Albrecht Dürer etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Albrecht Dürer etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Dürer'in Düşü

Pentecote gecesinin çarşambayı perşembeye bağlayan (7-8 Haziran 1525) gecesinde, düşümde, taslaktaki manzarayı gördüm: Gökten inen sayısız hortum... İlk hortum dört fersah öteye indi: Çıkardığı sarsıntı ve gümbürtü korkunçtu, bütün bölge sular altında kaldı. Korkumdan uyanmışım. Ardından, şiddet ve miktarlarıyla dehşet saçan başka hortumlar inmeye başladı, kimi daha yakına, kimi daha uzağa. Hortumların hepsi de ağır ağır iner gibiydi, öylesine yüksekten geliyorlardı. Fakat ilk hortum yere yaklaştığında, inişi birden o kadar hızlandı ve bu inişi öylesine şiddetli bir gümbürtü, öylesine şiddetli bir kasırga izledi ki, bütün vücudumla titreyerek uyandım ve epey uzunca bir süre kendime gelemedim. Sonra, yataktan kalkınca, yukarıda görülen resmi yaptım. Tanrı ne yaparsa iyi yapar.


DÜRER’İN BİR DÜŞÜ ÜZERİNE

M. Yourcenar


Geçmişten elimizde kalan pek az gerçek düş var; düşü gören kişinin uyanır uyanmaz kaydettiği düşler kastettiğim. Leonardo’nun defterlerine yazdığı o eşsiz düşler, büyük ölçüde, üstadın desen ve resimlerine benzer; ama bunlar gerçek anlamda birer düşten çok, uyanıklık durumunda ya da uyur uyanık bir halde sürdürülmüş birer düş deneyimi oldukları izlenimini bırakırlar insanda. Gerek Dante’nin Yeni Hayat’takı dokunaklı düşleri, gerek Jerome Cardan’ın ünlü alegorik düşleri, Ortaçağ’dan Rönesans’a çok sayıda şairle ressamın dostluk kurduğu, fakat çağdaş insanın pek yanaşamadığı, yanaşsa bile, hazırlıksız ve rehbersiz olduğundan yolunu şaşırdığı, düş, hayal ve visio intettectualis arasındaki o kaypak alanda yer alır.

Oysa elimizde bir XVI. yüzyıl adamının gördüğü düşün —ki sadece bir düş bu, başka bir şey değil— olağanüstü metni var, üstelik metnin yanına tanıklık kabilinden bir de taslak eklenmiş. Dürer’in güncesinde rastlıyoruz metne. İşte sanatçının uyandıktan az sonra aktardığı düşün dökümü:

Mahşerin Dört Atlısı




Bu resim, Albrecht Dürer’in Yeni Ahit’teki Vahiy Kitabında bahsedilen mahşeri tasvir ettiği on beş baskı resimden oluşan serinin dördüncü ahşap baskısıdır. Eser, Dürer’in ilk büyük illüstrasyon serisidir ve seri, basıldığı 1498 yılında büyük başarı elde eder. Dürer'in yenilikçi tekniği, açık-koyu tonları ve hacmi ortaya çıkaran çapraz taramaları ve paralel çizgileri içerir; binicilerin diyagonal şekilde yerleştirilmesi ise esere dinamizm katar. Bu baskılar sanatçının itibarının uluslararası düzeyde artmasına ve kitap illüstrasyonu konusunda dönüşüm yaşanmasına yardımcı olur. Bu baskı resim serisinin başarısı, Dürer’e ressamın sonuna kadar elde etmeye devam edeceği yeni bir gelir kaynağı sunar. Sanatçımın konu seçimi hayli akıllıcadır. 1500 yılına ramak kalmışken pek çok insan dünyanın sonunun yaklaştığına inanıyordu ve bu sebeple mahşer gününe ilişkin resimler çok gündemdeydi. İncil'de, Tanrının Kuzusu’nun elinde tuttuğu Kutsal Kitap'ın ilk dört mührü kırıldıktan sonra dört atlının ortaya çıkacağı yazar (Vahiy VI: 1-8). Binicilerin kimliği sahnenin betimlenme şekline göre değişir: Dürer’in versiyonunda elinde yay tutan atlı, salgın hastalığı; kılıcını havaya kaldıran figür, savaşı; boş terazi ile at süren figür, kıtlığı; insanları cehennemin pençesine sürükleyen figür ise ölümü simgeler. Temanın esas kaynağı, Eski Ahit’te geçen, Zekeriya’nın her birini farklı renkli atların çektiği ve "göğün dört ruhu” olarak tanımlanan dört savaş arabasının geleceğini haber verdiği kehanet olabilir (Zekeriya VI: 1-7). 

İain Zacrek


*

*

Albrecht Dürer ( "Kendimi böyle resmettim, 26 yaşındaydım")


1498, panel üzerine yağlıboya, Museo del Prado, Madrid

ALBRECHT DÜRER gelmii geçmiş en büyük Alman sanatçı olarak kabul edilir. Yalnızca çağdaşları ve 16. yüzyıldaki takipçileri üzerinde değil, aynı zamanda tam olarak bugünde de onun çok derin bir etkisi bulunmaktadır. Öncelikle baskılarıyla ve gravürleriyle tanınır; ayrıca başarılı bir ressamdır. Dürer, Felemenk’te eğitilmiş ve Nuremberg'de yaşayan Macar bir kuyumcunun oğludur; bu şehirde dünyaya gelmiştir.

13 yaşındayken (1484) zorlu Silverpoint tekniğine meydan okurcasına, son derece ustaca çizdiği büyüleyici otoportresi onun daha sonra ortaya çıkacak olan dehasının erken işaretlerini taşır. Çalışma, hayatı boyunca desen ve resim şeklinde ürettiği otoportre serilerinin ilkidir; bunlar yeteneği ölçüsünde karakterinin ve kişiliğinin içyüzüne dair bize paha biçilmez bir öngörü sağlar. Resimleri daha içe kapanık bir izlenim sunarken -bunlarda Dürer kendisinin görülmek istediği gibi betimlemiştir- kişisel farkındalığı amaçlayan desenleri mahrem bir durum teşkil eder, çünkü kamu için değil özel alan için tasarlanmışlardır.

Çıraklığını tamamlamasından sonra Dürer dört yıl boyunca seyahat etti. İlk otoportre resmini 1493 yılında, 22 yaşındayken, muhtemelen Strasbourg’da üretti. 1494’te Nuremberg’e döndü, evlendi. 1494 yılında daha sonra İtalyan Rönesans’ıyla bizzat karşılaştığı Venedik’e ilk ziyaretini gerçekleştirdi; bu karşılaşma onun üzerinde muazzam bir etki bıraktı, bir sanatçı ve insan olarak gelişim gösterdi. Onun için en önemlisi, sanat ve sanatçılara yönelik farklı anlayışlarla karşılaşması oldu. Ülkesi Almanya’da sanatçılar -Orta Çağ anlayışına göre- Nuremberg loncalarının katı düzeni içinde hâlâ zanaatçı sayılmaktaydı. İtalya’da kendi istekleriyle bağdaşır şekilde, sanata felsefi ve entelektüel bir yaklaşım buldu. Bu, söz konusu dönemde sanatçının değişen statüsüne dair düğüm noktasıdır.

Evine döndüğü bir sonraki yıl, buradaki örnekle de alakalı olarak suluboya manzara resimleri yaptı. Gelecek 10 yıl inanılmaz derecede üretken oldu ve uluslararası üne kavuştu. Bu dönem boyunca günümüze kalan iki otoportresini resmetti; ilki 1498’de 26 yaşındayken, İsa’ya benzediği, İkincisi ise 1500 yılında 29 yaşındayken yaptığıdır; ki zaten o dönemde ünlüydü ve daha sonra da çok aranan biri olmuştu.

Doğası gereği otoportre resmi, sanatçıyı çalışmaları yoluyla tanımlar: Sanat eseri hem üretilen imaj hem de imajın elde edilen anlamı tarafından gerçekleştirilen bir kendilik betimidir; eser sanatçının ne yapabildiği ve neye benzediğini gösterir. Bu iki yönlü bakış açısı Dürer'in resminde bir yazıyla yansıtılır: Kendimi böyle resmettim, 26 yaşındaydım. Resim aynı zamanda sanatçının kendini tanıtmak amacının tamamlayıcı bir parçası niteliğindedir. Statüsünün değişen bağlamı içinde sanatçının “Rönesans adamı” olmasını somutlar. Dürer sanatta kutsal biçimde Tanrı'dan ilham alan soylu biri olarak kabul edilmişti. Buradaki örnek, nasıl görünmeyi arzuladığının resmidir: tüm şıklığıyla poz vermiş aristokratik genç bir asilzade.

Self-Portrait at the Age of Twenty Eight (Albrecht Durer, 1500)



Dürer, 1500 yılında yaptığı kendi resminde, tanrı ile yaratıcı insan arasındaki ilişkiyi ve benzerliği (hatta özdeşliği) kendisinde somutlaştırmıştır. Antikçağ felsefesi ile Hıristiyan dinbilimini birleştirme denemesine giren Dürer, bu resminin üzerine, “Ben, Nürnbergli Albrecht Dürer, 28 yaşında, kendi kendimi yarattım" diye bir not düşmüştür.

Albrecht Dürer'in kendi resmi (1500). Ihlamur ağacı üzerine yağlı boya (67 x 49
cm.) Münih Eski Resim Müzesi (Alte Pinakothek).

 Resmin sağ üst köşesindeki yazı:

 "Ben, Nümbergli Albrecht Dürer, 28 yaşında kendi kendimi yarattım".

Passion




Dürer'in 1511 tarihinde yaptığı Acılı Adam ve Passion tahta oymalarında, alışılagelinmişin ötesinde bir İsa görülür. Dürer'in bu yapıtlarında İsa, dinsel söylencelerde anlatıldığı gibi, kendisine güvenli, yaptığı işten emin, haçını onurla taşımış bir insan konumunda değildir. Tersine İsa burada, Eyüp'te olduğu gibi, bedensel ve ruhsal acılar içinde kıvranmaktadır. İsa, melankolik yüz ifadesi içinde, dünyaya fırlatılıp atılmışlığın, tüm olup bitenlerin, varoluşun saçmalığını gören ve acı çeken sıradan bir insan, bizlerden biridir.

İsa'nın dikenli tellerden yapılmış tacı ile başı bir yana düşmüş, acılar içinde, şaşkın, çaresiz, öfkeli ve isyankârdır. Kendisine uygulanan bu anlamsız cezayı anlayamamıştır. Tam bir bedensel ve ruhsal tükenmişlik içindedir. Konuşacak kadar olsun gücü kalmamıştır. En acısı ve anlamsızı, İsa'yı bu konuma, onun en yakınının getirmesidir. Peki ama neden? Tanrı babası, neden ona bu işkenceleri yapmıştır. Yoksa (temel bir metafor olarak) insan gerçekten de babasız bir toplumda (Freud) mı yaşamaktadır? Ya da İsa için bile olsa, tanrı gerçekten yok mudur?

Ve bilinen hiçbir passion, İsa'nın acılarını dindiremez. 1500 yılında kendisini İsa'ya benzeterek özgürleşeceğini düşleyen Dürer, 1511 tarihinde yaptığı İsa ile durumun hiç de öyle sandığı gibi olmadığını görmüş, göstermiştir. Dürer'in salt bu yapıtlarıyla bile Nietzsche'yi öncellediğini düşünmek olasıdır.

Burada, belki de tüm olup bitenlerin gizini sezinletecek en önemli ipuçlarını yakalayabilmek için, Dostoyevski'nın Karamazov Kardeşler romanındaki “Büyük Engizisyon” bölümünü bir kez daha anımsayabiliriz.

Serol Teber / Melankoli

Portrait of Durer's Mother (1514)



16 Mayıs 1514'te Dürer'in annesi Barbara Dürer ölmüş. Dürer yeniden büyük acılar içinde kalmış. Günlüğüne,

 “Dindar anam 18 çocuk doğurdu, bunları büyüttü, vebaya yakalandı, diğer başka ağır hastalıklar geçirdi… ağır yoksulluk çekti. Çok olumsuz koşullarda yaşadı, çok acı çekti… anamın ölüsü sağlığındakinden çok daha rahat ve sevimli görünüyor…” 

diye yazmıştır.

Melencolia I - Albrecht Dürer



alın size bir rönesans bilmecesi


MELANKOLİ / SEROL TEBER

*Serol Teber (1938 - 2004)'in yazdığı
Melankoli isimli kitabın sonuç metni:


Friedrich Nietzsche (1844-1900), Yunanlıların Trajik Çağında Felsefe adlı ünlü yapıtında, Anaksimandros'un anıtsal aforizmasına yer verir:

"Şeylerin nesneleri nerede ise, onlar zorunlu olarak orada yok olacaklardır. Çünkü, zamanın düzenine uygun olarak cezalarını çekmeleri ve yaptıkları haksızlıklardan ötürü yargılanmaları gerekir".

Nietzsche, bu son derece önemli tespitin ardından hemen kendi düşüncesini yazar:

"Ey, gerçek bir kötümserin esrarlı deyişi, Grek felsefesinin sınır taşı üzerine yazılmış Orakl sözü başlığı. Seni nasıl yorumlamalıyız?"

Bugün artık ne Anaksimandros'un ne de Nietzsche'nin yazılarını pek fazla yorumlamak gerekir. Sözü Orakl biçeminde sürdürürsek: Olması gerekenler olmuş. Ve bundan sonra da olmaya devam edecektir.  Foucault'un tespit ettiği gibi, "Doğal tarih biyoloji haline geldiğinde... insan, bir bilgi için nesne ve bilen için de özne olan ikircikli konumun ve arkeolojik bir değişimin derin hareketinin içinde, tabi kılınmış bağımsız, seyredilen seyirci... konumuna gelmiştir. İnsan ağır bir entropi / dağılma sürecine girdiğini duyumsamaya başlamış. İnsanın - yüzünün- tıpkı denizin sınırlarındaki bir kum görüntüsü gibi yavaş yavaş kaybolacağı olgusu gündeme gelmiştir."

Olguların gerçek yüzü hemen hemen her zaman sanat yapıtlarında, romanlarda, şiirlerde ekonomi-politik tespitlerden çok daha açık belirlenmiştir. Bu bağlamda, roman, insan gerçeğini çok somut sergilemiştir.

Örneğin Rus romancısı İvan Gonçarov'un başkaldırısı ve inkârı belki Nietzsche'ninkinden bile çok daha köklüdür. Gonçarov'un (1812-1891), 1857 yılında sergilediği Oblomov tipi, ülkesi Oblomovka'dan kopmuş ancak yeni modern yaşam tarzlarının gerektirdiği toplumsallaşmaya da uyamamıştır. Oblomov, bu büyük ikilem arasında hiç olmazsa biyolojik varlığını sürdürebilmek kaygısıyla, odasına kapanmış ve yatağından çıkmaz olmuştur. Oblomov, bilmeden de olsa bir kötülük yapabilirim kaygısıyla sevdiği tek insan olan Olga'yı bile terk ederek kendi iç dünyasına çekilmiştir. Ancak Oblomov hiç olmazsa evinde ve yatağının içinde, kendi duygu ve düşünceleriyle görece mutlu yaşamış, güzel düşler kurabilmiştir:

"Sabahleyin yataktan kalkıp kahvaltı edip divana uzanınca başını ellerinin arasına alır, gücünü kuvvetini esirgemeden düşünceye dalardı. Sonunda kafası bu sıkı çalışmadan yorulur ve rahat bir vicdanla kendi kendine: Eh, bugün insanlık için yeterince çalıştım, derdi. O zaman Oblomov biraz dinlenmeye karar verir, çalışma yatışını değiştirerek daha rahat, hülyalara daha elverişli bir yatışa uzanırdı. Ciddi işleri bir yana bırakarak kendi içine kapanmak, kendi yarattığı bir hayal dünyasında yaşamak Oblomov'un en büyük zevki idi."

"Başka bir gün insanların ahlâksızlıklarına, sahteliklerine, iftiralarına, dünyayı saran kötülüğe karşı bir isyan duyar, insanlara çürük yanlarını göstermek dileğiyle yanardı. İçinde bir yığın düşünce, denizin dalgaları gibi birbirini kovalar, eylem haline gelir, kanını coşturur; damarları şişer; bedeni esrarlı bir güçle gerilir, niyetler taşkın birer tutku halini alırdı."

Samuel Beckett, Malone Ölüyor romanında, Oblomov'dan yüzyıl sonra, İkinci Dünya Savaşı'nı, Auschwitz toplama kamplarını, Hiroşima'yı yaşamış insanın durumunu olanca çıplaklığıyla sergilemiştir. Burada Malone'nin durumu, Oblomov'dan çok farklıdır. Malone, düş kurmak için değil -artık - ölmek için girmiştir yatağa. Tıpkı Samuel Beckett'in, yaşamının sonunda evinden ayrılıp, yaşlılar evine gitmesi ve orada ölmesi gibi... Malone: "Gözden uzak durmak istiyorsanız bütün yapacağınız dümdüz yatmaktır. Heyecan duymadan, hareketsiz, ne sıcak ne soğuk, ılık..." der. Anlamlı yaşamaktan umudunu kesen Malone, "Önemli olanın yemek yemek ve dışkılamak olduğunu söyler; bir tabak, bir oturak; hepsi bu kadar, der ve ikisini yan yana kor masanın üstüne...''

Malone, sıkıntıdan patlamak üzeredir. Geçmiş günlerini yeniden anımsamaya, iki ucu da açılmış bir küçük kalemle bir küçük deftere bir şeyler yazmaya çalışır... en büyük korkusu, ölmeden önce anılarının ve küçük kaleminin tükenmesidir... Sonra ne yapacağını bilememesi, korkunç bir kâbus olur... Kendisini bulunduğu yataktan kaldırıp pencereden atmayı düşler fakat hareket edemediğini anımsar...


Samuel Beckett, sahte cinselliğin gerçek yüzünü burada çok açık sergilemiştir...

Malone, öncelikle iki kişinin ne cesaretle birbirlerine sarılabildiklerine şaşar... "Sonra, umutsuzluğun gücüyle birbirlerini kucakladıkları kararını verir. Ama bunun da, boşuna olduğunu, çünkü herbiri kendi sınırlarına çekilmiş iki ayrı vücudun bulunduğunu düşünür. Herbirinin ötekine umut bağlayarak birbirlerine sarılmalarından ne sonuç alabileceklerini anlayamaz bir türlü..." Sonra, gözlemlerini sürdürür.

"Erkek (Macmann), cinsel organını ikiye katlayıp, parmaklarıyla, yastığı kılıfa geçirir gibi eşinin organına sokmaya uğraşıyordu. Cesaretleri kırılmak bir yana dursun, istekle sarılmışlardı yaptıkları
işe, sonunda, tamamen iktidarsız olmalarına karşın, derinin yumuşaklığı, düş gücü falan derken, kuru ve yorgun organlarıyla kasvetli bir hazza bile ulaşmayı başardılar..." Ellerinden geldiğince
çiftleştiler. Ne aptalım ben. Şimdi anlıyorum, birbirlerini seviyor olmalılar, demek böyle yapılıyor bu... Köpekler gibi.

Samuel Beckett'te, Hölderlin romantizminden hiçbir iz yoktur. Her şey olabildiğince açık ve nettir. Olduğu gibidir. Neyse odur. Doğal doyum, kültür/uygarlık sayesinde engellenince, eros/haz, Pervers bir tiksintiye dönüşür.

İnsanın, insancıl (hümanist) bir dünya kurabileceği düşünden uyanıp, kendi kendisini (bile) tahrip ve inkâr ettiğinin, öznenin özünün yitirildiğinin, konuşmanın kaybolduğunun, bilincin dağıldığının (Heidegger, Horkheimer/ Adorno, Habermas) sezinlenmeye başlandığı ilk büyük darbe, Birinci
Dünya Savaşında yaşanmaya başlanmıştır...

İkinci Dünya Savaşı, öznenin bu geri dönüşsüz yıkılış/ dağılış sürecini daha da hızlandırmıştır. Düşünen, duyan, kaygılanan özne dünyanın hemen her yerinde gerek kapitalist, gerekse de sosyalist düzenlerde, politik, teknik/teknolojik, entelektüel düzeylerde tahrip edilmişlerdir. Düşünen özne devre dışı bırakılmış. "Umumi huzuru bozanlar" likide edilmişlerdir.

Modern yaşam, insana, yaşamın öznesi olabilme olasılığının yitirildiğinin haberini verdikten sonra, özne, artık eski dinginliğini ve güvencesini de yitirmiş. Her teknolojik gelişme, öznenin güçsüzlüğünü dağılabilirliğini biraz daha yalandan göstermiştir. Teknik donanımlar ve devlet 
terörleri özneyi her geçen gün biraz daha çözmüştür.

Albert Camus, Düşüş romanında, 20. yüzyılın toplumsal yapısını, insanlar arası ilişkilerini birkaç satırla somutlaştırmıştır:

“Bizim toplumumuz, insanları bu türlü harcamak için örgütlenmiştir. İşitmişsinizdir elbette, Brezilya ırmaklarında minicik balıklar varmış, dikkatsiz bir yüzücü buldular mı, binlercesi birden
saldırıp, birkaç saniye içinde, hızla, minicik lokmalar kopararak zavallıyı yer, bitirir, tertemiz iskeletini bırakırlarmış. İşte onların örgütlenmesi de öyle. "Temiz hayat ister misiniz?" Herkes gibi siz de, evet dersiniz. Nasıl hayır denir? "Pekiyi derler, sizi temizleyeceğiz. İşte size bir iş, bir aile, düzenli eğlenceler." Ve minicik dişler etinizi kemirmeye başlar, kemiğinize dek. Ama haksızlık etmeyelim. Onların düzeni demek doğru değil. Bizim düzenimiz bu: kim kimi
temizlerse..."


 İşte Homo sapiens'in ulaştığı toplumsallaşma düzeni budur.

Günter Grass, Teneke Trampet romanında eleştirel gözlemlerini, doğum öncesi döneme değin götürür. Burada romanın kahramanı Oskar -olması gerektiği gibi- sonunda, "akıl ve ruh hastalıkları kliniğine" kapatılır. Anılarını burada gizlice yazar. Onun yaşamöyküsünü bu anılarından öğreniriz. Oskar, daha ana rahminden ilk çıktığı, göbek kordonunun henüz ebe tarafından kesilmediği anda, çevresindeki insanların, anasının ve kendisini babası sanan adamın -rezilcesine iki yüzlülüklerini görür... Kendisinin yaşam boyu tek başına yapayalnız kalacağını anlar... Oskar, daha başlamadan yaşama isteğini yitirir... Ne yazık ki ebe hanım o sıra göbek bağını kesmiştir... Oskar, artık bu dünyadadır. Ama Oskar, daha o an düşünür... Ve gelişmiş bir insan olarak kendisini bu insanlara
-bu topluma- teslim etmemek için, üç yaşında bir parmak çocuk, bir bücür olarak kalmaya karar verir... Büyümesini durdurur. Büyümez. Ve erişkin insanlar arasına, onların dünyalarına, toplumlarına katılmaz. Artık ne Nazi Partisi'ne girmek zorundadır ne de savaş yanlısı olmak; fakat çevresine bu denli eleştirel bakan, onlar gibi "büyüyemeyen" "toplumsallaşamayan" bir insanın sonu da "akıl ve ruh hastalıkları kliniği" olur.

Melankolik yaşam, özünde hep toplumsal ve varoluşsal bir eleştiri taşımış. Ancak bu köktenci eleştiri ve inkâr, gene hep kendi bireysel güçsüzlüğünü de birlikte üretmiştir. Sürekli olarak toplumdan kopmanın acılı ikilemi duyumsanmış. Özgürleşme uğruna zamanın içinden bile çıkmak, zamana
bile bağımlı olmaktan kurtulma çabası, sonunda olağanüstü bir yalnızlığın ve Hiç'liğin sınırında, donmuş, taşlaşmış bir zamanı yaşamanın dayanılması zor acısını birlikte getirmiştir.

Dürer'in Naturmort'leri



Albrecht Dürer, İtalya’ya gidip güneylilerin sanatını öğrenmek isteyen kuzeyli sanatçılardan biridir. Niyeti, İtalyan sanatını kuzeye götürüp tanıtmak ve yaymak idi. Güneyin sanat kuramlarını iyi öğrendiği ve dönemin önemli isimleriyle tanıştığı halde, Dürer’de halâ ısrarla varlığını sürdüren gotik bir boyut bulunmaktadır. Vitrivius’un ideal insan biçimi üze­rine kuramlarını görselleştirmek amacıyla yaptığı Adem ve Havva gravürleri kuzey ve güney eğilimlerinin bir melezi görünümündedir. Fakat, sanatta güney reçetelerini kullanarak kusursuzluğun “doğrusunu” aradığı halde, bunlara sırtını döndükçe ve bu idealist yükten kurtulup kendine doğada bir model arayışına çıktığında, eserleri daha etkileyici olmaktadır. Dürer’in kendi sözleriyle “yeni ve   önemli bir düşünce” şöyledir; “Doğadan alınmış bir figür ya da biçimi, diğer her şeyden daha çok beğeniyle karşılarız; bu şeyin kendisi daha iyi ya da daha kötü olmasa bile...” (Gardner, 563, alıntı).


“Çimen Parçası” adlı eseri doğanın en sıradan haliyle bile sanatçının malzemesi olabileceğini gösteren ve bilimsel denebilecek derecede kesinlik içeren bir çalışmadır. “Düşüncelerinizde doğadan ayrılma­yın ve daha iyi bir şeyi icat edebileceğiniz hayaline de kapılmayın. ... çünkü sanat, doğada sabitlenmiş biçimde durmaktadır ve gidip onu bulan ona sahip olur” (a.g.e., 563). Kuzeyde 15. yy.da natürmort çalışmaları dinsel simgelerle dolu olduğu halde, “Dürer’in natürmort çalışmaları tamamıyla kendine özgü eserlerdir; Dürer sanatı doğada bulmuştur ve artık onun temsili dinsel bir temel gerektirmemekte­dir” (Gardner, 563).

*
William Plank'ın 
Nietzsche ve Varlık isimli kitabından