Günce etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Günce etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Günce / Amiel

İnsanın kendisi için tuttuğu «günlük» tembelce yaslandığımız bir yastıktır. Konuların çevresini incelemekten bizi alıkoyar, tekrarlanıp duran şeylerle gününü gün eder, iç âlemin, bütün keyif ve heveslerine, dolambaçlı yollarına kapılır, kendinin hiçbir ereği olmaz. Bu «günlük» ciltler dolusu konular ele almıştır. Şaşılacak derecede zaman, düşünce ve kuvvet israfı! kimseye yararı olmayacak, hattâ, kendine bile... Olduğu gibi yaşamaktan ziyade hayata yan çizmekten başka bir şeye
yaramamış olacak. Günlük, bir sır ortağı, yani dost ve eş yerine geçer. Acılara karşı bir tesellidir, bir yol değiştirmektir, bir kaçamaktır. Her şeye burnunu sokan ve her şeyin yerine geçen bu nesne, aslında doğru-dürüst bir şeyi temsil etmez. (26 temmuz 1876)



5 nisan 1851

Kalbimin zarı pek ince, hayal gücüm kaygıyla dolu, hayal kırıklığına uğramam kolay, duygularımın yarattığı etkiler de sürekli. Olabileceğini tasarladığım şey, olanın tadını kaçırıyor, olması gereken şey de zehir oluyor bana. Bundan dolayı, gerçekten, içinde bulunduğum zamandan, yeri doldurulamayandan, kaçınılmaz olandan nefret ediyorum, hattâ korkuyorum. Hayal ve sezme gücüm, bilincim bol bol var; ama karakterim yeteri kadar güçlü değil. Hayatın yalnız kuramsal olan yönünde esneklik, yücelik, tamir, zaman giderme olanakları vardır; hayatın pratik kısmı beni ürkütüyor.

16 eylül 1851

Büyük adamlar devri geçiyor; karınca yuvası, çok yönlü bir hayat çağı geliyor. Bireycilik çağı, eğer salt eşitlik üstün gelirse, birşeyler bulamamak tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bireyin bir düzüye aynı düzeyde tutulmak istenmesi ve işbölümü yüzünden, toplum, her şeyin yerine geçecek ve insanın yalnız başına yeri olmayacaktır. Nasıl vadilerin dibi bitkisiz kalan dağların kayıp çökmesiyle yükseliyorsa, büyük insanlara karşı ortahalliler yükselecektir. «Müstesna», ortadan kalkacaktır, insan topluluğunun görünüşü, gitgide daha az engebeli, karşıtsız, biteviye olacaktır. İstatistikçi gittikçe artan bir ilerleme, ahlâkçı ise derece derece bir düşüş kaydedecektir. Nesnelerde ilerleme, ruhlarda düşüş, çöküntü. Faydalı, güzelin yerini alacak; «endüstri», sanatın; iktisat politikası, dinin; aritmetik, şiirinkini... İç sıkıntısı eşitlik çağının hastalığı olacaktır.


26 temmuz 1853

Çekingenlik ve öğrenme merakı, edebiyat mesleğinde bana engel oluyor. Burada, her şeyi başka zamana bırakmamı da unutmamak gerek. 

 Öğrenme merakı yüzünden her şey, bir deniz kabuğu da, bir dağ kadar beni çekiyor, ilgilendiriyor, bundan ötürü de, bir türlü incelemelerimi tamamlayamıyorum. Her şeyi daha sonraya bıraktığım için hep başlangıçtayım, bir türlü de eser vermeğe başlayamıyorum. Her ne kadar, bu bir oluş (vakıa) ise de, başka türlü de olabilirdi. Durumumu anlıyorum, ama kendimi onaylamıyorum.


11 Ocak 1867 (Cenevre)

Ömrümün damla damla sonsuzluğun uçurumuna düştüğünü açıkça duyuyorum. Ölümün önünde günlerimin kaçıp gittiğini duyuyorum. Gün ışığını içime sindirebileceğim önümdeki haftalar, aylar ya da yıllar bir geceden, çabuk sona ereceği için hesaba katılmayan bir yaz gecesinden farklı görünmüyor.

Ölüm! Sessizlik! Uçurum! Ölümsüzlüğe, mutluluğa, olgunluğa hasret duyan insan için korkunç sırlar.. Yarın, az zaman sonra, artık nefes alamayacağım vakit nerede olacağım? Sevdiklerim nerede olacaklar? Nereye gidiyoruz? Neyiz? Bu sonu gelmeyen sorunlar amansız yücelikleriyle her ân önümüze dikiliyor. Çepeçevre Hep sır! Bu kuşku karanlıkları içinde parlayan her yıldız bir inan niteliği taşımakta. Zararı yok! Yeter ki, dünya iyilik için yaratılmış olsun, görev bilinci de bizi aldatmamış olsun. Başkalarına mutluluk vermek, iyilik etmek, işte bizim yasamız, son umudumuz, yolumuzu aydınlatan ışık, var olmamızın nedeni. Bütün dinler çökebilir, ama, bu saydıklarım ayakta kalırsa, yine bir ülkümüz var demektir; bu da yaşamağa değer. Karşılık beklemeden yapılana, candan bağlılığa inan — bunların mihrapları boş kalmadığı sürece — insanı yüceleştirir. Sen kendinde sevmek gücü bulduğun sürece de bunları kimse yok edemez.


9 Şubat 1880

Uçurum ne kadar da yakın; küçük tekne bir ceviz, hattâ bir yumurta kabuğu kadar ince. Açılan delik bırazcık büyüsün, gemici için her şeyin biteceğini hissediyorum. Beni ahmaklıktan, delilikten, ölümden ayıran bir hiçtir. Küçük bir bozukluk, benim varlığım, ömrüm denen bu nazik ve özenle kurulmuş iskeleyi yerle bir etmeğe yeter.

... Oldukça kötü bir gece. Bronşitim yüzünden üç dört defa uyandım. Bir melankolidir geldi, kaygılandım. Bu kış gecelerinin birinde tıkanıp kalmam işten değil, Artık her şeye hazır olmamın, her şeyi bir düzene sokmanın uygun olacağını hisseder gibiyim. Her şeyden önce yakınmaları, acıları, silivermeli; herkesi bağışla, kimseyi yargılama. Sana karşı yapılan kötülüklerde, düşmanlıklarda yalnızca bir anlaşmazlık olduğunu kabul et. «Elimizde olduğu kadar, bütün insanlarla barış halinde olalım.- Ölüm yatağında zihin ancak sonsuz, ölümsüz şeyleri görmeli. Zamanın bütün bayağılıkları silinir, kaybolur. Savaş bitmiştir. İnsanın yalnız gördüğü iyilikleri hatırlaması ve Tanrı’nın yolunda gitmesi uygun olur...

23 ocak 1881

Bu sabah pek az insanın, hastalıklarımızın, dertlerimizin farkında olduğunu düşünüyordum. Yakınlarımız ve en yakın dostlarımız bile, o korkuların en büyüğünü getiren melekle yaptığımız konuşmalardan habersizdirler. Kimseye açamadığımız düşünceler ve kimseyle paylaşamadığımız acılar vardır. Hattâ, bir çeşit cömertlikle bunları gizlemek bile gerekir. İnsan tek başına hayal eder, tek başına acı çeker, tek başına ölür, o -altı tane tahtası olan hücrede de tek başına kalır. Bu ağırbaşlı monolog bir diyalog haline girer, düşmanlığın yerini uysallık alır, her şeyden vazgeçiş, huzurla sonuçlanır, acı ile ezilmek yeniden özgürlük olur.

29 ocak 1881

Korkunç bir gece. Üç dört saat beni boğanlarla savaştım, ölümü yakından gördüm. Şüphe götürmez ki, beni bekliyen boğulup kalmaktır, havasızlıktır. Boğularak öleceğim.

Elimde olsaydı böyle bir ölüm seçmezdim. Ama bir seçim yapma gücüm olmayınca, sessizce boyun eğmek gerekiyor. Spinoza, evine çağırttığı doktorun önünde öldü. Beklenmedik bir ânda, gecelerden bir gece, farenjit'in boğazını sıkmasıyla ölmeğe hazırlanmalısın. Bu ölüm, çevresinde dua eden, yakınları bulunan bir patriarkın son nefesine benzemez, öyle bir değer taşımaz. Beni bekliyen ölümün güzellikle, büyüklükle, şiirle ilgisi yok. Ama stoacılık, vazgeçmek, razı olmak demek değil midir?


19 nisan 1881 (*)

Halsizlik, bedenin ve düşüncenin bitkinliği.
Yaşamak ne kadar da güç, ey yorgun yüreğim!



Çeviren: Fuat Pekin


(*) Amiel, 29 nisan 1881 tarihine kadar günlüğünü yazdı ve 11 mayıs 1881 de öldü.

Henri Frederich Amiel (1821 - 1881)

22 Ocak Pazartesi
(sabah saat 9 30)

...

Uyum, sağlamlık ve devamlılıktan yoksunum, tüm atılımlarım gelgeç isteklerden başka bir şey değil. Aynı zamanda hiçbir yere varamıyorum. Günümün bir bütün oluşturması çok zor; haftam, ayım ve yılım hiçbir bütünlük oluşturmuyor. Tüm okumalarım, çalışma saatlerim, düşüncelerim ve istençlerim, bir piramit veya bir kolye bile oluşturmayı başaramadan ufalanıyorlar, dağılıyorlar ve taneleniyor. Anlamsız şeyler beni tüketiyor. Düzenlenmiş iki durum arasındaki vekillikte veya kısa bir okul tatilinde, yolculukta yapıldığı gibi yalnızca günü gününe yaşıyorum. — Akademideki derslerim ve özel günlüğüm olmadan, bir yıl içinde ne yaptığımı bile söyleyemem, gidiş çizgim o kadar rastlantısal, tuhaf ve kesik kesik ki; duygulara ve durumlara o kadar uyarak dalgalanıyorum ki, yaşamımı o kadar az yönetiyorum ki. Güçlerini ve etkinliğini belirli bir amaç için eğitmek; öngörülemeyenin istilasına karşı genel istencini savunmak; saatlerini düzenli bir şekilde kullanmak ve bir planı gerçekleştirmek, benim için her zaman bir özlem ve bir imkansızlık olmuştur. Bana ait istençler beni o kadar az ilgilendirirlerdir ki, önlerine çıkan en küçük şey onların önüne geçmeye hak kazanırlar, ve bu şekilde yaşam erteleye erteleye sürüp gider,


Gün, ay, yıl erteleyerek kaybedilir,  
Ve çocuk bir gün ak saçlarla uyanır!


Seçilen bir görev benim için her zaman, değeri olmayan ve hiçbir saygıya hakkı olmayan ve tamamen keyfi olan bir zevk ve kişisel bir kapris haline gelerek biter. Kendimi bağlamayı ve kararlarımın birinin önünde eğilmeyi bilemiyorum. Beni keyfince yönetmek, onu sanki bir ast gibi vesayet altına almak, yalancısı ve öğrencisi yapmak isteyen kendime gülüyorum. Bir eşitinin büyük havalarını ciddiye almak olanaksızdır. Kendim için ve dolayısıyla kendi üzerimde otoritem yoktur. Buradan disiplinsizlik, anarşi ve güçsüzlük ortaya çıkıyor. - Hiçbir zaman olumlu bir görevin ve bana bir zorunluluk yaratan açık bir üstünlüğün net görünümüne sahip olmadım; toplumsal durumum konusunda hiçbir açık bilince ve bunun sonucu belirli bir iddiaya, sınırlandırılmış bir tutkuya ve çok belirgin bir amaca sahip olmadım. O halde yaşamda saf bir hevesli, hiçbir üstünlüğe göz dikmeyen ve sorumsuzluğumdan turist olarak yararlanan, çok şeyde amatör biri olarak kaldım. — Bu durum kararsızlığımın bir sonucu, mutlak, mükemmel veya en azından en iyi olmayan her şeye karşı kayıtsızlığımın bir sonucu olmuştur. En iyi yapabileceğim şeyi bilmediğim için, buna keyfi olarak karar vermeye ve bu karara inanmaya çaba göstermedim. Ve böylece insan doğasının çeşitliliğini hissetmenin ve herkese sempatiyle ve düşlerle her şeyi yapmanın dışında amaçsız ve sürekli bir şeye karşı ilgisiz dalgalandım. Ruhun tam merkezinde birbiri ardına oluşan bu kesilmeyen diziye özenle eşlik etmek, mikrokozmosu ve içinde fiziksel ve ahlaksal dünyanın tüm hareketlerini izlemek, sabit bir şekilde yaptığım tek şeyin bu olduğunu zannediyorum. Psikolojiden daha iyi bildiğim bir şey yok. Bunda bile sonuca varamadım, yalnızca materyalleri, deneyimleri, algılamaları, sezgileri, eğilimleri toplayıp biraraya getirdim. — İstenç eksikliği tüm bu istidatları faydasız hale getiriyor ve yeteneklerinden sonuç çıkarma yeteneği olmadan bu yetenekler ha var ha yok. Yaşama sanatı yeteneklerini yönetme, entellektüel sermayeyi işletme ve güçlerini kullanma sanatını içerir. Kurnazlara olan antipatin, sanatın bu tarafını küçümsetti, yani akla başkaldırdı. Cezan güçsüzlük ve verimsizlik oldu. Yaşamın en iyisini düşlemekten vazgeçtin ve sana ayrılan tüm meyvelerin başkaları tarafından toplanmasına izin verdin. Kopma seni avuttu ama tüm arzu edilebilir iyiliği yapmanı ve söz verdiğini düşündüğün şeyi yerine getirmeni engelleyen bir yanlışlığa üzülebilirsin. İçsel kararsızlığına eklenen gizle kırgınlık onbeş yıldan beri seni yıkıma götürdü. İlk aşkının solduğunu gören kadın gibi, toplum tarafından dışlandığım, bağışık tutulduğunu, uzaklaştırıldığını zannettin ve o kadın gibi, yeni bir yanılgının elmasını dişlememek için artık yalnızca alçakgönüllülükle yaşayabildin. Erkeğin kaba ve egemen sertliğinden yoksun oldun. Kazanma gereksinimi, etkileme coşkusu, yönetme açlığı, yaşam gururu, ortaya çıkma ve kendini kabul ettirme tutkusu sende eksik olan şeyler. Kaygılanmadan ve başka birini ezmeden kabul edilmeyi, hoşlanmayı, beğenilmeyi, sevilmeyi istemiş olman gerekirdi; Çaba göstermek ve kendinden daha az kuşku duymak için teşvik edilmiş olmayı istemen gerekirdi. Duyarsızlık ve kötü niyet seni dilsizleştirdi. İyilikten başka bir şey yapmak istenilmediği zaman neden doğayı zorlamalı ve kendini beğenmişliği oynamalı? Bu durumda sen oyun alanının dışına çekildin. Erkek doğası uyarıcısını içinde taşırken kadın doğası bunu dışarıdan bekliyor. Ve bu anlamda kendimi kadın olmaya bıraktım. İstemediğin için sana bir şey verilmedi; bakirenin sakınımlılığını ve gururunu taklit ettin. Böylece bütün bu sakıncalar sıralanıyorlar. Hepsi, daha az bir erkekliğe benzeyen bir organizasyon boşluğuna, doğuştan gelen bir tür güçsüzlüğe bağlanıyorlar. Disiplin, enerji, direşme, gözüpeklik, tutku, ataklık ve uyarıcı eksikliği, hepsi aynı kapıya çıkıyor. Savunmacı, yoksun tarafta bırakıcı, savsaklayacı eğilim, kopma, düş kırıklığı, istenç eksikliğinin sonuçlarıdır. Çocukluğun çekiciliği, anneye özgü bir içgüdüdür. Ve buna rağmen, haksızlığa karşı öfkeyle, düşünce zevkiyle, inada karşı eğilmemezlikle ve başka birçok şeyle kendimi erkek olarak hissediyorum. Faydasız bir şey, önemsiz bir amaç, bir oyun olması koşuluyla dayanıklılığım sınırsız hale gelebilir. Bu durumda beni kötürümleştiren şey, kalbin hissettiği belirli bir aşılamaz tiksintidir, ama bu tiksinti kimin için, ne için? Beni oluşturan yaşam için ve belki de toplumun anladığı ve uyguladığı şekliyle olan yaşam için. Parçalanan ideal ve ölen umut, belki de hastalığımın gerçek adı budur, diğer bir anlatımla: sessiz ve derin düş kırıklığı, çabaların ve arzuların faydasızlığı duygusu, boyun eğen hareketsizlik, Budizm. Özümün dingin dalgalarının dibinde her zaman bulduğum yılan bu biçimde. Kendi üzerine kıvrılmış ve kendini yoketmeden tükenen bu yılan kuşkusuz kuşkudur, iyileştirilemeyen, yeniden doğan ve yokedilemeyen kuşkudur.

...

Benim için söylenen şu sözü anımsadım:

Kendisinden daha büyük bir düşmanı ve daha aşağılayıcı bir eleştirmeni yoktur.
25 Şubat 1866, Pazar

çeşitli izlenimler: temiz meltem, gölün ve kıyılarının güzelliği, sade, pürüzsüz Alpler, yaşamın esnekliği ve başdöndürücülüğü. - Daha sonra anıların gelgiti, yılların kayboluşu duygusu, artan melankoli. Boğulan özlemlerin, uyanan sıkıntıların korosu, yazgıyla uyumsuzluk. Teslim olmak istemeyen gururun yeniden uyanan başkaldırısı. Özgür ve efendisiz bir insan olunduğu zaman, intiharın, durdurulmasının yol açtığı kemirilmeden çok daha kolay oduğunu farkettim. Bir kez daha bağımlılığın (aşkın istenen bağımlılığı hariç) benim için katlanılmaz olduğunu ve ufukta görünmesinin bile beni öfkelendirdiğini gördüm. İnsanlara karşı olan güvensizliğimin ve dünyaya olan uzaklığımın büyük ölçüde arttığını hissediyorum. - Bağımsızlığım babacan, hoşgörülü, uysal olmamı sağladı ama insanlardan baskı gördüğüm zaman bende oluşabilecek değişimi ölçmeye cesaret edemem. İçgüdümün neden bağımsızlığa sımsıkı sarıldığını anlıyorum. Bunun nedeni zevk değil, kaygıdır. Bu, yakındığım ve küçümsediğim insanlar gibi kıskanç, intikamcı, çıkarcı, açgözlü, zalim veya en azından basit hale gelme kaygısıdır. İyi ve sevimli bir insan olarak kalabilmeyi isterim, işte bu nedenle bir kez yaralandıktan ve kırıldıktan sonra içsel bir kangrene yolaçabilecek gururumu her tür saldırıdan koruyorum.

21 Mayıs 1866, Pazartesi 

Çatı Katının Altında

(Sabah, saat 6.30) Güzel havaya rağmen kutup buzlarının güneye doğru soğuk inişi hala hissediliyor. Hava oldukça soğuk. Yalnızlık duygusu içime işliyor ve beni sarıyor. Toplum olarak güncem ve ailem olarak kırlangıçlar var. Çatı katının altında, biyografimin bugünkü bölümünün başlığı haline geliyor. Sıkıldım mı? Hayır. Hasta  mıyım? Hayır. Hüzünlü müyüm? Tam olarak değil. Ancak, kemerini sıktığım zırh altında, kalbimin biraz sıkıldığını zannediyorum. Şunu diyebilirim: Acı, sen kötü bir şey değilsin, buna rağmen iğnesini hissediyorum. Ve eğer hasta ve yoksul olsaydım ne olacaktı? Ne kadar da hızlı iç karartıcı uyuşukluğa ve umutsuzluğa varıyorum!

Alev gibi titreyen ucunun vahşi bir sevinçle zamanı oburca yediği, saniye ibresine değil de gökyüzüne bakalım. İşte güzel bir gün. Bundan yararlanalım. Düşünelim ve çalışalım.

28 Şubat 1866, Çarşamba

(Sabah, saat 9) Kötü bir gece, sperm boşalımı. Yatak odamın penceresine şiddetle çarpan yağmurla uyandım. Şiddetli bir şimşek gürültüsü bu sulu borayı sona erdiriyor ama kapalı ve kurşuni gökyüzüne ışık getirmiyor.

Bu, hipokondri mi? ama dün akşamdan beri vasatlığın, güçsüzlüğün ve neredeyse entelektüel hiçliğin acı duygusunu hissediyorum. Bana öyle geliyor ki, her şeyin altında bir hiçim; yeğenlerim çoktan beni geçtiler, hocalık görevimi bırakmak, yalnızlığımın içine gizlenmek ve her sorumluluğu reddetmek zorundayım. Kendimde ne bellek, ne merak, ne yaratma ne de coşku bulamıyorum. Her şey bana zor ve ulaşılmaz görünüyor. Artık hiçbir şey bilmiyorum, artık hiçbir şeye cesaret edemiyorum. Bitkinlik, gevşeklik, güçsüzlük.

Bu duygu aldatıcı mı? Sanrısal bir hayal veya içe işleyen bir sezgi mi? Gerçek bir olgu mu yoksa düş kırıklığımın yol açtığı bir yanlışlık mı? Bende aşırı bir güvensizlik veya zayıflık mı var? Bunlar, düşüşe geçen yetilerim veya enerjim mi? Bu hipokondri mi, öyleyse nereden kaynaklanıyor?

Evet,  bu melankoli ve hatta hipokondri! Bu nevrozların özelliklerini yeniden okuduğum zaman bundan emin oldum. O halde, bu ruh halinin tüm sıkıntıları, tüm kaygıları ve tüm tedirginlik konularını abartması anlamında, bu düşsel bir hastalık. - Nedenleri Şunlar:

kendini aşırı bir şekilde inceleme
ilgi ve belli bir amaç eksikliği
istencin çalışmaması
iletişim ve toplumsallık eksikliği.

Bu durum bütün sinirsel bozukluklara, sıkıntıya, deliliğe, maniye, ve varoluşun tiksintisi yoluyla da intihara yol açabilir. - Tasse, Pascal, Rousseau melankoliktiler.

O halde hipokondriye doğru yönleniyorsun. Ve uğraşlarının yapısı seni oraya doğru itiyor. Kendini sürekli inceleme, devingen duygularının otokritiği, hastalıklı ve tehlikeli hale gelebilecek bu duyarlılığı artırıyor: küçük mutsuzlukları büyütmesiyle hastalıklı ve cesareti yok etmesiyle de tehlikeli.

Ve tedavi? Daha fazla kendi dışına çıkmak.
Düş kurmayı eğlencelerle,
faydasız dönüp durmaları yürümeyle,
cansızlığı çalışmayla
ebedi güvensizliği eylemle
savunmayı görevle değiştirmek.

İstencin çilesi, disiplin, ruhun daha iyi bir sağlık bilgisi, işte tedavi için izlenecek yol. - Hipokondri bir umut, atılım, cesaret eksikliğinden başka bir şey değil. Bu da istencin geri çekilmesinin bir sonucu. Bu, enerjiye egemen olan duygululuk, etkinliği boğan edilgenlik, bizdeki özgürlüğü bastıran yapı, yüksek yaşamımızı köleliğe indirgeyen alçak yaşamımızdır. Boyunduruğundan kurtulmak bir görevdir. 

Bu moral hastalığı nasıl iyileştirilir? şiddet kullanarak. Bu ölümcül uyuşukluğu sars! Yalnızlıktan kurtul! Eşini ara! Doğal çekingenliğine ve tedirgin içgüdülerine teslim olma. Kanının son damlasına kadar bu uyku ve intihar eğilimine karşı diren. Sağduyuya, cesarete, enerjiye geri dön. Yeniden bir erkek ol. Bu dingincilik kadınsallaşmaktır. Kalbin laf ebeliğiyle ve gevşeklikle yağlanıyor. Gücü yeniden bulmak için düzenli bir işi zorunlu kılmak, kaslarını kamçılamak ve istencini sertleştirmek gerekir. Bu uyuşukluk günahtır. Yapılabilen yapılmalıdır ve ancak istenen yapılabilir ve ancak inanılırsa istenilir ve ancak kendi barışı sağlanırsa inanılır.

Kendini yalınlaştır: Dürtülerin çokluğu her şeyi karmaşıklaştırıyor ve engelliyor. Artık yalnızca görevini iste ve yaşamın hafifleyecek. 

Kendini sabitle: Değişkenlik, hiçbir tohumun büyümesine izin vermeyerek her şeyi kaybeder. Günlük üstün ve baskın bir ilgin olsun ve tinsel serseriliğin bitecektir.

Yoğunlaş: Yan çizmeden en önemlisine git ve üretimini düzene sok.
Bir gün sürpriz bir şekilde ölürsem, bu durum neden hiçbir zaman geleceğime inanmadığımı ve neden bir şeyde kökleşemediğimi yeteri kadar açıklamış olacaktır. Geçiciye olan eğilimim kehanetsel bir önseziden türemiş olabilir. Her zaman yolumun birkaç adım ötede bittiği ve devamı olmadığı hissine kapılıyorum.

...

Gölgemin dışına zıplamak, yazgımın dışına fırlamak, varlığımı, adımı, yapımı ve köleliğimi pekiştiren her şeyi silkip atmak isterdim. Bir değişimi, tam bir başkalaşımı çok isterdim. Benden sözedildiğini artık duymayabilseydim ve yeni koşullar içinde yeniden doğabilseydim, bana iyileşirmişim gibi geliyor. Yaşandığı şekliyle yaşamımdan sıkıldım, yoruldum ve doydum veya daha doğrusu ayrıcalıklarından bu kadar kötü yararlanan ve yeteneğimi ve günlerimi bu kadar kötü idare ederken kendimden hoşnut değilim. Ve kendimi mutlak olarak inkar ettiğim ve kendimden vazgeçtiğim için, mirasımı kabul etmek ve içine arzumu koymadan katlandığım bir durumun sorumluluğunu yüklenmek beni tiksindiriyor. - Olduğumdan ve olabildiğimden başka biri olmak isterdim. Sabırsızlıkla kendimden utanıyorum.  
Can sıkıntısına neden olan nedir? yetilerin uyuşukluğu. Hiçbir şey bizi harekete geçirmediği veya teşvik etmediği zaman, tinsel olarak durgunlaşıyoruz ve ruhun bu durgunluğu, bu içsel boşluk can sıkıntısıdır. Bize vereceği hiçbir şeyi olmayan ve bizden hiçbir şey almak istemeyen kişi varlığıyla bizi kötürümleştirir. Bu kişi, sevincimizi, ruhumuzu, yaşam gücümüzü sızdıran ve kendini zenginleştirmeden bizi daha yoksul hale getiren bir emicidir. -Varlığından can sıkıntısını atmak, ne büyük bir tutumluluktur! Bunun için çok zaman yalnız kalmayı bilmek gerekir. Ama özbeğeniyi rahatsız etmeden yalnız kalmayı bilmek çok zahmetli bir sanattır.

...


15 Şubat 1866, perşembe

Uyumsuz ve sessiz yapımın ortasında her zaman bulduğum şey, eylemden derin bir korkudur. Kendimi denize atmak, gemilerimi yakmak, güvensizliğimi olduğu gibi tembelliğimi dehşete düşürüyor; ve önceki bütün düşüncelerim bana her zaman, çizilmesi ve yeniden yapılması gereken yanlış, boşluklu, sahte hesaplarmış gibi görünüyor. Bilinmez için, riskli için, kesin olan için duyduğum nefret her şeyin sonunda oluşuyor ve önceki akşamın tüm kararlarının üzerinde kalıyor. Sağduyu, akıl ve hatta kalp sessiz kalıyorlar ve sözü içgüdüye, her zaman reddetmeyi, çekimser olmayı ve rahat durmayı tercih eden pısırık içgüdüye bırakıyor. İşleri yalınlaştırmak için ölmeyi tercih edeceğim kesindir. Kendimi yönetmek benim için katlanılmaz bir şey. Korkum çok büyük ve bütün iyi atılımlar buna karşı hiçbir şey yapamıyorlar. Sorunsuzca, gevşekçe, özgürce ölmek, aynı zamanda önünde kaygılı benimizin geri çekildiği içsel bir ölümdür. İçimizde bize uygun olanı istemeyen ve acıdan daha fazla mutluluktan korkan bir şey vardır.

İntihar taşkınlığının çok fazla yumuşak ve türevsel biçimleri vardır. Eylemin tiksindirmesinin ve yaşamın titretmesinin nedeni insanın kendi içinde hem evet hem hayır olması ve paylaşılmasıdır. İstekten nefret edilir çünkü neyin arzu edilmesinin gerektiği bilinmemekte ve bir kararın uzun zaman destekleneceğine inanılmamaktadır.

...

"Mesleklerin en yorucusu, diyor Chourbuliez, susma mesleğidir." İşte yirmi yıldır boşuna buna uymaya çalışıyorum.

Batağın Derinlerinde: Amiel ve Pessoa

François Leuret, Val-de-Marne'daki Bicetre Hastanesi'ne başhekim olduğunda otuz iki yaşındaydı. Bicetre o tarihlerde akıl hastalarına “kucak açan" bir yerdi, ve o güne dek edindiği tecrübeler Leuret'de kesin bir inanç doğurmuştu: Deliler, yanlış davranışlar gösteren yaratıklardır ve iyileştirilmeye muhtaçtırlar. Bu doğrultuda hastaları korkutmaktan soğuk duşa sokmaya, hafif işkenceden geçirmeye dek uygulanmadık yöntem bırakmadı. Ancak 1834’te yayınlanan kitabında (Delilik Hakkında Psikolojik Değinmeler) şunları yazacak:  “Ne kadar uğraştıysam da... delice bir düşünceyi mantıklı bir düşünceden ayırt etmem mümkün  olmadı. Charenton’da, Bicetre'de, Salpetriere'de en çılgınca düşüncenin peşine düştüm; sonra onu dünyada hüküm süren fikirlerle kıyasladığımda şaşkınlıkla, hatta utançla arada fark olmadığını gördüm.” 

Leuret bilemezdi ama, o sıralar on üç yaşlarında bir delikanlı tam  da  Leuret'in dediği türden, delilikle mantığın birbirine karıştığı bir hayatın başındaydı. Kendi uçurumunu zihninde kazmaya başlamıştı daha doğrusu. Adı Henri Frederic Amiel'di.  Cenevre’de doğmuştu. Annesi o on bir yaşındayken veremden ölmüştü. Leuret'nin yapıtının Fransa’da yayınlandığı yıl, babası da kendini nehre atarak intihar edecekti. Henri Frederic ve kardeşleri amcalarının yanında büyüdüler. Henri Frederic önce Cenevre'de, ardından Heide1berg'de ve Berlin’de iyi bir eğitim gördü, coğrafya, tarih, estetik ve filoloji okudu ama en büyük ilgi alanı teoloji ve felsefeydi. 1849'da Cenevre Akademisi'nde boşalan estetik kürsüsünün yeni sahibi oldu. 1854'te ise felsefe kürsüsüne geçti, ölene kadar da burada kaldı. Flaubert’in ve Baudelaire'in çağdaşıydı, ne var ki ikisiyle de  tanışmadı. Paris’e, Londra’ya, İta1ya'ya yaptığı kısa yolculukların haricinde kendi köşesinde üç beş makale, birkaç şiir kitabı yayımlayarak sakin, durgun bir hayat sürdü. Bu barışsever adam, ne tuhaftır ki halk arasında tek bir eseriyle ün kazandı: Prusya kralı İsviçre sınırını tehdit ederken kaleme aldığı askeri marşla. Hayatının eserini yazmadı, hayatının kadınını bulamadı, bir bataklık durgunluğundaydı hayatı. Edebiyatın hep içinde olmuş, ama meselenin özünü ıskalamıştı. Duyguları olduysa da, görünüşe bakılırsa edebiyat ummanına bunları savurma fırsatını elden kaçırmış, ya da böyle bir işe gücü soluğu yetmemişti.

 Bu heyecan yaratmayan, renksiz yaşam öyküsü 1884 yılında sona erdi. Henri Frederic Amiel’in onu sıradan, sıkıcı bir akademisyen olarak tanıyan dostlarına, iş arkadaşlarına, ailesine nasıl büyük bir oyun oynadığı ise, iki yıl sonra ortaya çıktı. Amiel, yıllar boyunca günlük tutmuştu. İlk başta ara sıra, sonra gayet düzenli bir şekilde ömrünü kağıda dökmüştü. Günlerinin  akışını, okuldaki sınavları, yazdıklarını, her şeyini. Aslında bir ömürden daha fazlasını anlatmıştı. Dışarıda akademisyen Amiel rolünde dolaşan o kişiyi yazmıştı. Ve kendisinin, belki de yazdıklarında suretini gördüğü kişinin onun hakkındaki hislerini. Başarısızlık onda bir saplantıydı. Başarmak için her şeye sahipti: Sağlam bir eğitim görmüştü. İyi bir hatipti. Ancak istedikleri hep olağanın üstündeydi. "Bilinç, ancak mükemmeliyete ulaştığında huzur bulabilir,' demişti yayımlanan bir kitabında. Ve o mükemmeliyet, ona ulaşamamak korkusu onu usulca kendinden koparmış, gerçek eylemlerin, gerçek girişimlerin, gerçek insan ilişkilerinin yerine günlüğü geçirmişti.

Günlük yazan Amiel, akademisyen Amiel'in hayatını bu kelimeler hapishanesinin içinden izlerken bazen ayılıyor, kendine günlüğün anlamını soruyordu. Ve her seferinde onun yoldaşı, dostu, eczacısı, “yalnız insanın doktoru” olduğuna karar veriyordu. Öte yandan, kimse  fark  etmese de günlük sayesinde  çabuk  karışan  aklını da toplayabiliyordu. 31 Ocak 1853'te yazdığı gibi “hayatının dağılmasına, parçalanmasına”  bu  şekilde karşı koyuyordu.

Günlükte gördüğümüz Amiel, olayları analiz etmekte, kendisini  karşısındakinin yerine koymakta, kılıktan kılığa girmekte, büyük  yeteneğe sahip biridir. Dünyayı çok çeşitli açılardan kavrayabilmektedir, gördüğü çokyönlü eğitim yorumlarına da yansımaktadır. Ancak Amiel bu yetenekleri dışardaki hayata yansıtamayacağını düşünür. Sürekli hastalıklardan yakınır, üstelik ürkektir, sıkıntılıdır. Bir öğrencisinin ona sevimli bir mektup yazması, kız kardeşinin çiçek göndermesi, onda ancak ağır bir hastalığa yakalandığı şüphesini uyandırabilir. Çevresinde bir sürü kadın vardır, ancak hiçbiri onun hayat arkadaşı olamaz, zira gene mükemmeliyetçilik  devrededir.  “Bir kadının bütün ötekilerin  yerini  tutabilmesi için,” diye yazar 1860'da, “bir dalga gibi kıvrak, ışık gibi mükemmel olması lazım.” Böylece önce hayat karşısında cesareti kırıldığından, ardından başka çare bulamadığından ya da bulmayı istemediğinden bu acı verici yalnızlığa kendini bırakır. Bu hayat, 16900 sayfa sürer.

 Yıllar sonra, 1913'le 1935 arasında bir tarihte, Portekiz’de bir yazar “Amiel’in günlüğü hep canımı yakmıştır - ama kendi yüzümden," diye yazıyordu. "Scherer'in aklın meyvesini bilinci bilinci olarak tarif ettiğini söylediği yere geldiğimde, dosdoğru benim ruhumu ima ettiğini sezdim." Adı geçen Scherer, Amiel'i tanıyan biriydi ve günlükler ilk kez yayımlanırken başına ayrıntılı bir önsöz yazmıştı.


Yazarın adı Bernardo Soares’ti. Belki de Fernando Pessoa. Yirmi yıla yakın bir süre anlatılması imkansız, ya da ortak noktası sadece huzursuzluğu tarif etmek olan yazılar yazacaktı. Fernando masasının başına  çöktüğünde Bernardo'nun elinden, kaleminden deliliğini kağıda akıtıyordu. Sonra, bambaşka bir yüzle elini bu kez Ricardo Reis'in, Alvaro de Campos'un ya da Pero Botelho'nun hizmetine veriyordu. Yavaş yavaş, bir ömür boyunca insan ruhunun batağından çıkan yetmiş kadar hayalet o odadan, herkesin memur olarak bildiği Fernando Pessoa' nın evinden gelip geçecekti. Aralarında eşcinseller, kadınlar da vardı hatta, çünkü evreni kucaklamak isteyen, başlı başına bir edebiyat olmak isteyen birinin göğsünde bunlar da yasar.

Pessoa, dışarıda sıradan olabilmek için bunu yapmak zorundaydı. Huzursuzluğun Kitabı'nın 128. bölümünde şöyle yazıyordu: “Anlaşılmak bana hep dehşet vermiştir. Anlaşılmak, insanın kendini satması demektir. Olmadığım gibi sanılmayı, gayet doğal bir biçimde, usulca, bir insan olarak gözden kaçmayı cidden tercih ederim. Hayatta hiçbir şey, iş yerindeki arkadaşlarımın beni 'farklı' bulması kadar öfkemi kabartmazdı. Onların gözünde farklı olmama ironisinin tadını çıkarmak  isterim.  Onların beni kendilerine benzetmesinin çilesini çekmeyi, fark edilmemek işkencesine katlanmayı isterim. Azizlerden, keşişlerden daha üstün nice şehitler vardır. Tıpkı  beden ve arzu azabı gibi, akıl azabı da vardır. Bütün işkenceler gibi bu da belli bir haz veriyor.”

Amiel, hayatta savaşırken kendini ikiye bölmüştü. Bir aynada suretini görmek değildi onun yaptığı, kendi ve günlüğü birer ayna olarak birbirlerine bakmış, baktıkça çoğalmışlardı. Tamamı hala bilinmeyen karakterlerin yaratıcısı olan, onların adıyla, kimliğiyle, yaşamöyküsüyle kitaplara, makalelere imza atan Pessoa ise, kendi içindeki aynayı kırmıştı. Yazarken, her bir kırık parçadan yansıyan görüntüyü seyretmişti. Hiçbiri tam olarak o değildi, üstelik bütün parçalar bir araya gelse gene de ondan başka, ondan öte bir kimlik ortaya çıkardı.

6 Haziran 1866, Çarşamba

İnsanın yapısı, kendi dışında hareket etmeyi ve kendi dışına bakmayı gerektirir; kendini sürekli inceleme yıpratıcıdır. Böyle bir şey genelde belki de iyilikten çok kötülük getirir ve verdiği ışıktan daha çok güç sarfettirir. Psikoloji ahlak değildir ve gözlem yücelme değildir. Kendi kendine konuşma yalnız insan için bir gereklilikse, eylem onun için daha da değerlidir. - Gözlemini aşırılığa götürdün ve bu zararlıdır.


Evlilik herkesin ve özellikle edebiyat adamı olan kişilerin harcı olmayan bir lükstür.

Tanrı kuş yavrularına yem verir
Ama iyiliği edebiyata gelince durur...


...

Yaşamın elimden kaçıp gittiğini hissediyorum ve ölüm bana hoş gelmiyor. Ne şimdiden, ne de gelecekten umudum yok. Bunun sonucu olarak, karanlık yıkım, sessiz hüzün, iç karartıcı melankoli. Zaten mutluluğa olduğu gibi mutsuzluğa da ciddi olarak inanmamanın sıkıntısını çekiyorum.

...

Sıkıntının nedeni her zaman aynı: boşluk, utanç, memnuniyetsizlik. Seni hareketsiz ve güçsüz bırakan bu kararsızlık güllesini sürüklüyorsun. Mutsuzluğunla savaşmak yerine onu canlandırıyorsun ve yaşamından soylu ve güzel bir şeyler çıkarma avuntusunu bulamadan onun kaybolup gittiğini hissediyorsun. Ey sıkıntı! ey öfke! ey ızdırap! - Doymayan kaygı gırtlağına yapışmış. Su alan ve denizin dibine ineceğini hisseden bir geminin içler acısı durumu içindesin. Yas, pişmanlığa ve dehşete karışan yas içini kaplamış. Kendinden kaçmayı, gölgenin dışına zıplamayı, lanetini sarsmayı, yazgını değiştirmeyi istiyorsun. Faydasız. Çilen içinden çıkamayacak. Çile, senin doğandır, kararsızlığındır, düş kırıklığındır, tembelliğindir, çekingenliğindir, gururundur. Bu, yitirilen zamanın ve onarılamaz hataların duygusudur, her gelecek sorunu karşısındaki her zaman şaşkın olan tereddütündür, sürekli artan utanç verici güçsüzlüğündür. Çöküntüne eşlik etmek ve küçülenin şarabını tortusuna kadar tatmak çok acı vericidir. Ama bu acı kurtarıcıdır.

Tek bir şey kalbi hafifletiyor: görevini yapmanın kararlılığı. Düzene ve iyiliğe dönüş bu noktadadır.


10 şubat 1866,

Yaşamını sakatlama ve taşlaştırma noktasına kadar yalınlaştırmak görev değildir. Yalnızca yokluğu arzulamak bilgelik değildir. Dünyadan elini eteğini çekmek faydasız ve belki de suçlu bir intihardır. Aşırı çekingenlik bir bozukluktur çünkü kişiyi bencillikle aynı noktaya getiriyor ve bencilliğin tüm görünümlerini alıyor. Kendi için yaşanmaktan korkuluyor ve sanki yalnızca kendi için yaşanılıyormuş gibi yapılıyor. Gözyaşları içinde mutluluktan yoksun kalınıyor ve sanki yalnızca kendi çıkarını düşünüyormuş gibi yapılıyor. Hiçbir konuda başkası rahatsız edilmek istenmiyor ve başkası bu istememeyi bir hakaret gibi görüyor. En azından düşman edinmek istenmiyor ve tüm bağlantılar ve daha sonra tüm dostluklar kaybediliyor. 


12 Şubat 1866, Pazartesi

Ruhun tereddütü ve karakterin kararsızlığı en küçük karalamada bile görülürler. Kusursuz tümce, gözüpekliktir, saf addır, ruhun duruluğudur. Eyleme geçmeyi önleyen güvensizlik aynı zamanda doğaçlama söze, akıcı stile ve kendiliğindenliğimizin bütün iyi yürekli atılımına büyük engeldir. Güvensizlik aslında kendini bırakmayı engeller ve onun yerine sürekli ve inatçı eleştiriyi koyarken sevinci kendi deliğine ve arzuyu sessizliğin içine sokar. (...)

Kulak kendini duyduğu zaman duyma duyusu bozulmuş demektir; kendini sürekli gözlemleme senin acı çekmene yol açan sinirlendirici kötü alışkanlığı yaratmaktadır. Yeteneğinin en büyük düşmanı senin içindedir: bu, ilk hareketine karşı duyduğun aşırı, hastalıklı bir güvensizliktir; bu, bir fikri terketmeden ve ona inanmadan önce onu yirmi defa yeniden gözden geçirme, yeniden okuma ve yeniden düşünme gereksinimidir. Bu ödlekliğin sürekli çoğalan ve hatta biçimleri denenmeden önce geri çektirten tasalanmaları vardır. Yazdığım zaman, bitmeyen bir doğurma ve inatla kendini engelleyen ve kendini son kurtuluşa bırakmadan yalnızca doğurmanın acısını sürdüren bir lohusa çalışması durumunda kalıyorum. Meyvasız doğurma, sahte sunuşun ebedi boğuntusu, onun sıkıntısını, işkencesini bilmek için hissedilmiş olması gereken özel bir duygudur. İşte bu nedenle yazdıklarımı bastırmaktan ve hatta düzenlemekten nefret ediyorum. Böyle bir şeyin alışkanlığını edinmekten ve ustalık kazanmaktan uzakta olduğum için, kendimi her zaman daha yeteneksiz hissediyorum ve bunun artan bir korkusuna maruz kalıyorum.
6 Ocak 1866, Cumartesi.

(Öğle vakti) Şanssızlık üzerine şanssızlık. Bu sabah her şey başarısızlıkla sonuçlanıyor ve uzun sürüyor. Keyifsizim ve her noktada engelleniyorum. Temizlikçi kadın, terzi, veliler, öğrencilerim, özen, istenç veya saygı eksiklikleriyle bugün bana sıkıntı vermek için aralarında anlaşmış gibiler. Üstelik, kendimden memnun da değilim. Bu engeller beni dalgınlaştırdı ve iyi ders veremedim. Bu başarısızlıklar beni üzüyor ve tiksindirtiyor. Kötü bir haftasonu ve yıla kötü bir başlangıç. - Ama özsaygı olmaz olsun! Yapman gerekeni yap, ne olursa olsun! Görevini yap ve gerisine boşver, özellikle yanılgıların ve başarısızlıkların şansını artırmaktan başka bir şey yapmayan bu keyifsizlik sarsıntılarına boşver. Bilincin ve aklın dinginliğine geri dön... Başkasına bağımlı olan şeylerin hiçbir önemi yok, sana bağımlı olan her şeyi düzelt. Ve ne söylenirse söylensin. - Bu öğleden sonra rövanşı iyi alalım; bu iyileşmeyi sağlamanın yoludur.

21 Ocak 1866, Pazar

Dünyanın geçip gittiğini bana tekrar etmek gerekmiyor; bana her şey kartalın kanatlarıyla kaçıp gidiyormuş ve kendi varlığım da dağılıp gidecek bir kasırgadan başka bir şey değilmiş gibi görünüyor. - Ölecek miyim? Yaşlı mıyım? Filozof mu oluyorum? Her zaman ebedi şeylerin çukuru bana çok yakın göründüğü için mi geçici şeylere duyulan sevgi bana gülünç görünüyor. Bitecek şeye bağlanmak neye yarar? Saçlarımın içinden geçen sonsuzluğun soluğunu çoktan beri hissediyorum ve bana canlılar dünyasına öbür dünyadan bakıyormuşum gibi geliyor.

(Gece, saat 12) Calderon şöyle demişti: Yaşam bir düştür. Ben düşümde düş gördüğümü görüyorum, bu da uyanışın uzak olmadığını gösteriyor. Ne önemi var?

Çünkü bugün eğer sana Tanrı'yı buldurursa
Yüzyıl değerindedir.


Bizi en az kimin tanıdığını biliyor musun? Yakınlarımız.
 Bu gerçekten bir yasadır. Buna itaat etmeyi bilelim.

...
26 Mayıs 1866 (Cumartesi) ...İstencim hiç yok, çünkü arzum yok, çünkü hiçbir konuda başarıya inanmıyorum. Ne olursa olsun hiçbir şey hedeflemiyorum çünkü bana sıfır görünen gücüme ve yarın bitecek gibi yaşamıma bel bağlamıyorum. Kendimi başlamadan önce bitmiş ve yaşamadan önce yaşlanmış hissediyorum. Bu mutlak geri çekiliş, benim ebedi eğilimimdir. Buda ile birlikte yaşamın kötülük ve ölümün iyilik olduğunu söylemeyeceğim; ama istemenin benim için yorgunluk olduğunu ve umut etmenin yüreğimin gücünü aştığını söyleyeceğim. Amaçsız yaşamak beni aşıyor ve bir amaca sahip olmak, artık benim için mümkün değil. Kendinden tamamen umudu kesmek aynı anda bütün kasları ve kemikleri parçalıyor. - Ama bu tuhaf ve gülünç bitkinlik nereden geliyor? Bendeki umut tohumunu yokeden gizemli bir incinmeden. Hangi dönemde? Çocukluğumda. Çünkü o dönemden beri başkalarının arzuladığı ve elde ettiği şeyleri ne istedim, ne de düşledim. Daha az zarar görmek için, bütün enerjimi her şeyden vazgeçmeye, bendeki kendini beğenmişlikleri söküp atmaya, kendimi hiçbir şey haline getirmeye harcadım. - O zamandan beri, bütün bu budanmış arzuların yaraları bazen kalbimin içinde kanarlar ve bundan yalnızca ıstırap doğar. 

... 27 Mayıs 1866 Pazartesi (Sabah saat 11) Bütünlülük ve düzenlilik bende olmayan şeyler, çünkü öngörmekten ve istemekten nefret ediyorum. Her uyku önceki günlerin üzerine sünger çekiyor ve her şeye yeniden başlıyorum. Gelecek ve geçmiş siliniyorlar ve yalnızca şimdiyle meşgul oluyorum. Bu her zaman aynı nakarat ve aynı aksaklık. Aldırmazlık benim barınağım oldu, benim tikim haline geldi. Yapacak, isteyecek ve kaygılanacak hiçbir şeyi olmamak, tembelce hayal kurmak veya rastgele okumak, benim zevkim ve tutkumdur. Eylemle ilgilenmemek, işte benim eğilimim ve saplantım. Bana, yaşam tarafından dağıtılmışım ve kovulmuşum gibi geliyor ve bu bilinmemezlikten yararlanıyorum. Her gün biraz daha fazla sessiz gözleme yöneliyorum.

... 29 Mayıs 1866. Salı (Sabah saat 9) Bu sabah üzüntülüyüm. Ahlaksal gücüm, sağduyum, becerim kalmadı. Keyfi bir şekilde her tür aptallıkları yapıyorum ve inatla bütün yeteneklerimi köreltiyorum. Beni rahatsız eden, bana sıkıntı veren veya beni yaralayan şeyleri unutma alışkanlığına kendimi o kadar kaptırdım ki kafamda tutmaya çalıştığım her şeyi unutmaya başladım. Düzensizlik, bozgun, bitkinlik. Bu belirli hiçbir hedefe, sabit bir ilgiye sahip olmamanın ve hiçbir tutkuya kapılmamanın sonucudur. Az inançlı bir insan olarak, neden kuşku duydun, her zaman kendinden ve yazgıdan kuşku duyuyor musun ve her zaman kuşku duyacak mısın? -  Toz gibi ufalanabilir, hava gibi kaygan, dalga gibi devingen biri olarak, ne tutarlılığın, ne de karakterin var. Hiçbir şey yapmıyorsun ve hiçbir şey istemiyorsun; günlerin ne ayı, ne de yılı oluşturabiliyor; düşler ve kararsızlıklar halinde uçup gidiyorsun, ve yaşamının ne planı, ne sürekliliği ve ne de dönüşü var. Bu dayanılmaz bir şey. Bu güçsüzlüğünle ne itaat etme noktasına ne de düzeltilemezliğinin gerçekliğine bile gelemedin. 

Böylece kitapların seni kişisizleştirdiğini ve yolundan saptırdığını, buna karşın insanlarla temasın seni kendine getirdiğini ve bireysel varlığını ortaya çıkardığını biliyorsun; ama sen yalnızca kitaplarla yaşıyorsun ve benzerlerinle konuşmuyorsun. Yalnızlık sana zarar veriyor ve sen onun içine zevkle dalıyorsun. Kendi kendine konuşma seni verimsiz bir şekilde yıpratıyor ve artık bundan başka bir şey de yapmıyorsun. Kendini parçalanışın kılık değiştirmiş tutkusuna ve intiharın sessiz saplantısına bırakıyorsun. İçsel gözlemin kötürümleştirici ve büyüleyici bir özelliği var ve sen bunu inatla geliştiriyorsun.

27 mart 1866
Salı

(Gece, saat 9.30) Yağmur geri geldi. Masalarımı ve raflarımı düzelttim, bu düzen sevincini verirken aynı zamanda düzensizlik duygusunu veriyor. Zamanımdan, bana kalan güçlerden, harcayacağım yaşamımdan hiçbir şey yapmadığımı ve bunun sonucu hiçbir şey yapmayacağımı her gün daha iyi görüyorum. Haftalar, aylar birbirini izliyor ve tasarılara ve eyleme gelince kendimi tam olarak aynı noktada yeniden buluyorum. Bu kendi ekseni etrafında dönme, bu yerinde durmayan sabitlik, bu verimsiz çalkantı, beni gelecek için korkutuyor ve şimdi için içimi sızlatıyor. Değirmen taşım hiçbir şey öğütmüyor ve boşuna dönüyor.

Sabit bir amaç olmadan her şey, mutluluk ve ün kaybedilir,
Devam etmeden hiçbir şeye ulaşılmaz.

Günlerim ve mevsimlerim nereye gidiyorlar? hiçlik, iz bırakmayan okumalar, konusuz sohbetler, gereksiz kararsızlıklar, izsiz ziyaretler, devamı olmayan başlangıçlar, yararsız düşler, özet olarak önemsiz şeyler, boş lakırdılar, kendini beğenmişlikler halinde tükeniyorlar. Tüm zamanım öngörülemeyene, günlük aptallıklara harcanıyor ve bir kışın sonunda, kendimi ne daha bilge, ne de daha ileride değil de daha da yaşlanmış olarak buluyorum. Süslenme, gazeteler, mektuplaşma, isimsiz işler, faydasız hareketler en aydınlık saatlerimi emiyorlar; ve buna rağmen hiçbir yerde görülmüyorum, yalnız başına, neredeyse bir keşiş gibi yaşıyorum. Tiyatroları olduğu gibi kütüphaneleri, çalışmayı olduğu gibi zevki savsaklıyorum. Özet olarak, bir budala gibi yaşıyorum ve biyografisini yazmak zorunda olduğum Mornex'nin zavallı keşişinin ayırıcı özelliği olan bu benzersiz güçsüzlük yönüne doğru dev adımlarla ilerliyorum. Zevklerim dadı ve büyükanne zevkleri, yumurcaklarla çocuk oyunları ve kadınlarla sonuçsuz kalan gevezelikler. Bana gevşemişim ve bütün erkeksi tutkular beni terk etmiş gibi geliyor.



MUTLAK DÜZEN

Mutlak Düzen:

Beklenmediğin payını ayırarak ama değişmez bir şekilde düzenin payını koruyarak; faydasız olanı yokederek; her hafta belirli sayıdaki saatin her zaman aynı amaca ayrılmasını sağlayacak şekilde kesin olarak hesaplanmış bir planı izleyerek; birdenbire yazmaya ve net ve kusursuz yapmaya alışarak yani sürekli yeniden başlamaya neden olan kararsızlığı, titremeyi, tereddütü, içsel kaosu altederek.

Tereddütü silmek, kendine egemen olma konusunda pişmek, sağduyuyla faydalı şeyi verimsiz ve yararsız olandan ayırdetmek; amaçsız hiçbir şey yapmamak ve haftalarını gerekli bir muhasebeye bağımlı kılmak, yaşamını yalınlaştırmak ve başlanmış şeyleri kesinlikle tamamlamayı istemek, izlenmesi iyi olan bazı yönlerdir.

Çalışmada düzen
İstençte düzen
Alışkanlıklarda düzen
Tasarılarda düzen

İzlenecek bir ideal ve bu ideale yaklaşmak için enerji ve düzen gereklidir.

Temizlik, düzgünlük, özen düzene aittirler. Yalnızca düzen, bütünden yarar elde edebilir, zamandan, şeylerden, yetilerden, içerdiği tüm faydalılık miktarını çıkarabilir. Düzen, hepimizin yönetmek zorunda olduğumuz özün en üst derecede sömürülmesidir.

...

İstencin disiplinle, kuralla ve çileyle eğitilmesi, işte uzun yıllardan beri savsakladığın şey bu...

Kendini yönetme, güçlerin akla uygun ekonomisi, yaşamın yönetilmesi, sorumluluk duygusu, görevin açık bilinci, eğilimlere egemen olma, boş düşüncelerin, başıboş isteklerin, verimsiz eğlencelerin bırakılması, saatlerin ciddi hesabı, tek ölçüsünün net ürün olduğu çalışma zorunluluğu,

... 

başkaldırmadan çok aldırmazlıkla unutulan, bir tarafa bırakılan ve dinlenmeyen ödevler. Biçimciliğe olan nefretin nedeniyle disiplini savsakladın.

Sakınımlılıkla amacını yalınlaştır.
İstencini alışkanlıklarla eğit.
Kendini dayanıklılığa uyarla.
Boş veya faydasız uğraşları yasaklayarak zamanı yeniden satın al.

...

Mizacın uyarıcıları yardıma çağırıyor; o halde yapabildiğin ölçüde morali ağırlaştıran, azaltan, bozan kişilerle temastan kaçın ve bunun zıttı bir etki yapan ve iyilikten zevk aldırtan, umudu, sevinci, enerjiyi canlandıran kişileri sürekli arayıp sor.

...

Her ne pahasına olursa olsun içsel esnekliğimizi, gerilme ve dikkat, canlılık ve merak kapasitemizi koruyalım. Her gün bu niteliklere sahip olan üç saat, makinasal devamlılığın ve hayvanca çalışmanın on saatinden daha değerlidir. El emeğine dayanan mesleklerde, çalışma saate göre hesaplanır ama entelektüel mesleklerde  her şey kafaya ve onun titreşim sayısına dayanır. Yoğunlaşma şiddeti her şeydir ve her zamanın uzunluğu hiçbir şeydir. O halde düşünürün çalışması arabacının veya marangozun çalışmasından farklıdır, ortak olan şey yalnızca güç gereksinimidir. 

Kendi gücünün yenilenmesi, kullanımı, yönetilmesi, yaşamın büyük sanatıdır; kafanın bir perhizi ve ruhun bir sağlık korunması vardır. Öğütlere uyulmadığı ve bundan dolayı acı çekildiği zaman bu olgu hemen anımsanır. Rahatsızlık, fiziksel pişmanlıktır, bize tıbbi bir günahı gösterir. Bilgelik bu derslerden yararlanmak ve gelecekte daha iyi hareket etmektir. 


...

Alışkanlık, özellikle edilgen alışkanlık, hiçbir şey yapmama, her şeyi gidişatına bırakma, ilgisiz olma, her şeyden vazgeçme alışkanlığıdır! Artık karar verme gücü ve isteme zevki kalmamıştır. Böyle bir durumda eylem dehşet uyandıracak ölçüde bizi rahatsız eder. - Gevşek hayal, isteksiz dinginlik bizi afyonlu etkisiyle örter; artık bu uyuşturucu istilaya karşı bile çıkılmaz; uyuşulur, uyuklanır.

Uyuyan sen, uyan ve ölülerin arasından kalk!


...

Alışkanlığın bütün gücü nasıl altedilebilir ve yeni bir güçle farklı bir yaşam nasıl kurulabilir? istence yeniden nasıl kavuşulur? Varlığını nasıl yenileyebilirsin? Birdenbire alışkanlıklarını, çevreni ve koşullarını değiştirerek ve özellikle yeni bir ilgi ve yeni bir dürtü bularak.


...

"Yaşamda hiçbir şeyi erteleme, yaşamın eylem, sürekli eylem olsun!"
Wilh. Meister'in Ahlakı (Goethe)


Süreklilik olmadan hiçbir şey olmaz.

...

Öncelikle zaman yaratmak, saatleri ayırmak, bir düzen kurmak gerekir. Sürekli olarak parçalanan örümcek ağı olan programına yeniden başlamak ama bu kez, programın basit eğilimlerine, onları yürürlüğe koyarak ve uygulamaya geçerek yaşının gücünü sağlamak gerekir. Kendine çalışma alışkanlıkları yarat: kırk yaşını geçtikten sonra bu öğüt noktasında olmak utanç verici değil midir? Ama bu bir gerçek, hiçbir şekilde çalışma alışkanlığın yok ve sonsuz geçicilik içinde yaşamını sürdürdün. Hangi eşsiz tuhaflığınla en güzel zevklerinin tatminini reddettin ve gerçek yapının dileklerine karşı çıkmaya çalıştın?...


kendini aşırı bir şekilde inceleme
ilgi ve belli bir amaç eksikliği
istencin çalışmaması
iletişim ve toplumsallık eksikliği.


Ve tedavi? Daha fazla kendi dışına çıkmak.
Düş kurmayı eğlencelerle,
faydasız dönüp durmaları yürümeyle,
cansızlığı çalışmayla
ebedi güvensizliği eylemle
savunmayı görevle değiştirmek.

İstencin çilesi, disiplin, ruhun daha iyi bir sağlık bilgisi, işte tedavi için izlenecek yol. -

...

Eğer bir idealin varsa, yaşamını bu ideal üzerinde kalıba dök ve dostlarına ve yakınlarına karşı bile özgürlüğünü koru. Başkasına iyi geleni değil, kendine iyi geleni yap.


... Çok sakınımlı olan insan yazgısından yoksun kalır;
Yaşamını uyuşuk düşlerle saçıp savurur;
Günün, ayın, yılın boşuna geçip gitmesine izin verir,
Sonunda çocuk beyaz saçlarla uykusundan uyanır.



Henri Frederic Amiel
(1821 - 1881)

"Günceler"den

YAŞAM KURALI

1. Mümkün olduğunca az sırrını aç. Hiç sır vermemek en iyisi, ama her şeye rağmen içini açıyorsan, söylediklerin yanlış ya da belirsiz olsun.

2. Mümkün olduğunca az düş gör; tabii düşün doğrudan hedefi bir şiir ya da edebi bir üretimse, bu hariç. İncele ve çalış.

3. Mümkün olduğunca kanaatkar olmaya bak; bedenin kanaatkarlığından önce ruhun kanaatkarlığı gelsin.

4. Basitçe nezaket göstererek nazik ol; kendini ele verme, tinin mahrem yaşamına bağlı problemleri dolu dizgin tartışma.

5. Konsantre olmayı öğren, iradeni çelikleştir, kendinin gerçekten bir güç olduğuna içten inanan bir güç haline gel.

6. Ne kadar az gerçek dostun olduğunu dikkate al; çünkü pek az insan gerçek dost olabilir.

7. Sessizliğinde gizlenen her şeyden zevk almaya çalış.

8. Küçük işlerde, evdeki ya da işteki önemsiz şeylerde hızlı davranmayı öğren; kendi yaptığın işte hiç gecikme kabul etme.

9. Yaşamını bir edebiyat eseri gibi düzenle ve mümkün olduğunca bütünlükle kıl.

10. Katili katlet(?)

 Kendini başkalarına anlatma.


*
Bunlar 
Pessoa'dan