Bulantı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bulantı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Some of these days,Oh, you'll miss me honey




sartre'ın özlü tanımı: tımarhaneden kaçmak için anahtar arayan hasta sonunda kendisinin anahtar olduğuna inanmaya başlar.

*
Bulantı için bak:

BULANTI

Bulantı, Sartre’ın ilk romanıydı ve siyasal düşünceleri bir yana, yazarın bütün düşünce ve
yönelişlerini içinde taşıyordu. Sartre’ın bu romanda, özgürlük ve kötü-niyet (bilmezlenme) : burjuvazinin karakteri; algının fenomenolojisi; düşüncenin, hatırlamanın ve sanatın yapısı konularında düşündüklerini açıkladığını görüyoruz. Bütün bu konular, romanın kahramanı Antoine Roquentin’in metafizik önem taşıyan bir buluşunun sonucu olarak söz konusu edilmiştir. Bu buluş, felsefe diliyle söylenecek olursa, dünyanın olumsal (contingent) olduğu ve dünyaya duyum ve algı yoluyla değil de, düşünce ve mantık yoluyla bağlı bulunduğumuz şeklinde dile getirilebilir.

Roquentin deniz kıyısındadır. Eline bir çakıl taşı almış ve denize atmağa hazırlanmıştır. Çakıl taşına bakar ve korkunç bir ürküntüye kapılır. Taşı bırakıp, oradan uzaklaşır. Bu olaydan sonra, buna benzer olaylar yaşar. Bir nesne-korkusu yerleşir yüreğine. Ama değişenin kendisi mi, yoksa nesneler mi olduğuna karar veremez. Bir bira dublesine ya da kahve sahibinin askılarına baktığında «bayıltıcı bir tiksinti» kaplar içini. Aynanın karşısına geçer; yüzünü, insandışı ya da balıksı bir şey gibi görür ansızın Sonra şu sonuca varır: Serüven diye bir şey yoktur. Serüvenler birer hikâyedir ve insan bir hikâyeyi yaşayamaz. İnsan bir hikâyeyi ancak dıştan görebilir; ancak daha sonra anlatabilir.

Bir serüvenin anlamı, bu serüvenin sonucundan gelir ancak; olaylara ancak daha sonraki tutkular
renk verir. Oysa, herhangi bir olayı yaşayan, yani onun içinde olan kimse, bu olayı düşünemez. İnsan bir şeyi ya yaşar, ya da anlatır; bunların her ikisini birden yapamaz. İnsan yaşadıkça, başından herhangi bir şey geçmez. Gerçek başlangıç diye bir şey yoktur. Çünkü gelecek orada değildir henüz. İnsanın başından birtakım şeyler geçer, ama bunlar Antoine Roquentin’in serüvenlere inandığı zaman geçmelerini istediği biçimde ortaya çıkmazlar. Roquentin’in istemiş olduğu şey, aslında olanaksız bir şeydir. Yani Roquentin’in, yaşadığı bütün anların, hatırlanan bir hayatın anları gibi art arda gelmesini istemesi, ya da sevilen bir şarkının notaları gibi art arda akmasını özlemesi, olacak iş değildir.

Yazdığı yapıtı da düşünür Roquentin. Marquis de Rollebon’un hayatı ile ilgilidir bu yapıt. Ne var ki, Roquentin’in, belgelerden ve mektuplardan çıkarmağa çalıştığı bu hayat, Rollebon’un yaşadığı gerçek hayat değildir. Roquentin, kendi geçmişini bile elinde tutamazken, bir başkasının geçmişini nasıl olup da ortaya koyacağını düşünür. Gerçeği ansızın kavrar: geçmiş diye bir şey yoktur aslında. İzler ve dışgörünüşler vardır yalnız. Bunların arkasında başka bir şey aramağa kalkışmak boştur. Daha doğrusu, var olan biricik şeyin şimdi olduğunu, yani kendi şimdi’si olduğunu anlar. Peki, bu şimdi nedir? Şimdi’nin taşıyıcısı olan ve varoluşup giden «ben», belli-belirsiz bölük-pörçük düşüncelerin ve yapışkan duyumların uzayıp duran maddesi’dir.

Roquentin müzeye gider ve burjuvaların «berduş» suratlarına bakar. Bu burjuvalar, varlıklarının aşağılık ve haklı-çıkarılmaz bir şey olduğunu akıllarının köşesinden bile geçirmemişlerdir. Devlet ve aile kurumlarının içinde yaşamışlar ve yeryüzüne gelirken kendi öz haklarını vb erdemlerini de birlikte getirmişlerdir. Yüzleri hakla parlar. Onların hayatlarının sağlanmış (verilmiş) bir anlamı vardır. Ya da böyle bir anlamın verilmiş olduğunu düşünmüşlerdir. Müzedeki tablolardan açıkça anlaşılır bu. Roquentin’in başından geçen son deneyler, varoluşun çıplaklığını anlamla örtmek isteyenlerin dalaverelerindeki kötü-niyeti sezinlemesini sağlamıştır. Bulantısına yeniden kapılırken onları anarak Kodoşlar! diye düşünür Roquentin.

Bu tedirginlik, zamanla en yüksek noktasına ulaşır. Metafizik bir özellik taşıdığı ortaya çıkar. Roquentin, tramvay’ın koltuklarından birine bakmaktadır.

 «Büyülü bir söz söyler gibi mırıldanıyorum: bu bir koltuktur. Ama kelime dudaklarımda kalıyor, gidip nesneye yapışmıyor... » «Nesneler adlarından boşandılar. Dikkafalı, koskoca, kaba görünüşleriyle şuradalar-, onlara koltuk adını vermek ya da onlar hakkında,
herhangi bir şey söylemek, bir budalalık sanki. »

Roquentin, parkta da aynı düşüncelere dalar. Çoğu kere «martı» dediği halde martı diye adlandırdığı bu şeyin, varolan bir şey olduğunu hiçbir zaman düşünmediğini farkeder. Daha önce, sınıflara ve çeşitlere dayanarak düşünmüştür, oysa bu gördüğü martı tikel bir varlıktır.

«Varoluş, zararsız bir soyut kategori havasını kaybetmişti, nesnelerin hamuruydu o.» Bir kestane ağacının köküne bakar. Her şeyi anlamıştır artık: «Varoluşmayış ile şu baygın bolluk arasında bir orta yerin bulunmadığını anlamıştım. Varolunuyorsa, buraya kadar varolmak; şişkinliğe, müstehcenliğe kadar varolmak gerekiyordu. Bir başka dünyada, daireler, melodiler, eğilip bükülmez katkısız çizgilerini sürdürüp duruyorlar. Oysa varoluş böyle değildir. Varoluş bir bükülmedir.»

Rollebon üzerine kitap yazmaktan vazgeçen Roquentin, bulunduğu şehirden ayrılmağa karar verir. Kahvede oturur ve en sevdiği plâğı son defa dinler. Bu, bir zenci şarkıcı kadının söylediği Some of These Days adlı parçadır. Bu şarkıyı daha önceleri dinlediğinde, melodinin katkısız, el değmemiş, şaşmaz zorunluğu sık sık dikkatini çekmiştir. Notalar, bir başka dünyadaymışlar gibi, birbirlerinin ardından kaçınılmaz biçimde gelmektedirler. Daire gibi, notalar da varoluşu olan şeyler değillerdir. Onlar sadece varolan şeylerdir. Melodi, «Sen de benim gibi olmalısın,» der, «ritm içinde acı çekmelisin.» Roquentin, «Ben de böyle varolmak istemiştim,» diye düşünür. Bu şarkıyı yazan Museviyi ve söyleyen zenci kadını düşünür. Sonra ansızın bir gerçeği kavrar-. Şarkıyı yazan da, söyleyen de kurtulmuştur. Her ikisi de varoluşmak günahından sıyrılmıştır. Roquentin, niçin kurtulmasın? Herhangi bir kitap, sözgelimi bir roman yazamaz mı? Güzel ve çelik gibi sert bir roman yazıp, insanlara gereksizliklerini duyuramaz mı; onları utandıramaz mı? Böyle bir roman, yine de günlük ve tatsız bir iş olacaktı. Ama roman sona erip ortaya çıktığı zaman, başka insanlar, Roquentin’i, tıpkı kendisinin bugün zenci şarkıcıyı ve Museviyi düşündüğü gibi düşüneceklerdi. Ortaya koyduğu eserden yayılacak aydınlık, geçmişinin üzerine düşecek ve o zaman Roquentin, bu geçmişe tiksinti duymadan bakabilecek ve onu benimseyebilecekti. 
Bulantı, Roquentin’in bu kararıyla sona erer.


Bu roman, çeşitli yanları içinde taşıyan bir yapıttır. Metafizik bir konuyu kısaca açıklayan bir yazıdır. Metafizik bir şüpheyi dile getirmekte ve bu şüpheyi çağdaş kavramlar aracılığı ile çözümlemektedir. Bu roman, aynı zamanda, düşüncenin fenomenolojisi üzerine yazılmış ve bilgi problemini konu edinmiş bir denemedir. Ayrıca, «kötü-niyet» in özünü inceleyen bir deneme olduğu da söylenebilir. Vardığı sonuçlar, estetik ve politika ile ilintilidir. Ama Bulantı’nın en güçlü yanı, bir felsefî mit olmasında aranmalıdır. Bu yan, Sartre’ın düşüncesinin eksiksiz bir imgesini vermektedir bize. Şimdi bu yanlarını, birer birer inceleyelim-.

BULANTI & BİR ŞEFİN ÇOCUKLUĞU

JEAN-PAUL SARTRE, KRİPTOMETAFİZİKÇİ ROMANCI

 Michel TOURNIER



Yirmi yaşlarındaydık ve kafalarımız fokur fokur kaynıyordu. Her gün, ateşli bir istekten kaynaklanan ve bu nedenle de bağışlanabilecek bir yetkiyle dünyayı yeniden kuruyorduk. Çünkü yetki, ancak sakin ve donuk olduğu zaman gerçekten nefret edilesi bir şey olur. Ya üstün yetenekli olmalıydık ya da yok olmalıydık. Tam da o sıralarda kendimizi ifade etme fırsatı verilmiş bize. Son günlerini yaşamakta olan aylık bir dergi son sayısında bize yer vermişti. Bu onun son ve en güzel yapıtı olacaktı. Hemen işe koyuldum ve bu çok özel sayının ayakta kalan parçasını oluşturacak upuzun bir makale yazdım. Bir makale? Aslında varlıkbilimi, bilgibilimi ve bilgi kuramı, ahlâk, mantık ve estetiğiyle neredeyse eksiksiz bir dünya dizgesiydi bu. Tabii ki belirti sınırları aşamayacağımızdan, tüm bu bilgiler kısaltılıp özetlenerek verilmişti. Bugün bu yazıya bir sistem, yoğun bir sistem maketi denilebilir.

Otuz yıl sonra hiç de küçümsemiyorum bu yayını. Daha sonra yeniden düşüncelerimi açıklamak için bir yirmi yıl beklemiş olmam (1965’de başladığım Cuma ya da Pasifik Arafı ancak 1965'de yayımlanmıştı) birkaç sayfada her şeyi birden söylemiş olmamdan değil midir? Benim bu yoğun sistemim (yayımlanmış metnini de, ilk nüshasını da tamamen gözden ırak tuttuğumu sandığım) belki de bugün hâlâ küçük öykülerime gizli bir kaynak oluşturuyor.

Ama, biz şimdi uzak özgürlük dönemine dönelim yeniden. Adımın ve düşüncelerimin yayımladığını görmemin sarhoşluğu, Gazette des Lettres'in bir makalesinde “sistemimin” özeti, yorumu ve değerlendirilmesinin çıkmasıyla daha da artmıştı. Bu eleştiriye imza atan kişinin (hem minnet duygusundan, hem de isminin gizli kalmasını istediğimden, ona Socrate diyeceğim) bir uzman felsefe öğretmeni ve Sorbonne'daki uzman öğretmenlik sözlü giriş sınavlarında görevli jüri üyelerinden biri olduğunu öğrendim.

Uçuyordum sanki. Victor Cousin sokağında, oturumun tamamlandığı Rene Descartes salonuna giderken durup dururken gülüyordum. Gösterişli masanın arkasında uyuklayan saygın beylerin arasından Socrat’ı gösterdiler bana. Yetkisiz, küçük memurların arasında parıldayan bir melek gibi göründü gözüme. Bu adam benim yayınlarımı okumuş, düşüncelerimi, kim olduğumu bilen biriydi. Bir an önce ona koşabilmek için çıkışta sabırsızlıkla bekledim onu: “Michel Tournier benim!'. Pek etkilenmemişti sanki.

-Hadi gidip bir şeyler içelim dedi.
            - Bana, benden, kendinden ve başkalarından etti.  

-Tabii ki siz Sartre’dan etkilenmişsiniz, dedi ardından.

- Tabii ki.

              - Kafanız onunla dolu.

              - Öyle mi düşünüyorsunuz?

   -  Hem de fazlasıyla. Ve de ondan kolay kolay kurtulacak gibi de görünmüyorsunuz. Yirmi yaşlarında esin kaynağınız olan yazarların etkisi ömür boyu sürer. Tıpkı kadınlar gibi. Eğer bir kadına çok genç yaşta alışmışsanız, çoğu zaman ondan kolay kolay kurtulamazsınız. Hatta bu kadın eskiden bir hayat kadını olmuş olsa bile. Sonunda evlenirsiniz onunla. Ne dediğimi iyi biliyorum çünkü bu benim başıma geldi!

Böylece Socrate’ın eşinin bir zamanlar “o kadınlardan" olduğunu öğrendim. Sartre'a gelince, o benim için yeryüzünün en önemli insanı olarak kalmıştır hep. Onunla hiç konuşmadım. Onu bir kez bir konferansında gördüm. Bazen sağlığının iyi olmadığı söylentileri kulağıma çalınıyor. O zaman, onun ölümcül olduğunu düşünüyorum. Ve de o öldüğü zaman benden de bir şeyler gömeceklerini.

Bu nedenledir ki, benden onun hakkında birkaç satırlık bir yazı istenmesi aslında oldukça sinsi bir tuzak sayılır benim için. Çünkü bir kere, hiçbir yazar bana onun kadar yakın, onun kadar tanıdık gelmemiştir. Savaştan sonraki basımlarının hiç kapağını bile açmadığım (ilk basımı 1939'da yapılan) Duvar'ı bugün yeniden okudum. Her satırını tanıdım. Ama, gene aynı nedenden ötürü, bu denli açık ve bu denli genişçe ifade edilmiş bir düşünceye küçücük bir yorum ekleme gereğini bile duymuyorum ve durum böyle olunca da yeni bir yazarı keşfetmenin şaşkınlığından doğan şokun ve bunun eleştiriye sağlayacağı katkıların bile hiçbir önemi kalmıyor.

Bununla birlikte, bu yeniden okuma sırasında, otuz yıl önce göremediğim ya da önemini bilemediğim bazı ayrıntılar çıktı karşıma.

Örneğin, Bulantı'nın  başında yer alan, L.R. Celine’den alıntı tanımlık: Toplumsal hiçbir değeri olmayan bir kimse bu, sadece bir birey. Bir çeyrek yüzyıl sonra yayımlanacak olan Sözcüklerin (les Mots) son satırlarının, şaşırtıcı bir biçimde, haberciliğini yapmaktadır:

“Kendi, öz seçimim beni hiç kimseden daha üstün konuma getirmiyordu: donanımsız, malzemesiz, benliğini bütünüyle koruyabilmek için kendimi büsbütün yapıtıma vermiştim. Eğer olanaksız kurtuluşu tavan arasına kaldıracak olursam, geriye ne kalır? Başlı başına bir insan, tüm diğer insanlardan oluşmuş ve tek başına değeri hepsinin değerine eşit, ve de herhangi bir insan değerinde”.

Sartre ile Celine'in yakınlığı su götürmez bir gerçek ve Bulantı'nın (1938) doğrudan Gecenin Sonuna Yolculuk (1932) ve Taksitle Ölürm'den (Mort â Credit, 1936) esinlendiği belli. Aynı hırçınlık, her tarafta çirkinlik, aptallık, aşağılıktan başka bir şey görememe de aynı yanlı tutum. Birbirlerinden olabildiğince uzak, XX. yüzyılın en büyük iki Fransız roman yazarı -Marcel Proust ve Louis Ferdinand Celine- yaşama duydukları tiksinti, varoluşa duydukları nefrete gelince aynı noktada buluşuyorlar. Bu anlamda Proust’un astımı -genelleşen bir alerji- ve Celine'in Yahudisevmezliği iki ayrı görünüm altında bir evrensel reddedişi somutlaştırmaktan başka bir şey değildi. İşte bu noktada, şüphesiz, yazarın kendi kişiliğinin devreye girip girmemesi sorunu söz konusu olabilir. “Madame Bovary, benim". Gustavo Flaubert'in bunu doğrulayan ünlü sözü romanın tüm estetiğini özetliyor. Her yazar özünü, kendi özel yaşamından alır, bunu okuyucusuna ya, neredeyse, ham haliyle (Montaigne, Rousseau, Gide) ya da tanınmaz hale getirecek bir arıtma işleminden geçirdikten sonra verir (Tıpkı Flaubert’de olduğu gibi, ancak Ermiş Antonius ve Şeytan (Tentatıon), Salambo, Madama Bovary ve Duygusal Eğitim (Education Sentimentale'de bunun derecesi farklıdır), Şunu da belirtmek gerekir ki belli dozda mutsuzluk, uyumsuzluk, marjinallik, hatta gizil suçluluk böyle durumlarda neredeyse zorunlu bir koz oluyor. Proust, hasta, Yahudi ve eşcinsel biri olarak kargaşadan nasibini almıştı. Oysa ki, Celine’in davranışında bir çeşit düzmecilikten söz edilebilir. 1914 savaşı kahramanı, tıp doktoru, daha ilk kitabıyla telif haklarına boğulmuş, Danimarka’da bir bankada altın kasası bulunan biri olarak, sefilleri, aç susuzları oynaması dürüstlükten ödün vermeden olamazdı.

 Ancak, o yüzde yüz bir edebiyatçı ve roman yazarıydı. Bir fizikçi, bir tarihçi, hatta bir ressam yapıtlarıyla yaşamı arasına su sızdırmaz bir set çekebilir. Ama bir şair, bir romancı yapamaz bunu. Bu kişiler paralanırlar, yüzlerini, aşklarını, vergi belgelerini ortaya dökerler. Bu nedenle de bazı sapmalar, bazı gülünçlükler kaçınılmaz olur. Sartre'da kendi kişiliğini devreye sokma sorunu oldukça farklı boyutlarda kendini gösterir. Onun tüm öğretmen, filozof yanı bu yazınsal gülünçlüklere düşmez ve Sartre'ın da düşmesini engeller. Çünkü yazar Sartre, romancı Sartre, tiyatro yazan Sartre'ın hep bir ayağı üniversitede, salt filozofların yanında olmuştur. Bu onu hem yüceltir hem de küçültür, onu kimi güçlüklerden kurtardığı gibi, başına yenilerini de açar. Çünkü Sartre’ın, örneğin Celine'den daha küçük bir yazar olduğu gün gibi ortadadır. Celine'in Fransızca'nın sözdizimini yıkıp-yeniden kurmasıyla at başı beraber giden kara lirizmi, yazın alanında, tıpkı Mallarme'nin paha biçilmez soneleri ve Proust'un dolambaçlı ve büyüleyici cümleleri gibi, çarpıcı bir yaratı oluşturur. Buna benzer hiçbir şey yoktur Sartre'da. O, kitaplardan kendisine ulaştığı şekliyle Stendhal, de Balzac, de Maupassant'ın dilini, olduğu gibi almış ve ondan kendisine hiç sorun yaratmayan, kullanımı kolay ve ulaşmak istediği amaca göre uyarlanmış bir araç gibi yararlanmıştır. Bu anlamda, yazının bir tek etkililik kuralına boyun eğmesi gerektiğini düşünen Zola'ya yakındır.

Oysa, eğer romancı Sartre'da, Celine'in sahip olduğu yaratıcı güç yoksa, bu onun başka ellerden gelmesinden kaynaklanır, bir yazın göçmenidir o. Sarayda doğmamıştır, yazın ülkesine metafizik bölgelerden gelmiş ve kaçak yolla da olsa çıkınında, yazınsal yapıtlarına katmayı düşündüğü, Aristote, Spinoza ve Hegel'i de getirmiştir. Bu, onun özünden bir şeyler götürüyor ama, özgünlüğüne yeni bir boyut da kazandırıyor. Felsefî birikimini yazınsal ereklerin emrine sunmak gibi zor bir bahse girmiştir o, ancak Voltaire usulü felsefi masallar değil de, Zola'nınkiler gibi insancıl ve toplumsal romanlar, Brecht gibi siyasal ve tarihsel tiyatro yapıtları yazmak için. Onunki yerine getirilmeyecek bir iddia idi, ama zaten, her yaratılan şey daha girmeden kaybedilen bir bahistir, çünkü, ancak gerçekliğini ortaya koyduktan sonra olabilirliğini yaratabilir.

Proust ya da Celine’den daha küçük bir yazar olduğu gibi, yapıtlarıyla da onlar kadar derin bir uzlaşma içinde değildir. Sartre’da oldukça dokunaklı bir marjinal olma özlemi (siyasal yeğlemelerine dek) vardır. Ama yasal bir evlilikten doğmuş, Ari ırkından, bir Fransız, heteroseksüel, uzmanlık sınavını kazanarak Devlet memuru olmuş, solcu olunması gereken bir dönemde solcu, parlak bir ünle dokunulmazlığa ulaşmış (de Gaulle onun hakkında şunları söylemiştir: Voltaıre durdurulamaz.) ve dahası Stokholm Kraliyet Akademi-sinin seçimini kabul etmeyip Nobel ödülünü geri çevirerek ününe ün katmış bir insan, başka nasıl olabilir ki?

BULANTI

«BULANTI»NIN MİRASÇILARI BİZLERİZ

ALAIN ROBBE GRILLET

Çeviren: Nilüfer Kuyaş

Bulantı'yı ilk çıktığında okumadım (oysa, yaşım on altıydı, okuyabilirdim); birkaç yıl sonra, savaşın hemen ertesinde okudum. Olasıdır ki, beni de bir roman yazma girişimine iten o sinsi dürtünün kaynağında bu kitap vardı; belki iki ya da üç başka kitapla birlikte, Dava gibi, Nadja gibi.

 Annem ve babam «sağdan»dı, yani düzen ve denge rejimlerinin, geleneksel değerlerin tarafındaydılar. Bu aydın aile için savaşın sonu, büyük yıkımların, kanlı taşkınlığın, güven verici bir dış-yüzün ardında gizlenebilen (belki her her zaman gizlenen) adlandırılmayacak korkunçlukların keşfedilmesi demekti. Bulantı, açılmış olan bu çöküntüyü daha da genişletti. Nerede olursak olalım, usçuluğun ve rahat gerçeklerin (bizi aynı zamanda hem koruyan hem de tutsak eden dünya düzeninin) cilasını biraz kazımamız yeterlidir: anlamların ve yasaların güzel yapısı ansızın bir gösteriş olduğunu ele verir; korkunun üzerine, endişenin üzerine, umutsuzluğun, çılgınlığın üzerine göz boyamak için resimlenmiş sofuca bir yalandır bu.

Heidegger'de olduğu gibi Freud'da da birbirinin karşıtı olan iki kelimeyi (garip ve alışılmış) burada yeniden ele alırsak, giderek iki tür roman bulunduğunu kavrarız: bir yanda dünyanın alışılmışlığını yeniden kurmakla yetinen romanlar, ki bunun en iyi örneği, kuşkusuz Balzac'tır. Bu romanlar yerleşik düzenden, hümanist bilinçten, sınanmış gerçekten, sağduyudan yanadırlar. Öte yanda ise, dünyanın garipliğiyle, yabansılığıyla ilgilenen romanlar; yıkımlara, hayaletlere, saptırılmış anlamlara, bilinçdışına, özgürlüğe yönelenler; yani o zamanki görüşümle, Lewis Carroll ya da Raymond Roussel.

Bulantı, yerine başkasının geçemeyeceği bir anı canlandırır: içimizden birisi (Antoine Roquentin) yukarıda tanımlanan ilk evrenden ikincisine doğru kaymaktadır. Günlük yaşantısının alışılmış çevresine iyice kök salmış olduğuna inanan Roquentin, varlığının belirleyici bir iki günü içinde başka bir gerçekliğin bilincine varır. O zamana kadar, alışkanlıkların ve buyrukların dokusu ardında gizlenmiş olan bir gerçekliktir bu. Dünyadaki sürekliliğin hemen her yerinde gedikler ve çatlaklar görülmeye başlar ve daha görüldükleri anda karşı konulmaz bir uzanım kazanıp, giderek nesnelerin, tavırların ve sözlerin bütün varoluş nedenlerini yıkarlar.

Küçük taşra kentinin parçalanmış yol taşları arasından az sonra iğrenç yaratıklar belirir, tıpkı kabuslardaki gibi. Kendisi de tam aklını yitirmek üzereyken sağlam bir yere tutunmaya çabalar. Roquentin. Ve seçtiği çare, Eugenie Grandet'yi baştan okumaktır. Çünkü bilindiği gibi, gerçekçi türün özellikle betonlaşmış bir örneğidir bu roman.

Ama Balzac'ın kapağı kapanır kapanmaz bulantı onu yeniden yakalar. Beyninde yerleşmiş olan bütün eski gerçek anlayışları, aslında yok olmuşlardır: özgür bir bilinç haline gelmek üzeredir. Varoluşsal özgürlüğe varabilmek için ödenecek bedel, dünyanın bütünüyle yabancı olduğunu yürek korkudan daralıncaya kadar duymaktır, der Heidegger.

Bulantı

Sartre'ın Bulantı'sı, tam da 2. Dünya Savaşı öncesinde geçer. Bulantı çok önemli bir yapıttır. Her şey boğucudur. Engellenmiş bir durumu betimler. Sanki tarih hiç ilerlemiyormuş gibi. Herkes aynı şeyleri yineleyip durmaktadır. Sartre, konuşmaların nasıl gülünç bir tekrarla sonuçlandığını göstermek için Balzac'ın Eugenie Grandet’sinden bile yararlanır. Ve o meşhur park sahnesinde, bir ağacın kökünün birdenbire hiçliğin ortaya çıkışını harekete geçirivermesi… Sartre, sonrasında bu kökten şaşkınlıktan mahrum kaldı. Adeta ondan korktu. Bağlanmayı tercih etti, bu şaşkınlık duygusunun ortaya çıkışına güvenmiyordu. Bu, taşıması hiç de kolay olmayan bir şey. Eğer her gün yoğunluğu ya da bu kökten şaşkınlığını taşıyabiliyorsan, bu iyi bir şey. Ama insan uykuya dalabilir ve şöyle diyebilir: Kökten şaşkınlığımı başka bir zaman anımsayacağım..

Philippe Sollers

Nietzsche'ci bir kitap: BULANTI


Toplumsal önemi olmayan bir kimse bu, bir birey ancak. 
(Celine)

Gerçek şu ki Bulantı Nietzscheciliğin içine işlediği bir metindir;  hatta Bulantı'nın ötesinde, Sartre'ın ilk dönem metinlerinde, ama bazen çok daha sonraki metinlerde, gizliden gizliye de olsa, açık açık olmasa da gençlikte Nietzsche'ci olmasının izleri vardır.

Örnek mi? Roquentin'in siyasal ateizmi. Toplumdan ve bütün topluluklardan nefreti. Tepesine tünemiş, pazar kalabalıklarından, onların müstehcen üremelerinden uzak, tek başına bir insan görüşü. Kalabalık saplantısı ve ondan iğrenmesi. Tek adamın değil ama büyük kalabalığın lehine yapılacak bir eleme fikri. Hukuken insanlar özgür ve ayrı doğarlar. Dünyaya yalnız gelirler, sürü halinde yaşarlar. Kısaca ateizm. Sartre'ın yaşamının büyük maceralarından biri olan ve Gide'ı onu 'sonuna kadar yaşamakla övdüğü' ateizmin o büyük macerası. Aynı metinde, bunu yaparken Gide'in Nietzcschecilikten ders aldığını eklemiyor muydu? Bulantı'dan beş yıl sonra, Bataille'ın L'experience İnterieur'ünün eleştirisinde yaptığı yorumlardan birinde, Nietzsche'ye büyük ilgisini yinelemez mi? - "O da ateizmin bütün sonuçlarına katı ve mantıklı bir biçimde katlanmış bir atedir" demez mi? Evrensellikçiliğin reddi. Döllemeden nefret. Baudelaire'e kadar ama Baraiona ve Yollar'dan geçerek kısırlığa övgü Swift, Sade, Schopenhauer gibi- işittiklerimiz Nietzsche'nin sözleri- iğrenç tür yasasını durduracak kişi olma istenci. Suç gibi masumiyet. Aklın hastalığı gibi acıma. Gelecekteki Sartre'ı, büyük Sartre'ı olgunluk döneminin Sartre'ını düşününce, kelimenin tam anlamıyla birbirine katlanamayan üzgün insanlar topluluğu görüşü çok tuhaf -ve böyle çok iyi!
Kişi olmak, diyordu Duns Scott, yalnızlık neymiş bilmek" değil midir?

Alaylının yıvışık hümanizması ve rahip psikolojisi. Roquentin'in, daha sonra Mathieu'nun, kendi itirafına göre, Nizan dönemi Sartre'ının aristokrat kibri. Onların ahlakı ve benim ahlakım. Benim özgürlüğüm, onların sürülüğü. Uzaklaşma ve kaçma zevki. Vatanlardan, değerlerden, dinlerden tiksinme. Meydan okuma. Alay. Sosyal radikal inançsızlık. İlke düzeyine çıkarılmış sorumsuzluk. Beğenilmeme sanatı. Üstinsan. Söz yerini buldu. Sadece düşünce değil, söz de. Sartre, büyük Sartre geleceğin Marksisti ve komunistlerin yoldaşı, kendini tümüyle işçi sınıfının hizmetine verecek olan adam, gençliğinde pekala "üstinsandan" söz eder. Ve bunu Nizan konusunda yapar: " Görüyorum ki bizi buralara getiren üstinsanın kuluçka dönemiydi; insanları küçük görmemizin bizi onların saflarından ayırdığını, böylelikle insanları tümden yitirdiğimizi de görüyorum." Bunu yine Nizan'la ilgili olarak 'on altı yaşında' arkadaşının ona 'üstinsan olmayı önerdiği' ve 'büyük bir memnuniyetle kabul ettiği' günü yad ettiği Aden Arabie'ye önsözde yapar. Halihazırda üstinsanları Sacre Coeur tepesine tırmanıp, kafalarınca çılgınca özlemlerini, aynı zamanda edebiyat bilgilerini gösteren "Hey! Hey! Rastignac!" diye Paris'e seslendikleri günü anarken de. Kahramanı Paul Hilbert'in kendisi karanlık yaşamının sonun da, günün birinde, bir magnezyum parlaması gibi dünyayı güçlü ve kısa alevlerle aydınlatacak  üstinsan olarak gördüğü gençlik metni Erostrate'de geçer sözcük.

Üstinsan ya da değil, iyi yan ya da kötü yan, hiç önemli değil: Bouville 'burjuvaları' betimlemesinde, 'eşek çeneleri', şişik ve peltemsi etleri, berbat kokan zavallı nefesleri ile Roquentin'in midesini bulandıran pis heriflerle dolu, çamur ve öküzler kentinin güldüren ve korkunç tablosunda, aşıklarını ve sıcaklıklarını söylemek isteyen ama bunların sadece pisliklerini ifade edebilen o yaşayan ölülerin vahşi portresinde, 'Nietzsche insanlarının sonuncusunu, en iğrencini, öç isteminin ve hınçın canlandırdığı kişiyi tanımamak zordur. Ve tersine, bizzat kendini kendine model yapan ve "Ben başka bir türdenim." (Konuşan hep Roquentin) ya da " o rahat, koca suratlarını göreceğim düşüncesi beni tiksindiriyor" ya da "İnsanlara aşık bir ruhun uç verdiği o iyi ve boş göze bıçağımı saplamayı hayal ediyorum" deme cesaretini gösteren büyük 'ahlaksız' görüntüsünde (La Volonte de puissance'ın bir bölümünde 'taş gibi sağlıklı olmanın saklanacak bir yanı olmadığını söylediği) soyluyu ya da özü sözü bir ruhların temsilcisini tanımak zor değil. Yine sürekli kendini yaratma düşü. Ben'i yontma, onu her an yeniden yaratma, hazırlopu, maskeleri, komedileri aşma tasarısı. Gide mi? Bergson mu? Elbette. Ama Nietzsche de. İlkin Nietzsche. Nasıl öznelliği kendini üretme, eksintisiz fışkırma olarak tanımladığı zaman düşündüğü ve düşünülen hep Nietzsche'yse, aynı şekilde, Akıl Çağı'nda, ne İspanya için, ne Marcelle için, ne de Komünist Parti için sorumluluk yüklenen ve kendini hiç gelmeyecek bir dava için  yedeğe alan, sonsuza dek askıda beleş bir özgürlük ile nesnel bir özgürlük, bu 'için' Komünist Parti için olsa da (Brunet'ye göre özgürlük), arasındaki bütün tartışma, Zarathoustra'da deve, aslan ve çocuk eğretilemesinin kaçınılmaz yansımasıdır. Hiç vazgeçmediği ve Sözcükler'de ve L'idot de la Famille'de yanında olduğunu belirteceği ünlü bizzat kendine karşı düşünme paralosuna varıncaya kadar, birbirine karışmış Görüşler ve Hikmetler'in Nietzsche'sini işitmemek olası mı? " Kendine karşı tavır almaktan söz eden yandaşlarımız, kendi karşımızda yer almamızı asla bağışlamazlar'diyen Nietzsche'nin sesini. Bulantı'nın uzağındayız. Genç Sartre'ın da. Ama bu ilk etki öylesine güçlü ki, bu Nietzsche'ye yönelim öylesine direşkendir ki Communits et la paix ile başlayıp Mao dönemine uzayan en katı ve en dogmatik dönemin ta ortalarına kadar bundan bir şeyler kalır.

Bernard Henry Levy          

Bulantı'nın Oluşumu

Sartre'ın meslek yaşamında Bulantı'nın (La Nausee) yerini belirtmek kolaydır: İlk büyük yapıtıdır bu onun; 1938'de yayımlanmasından başlayarak Sartre'ın büyük yazar olmasını sağlayan ve bugün artık tartışmasız klasik yapıt düzeyine ulaşmış bir yapıttır, ama kesinlikle modern niteliklidir; etkililiğinden de, yapıt ile okur arasında kişisel ve neredeyse özel olan, duygulanım türünden bir ilişki yaratan o tuhaf gücünden de bir şey yitirmemiştir. Aime Cesaire'in Doğduğum Ülkeye Bir Dönüşün Notları, Julien Gracq'ın Argol Şatosunda ve Michaux'nun en iyi yapıtlarıyla aynı dönemde yayımlanmış olan Bulantı'nın apayrı bir tarihsel önemi vardır; bir yandan otuzlu yılların gündelik yaşamı ile ilgili eşsiz bir belgedir; öte yandan da, yazın açısından da yeni bir hareket noktasını belirtir. 19 Ekim 1945 tarihli Carrefour'da Armand Hoog'un da dediği gibi bu kitap, "bir tür kurtuluşu olarak alımlanmıştı: Bir Fransız yeni romanının sezinlenmesine olanak vermişti."

Özyaşamöyküsü açısından Bulantı Sartre'ın bütün geçmişini özetleyen ve yoğun biçimde sunan bir bütündür. 1931 ile 1936 yılları arasında Sartre'ın yaşadığı deneyimlerle zenginleşmiştir ve iletide gerçekleşecek olan yapıtın haberini verir, geriye dönük olarak da değişikliğe uğratılmaya açıktır. Sartre da Bulantı'yı belirgin biçimde öbürlerine yeğ tuttuğunu gözü kapalı kabul eder ve şöyle der: "Aslında bir tek şeye sadıkım, Bulantı'ya."

Günümüzde Simone de Beauvoir'ın anıları ve yeni ortaya çıkan belgeler sayesinde kitabın nasıl doğduğunu biliyoruz. Bulantı dört evrede oluşmuş: Yirmili yılların sonundan başlayarak "Sevgili arkadaşı" Nizan gibi Sartre da olumsallık üstüne bir deneme yazmayı düşünür. (Bu kavramı daha gençlik yıllarındaki yazılarında bile, özellikle de "Ruhsal Yaşamda İmge" adlı yüksek okul bitirme çalışmasında "Une Defaite" (Bir Bozgun) adlı metninde kullandığı görülür) Sartre 1931'de Le Havre' a gittiğinde "Olumsallık üstüne bir savunma metni"ni yazmaya girişir. Yazar başlangıçta güçlüklerle karşılaşmış olsa da bu metin iki üç yıllık bir çalışma sonunda Bulantı'nın ilk biçimini (versiyonunu) oluşturacaktır. Peki neden ama 1931 yılı? Çünkü 1931 yılı Sartre için; "akıl çağı"na bir ilk geçişi belirtir; bu geçiş öğrenim ve askerliğin sona ermesi, yoksullaşarak toplumsal yaşama katılımla gerçekleşmiştir; bu yıl aynı zamanda La Legende de verite'nin (Hakikatin Efsanesi) birçok yayıncı tarafından reddedilip başarısızlığa uğradığı ve yazacağı kitap için tamamlayıcı okumalar (Valery'nin Eupalinos'u -Çakıltaşı bölümü ile Rilke'nin Malte Laudris Bridge'nin Notları adlı kitabı) yaptığı yıldır. Simone de Beauvoir Marsilya'ya atanınca Sartre Le Havre'da tek başına kalır; felsefe dersleri vermektedir; yankılarını Nietzsche'de bulduğu ve La legente de verite'de de işlemiş olduğu bir serüveni yaşamaya, yalnız adam serüvenini somut olarak yaşamaya hazırdır.

Sartre henüz yayımlanmamış bir söyleşide şu açıklamayı yapar: "Le Havre'a geldiğimde, önceden yazılmış ufak tefek yazılarım da vardı, şimdi artık yazmaya başlama vaktidir diye düşünüyordum. Gerçekten de ilk orada başladım, ama çok zaman aldı..." Atkestanesinin fark edilişi Ekim 1931'e rastlar, Sartre'ın bize yapıtı içinde verdiği tarihlerinde sanırız ciddiye alınması gerekir. Romandaki kronolojinin tam bir incelemesi bize, tarih taşımayan yaprağın dışında, romanın Pazartesi 25 Ocak 1932'yle (özgün baskıda yanlış olarak belirtildiği gibi 29 Ocak değil) Çarşamba 24 Şubat (1932) arasında geçtiğini gösteriyor.

Bulantı'nın tasarısının gerçekten somutlaşması ve süreklilik kazanması Sartre'ın tarihsel olarak  belli bir dönem boyunca günlük tutmaya karar verdiği sırada gerçekleşmiştir. Roquentin'i (okunuşu: Rokanten) Printania otelinde betimleyen kesitlerde, yapıtı bir serüven romanına ya da polisiye bir romana yaklaştırabilecek olan kesitlerde ilk biçime aittir. (Mutsuz Roquentin'in başına gelenlerin sorumlusu kim dersiniz? - Olumsallıktır!)

Bilindiği gibi Sartre kitabın ikinci biçimini 1934'de tamamlamıştır; o sıralarda Berlin'deki Fransız enstitüsü'nde burslu olarak kalmakta ve Husserl'in İdeen'ini okumaktadır. Bulantı için yararlı olmuş olan fenomenolojinin keşfi ve daha kesin bir felsefi çatıya kavuşması burada gerçekleşmiştir denebilir.

Bulantı'nın üçüncü birimi 1936'da tamamlanmıştır; bu çalışmada yeni bir yaşanmışlığın bazı öğelerini (müzeleri ve psikiyatri kliniğin ziyaretler) özellikle de Şubat 1935'ten başlayarak yazarın meskalin kaynaklı depresyonundan doğan sonuçları (yengeç ve akbaba, şemsiye hayalleri, vb.) bir araya getirilmiştir. Artık Melancholia başlığını taşıyan kitabın fantastik olma özelliği de asıl burada güçlenir.

Elyazılı olarak elimize geçmiş tek biçim bu üçüncü versiyondur. Kitabın hazırlanmasındaki dördüncü evre olumsuz nitelikte olacaktır: (Oto)sansür evresidir bu. Beklenmedik çeşitli olaylardan sonra elyazılı metin Gallimard tarafından kabul edilir, ama Brice Parain aracılığıyla kendisinden birçok bölümü çıkartması, ayrıca en cüretkar kesitleri ve en açık saçık sözcükleri atması istenir. Bu konuda başvurulan kişi de avukat Maurice Garçon'dur.

Kitabı çok uzum tuttuğunun farkında olan Sartre, Brice Parain'in uyarılarını kabul eder ve özellikle Roquentin geçmişiyle, Printania otelindeki yaşamıyla ilgili elli kadar yaprağı çıkarır (bu arada, iki roman kişisi hizmetçiyi de atar, bunlar yayımlanan versiyonda hiç yer almazlar), Bouville'deki yaşamla ilgili ayrıntıları, tecavüz sahnesini, atkestanesinin kökü ve Anny'le karşılaşma sahnelerini de çıkarıp atar. Böylece Sartre Roquentin'e artık "Ben ne bir başkan, ne bir sorumlu, ne de bir başka enayiyim" ya da "burjuva erdemlerinin içine tükürüyorum, ayrıca sizi de iplemiyorum" dedirtmez. "Doigt" (parmak) sözcüğü çoğu zaman "queue" ( kamış) sözcüğünün yerini alır. Roquentin artık "çadır kurmaz", "bir çift küçük külrengi t.ş.k" "bir çift kül rengi yumru"ya dönüşür. Görüldüğü gibi bu çıkartılanlar ya da değişiklikler daha çok popülist ve erotik özellikleriyle ilgilidir. Çıkarılanlar kendi içlerinde ilginç olmasına ve yayımlanmış olan metnin kimi karanlık noktalarının anlaşılmasına olanak vermesine karşın, sonuçta hiçbir önemli şeyi metinden çekip almazlar; hatta denilebilir ki paradoksal olarak, bunun yapılması yerinde olmuş, yapıtı hantallaştıracak ve gereksiz yinelemelere yol açabilecek şeylerden kurtarmıştır.




Sartre Sartre'ı Anlatıyor

Yaşamıma tıpkı bitireceğim gibi başladım: kitaplar arasında.


...1917'de, La Rochelle'de bir sabah, benimle birlikte liseye gelecek arkadaşlarımı bekliyordum; arkadaşlarım görünürde yoktu, az sonra kendimi oyalamak için ne edeceğimi şaşırdım ve Yaradan'ı düşünmeye karar verdim. Bir anda gökte yuvarlandı ve hiçbir açıklama yapmadan yok olup gitti: çelebice şaşkınlıkla kendi kendime: Tanrı yok, dedim ve bu işin orada bittiğine inandım. O günden bu yana, onu yeniden diriltmek için hiçbir çaba sarf etmediğime göre, bir bakıma iş gerçekten bitmişti. Ama öteki, Görünmeyen, Kutsal tin, bana vekilliğimi sağlayan, adsız ve kutsal büyük güçlerle yaşamımı yöneten Tanrı, yerinde duruyordu. Bu sonuncudan daha zor kurtardım kendimi, çünkü o, kafamın gerisinde, kendimi anlamak, bir yere oturtmak ve doğrulamak üzere kullandığım uydurma kavramların içine yerleşmişti. Yazmak; Ölüm'den,  yani maskeli Din'den, yaşamımı rastlantının elinden kurtarmasını istemek anlamına geldi uzun süre... 



...İlerki ölümsüzlüğüm somut geleceğim oldu. Her havailik an'ını vurup öldürüyordu bu ölümsüzlük, en derin dikkatin ortasına yerleşti, daha derin bir avuntu, her türlü bütünlüğün boşluğu, gerçeğin hafif gerçek dışılığı oldu; bu ölümsüzlük, uzaktan, ağzımdaki karamelanın tadını, yüreğimdeki acı ve hazları öldürüyordu; ama en değersiz an'ı kurtarıyordu, çünkü bu an en sonuncuydu ve beni ona, ölümsüzlüğe yaklaştırıyordu; yaşama sabrını verdi bana: yirmi yıl ileri atlamayı, yaşamın bir başka yirmi yılının sayfalarını karıştırmayı bir daha hiç istemedim, utkunun uzak günlerini bir daha hiç düşlemedim; bekledim. Her an bir sonraki an'ı bekliyordum, çünkü o da kendinden bir sonraki an'ı çekiyordu kendine. Büyük bir dinginlik içinde aşırı bir ivecenlikle yaşadım: hep kendi kendimin ilersinde bulunan varlığımı her şey emip yutuyor, hiçbir şey beni yolumdan alıkoymuyordu. Ne büyük bir rahatlayış!.. 


...İnsan türünün beni sürdüreceğine inandırmak üzere, kafamın içinde, onun (insan türünün) hiç tükenmeyeceği konusunda karara varıldı. İnsanlık içinde eriyip gitmek, doğmak ve bitimsiz olmak demekti, ama önümde, elli bin yıl sonra da olsa, bir gün bir tufanın insan türünü yok edeceği söylendi mi, deliye dönüyordum; büyüden kurtulmuş olmama karşın, bugün bile ürpermeden düşünemem güneşin soğuması olasılığını: çağdaşlarımın daha öldüğü günün ertesinde beni unutmaları bana vız gelir, tıpkı tarihe geçmemiş, tanımadığım ve hiçleşip gitmekten kurtardığım milyarlarca adsız ölünün bende varoluşu gibi ben de çağdaşlarımın her birinde varolacak, yaşadıkları sürece akıllarını kurcalayacaktım onların; ama eğer yokolup giderse, işte o zaman ölülerini gerçekten öldürecekti insanlık...   


...Ölümün elinden barbarlığını çekip almak için, ölümü kendime erek edinmiş ve yaşamımı da ölmenin bilinen biricik yolu yapmıştım: yalnızca kitaplarımı doldurmaya yetecek kadar umut ve isteğe sahiptim, yüreğimin son vuruşunun kitaplarımın son cildinin son satırına yazılacağına ve ölümün ancak bir ölüyü ele geçireceğine inanarak, yavaşça sonuma doğru yol alıyordum...

...Gerçek bir çılgınlık haline getirdim bu işi: gelecek diye büyük bir ölünün geçmişini seçtim ve yaşamı tersinden yaşamaya uğraştım...


...Mutsuzluklarım bir kitap ortaya çıkarmaya yarayacak denemelerden, yollardan başka bir şey olmayacaktı hiçbir zaman. Acılara ve hastalıklara dayanmayı öğrendim: bir utku olacak ölümümün ilk ürünlerini, beni bu ölüme çıkaracak basamakları yaşadım onlarda...


    
...


Otuz yaşında şu güzel işi becerdim: Bulantı'da -bu işi büyük bir içtenlikle yaptığıma inanabilirsiniz- çağdaşlarımın doğrulanmamış, acı varoluşunu yazıp, kendiminkine hiç dokunmadım. Roquentin idim, hiç acımadan onda kendi yaşamımın dolaplarını ortaya koyuyordum; ama aynı zamanda seçilmiş kişi, cehennem yıllarının yazarı, kendi öz hücre kansuyum üzerine çevrilmiş cam ve çelikten yapılma fotomikroskop, yani ben idim... 




.... Hep yazıyorum. başka ne yapabilirim ki?

Nulla dies sine linea*
*yazısız tek bir gün bile geçirmeden
 (Sözcükler'den)



Bulantı

"Bulantı yakamı bırakmadı. O kadar çabuk bırakacağını da sanmıyorum. Ama onu, bir dert gibi duymuyorum artık. Bu geçici bir huysuzluk ya da bir hastalık değil; kendi öz varlığım."



İşler kötü, hem de çok kötü: Pislik, bulantı içimi doldurmuş. Bir yenilik var bu kez. Kahvede yakaladı beni. Bugüne kadar kahveler tek sığınağımdı. İnsanla dolup taştıkları, aydınlık oldukları için. Onları da kaybettim. Odamda, dört yanımdan çevrildiğim zaman nereye gideceğimi bilemeyeceğim artık.

sf. 32

Bulantı


İnsanın kendi yüzünü anlayabilmesi belki de elinde değil. Belki de tek başıma yaşadığım için böyle oluyor. Topluluk içinde yaşayanlar, kendilerini, arkadaşlarına nasıl görünüyorlarsa aynalarda tıpkı öyle görmeyi öğrenmişlerdir. Benim arkadaşım yok. Tenimin bunca çıplak olması da acaba bu yüzden mi? Bunca insansız... evet insansız doğa da denebilir.



Geleceği görüyorum. Şurada, sokakta işte. Şimdiden biraz daha solgun. Gerçekleşecek de ne olacak sanki? Gerçekleşmekten ne kazanacak? İhtiyar kadın topallayarak uzaklaşıyor, sonra duruyor, atkısından çıkan aklaşmış bir tutam saçı çekiştiriyor. Yürüyor, demin oradaydı, şimdi başka yerde... Anlayamıyorum bunu, Hareketlerini görüyor muyum, yoksa önceden kestiriyor muyum? Şimdi'yi gelecekten ayıramıyorum artık, ama sürüp gidiyor bu, yavaşça gerçekleştiriyor kendini; yani ihtiyar kadın ıssız sokak boyunca ilerliyor, ayağındaki koca erkek ayakkabılarını sürüp duruyor. Zamanın ta kendisi bu, hem de çırılçıplak zaman. Ağır ağır varoluyor, bekletiyor insanı. Ama ortaya çıktığı zaman canınızı sıkıyor. Çünkü çoktan beri orada bulunduğunu anlıyorsunuz. İhtiyar sokağın dönemecine yaklaşıyor, ufak kara bir kumaş yığınından başka bir şey değil artık. Buna diyeceğim yok doğrusu. Biraz önce ihtiyar orada değildi. Ama bu, insanı şaşırtmayan tatsız ve solgun bir yenilik. Köşeyi dönecek, işte dönüyor; bu dönüş sanki sonsuz bir süre.

Pencereden çekip alıyorum kendimi, sallana sallana odanın öte yanına gidiyorum, aynaya yakalandım, bakıyorum; tiksinmek geliyor içimden, işte sonsuz bir süre daha. Aynadaki görüntümden kurtulup yatağın üzerine yığılıyorum. Tavana bakıyorum, bir uyuyabilsem.


sf. 48

Bulantı

 Gizli boyutlardan yoksun oluşumu, varlığımın yalnız vücudum ve ondan kabarcıklar gibi yükselen sudan düşüncelerle sınırlı oluşunu, bugünkü kadar kuvvetle duyumsamamıştım hiç. Anılarımı şimdiden türetiyorum. Şimdinin içine fırlatılmış, orada bırakılmışım. Geçmişime yeniden dönmek istiyorum, ama tutsaklığımdan kurtulamıyorum.


sf. 51


Işığı söndürdüm. Yalnızım şimdi. Ama yapayalnız değilim. O düşünce var karşımda, bekleyip duruyor. Koca bir kedi gibi tostoparlak olmuş. Bir şey açıkladığı yok, kıpırdamıyor da. "Hayır," demekle yetiniyor. Hayır, benim başımdan serüvenler geçmedi.

Başımdan tek serüven geçmedi. Hikayeler, olaylar, kazalar ne isterseniz var bende. Ama serüven yok. Bu sözcüklerle ilgili bir soru değil, şimdi anlıyorum. Farkında olmadan, kendisine her şeyden daha fazla bağlandığım bir şey vardı. Aşk değildi bu, Tanrı da değildi, ün kazanmak, zengin olmak da değildi. Bu... Kısacası, belli zamanlarda hayatımın zor rastlanır, değerli bir nitelik kazanacağını ummuştum. Olağanüstü durumlar söz konusu değildi. Bütün istediğim biraz şaşmazlıktı. Hayatımın göz alıcı hiçbir yanı yoktu, ama ara sıra, sözgelimi kahvelerde müzik çalındığı zaman, geçmişe yönelip bir zamanlar Londra'da, Meknes'te, Tokyo'da tatlı anlar geçirmiştim, benim de başımdan serüvenler geçmişti diyordum. Bu, elimden alındı bugün. Ortada hiçbir neden yokken, birden on yıldır kendime yalan söyleyip durduğumu anladım Serüvenler kitaplardadır. Kitaplarda anlatılanların hepsi hayatta gerçekleşebilir tabii, ama aynı biçimde değil. Oysa benim için o gerçekleşme biçimi önemliydi.


sf. 56

Bulantı

Yaşarken başımızdan hiçbir şey geçmez. Dekorlar değişir, kişiler girer çıkar yalnız. Başlangıçlar da yoktur; günler anlamsız bir biçimde birbirine eklenir durur; sonu gelmez tekdüze bir ekleniştir bu. Ara sıra şöyle bir hesap yapılır: "İşte üç yıldır yolculuk yapıyorum. Bouville'e geleli üç yıl oldu," denir. Başlangıç olmadığı gibi, son da yoktur. Bir kadın, bir dost, bir kent, bir kerede terk edilemez. Hepsi birbirine benzer zaten. Aradan iki hafta geçince Şanghay, Moskova, Cezayir birbirinin aynıdır. Kimi zaman (pek sık değil) durumu gözden geçirir, bir kadına bağlandığınızı, kötü bir işe girdiğinizi fark edersiniz. Göz açıp kapayıncaya kadar sürer bu. Sonra geçit yeniden başlar, saatleri ve günleri birbirine eklemeye koyulursunuz. Pazartesi, salı, çarşamba, 1924, 1925, 1926.

Yaşamak budur işte. 

sf 60.

Bulantı

Yalnızım. İnsanların çoğu evlerine gitti; radyo dinleyerek akşam gazetelerini okuyorlar. Sona eren pazar günü, ağızlarında bir kül tadı bırakmıştır. Daha şimdiden pazartesiyi düşünüyorlar. Ama benim için ne pazartesi ne de pazar var. Günler ite kaka sürüyor birbirlerini, sonra ansızın bunun gibi bir parıltı ortaya çıkıyor:

Hiçbir şey değişmedi, ama yine de her şey başka bir biçimde var olup gidiyor. Anlatamıyorum. Bulantıya benziyor bu, ama aynı zaman da onun tam tersi: Sonunda başımdan bir serüven geçiyor, kendimi sorguya çekince, kendimin kendim olmaklığımın ve burada bulunmaklığımın başımdan geçtiğini görüyorum. Geceyi yarıp geçen ben'im. Bir roman kahramanı gibi mutluyum.

sf. 78

Bulantı

 Ben geçmişimi nerede saklayacağım? Geçmişinizi cebinizde saklayamazsınız. Onu koyacak bir eviniz olmalı. Gövdemden başka şeyim yok benim. Yapayalnız bir adam, salt gövdesiyle anıları durdurup saklayamaz. Anılar üzerinden geçip gider onun. Ama yakınmamalıyım. Çünkü özgür olmaktan başka bir şey istememiştim.



Kendimi yeniden Redoute Bulvarı'nda bulduğum zaman içimde acı bir pişmanlıktan başka hiçbir şey kalmamıştı. Şöyle diyordum: "Yeryüzünde şu serüven duygusu kadar bağlı olduğum başka şey yok belki. Ama bu duygu istediği zaman geliyor, sonra hemen kaçıp gidiyor. Gittiği zaman nasıl bomboş kalıyorum. Yoksa hayatımı boşa harcadığımı anlatmak için mi bu kısa ve alaycı ziyaretleri yapıyor bana?"

...

Ardımda, kentin içinde, geniş ve dümdüz yollarda, lambaların soğuk aydınlığında, yaman bir toplumsal olay can çekişiyordu, pazar gününün bitişiydi bu. (sf. 81)








Pazartesi


Dün şu böbürleniş dolu saçma cümleyi yazabilmişim:
"Yalnızdım, ama bir kente yürüyen ordu gibiydim."
Cümleler yaratmak zorunda değilim. Belli durumları açığa çıkarmak için yazıyorum ben. Edebiyattan kaçınmalıyım. Sözcükleri aramadan çalakalem yazmak gerek. Dün gece kendimi pek yüce duymuş olmamdan tiksiniyorum asıl. Yirmi yaşındayken kafayı çeker, sonra Descartes gibi adam olduğumu ileri sürerdim. Kendimi yücelikle şişirip durduğumu duyardım, ama engel olamazdım buna. Hoşuma giderdi. Ertesi gün, kusmuk dolu bir yatakta uyanmış gibi sıkılırdım. Sarhoşken kustuğum olmaz, ama keşke kussam! Dün akşam sarhoş bile değildim. Bir budala gibi coşturmuşum kendimi. Su gibi saydam, soyut düşüncelerle temizlemeliyim benliğimi.
 
...

Şu serüven duygusunun olaylardan gelmediği belli, kanıtlandı bu. Serüven duygusu, anların art arda geliş biçimine bağlı. Nasıl olduğunu anlatayım. Zamanın akıp gittiğini, bir anın ötekine, onun bir başkasına götürdüğünü, her anın kaybolup gittiğini, onu durdurmaya kalkmanın boş olduğunu vb. ansızın hissederiz. O zaman serüven özelliğini, anların içinde ortaya çıkan olaylara veririz. Yani, biçimin malı olanı öze veririz. Şu durmadan sözü edilen zaman akışını pek gördüğümüz yoktur. Bir kadın görürüz, ihtiyarlayacağını düşünürüz, ama ihtiyarladığını görmeyiz. Ara sıra kadının ihtiyarladığını görüyoruz gibi gelir bize. İşte serüven duygusu budur.

Yanlış hatırlamıyorsam buna zamanın geri çevrilemezliği diyorlar. Öyleyse serüven duygusu, zamanın geri çevrilmezliğinden başka şey olmamalı. Peki öyleyse, bu duyguyu niçin her zaman yaşamıyoruz? Yoksa zamanın geri çevrilmez olduğu anlar mı var? Her istediğimizi yapabileceğimizi duyduğumuz anlar vardır. Önden gidebilir, geri dönebilirsiniz. Önemi yoktur bunların. Öte yandan, anların sıkıştığı, yeniden başlamanızın olanaksız olduğu ve atağımızın boşa gitmemesi gerektiği zamanlar da vardır. (sf. 82)

Bulantı


 Aslında kalemi elimden bırakamıyorum. Bulantıya kapılacağım diye korkuyorum, yazarken onu geciktiriyorum gibime geliyor. Bu yüzden aklıma geleni yazıyorum.



Kalemi elime alıp yeniden bir şeyler yazmaya çabaladım. Geçmiş, şimdi ve dünya üzerine çeşitli düşüncelere dalmaktan bıkmıştım artık. Bir tek şey istiyordum yalnız. Kitabımı rahatça bitirmemi hiçbir şey engellemesin istiyordum.

Ama beyaz sayfalara bakar bakmaz durakladım. Kağıtların görünüşü duraklatmıştı beni. Kalemim elimde, bu göz kamaştırıcı kağıdı seyretmeye koyuldum. Öylesine sert ve uzağı görücü; öylesine burda bulunan bir şeydi ki! Şimdi'den başka bir şey yoktu onda. Üzerine biraz önce yazdığım  sözcükler kurumamıştı daha, ama artık benim olmaktan çıkmışlardı.

"En korkunç söylentilerin yayılmasını sağlamak için her şey yapılmıştı..."


Bu cümleyi ben düşünmüştüm; başlangıçta, benden bir parça gibiydi. Oysa şimdi kağıdın üzerinde yer almıştı, bana karşı duruyordu. Artık tanımıyordum onu. Onu yeniden düşünmek bile elimden gelmiyordu. Orada karşımdaydı; kaynağını gösteren bir belirtiyi aramam boşunaydı. Bir başkası yazmış olabilirdi onu. Ama ben, evet ben, onu yazmış olduğumdan emin değildim. Harfler artık parıldamıyordu, kurumuştu. Bu da kaybolmuştu. Geçici parlayışlarından bir şey kalmamıştı geriye.


Çevreme kaygılı gözlerle baktım, şimdi'den başka tek şey yoktu. Şimdi'leri içinde kabuk bağlamış, hafif ve sağlam mobilyalar; bir masa, bir yatak, bir aynalı dolap ve... ben. Şimdi'nin gerçek özü kendini açığa vuruyordu. Şimdi var olandı, şimdi olmayan hiçbir şey varoluşmuyordu. Geçmiş var olan bir şey değildi. Hem de hiç değildi. Ne eşyada, hatta ne de düşüncemde varoluşmuyordu. Kendi geçmişimin benden kaçmış olduğunu çoktan beri anlamıştım. Ama benim alanımın dışına kaçmış olduğuna inanmıştım. Benim gözümde geçmiş, bir çeşit emekliye çıkarma; bir başka varoluşma biçimi, bir tatil ve hareketsizlikti. İşi biten her olay, kendi kendine bir kutunun içine usulca giriyor ve bir fahri olay niteliği alıyordu. Hiçliği düşünmek bu kadar zordur işte. Ama şimdi anladım, eşyanın, görünüşü aşan bir varlığı yok. Onların ardında... hiçbir şey yok.



sf. 132

Bulantı

 "Ben" deyince bir boşluk duygusuna kapılıyorum. Öyle unutulmuşum ki, kendimi iyice hissetmek elimden gelmiyor. Benden kalan bütün gerçeklik, var olduğunu hisseden varoluş sadece. Yavaş yavaş, uzun uzun esniyorum. Kimse hiç kimse için! Antoine Roquentin ne ki? Soyut bir şey o. Bilincimde kendimle ilgili ufacık, renksiz bir anı sallanıyor. Antoine Roquentin...Birden "ben" soluklaşıyor, işte söndü.


İrkilerek ayağa fırlıyorum. Düşünmemin önüne geçebilsem, hiç de fena olmayacak. Düşünceler her şeyden tatsızdır, yaşayan etten bile tatsız. Uzanıp dururlar, bitmez tükenmezler ve insanın ağzında acayip bir tat bırakırlar. Sonra düşüncelerin içinde kelimeler var; tamamlanmamış kelimeler, eksik kalmış cümleler. Durmadan geri gelirler. ""Bitirmem gere... Varolu... Ölüm... M. de Rollebon öldü. Değilim... Varolu..." Böyle sürüp gidiyor, bitmek bilmiyor bir türlü. Bu hepsinden kötü, çünkü kendimi bu işe katışmış ve sorumlu buluyorum. Sözgelimi şu çeşit acılı geviş getirmeye benzeyen varoluşmaktayım yok mu, işte onu sürdüren benim. Evet ben. Gövde bir kere yaşamaya başlayınca, bu işe kendi kendine devam edip gider. Ama düşünce öyle değil. Düşünceyi ben sürdürür, ben geliştiririm. Varoluşmaktayım. Varoluşmakta olduğumu düşünüyorum. Şu varoluşma duygusu ne kıvıl kıvıl bir şey! Onu ben sürdürüyorum yavaşça. Düşünmemi durdurabilseydim... Çabalıyorum buna, başarıyorum. Kafamın içi dumanla doluyor gibi... ama işte yeniden başladı. "Duman... düşünmemek... Düşünmemek istemiyorum. Düşünmek istemediğimi düşünüyorum. Düşünmek istemediğimi düşünmemem gerek."
Bitmek bilmeyecek mi bu?


Düşüncem ben'den başka bir şey değil. Bu yüzden duramıyorum. Düşündüğüm ile varoluşmaktayım. Oysa düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi. Şu anda bile (korkunç bir şey) varoluşmaktaysam, bu, varoluşmaktan ürküntü duymamdan ötürüdür. Özlediğim hiçlikten kendimi çekip alan benim. Nefret ya da varoluşmak tiksintisi, kendini varoluşturma, varoluşun içine oturtma biçimlerinden başka bir şey değil. Düşünceler, büyük bir baş dönmesi gibi ardımda doğuyorlar, başımın arkasında doğduklarını duyuyorum... Karşı durmazsam Önüme geçiyorlar. Çoğu kere, karşı koyamıyorum, düşünce büyüyor, büyüyor ve birden sınırsızlaşarak, tepeden tırnağa dolduruyor beni, varoluşumu yeniliyor.


sf. 138   

Bulantı

 Açıklamaların ve nedenlerin dünyası varoluşun dünyası değildir.


Hoşçakalın kodoşlar! İnekler!! 



Varoluş zorunluluk değildir demek istiyorum. Var olmak, burada olmaktır sadece, var olanlar ortaya çıkarlar, onlara rastlanabilir, ama hiçbir zaman çıkarsayamayız onları. Bunu anlamış kimselerin bulunduğunu sanıyorum. Ama onlar, kendi kendinin nedeni olan zorunlu bir varlık uydurarak olumsallığı aşmaya çalışmışlardı. Oysa hiçbir zorunlu varlık varoluşu açıklayamaz. Çünkü olumsallık sahte bir görünüş, ortadan kaldırılabilecek bir dış görünüş değildir; mutlak olanın kendisidir, bu yüzden yetkin bir temelsizliktir. Şu bahçe, şu kent, ben kendim, her şey temelsiz ve nedensizdir. Bunun farkına vardığınız zaman yüreğiniz bulanır; geçen akşam Rendez-vous des Cheminots'da olduğu gibi her şey salınmaya başlar. Bulantı budur işte. Kodoşların (Coteau-Vert'dekiler ve benzerleri), hak düşüncesi ile kendilerinden saklamak istedikleri işte budur.   


sf. 178

Bulantı

Ayağımın altında uzayan, Bouville'in gri kıvılcımlanışlarına bakıyorum. Güneş altında, deniz kabukları yığınına, kemik parçalarına, kum tepelerine benziyor. Bu yıkıntılar arasında kaybolmuş ufacık cam ya da mika yansıları ara sıra hafif alevler saçıyor. Deniz kabukları arasında uzayan arklar, kanallar, çukurlar, ince çizgiler bir saat sonra sokak haline girecek, bu sokaklarda duvarlar arasında yürüyeceğim. Boulibet sokağı'nda seçebildiğim şu küçük kara adamcağızlar var ya; bir saat sonra ben de onlardan biri olacağım.

Şu tepenin ardında kendimi onlardan ne kadar uzak hissediyorum. Sanki başka bir türdenim ben. Bütün gün çalıştıktan sonra bürolardan çıkıyor, evlere ve meydanlara neşeyle bakıp, bu kentin, kendi kentleri olduğunu, bir "güzel burjuva kenti" niteliğini taşıdığını düşünüyorlar. Korkmuyorlar; kendi yurtlarında olduklarını duyuyorlar. Musluklardan akan evcil kent suyundan, düğme çevrilince ampullerden yayılan ışıktan, dayanaklarla desteklenmiş melez ağaçlardan başka şey bilmezler. Her şeyin bir mekanizmaya uyarak ortaya çıktığını, dünyanın belli ve değişmez yasalara göre işlediğini günde yüz kere görürler: Boşlukta, bütün nesneler aynı hızla düşer; park yazın her gün saat altıda, kışın da dörtte kapanır; kurşun 335 derecede erir; son tramvay Hotel de Ville'den on biri beş geçe kalkar. Durgun, biraz asık suratlı kimselerdir. Yarın'ı yani bugünün bir tekrarını düşünürler; kentlerde her sabah yeniden ortaya çıkan tek bir gün vardır. Pazarları, bu tek günü az buçuk süslerler. Avanaklar! Güven dolu, kalın suratlarını göreceğimi düşündükçe tiksinti kaplıyor içimi. Yasalar yaparlar; bayağı romanlar yazarlar, çocuk yapmak budalalığına düşmekten kurtulamazlar. Ama o koskoca, ne idüğü belirsiz doğa, kentlerine girmiş, her tarafa, evlerine, bürolarına, kendilerine bile sızmıştır. Doğa kıpırdamaz, olduğu gibi durur; onlar, içleri dolduğu, doğayı soludukları halde farkında değillerdir. Kentin dışında, yirmi kilometre uzakta olduğunu sanırlar doğanın. Onu görüyorum ben, bu doğayı görüyorum. Baş eğişinin tembellikten ileri geldiğini biliyorum; yasaları olmadığını da biliyorum, onun düzenliliği sandıkları şey... Doğanın alışkanlıkları var yalnız, yarın değiştirebilir onları.


Sayfa
214 - 215      

Bulantı


" Madeleine, şu plağı yeniden koyar mısınız? Gitmeden önce bir daha dinleyeyim. "


Özgürlük bu mu? Ta yukarılarda, bahçeler kente doğru tembelce iniyor; her bahçede bir ev yükseliyor. Ağır ve hareketsiz denizi görüyorum; Bouville'i görüyorum. Hava güzel.

Özgürüm: Hiçbir yaşama nedeni kalmadı artık bana; denediğim bütün nedenler beni bıraktı; başkalarını da tasarlayamıyorum. Daha genç sayılırım, yeniden başlamaya yetecek gücüm var. Ama nereden başlamalı? En şiddetli korkulara, bulantılara düştüğümde beni kurtarır diye Anny'ye ne kadar güvenmiş olduğumu ancak şimdi anlıyorum. Geçmişim öldü. M. de Rollebon öldü. Anny sadece bütün umutlarımı kırmak için geri geldi. Bahçeler boyunca uzayan şu beyaz sokakta yalnızım. Yalnız ve özgür. Ama bu özgürlük ölüme benziyor biraz.

 sf. 211



Bütün hayatım arkamda kaldı. Onu tepeden tırnağa görüyorum. Onunla ilgili pek az şey var söyleyecek, kaybedilmiş bir partidir hayatım; hepsi bu. Bouville'e tantanayla girişimin üzerinden üç yıl geçti. Birinci partiyi kaybetmiş, ikincisini oynamak istemiş, onu da kaybetmiş, onu da kaybetmiştim. Birden insanın her zaman kaybettiğini öğrendim. Kazanacaklarına inanan yalnız kodoşlardır. Ben de Anny gibi yapacağım artık, öldükten sonra yaşamaya devam edeceğim. Yemek, uyumak; uyumak, yemek. Ağır ağır, usul usul var olup gitmek; ağaçlar, bir su birikintisi, tramvaydaki kızıl banket gibi. 


Bulantı biraz yakamı bıraktı. Ama geri döneceğini biliyorum; benim normal halim o. Ne var ki bugün, vücudum onu kaldıramayacak kadar bitkin düştü. Canım sıkılıyor, başka bir şey değil. Ara sıra öyle şiddetle esniyorum ki, gözlerimden yaş geliyor. Derin kopkoyu bir sıkıntı bu; varoluşun  ta kendisi; benim yapıldığım hamur. Ama işi hırpaniliğe vurmuyorum, tam tersine, bu sabah yıkandım, tıraş oldum. Bu minicik bakım işlerini düşününce, onları nasıl olup da yapabildiğimi kavrayamıyorum; o kadar boşuna şeyler ki! Onları benim yerime alışkanlıkların yaptıkları besbelli. Alışkanlıklar hala canlı, uğraşıp duruyorlar, ağlarını usul usul belli etmeden kuruyorlar, sütanneler gibi yıkıyor, kuruluyor, giydiriyorlar.


sf. 212 

Bulantı

 Bilincin, bilgisi de var. Duvarların arasında durgun ve bomboş olan, içini dolduran kimseden kurtulmuş ve hiçbir kişiliğe bağlı bulunmadığı için korkunçluk niteliğini edinmiş olan kendini, yer yer görür.


Tanrım! Bu bitki hayatını sürdürecek olan ben miyim? Günlerimi nasıl geçireceğim? Dolaşacağım. Tuileries Parkı'na gidip bir demir iskemleye oturacağım; daha doğrusu para vermeyeyim diye bir taş sıraya. Bir şeyler okumak için kitaplıklara gideceğim. Sonra? Haftada bir kere sinema. Peki sonra pazar günleri kendime bir Voltigeur ısmarlayıp tüttürecek miyim, Luxembourg Parkı'ndaki emeklilerle kroke oynamaya gidecek miyim? Otuz yaşında! Acıyorum kendime. Ara sıra "Elimde kalan üç yüz bin frangı bir yılda" harcasam daha iyi etmiş olmaz mıyım? diye düşünüyorum. Sonra ne olacak? Bana ne sağlayabilir bu? Yeni elbiseler mi? Kadınlar mı? Yolculuklar mı? Hepsini gördüm; bunlar bitti artık, sağlayacakları sonuç çekmiyor beni. Bir yıl sonra, kendimi şimdiki kadar bomboş bulacağım; tek bir anım bile olmayacak, ölüm karşısında korkup duracağım.

sf. 232