji, gemicilik, hidrolik, mineraloji, duvarcılık, doğramacılık, zirai makineler, kerestecilik, madencilik, camcılık, çömlekçilik, demir döküm işleri ve artezyen kuyularını inceler - her şeyi benimsemek ister, hiç olmadığı kadar açtır, hem de genel acente sahibiyken bile! Ticarethanenin Harar şubesi Rimbaud’nun idaresinde altın çağını yaşar. Ama şairin kendi işleri sürekli kötü gider. Mektuplarında paradan puldan bahseder, bunları aramak lazımdır. Yine sabırsızlanır ve Tonking’e, Hindistan’a ve Panama Kanalı’na gitmek ister. Belki de zihnini uyuşturmak için olacak, artık sadece işleriyle uğraşmaktadır; kahve ticareti, Kızıl Deniz'e yolladığı silahların ticaretini, pamuk ve meyve ticareti yapar - halbuki Fransa’ya en güzel gençlik şiirlerini armağan etmiştir. Mutsuzluk içinde şunları yazar: “Çok canım sıkılıyor, daha önce hiç benim kadar sıkılan birini tanımadım.”


Evlenmeyi arzu ettiği 1890 yılında içinde aniden bir tür nıkris, fırtınaların kırbaçladığı bu insanın o güne dek bilmediği o vücut sancısını hissetti. Fransa’dan uzakta, kölelerin ve zencilerin arasında, pis kokulu çölde. Ecel devasa adımlarla yaklaşıyordu. Bizzat kendisi hastalığı hakkında şunları yazdı: “Harar’ın havası soğuk, bense alışkanlıktan, basit bir keten pantolon ve pamuklu gömlekten başka neredeyse hiçbir şey giymiyorum; ve bu halde her gün ülkenin sarp dağlarında 15 ila 40 kilometrelik saçma sapan at gezintilerine çıktım. Sanırım dizimde, yorgunluk, sıcak ve soğuğun ortaya çıkardığı zehirli bir ıstırap gelişmiş olmalı. Gerçekten de bu ıstırap diz kapağının altında bir çekiç darbesiyle başladı: dakika başı hissettiğim hafif bir darbeydi bu... Etrafta dolanıp çalışmaya devam ettim, hem de her zamankinden çok, çünkü sıradan bir soğuk algınlığı olduğunu sanıyordum...” Aden’deki hastanenin İngiliz hekiminin yaptığı muayene ileri safhada, tehlikeli bir eklem iltihabı olduğunu meydana çıkardı. Rimbaud kendisinin Akdeniz’e açılan bir buharlıya götürülmesine karar verdi.

Marsilya’da bacağı kesilir. Yaşlı Madam Rimbaud yanındadır. “Kötürüm oldum,” diye yazar şair çaresizlikle, “kötürüm birinin dünyaya ne hayrı olur? Bütün bu katlandıklarımdan sonra ölmeyi yeğlerim...”

Bunları onu yatağa düşüren, aylarca süren ağrılardan sonra yazar. Kanser olmuştur. Kız kardeşinin yazdığına göre 23 Temmuzda kendini, Roche’a yerleşmiş olan ailesinin yanına götürtmüştür. Rimbaud, orada nihayet huzur ve uyku bulmayı ummaktaydı. Yıl 1891’di. Evine döndüğünde tahıllar donmuştu, kendisi için hazırlanan odayı görünce haykırdı: “Burası Versaılles’a dönmüş” -Sonra hayatının en korkunç ayları geldi. Ekimde ölümün İlk alametleri belirginleşir. Şair bir kez daha, tek bacağıyla, yola çıkmak ister, Hindistan’a veya en azından Harar’a, zencilerin yanına, istasyona götürülür, trenin içine sürüklenir ama bir sonraki istasyonda tekrar inmek zorunda kalır. Bu, bir insanın yaşayabileceği en derin çaresizlikti. “Hoapital de la Conception”a Jean Rimbaud adıyla kayıt açtırdı. Bundan sonrası, istediği hayat ile ölüm arasındaki mücadeleden ibaretti. Muhteşem hayaller görmektedir, “Illuminations”, yani aydınlanmaları geri dönmektedir. Şair can çekişirken geri döner, birden yine yirmi üç yaşında firar ederken durduğu, her köşeden “edebiyatın barbarlığı” ve “zekânın yumuşamasının yüzüne tükürdüğü yere varmıştır. Yeniden şairdir - artık hiçbir şey yazmasa bile. Yeniden oradadır - zaten bir yere ayrılmamıştır, sadece Harar’da, Mısır’da, İngiltere’de, Java’da bulunmuştur. Bu bir dolambaçtı, o kadar, artık Charleville’in şiirini apaçık önünde görüyordu ve şunun farkına varmıştı ki şiiri başarmıştı. Şiir muhteşem bir teselli halinde üstüne indi. “10 Kasım, öğleden sonra saat ikide öldü,” diye not aldı kız kardeşi Isabelle. Bu denli tanrı korkusu karşısında sarsıntıya uğrayan papaz ona dua etti. “Hiç böyle güçlü bir iman görmedim,” dedi. Isabelle’in yardımıyla Rimbaud, Charleville’e götürüldü ve büyük bir debdebeyle defnedildi. Kendisi hâlâ orada, kız kardeşi Vitalie’nin yanında, sade bir mermer anıtın altında yatmaktadır. Hakikate haysiyetini vermeyenler Rimbaud’nun eserleriyle daima mücadele etti, buna rağmen onun eseri, dokuz yaşındayken okulda yazdığı ve hem öğretmeni hem arkadaşı olan Izambard’ın muhafaza ettiği “Güneş henüz sıcaktı...” başlıklı o uğurlu, devrimci ve baştanbaşa şairane kompozisyonuyla başlar. Racine, Verlaine, Valery, Gide ve son zamanlarda da Claudel olmak üzere tüm büyükler de dahil Fransızcada şimdiye kadar yazılmış en muazzam ve en asli eserlerdendir bu. Onun şiiri sadece Fransızca değildir, Avrupa'ya mal olmuştur, bir dünya şiiridir o, harika bir büyüleyiciliği olan sözler, hikmetler, duygular ve hezeyanlardır şiirleri.

Rimbaud’nun konuşa konuşa tadını kaçırmamalı, onu okumak gerekir, onun yeryüzünün bir rüyası misali bütün olarak etki etmesine izin vermek gerekir, onun dünyasına aynı onun gibi adım atmak
gerekir, kirli pabuçlar, boş bir mideyle, kimi zaman Mezieres yolunda, sonra Paris’te, çaresizlik içinde. Tıpkı Rimbaud’nun kendisi gibi onun kiliselerinin içine bakmak, eserini gözlemlemek yerine, yaşamak ve ıstırabını çekmek, nasıl ki bir kız, önüne çıkan herhangi bir şeye bakarsa eserine öylece bakmak gerekir. “Yazın, sabah dörtte, sürer / hâlâ aşkın uykusu. / Fundalardan çıkar / gece şenliğinin kokusu...” Böyle şeyler ender söylenir, şiiri ise hiç yazılmaz. Bu bütün, sarsıcı, yalnız ve cihanşümul Rimbaud’dur. Veya “Ophelia'ya, bütün dünyayı, dünyayla birlikte de tanrıyı içine hapseden o iki şiire bakın. Bu şiirlerde bugünkülerde eksik kalan her şey bulunabilir en hakiki anlamıyla güzellik ve saygı vardır orada, terkedilmişlik ve onun içinde ebedi ve biricik tanrı, o büyük baba vardır, her ne kadar onu Rimbaud’nun mısralarından kovmak isteseler de. İnançlı olmak için kutsal ekmek yemek gerekmez, yılda iki kez günah çıkarmak gerekmez, insanın dünyanın yüzüne, bu yüzün ta derinlerine bakması yeterlidir—Rimbaud gibi. Kiliseyle asla alay edilmemelidir ama kötü papazlar kötü, alçak rahibeler alçak diye nitelendirilebilir. Ama tanrının ışıltısı ve iyiliği de, Rimbaud'nun baştan sona yaptığı gibi, esaslı bir güçle, övülmelidir. Çünkü onun eserlerini bu derece büyük kılan, kapalı biçimsizlikleridir. Rimbaud, Rimbaud gibi yazan ilk kişidir, o kadar. “Bir şeyin hiçbir şey olduğunu ama Onun olduğunu ve Onun her zaman olacağını o zamanlar Rimbaud biliyor, başka kimse bilmiyordu.

O, “Shakespeare enfant”dır - sebebi de yalnızca, Victor Hugo’nun bunu söylemesi değildir. Onun “Bateau ivre” şiiri, o fantastik rüya ölümsüzdür. Rimbaud estetiği nereye atmıştı? Fakat edebiyatın, her çağda o berbat parfüm kokusunu yayan ve birbirini yiyen büyük çöp yığını arasında daha sonra ortaya çıkacak olan Rilke’nin gerçek dışı ve şeffaf yanı Rimbaud’ya uzaktır. Rimbaud hem iffetli hem hayvansıdır, en güzel ve hassas düşünceler ondan gelmektedir. O, zarif kâğıtlara değil, pis kokulu peynir kaplarına yazıyordu - ama şiir dediğin de tam olarak buydu. Cehennemde Bir Mevsim, sağken bizzat yayımladığı tek eseriydi. Rimbaud’nun ölümünden sonra Verlaine, onun külliyatını yayımladı.
Sonraları Stefan Zweig onun hakkında, şiir onun için bir “kurtarma denemesi", “kabına sığmayan bir canlılığın subabı” gibi olmaktan çıkmıştı, dedi. Fakat böylesi akıntılara salt bir canlılık boşaltılamaz, Rimbaud boşaltamaz, çünkü şiir onun için bir sığınak değil, aksine asli vatanıydı. (Rimbaud'ya derinden derine saygı duyan) aynı Stefan Zweig, “Din ona asla boyun eğdiremedi,” diye yazmaktaydı. Bununla birlikte onun edebiyatı eşsiz, dünya çapında olduğu su götürmez, tarihi bakımdan özgür, bağımsız, rafineleştirilmemiş, kir pas içinde ve yırtık pırtık ayakkabılarla bayram eden bir dindi. İşte bu dini Rimbaud'yu yenik düşürdü, ona boyun eğdirdi! - Bütün ömrü “Cehennem Mevsimi”ne, kalp atışları “Aydınlanmalar"ına bağlıydı. - Harardaki zenginlik hiçbir işe yaramadı, parası pulu hiçbir şeye yaramadı, hiç ama hiçbir şey bir işe yaramadı, Rimbaud çökmektedir, en son ufalır gibi olur, hezeyanları içinde yere diz çöker ve son aydınlanma için, ebedi baba için yalvarır!

Ancak ebedi baba için yalvaran kimsenin ayakta kalma umudu vardır, ancak o kimse, Rimbaud’nun da dediği gibi, ben hep varım, diyebilir!

1954

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder