Isidore Ducasse etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Isidore Ducasse etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Cihat Burak & Lautreamont

 


...Mustafa Irgatla başbaşa demlendiğimiz Cumhuriyet Meyhanesinde ikimizi masasına davet etti. Biz epey "yüklü"ydük ya, Cihat beyin de ayık olduğu söylenemezdi. Erotik eksenli konuşmalar taşıyordu masamızdan, bir ara konu otuzbir çekmeye geldi, hemen dipsiz bir kuyuya düşmekte gecikmedik. Mustafa'yla ben işin mavrasındaydık, buna karşılık Cihat bey oldukça ciddiydi. 31'den 301'e geçiş tekniği üzerinde bir monolog, Onanizmin tartışılmaz en büyük avantajına sıçramasını sağladı: Kişi, o durumda sonsuz bir özgürlüğe sahipti, hayâl perdesine kimi isterse yerleştirebiliyor, onu dilediği gibi becerebiliyordu: Kleopatra'dan Grace Kelly'ye açık yelpazeydi. Çıkışta hep beraber^tagiliz Konsolosluğunun duvarına siğmiştik.

Günlüğünde, Tomris Uyar, Cihat beyin kendisine çıplak poz vermesini istediğini aktarır. TanıdığımTomris bundan çekince duymazdı gibi geliyor bana ama, sözü geveliyor biraz defterinde; anladığım yanaşmamış. Cihat bey bir fotoğrafından hareketle portresini yaptığını söylemiş, hiçbir zaman görememiş sözkonusu portreyi, biz de görmedik; Ben, ölümünden sonraydı, Cihat Burak'ın yayıncısı oldum; yayımlanmamış metinleri yayıma hazırlarken, düşlü fanta-zinalarından birinde Nezihe Meriç'le ilgili oldukça hard bölümlere bakıp ne yapacağımızı şaşırdık — o sırada Nezim hayattaydı, durumu hoş karşılamayabilirdi. 

Cihat beyle son görüşmem, Gergedan döneminde gerçekleşti. Dergide Lautreamont'un bir gençlik fotoğrafının bulunduğu haberine (fotoğraf eşliğinde) yer vermiştim. Telefonla aradı, haberin güvenilirliğini sordu, Dali'nin kurmaca Lautreamont portresinden sözettik, sonunda dayanamadı: "Yarın atölyeme gelebilir misiniz?"

Hayatımın en dağınık döneminden geçiyordum, öyle ki belli bir ikâmet adresim bile yoktu —- ertesi günkü ziyaretimi birkaç tutuk cümleyle geçiştirmişim günlüğümde: Hayatın nedenli ne denli sebepsizliği vardır. Oysa, altı saati bulmuş bir karşılaşmaydı.

Bir atölye ne kadar sahibinin sesi olabilirse o kadar: Benzersiz bir derbederliğin ortasında oturup konuştuk. Koltuklardan birine dayadığı tablosunun adı Comte de Lautreamont'du. İlk versiyonunu 1942'de yapmış, taşınma sırasında kaybettiği için, "aklımda kaldığı hali"yle tam yirmi yıl yanılmıyorsam Paris'te, tabloyu yeniden yapmıştı. Tabii, içinde birlikte uzun uzadıya dolaştık, Maldoror'un Şarkıları'na girdik çıktık, karşılıklı Paris anılarımızı tokuşturduk. Tablo'nun fotoğrafını çektirtme isteğimi gönüllü biçimde kabul etti "bir şey" (ama ne?) yazabileceğimi sezdirdim, küçük bu açıklama notu düştü pırtık bir kâğıt parçasına: 

"Duralit üzerine yağlıboya, 121 cm, 1942-1962", böyle tarih düştü.

Maldoror'un Şarkıları / Gaston Bachelard




   Lautreamont takma adı altında tamamen saklı kalan İsidore Ducasse’ın özel yaşamına ait hiçbir şey bilmiyoruz. Karakteriyle ilgili hiçbir bilgimiz yok. Onunla ilgili olarak elimizde bir kitap ve bir önsöz var yalnızca. Ruhunda neler olup bittiğini ise yalnızca yapıtı aracılığıyla değerlendirebiliyoruz. Böylesine yetersiz öğeler üzerine temellenmiş bir yaşamöyküsü ise açıklayıcı olamaz. Biz de, Lautreamont’la ilgili, değişik baskıların önsözlerinden, yapıtına ayrılmış çeşitli yazılardan toplayabildiğimiz bilgileri ilerdeki bir başlık altında ele aldık. Ama burada giriştiğimiz psikolojik açıklama için bu uzak ve dolaylı bilgilere dayanmadık. Bu yaşamöyküsel öğelere gönderme yapabildiğimiz kısıtlı durumlarda bunu belirteceğiz.

   İşte bizim iki amacımız: Maldoror Şarkıları'nda ilk olarak zamansal bağıntının çarpıcı belirginliğini, şaşırtıcı birimini belirlemek istiyoruz. Söz eyleme geçmek istiyor, diyor Maxime Alexandre. Lautreamont’da söz vakit kaybetmeden eyleme geçiyor. Bazı şairler mekanı yiyip bitiriyor ya da özümlüyor; diyebiliriz ki onların sindirecek bir evrenleri var. Lautreamont ise en büyük zaman yiyicilerden biri. Onun gözü doymaz şiddetinin gizi burada, bunu ilerde göstereceğiz.

   İkinci olarak, özellikle etkili olan bir kompleks'i ortaya çıkarmak istiyoruz. Ve işe bu ikinci vurgulamadan başlamak gerekiyor; çünkü yapıta, bütünü içinde birliğini ve canlılığını, ayrıntılardaysa hızını ve başdönmesini kazandıran, kesinlikle bu kompleksin gelişimidir.

   Öyleyse bize göre Lautreamont’un yapıtına bu enerjiyi veren kompleks nedir? Bu hayvan yaşamının kompleksidir. Saldırı enerjisidir, öyle ki, Lautreamont’un yapıtı bize, gerçek bir saldırı fenomenolojisi gibi görünüyor. Saf şiir'ten söz ettiğimiz biçimde bu da saf bir saldırı' dır.

   Oysa saldırı zamanı oldukça özel bir zamandır. Her zaman doğru ve düzenlenmiştir; hiçbir dalgalanma onu bükemez, hiçbir engel onu yıldıramaz. Basit bir zamandır. İlk dürtüde her zaman homojendir. Saldırı zamanı, üstünde şiddetini doğrulamak istediği tekil düzlemde saldıran varlık tarafından üretilir. Saldırgan varlık kendisine zaman verilmesini beklemez; alır, yaratır. Maldoror Şarkıları'nda hiçbir şey edilgen değildir, hiçbir şey verilmiş, beklenmiş, izlenmiş değildir. Üstelik Maldoror acı’nın üstündedir: Acı çektirir, çekmez. Hiçbir acı, düşmanca davranışların kopukluğuna harcanmış bir yaşamda uzun sürmez. Zaten saldırgan dürtülerin çeşitliliğini ve sayısını hissetmek için içimizde varolan hayvansılığın bilincine varmamız yeter. Ducasse’ın yapıtında hayvan yaşamı gereksiz bir eğretileme değildir. Önümüze tutku simgeleri değil ama gerçekten saldırı aletleri çıkarır. Bu bakımdan, La Fontaine’in fabllarının Maldoror Şarkıları ile ortak hiçbir yanı yoktur. Fabllar ve Şarkılar öylesine terstirler ki yaptığımız vurgulamanın gerekçesini birkaç satırda anlatabilmek için farklılıklarına gönderme yapabiliriz.

   La Fontaine’in fabllarında hayvan fizyonomisinin bir tek özelliği dahi doğru değildir, hayvan psikolojisinin hiçbir belirtisi, yapay bile olsa, hayvanlaştırmanın hiçbir niteliği yer almaz; her şey çocukça gözlemlenmiş hayvan biçimleriyle alay eden zavallı bir maskaralıktan, hayvan koleksiyonundan ve boyanmış ve tıraşlanmış bir ağıldan başka bir şey değildir. Bu hayvan bahanesinin altında kesinlikle ince bir insan psikolojisi bulabiliriz; ama fabl yazarının bu yetenekli psikolog tavrı, yalnızca hayvanlaştırılmış masallaştırmanın tekdüzeliğini belirlemekten başka bir işe yaramıyor. Tersine Lautreamont’da biçimleri içinde değil, doğrudan giriştiği hareketlerde, söylemek gerekirse saldırılarında yakalanır hayvan, öyleyse eylem vakit kaybetmiyor. Ducasse’ın varlığı sindirmez, ısırır; onun için beslenme ısırmadan başka bir şey değildir, kendini savunmaz ve hiç doymaz. Katıksız ve gerekli düşmanlığı içinde yayılır. Toplumsallaşmış insan psikolojisi bundan acı çeker, şiddetli ve kabaca biçimsizleştirilmiş olarak belirir, ama tutkularımızın hayvansı geçmişinin şiddeti, korkulu gözlerimizin önünde yeniden doğar, özet olarak, La Fontaine hayvan fablı altında bir insan psikolojisi, Lautreamont ise hala insanların yüreğinde güçlü olarak bulunan şiddetli dürtüleri yaşayarak insanlık dışı bir fabl yazmıştır.

       Hem de ne hız! Lautreamont’un yanında Nietzsche ne kadar yavaş ve sakindir, kartalı ve yılanıyla ne kadar aileden biri gibidir! Birinde dans adımları, ötekinde kaplan sıçrayışları!

       Bu yoğun hayvanlaştırmanın doğru olarak kanıtlamasını yapmak çok kolay: En basit sayım bunu kesin çizgilerle ortaya çıkarır. Bir kez bilinince, bu hayvanlaştırmanın daha açık vurgulanmadığına bile şaşarız.

       Çalışmamın kaynağı olarak Edmond Jaloux’nun önsözünü yazdığı Jose Corti baskısını aldım. Maldoror Şarkıları 247 sayfa işgal ediyor bu kitapta. Ben bu 247 sayfada adı geçen hayvanların dökümünü yaptım. Tamı tamına 185 tane buldum. Bu 185 hayvandan çoğu birçok sayfada ve bir sayfada birden çok kez yardıma çağrılmış. Her sayfadaki tekrarları göz önüne almazsak hayvan yaşamına 435 gönderme buluruz. Doğruyu söylemek gerekirse bu göndermelerden bazıları karga gibi kara, kurt gibi sessiz, anadan doğma gibi deyimlerle verilmiştir. Daha önce kullanılmış bu hayvansılıklar yüzünden göndermelerden aşağı yukarı on tanesini çıkarıp atmak gerekir. Böylece elimizde 400 hayvansı davranış kalıyor.


 Rene Magritte / Maldoror'un Şarkıları için desen.


LAUTREAMONT & SADE



   Lautreamont’un sözcük dağarcığından örnekler: Adlar: Yılan, akrep, sırtlan, akbaba, kurbağa, pençe, tırnak, vantuz, kadavra, anus, penis, damar, kan, salya, vb. Fiiller: Yırtmak, parçalamak, emmek, kemirmek, saplamak, paralamak, kusmak,vb.


   Bütün varlığın uçsuz bucaksız bir anus olmasını istiyor Lautreamont; penisiyle bu anusu yırtacağını ve böylece, yapışkan spermasının ırmaklarının akacağı bir okyanus bulacağını söylüyor. Fransızca bilenlerin bilmeyenlere çevirdiği ya da açıkladığı zaman görüleceği gibi, Türkçesi çeşitli açılardan sakıncalı olduğundan özgün metni veriyorum: “Oh! si au lieu aetre un enfer, l’univers n’avait ete qu*un celeste anus immense, regardez le geste qııe je fais du cote de mon bas-ventre: om, j* aurais enfonce ma verge, a travers son sphnycter sang-lant, fracassant, par mes mouvement impetueux, les propres parois de son bassin! ... et les fleuves de mon sperme visqeux auraient trouve de la sorte un ocean ou se precipiter!” (Oeuvres, 288).*

*" Ah! Bir cehennem olacağına, uçsuz bucaksız bir göksel dübür olsaydı evren, bakın neler yapardım göbeğimin altıyla! Evet, kanlı büzüğüne gömerdim, azgın devinimlerimle çatırdatarak çeperlerini kalçalarının. O zaman, devingen kumlu kumulların hepsini üfürmezdi kör gözlerime acı; uyuyan gerçeğin yattığı yer altı bölgelerini keşfederdim, ve böylece yapışkan er suyu ırmaklarım atlayacak bir okyanus bulurlardı  kendilerine... 




    Lautreamont’un yapıtı, okuru, doğrudan Marquis de Sade’a gönderir (ardından, Petronius, Laclos, Wild, Gide, Celine gelebilir akla. Poe'ya hayranlık duyduğunu da biliyoruz). Sade kadar geniş bir ilgi alanı olmasa da, onun on dokuzuncu yüzyıldaki bir izdüşümü gibi Lautreamont. Bu iki yazarın kitaplarını okura sunuşlarındaki şu benzerlik hemen göze çarpıyor: Lautreamont, okuru uyarıyor; okuyacağı sayfalarda yazılı olanlar kadar gözüpek ve yırtıcı olmasını; bu iç karartıcı ve zehirli satırlar arasında yolunu kaybetmemesini diliyor; sağlam bir mantıkla ve uyanıklıkla yaklaşmazsa, kitabın öldürücü buharlarının ruhunun derinliklerine işleyeceğini söylüyor (Oeuvres, 34). Sade’ın sunuşu da şöyle: “Şimdi okur dostum, dünya yaratıldıktan bu yana anlatılmış en ahlaksızlık dolu öyküyü; ne eski yazarların ne de biz yenilerin yazdıkları arasında benzeri bulunmayan bir kitabı okumak için yüreğini de kafanı da hazırla." (The 120 Days of Sodom).

 Ama daha derinlere inen ve içeriğe ilişkin benzerlikler de var. Her ikisinde de, topluma, değerlere (din, ahlak, vb. ), varoluşa yöneltilen şiddetli ve yırtıcı eleştiri, kısıtlanmamış ve çarpıtılmamış isteğe dayandırılıyor. Engel tanımayan ve bilinmeyeni irdeleyen istek, her şeyin kökeni ve temeli.

       İstek (özellikle cinsel istek) ve doyum, gerçek insansal deneyimin ve yaşananın alanı; uzlaşımlara dayanan gündelik, yüzeysel, kısıtlı ve kalp yaşamdan, derinlerde yatan, engellenmemiş ve has yaşama; “herkes öyle yapıyor"un dünyasından, tekliğe, bireyselliğe, benzersizliğe; parçalanmış. yırtılmış susturulmuş "ben'den, gizil bir güç olarak duran ve yetilerinin hepsi nesnesini bulan, somutlaşan bütünsel insana ve özgürlüğe götüren yol. Ama böyle bir yol. başkalarını araç olarak kullanmaktan, suç işlemekten, zora baş vurmaktan da geçecektir ve bundan ötürü, ilk bakışta. Sade ve Lautreamont'un dünyasında. açık ve seçik olmayan yanlarla, çift-anlamlılıkla. çelişkiyle karşılaşılır.

      Alquie sorunu şöyle koyuyor: Bir ahlakçı olarak Sade'ı anlamak çok güç. Kahramanlarından söz ederken, ‘'rezil" ve ‘İt’' sözcüklerini kullanıyor, ama kimi zaman yermek, kimi zaman da övmek için yapıyor bunu. Cinsel zevkten başka Tanrı tanımıyor, ama suç işlemeyi de her zaman onun yanına katıyor. Bütün bunlara rağmen insandaki istek yetisinin. Sade'la birlikte, büyük bir saydamlık ve özgüllükle kendi bilincine ulaştığını kabul etmek gerekir. Sade'ın yeni bir ahlak düzeninden mi yoksa kayıt tanımaz içgüdülerden mi yana olduğunu kestirmek olanaksız. Ama insandaki içgüdülerin, zıvanadan çıkarak doyuma ulaşabileceklerini ileri sürdüğü kesin. Burada ilgi çeken yan, Sade'ın kendi yolundan, Kant'ın, isteğe dayanan bir ahlak ve bir içgüdüler düzeni olamayacağını ileri süren görüşüne varması. Şu da ilginç; Fransız Devrimi’nde Terreur dönemi sırasında, Rousseau'nun yolundan gidenler ve insan doğasının iyi olduğuna inananlar, erdem adına kelleler uçururken Sade, idam cezasına karsı çıkıyor. Alquie, şu sonuca varıyor; Sade'ın gayri insani mesajında, her çeşit babacan insanseverlik söyleminde-kinden daha derin bir insanlık vardır. Lautreamont için de şunları söylüyor: Yapıtının taşıdığı anlamı, kurallara ve formüllere dökmek olanaksızdır. Bu yapıtta, doğanın özündeki şiddet ve zora başvurma, insan isteklerinin sonsuzluğu, bilinçler arasındaki savaş ve tutkunun çözüme hiçbir zaman kavuşmayan dramı dile gelir. İsteyen ve tutku duyan bütünsel insan, dayanılmaz bir gerilim içindedir ve paralanmıştır.

    Maurice Blanchot da şöyle diyor: Sade'ın felsefesi, sadisti bir çıkmaza kapatan normal insan ile bu çıkmazın bir meyve vermesini sağlayan sadist arasında bir karşılaştırma yapılırsa, daha doğru bilgilere sahip olan, durumu konusunda daha mantıklı davranan ve bu durumu daha derinden kavrayan kişinin, İkincisi olduğunu dolaylı olarak anlatıyor. Anlama koşulların değişikliğe uğramasına yardım ederek normal insanın kendini daha iyi bilip tanıması konusunda yararlı olabilecek kimse de yine bunlardan ikincisidir (The 120 days).

      Alquie, Sade'ın sınırsız tutkular, istekler. duyumlar üzerinde bir ahlak ve yaşama düzeni kurulamayacağını dolaylı bir biçimde gösterdiğini söylüyor. Yasasını akıldan alan ve kesin buyruğa dayanan bir biçimsel ahlak (yani tutku, duygu, istek ve duyguya dayanmayan bir ahlak) kuran Kant'la Sade'ın, "Ahlak nasıl temellendirilebilir?" değil de "Ahlak neyin üzerinde temellendirilemez" konusunda benzer görüşleri olduğunu ileri sürüyor. Alquie, Sade konusunda sorunu, salt kuramsal ve etik düzeyde ele alıyor. Blanchot ise, Sade'ın felsefesinin benimsenip uygulanamayacağını ve bu felsefe üzerinde bir yaşama düzeni ve ahlak kurulamayacağını söyleyen Alquie’ye katılıyor. Ama yorumunda Sade’ın yapıtının, çözüm getirici, kural koyucu, yol gösterici yanının olmamasına rağmen, insan bilincini değişikliğe uğratan, yeni olanaklar ve açılımlar getiren bir yanı olduğu üzerinde duruyor. Yani, bu yapıtın anlamının, çözüm getirmede değil, insallaştırıcı praksiste aranması gerektiğini vurguluyor...

Selahattin Hilav

ISIDORE DUCASSE

1850: Montevideo

Lautreamont Dört Yaşında

Isidoro Ducasse, Montevideo Körfezinde dünyaya gelmiş, çifte sıralı surlar, kuşatılmış kenti kırlardan ayırıyor. Isidoro top ateşlerini duymaktan, her Tanrının günü atlarının üstünde ölüp giden askerleri görmekten sersemlemiş olarak büyüyor.

Ayakkabıları denize götürüyor onu. Kumların üstünde, yüzünü rüzgâra vermiş durduğu yerden çocuk denize soruyor: müziğin, kemandan çıktıktan sonra nereye gittiğini, gece olunca güneşin nereye gittiğini, ölenlerin nereye gittiğini, Annesinin nereye gittiğini soruyor denize, anımsayamadığı, hayalinde nasıl canlandıracağını bilemediği, adını anması yasaklanmış olan o kadın. Birileri ona öteki ölülerin, annesini mezarlıktan kovduğunu söylemişti. Her zaman o kadar çok konuşan deniz şimdi yanıt vermiyor ve çocuk, gözlerinden yaşlar akarak yamaçtan yukarı koşuyor, koskocaman bir ağaca var gücüyle sarılıyor, ağaç devrilmesin diye.




1870: Paris

Lautreamont Yirmi Dört Yaşında


Konuşma özürlüydü ve durduk yerde yoruluverirdi. Gecelerini piyano başında, notalarla sözcükleri örerek geçirir ve sabah olduğunda gözleri kan çanağına dönerdi.


Isidore Ducasse -hayali Lautreamont Kontu- ölmüştür. Montevideo savaşı sırasında-doğup büyüyen, ırmak-denize sorular soran o çocuk, bir Paris otelinde öldü. Yayımcısı onun Kanto’larını kitapçı dükkânlarına yollamaya cesaret edememişti.

Lautreamont bitleri ve kulamparaları öven şiirler yazmıştı. Şarkılarını genel evlerin kırmızı fenerlerine ve kanı şaraba yeğleyen böceklere söylemişti. Bizleri yaratmış olan sarhoş Tanrıyı azarlamış, dişi bir köpekbalığının dölü olmanın insanlığa yeğ olduğunu ileri sürmüştü. Uçurumdan aşağı atıvermişti kendini, sırasında delirmeyi ve güzelleşmeyi de bilen bir leş parçası. Ve dibe inerken yırtıcı imgeler, şaşırtıcı sözcükler keşfetmişti. Yazdığı her sayfa, yırttığınız zaman çığlık koparır.

Eduardo Galeano


LİSE

"Bir lise yatılı öğrencisi, yüzyıllara bedel yıllar boyunca, gözlerini üzerinden eksik etmeyen bir uygarlık paryasınca baskı altında tutulursa, sabahtan akşama akşamdan ertesi sabaha, amansız bir kinin uğultulu dalgalarının yoğun bir duman benzeri yükseldiğini duyumsar, kendisine patlamaya hazırmış gibi gelen beyninin içinde. Hapse atıldğı günle yaklaşan çıkış günü arasında, yoğun bir ateş sarartır yüzünü, kaşlarını çatıklaştırır ve oyar gözlerini. Düşlere dalar geceleri, uyumak istemez çünkü. Gündüzün, bu alıklaştırma evinin duvarlarının dışına fırlar düşüncesi, bu sonsuz dehlizden kaçıp kurtulacağı, ya da buradan kendisini bir vebalı gibi dışarı atacakları ana uzanır; bu eylem de anlaşılır."

sf. 59 (Maldoror)

Hünsa

HÜNSA

COMTE DE LAUTREAMONT'DAN ÇEVİREN: SAİT FAİK

Dört yanını çiçekler çevirmiş bir koru­lukta. yaşlar hala göz pınarlarında, çimenlerin üstüne yorgun argın düşmüş hünsa uyuyor.

Ayın ondördü bulutlardan sıyrılıp bu tatlı erkek çocuk yüzünü solgun ışıklariyla okşuyor. Yüzünün hatlarında erkekçesine kudretli bir ifade ile birleşmiş bir bakire hali. Onda hiçbir şey tabii değil. Vücudunun adalelerinde bile bir başkalık var. Sanki bu adalelerin içinden bir kadın yapısının ahenkli dış çizgileri yol bulmuş geçiyorlarmış gibi. Bir kolu alnına doğru bükülmüş ötekisi bütün gizlice anlatılacak şeylere ka­palı. bir ebedi sırrın ağırlığı ile yüklü yüre­ğin atışını bastırmak içinmiş gibi göğsüne kavuşmuş. Usanmış yaşamaktan. Kendisine benzemiyen yaratıkların arasında yürümekten hicap içinde, Ruhu umutsuzluğun avu­cunda yol boylarının köy köy dolaşan di­lencisi misâli gidiyor.

Ne yer, ne içer, nasıl geçinir? Ona göz kulak olan merhametli insanlar yok değil. Gözlediklerini hiç belli etmezler ama onu da bırakmazlar öyle açlıktan ölsün: Ah' O ne iyi insandır o! Ne herşeye katlanır yara­tıktır o! Bilirler.

Ruhlarını hassas bildikleri ile ellerini sıkmadan, uzak durarak, hep muhayyel bir tehlikenin korkusu içinde imiş gibi, ama yi­ne de memnun, mesrur konuşur. Niçin yal­nızlığı arkadaş seçti, diye sordukları zaman gözlerini gökyüzüne kaldırır. Ta kirpiğine gelen gözyaşını o kaza ve kadere karşı bir azar yerindeki gözyaşını zorlukla tutar, göz kapaklarının bembeyaz karına bir penbe sa­bah ışığı düşüren bu ihtiyatsız soruya cevap vermez, Görüşme bu minval üzere uzar da kendisi için sıkıntılı bir hal alırsa gözlerini sanki bir görünmez düşmanın varlığından kaçmak istermiş gibi ufkun dört yanına çevirir, eliyle çabuk çabuk bir Allahaısmarladık işareti yapar, ayaklanmış hicabının kanadlarıyla uzaklaşırcasına ka­çar, ormanın içinde kaybolur.

Çoğunca onu deli yerine alırlar. Bir gün büyük yerlerden emir almış yüzleri maskeli dört adam üstüne atıldılar. Ayaklarından gayrı her yerini sımsıkı bağladılar. Kamçı sırtında şakladı. Adamlar ona, hemen ye­rinden kalkmasını, vakit kaybetmeden "Bicetre" yoluna doğrulmasını söylerdiler.

O, kamçıyı yedikçe gülüyor, kendisini dövenlerle tatlı tatlı konuşuyordu. Onlara öyle hisli, öyle akıllı şeyler söyledi..., insan­lık fenni üzerine okuduklarını öyle bilgili anlattı ki, insanlığın akıbeti ve gelecekteki erdemliği üzerine öyle lâflar etti ki, ruhu­nun asıl şiirini öylesine açıkladı ki, daha gençlik çağına bile ermemiş bir insan ağzın­dan böyle derin sözlerin çıktığını duyan gardiyanlar yaptıkları kanlı hareketten ürk­müş, pişman bir halde yara bere içinde, ezik çürük içindeki güzel vücudunu çözdüler. Ayaklarına af dileyerek kapandılar, insan yüzlerinde pek her zaman gözükmeyen bir saygı içinde uzaklaştılar.

Bu olay kulaktan kulağa yayıldığından beri sırrı herkes tarafından bilindi. Bilindi ama yine herkes onun acılarını arttırmamak için bilmemezlikten geldi.

Devlet, bir zamanlar, önceden hiç bir so­ruşturma yapmadan zorla bir deliler evine kapatmak istediğini ona unutturabilmek için maaş bağladı. O bu maaşın ancak yarı­sını harcar, kalanını fıkaraya dağıtır.

Korulukta bir kadınla bir erkeğin gezin­diklerini gördüğü zaman sanki vücudu sa­çından tabanına kadar ikiye ayrılır. Ve her yeni parça gezinenlerden birini gidip ku­caklar. Ama bu bir hayal, korkunç sapık bir hayaldir. Akıl hemencecik gecikmeden gelir yerini alır. İşte bu yüzden ne erkeklerin, ne de kadınların arasına karışabilir. Büyük mahcupluğu ona kendisinin bir canavar ol­duğu fikrini aşılamıştır. Ne kendisinin, ne de başkalarının kudsiyetine saygısızlık et­mek istemez. Kibri ona şunu tekrarlar du­rur: "Herkes yerli yerine, herkes yerli yerin­de." Kibri dedim, evet, çünkü hayatını bir kadın yahut da bir erkekle birleştirmiş olsa yapılışının tam bir uygunluğunu bulamaya­cak olan eşi ona er geç bu hali büyük bir kusurmuş gibi yüzüne vuracaktır, iyisi mi kendini korumak için hiç olmazsa izzetinef­sini korumalı. Kendi kendisinden gelen bu garip hali tahkir etmeli, azaplar ve tesellisizlikler içinde yalnız başına kalmalı.

Dört yanını çiçekler çevirmiş bir koru­lukta yaşlar hâlâ göz pınarlarında nemli, yorgun argın hünsa uyuyor. Yeni uykudan uyanmış kuşlar büyülenmişler gibi bu mah­zun yüzü dalların arasından seyre dalmış­lar. Şakrak sesli bülbül susmuş. Orman, bahtsız hünsanın koynunda gecelemesin­den bir mezar gibi azametli.

Ey yolunu şaşırmış yolcu! Serüven peri­sine tutkun yolunu şaşırmış yolcu! Ey yur­dundan ayrı düşmüş, anasından babasın­dan kaçmış, yıllardır evini ve yurdunu ya­bancı diyarlarda boşu boşuna arayan yolcu! Seninle beraber, senin serseri huyun uğruna seninle beraber koşup duran, yolların ve ik­limlerin türlü zahmetine katlanan sadık ve asil dostun atının başı için, varılmamış de­nizlerin, uzak diyarların, kutup buzlarının arasında, öldürücü güneşlerin göğsünde donmuş ve yanmış insan oğluna bu yolcu­lukların verdiği büyüklüğü ve lâyıklığın bâşı için dokunma elinle, hattâ bir sabah mel­temi hafifliğinde olsa bile dokunma, ilişme bu yerlere serilmiş, yeşil otlara karışmış kı­vırcık perçemlere!

Bir kaç adım uzaklaş, öyle seyret, iyi edersin. Bu saçlar tabuludur. Hünsa öyle is­tedi. Hiç bir insan dudağı onun saçlarını dindarcasına bile öpmesin istedi. Onun şu saniyede gökyüzünün yıldızları gibi pırıldayan alnına insan dudağı değmesin istedi.

Daha doğrusu mihrakından fırlamış bir yıldız, mesafeler aşarak bu güzel ve muhteşem alana ışıklarını saçmaya gelmiş ve bir hale gibi alnın etrafını çevirmiş.

Gece, parmağiyle yüzünden kederi sıyırmış, bu hicabın ta kendisi, melek hicabının hakikî bir resmi olan şeyin uykusunu cünbüşlemek için bütün sihrini örtünüp gelmiş. Böcek sesleri yavaşlamış. Ağaçların dalları onu sabah çiğlerinden korumak için böyle sıklaşmışlar. Sabah rüzgârı kucağına aldığı tanburunun tellerinden bu inmiş göz kapaklarına dünyanın durgunluğu arasından tatlı nağmeler fısıldıyor. Ve sanki bu göz kapakları yukarıki âlemlerin gürültüsüz konserine sessizce katılmışlar gibi ürperiyorlar.

O şimdi mes'ut,olduğunu görüyor rüyasında. Vücut yapısı değişmiştir. Yahut dal erguvan renkli bir bulut üstünde yapılışı kendisi gibi olan yaratıklarla dolu başka âlemlere uçuyor. Ama bu yalancı hayal gün ışıyıncaya kadar sürecek. O şimdi harikulâde güzel bir insan oğlunun kollarında aşk türküsü söylüyor. Etrafında çiçekler delirmişçesine dönüp duruyorlar, kokularını buram buram saçıyorlar. Ama kucakladığı şey yerden tüten bir sabah buğusudur. Ve uyandığı zaman kollarının arasında bir şeyi kalmayacaktır. Uyanma hünsa! Uyanma! daha. Yalvarırım uyanma daha! Niye bana inanmıyorsun? Uyanma! Uyu... Her zaman! uyu yavrum! Saadet umudunun yalanını kovalayan göğsün böyle inip çıksın. Buna müsaadem var, kucakla o yalanı, ama gözlerini açma! Sakın açma gözlerini, emi! Uyanışının şahidi olmadan seni böylece mes'ut bırakıp gitmek istiyorum.

Belki günün birinde heyecanlı sahifelerle, kocaman bir kitabın yardımı ile senin hikâyeni anlatırım. O kitabın sahifelerinden fırlayan öğretici şeylerle herkesleri ürküterek, kendim de ürkerek senin hikâyeni anlatırım. Şimdiye kadar bunu yapamadım! Neden biliyor musun? Ne zaman seni anlatmak için elime kâğıt kalem alsam ellerim, ihtiyarlıktan değil, titriyor, kâğıt gözyaşlarımdan ıslanıyordu. Ama sonunda bu cesareti bulacağım senin büyük felâketini düşündüğüm her zaman genç kızlar misali bayılır gibi olurum! Sinirlerim kadın sinirleri gibi gevşer, kendi kendimden utanırım.

Uyu... Uyu yavrum!. Açma gözlerini, açma!

Hünsa Allahaısmarladık! Her gün senin için dua etmeyi unutmıyacağım: (Kendim için olsa hiç dua etmem.) Gönlün ve göğsün rahat olsun diye dua edeceğim. Allahaısmarladık hünsa!

Isıdore

1846 - 1870








"Kimse son anımda (bunu ölüm döşeğimde yazıyorum) yanımda rahip göremeyecek. Fırtınalı denizin dalgalarının kucağında ölmek istiyorum ben, ya da dağlarda ayakta... gözlerim yukarıda değil, hayır: Biliyorum, eksiksiz olacak yokoluşum."

Maldoror'un Şarkıları

19. yüzyılda, kimsenin tanımadığı genç bir adam Les Chants de Maldoror başlıklı bir eseri Paris’te ve kendi parasıyla yayınlayınca tam bir dip noktaya varılır, fakat bu kimsenin dikkatini çekmez. Yıl 1869’dur: Nietzsche Trajedinin Doğuşu üzerinde çalışmakta, Flaubert L’Education sentimentale’i, Verlaine Fetes galantes’ını yayımlarken Rimbaud ilk dizelerini yazmaktadır. Fakat aynı zamanda daha sert ve ağır bir şeyler olmaktadır: Sanki edebiyat, belirleyici, gizli ve şiddetli bir eylemini gerçekleştirme görevini, konsolosluk çalışanı Ducasse’nin genç oğluna, çalışmalarını tamamlaması için Montevideo’dan Fransa’ya gönderilen bir çocuğa havale etmiş gibidir. Yirmi üç yaşındaki Isidore, Lautreamont takma adını (muhtemelen Eugene Sue’nün sayfalarındaki bir karakterden esinlenerek) alır ve Chants de Maldoror’unu basması için yayıncı Lacroix’ya dört yüz franklık bir ön ödeme yapar. Lacroix parayı alır ve kitabı basar, fakat sonra kitabın dağıtımını yapmayı reddeder. Lautreamont’un daha sonra bir mektupta açıklayacağı gibi, Lacroix “yaşamı keskin renklerle betimleyen kitabı, savcıdan korktuğu için ortaya çıkarmak istemedi.” Peki Maldoror neden yayıncıda böyle bir korku yarattı? Çünkü, herhangi bir şeyin ve her şeyin alay edilebilir olduğu, sadece gülmece için kolay hedef olan bir yüzyılın kocaman ve ağır safrasının değil, gülünç olana öfke saçanların eserlerinin dahi acı alay nesnesi olması gerektiği ilkesine dayanılarak yazılan ilk kitaptı (bunda hiçbir abartı yoktur). Örneğin, çok büyük olasılıkla Lautreamont’un gözde şairi ve kuşkusuz en dolaysız modeli olmasına rağmen, “Hotanto Venüsü’nün marazi aşığı” olarak tanımlanan Baudelaire. Böyle bir hareketin sonuçları kontrol edilemez: Adeta verili olan her şey (ve bütün dünya verilidir) aniden tahtından indirilmiş, soğukkanlı bir hokkabazın, hâlâ bir bakıma temsili olan Rimbaud’dan daha tam ve daha soğukkanlı bir biçimde kendisini etkisiz kılan kişiliksiz yazar Lautreamont’un ellerinde her olası bileşime ve zorbalığa maruz kaldığı baş döndürücü bir sözsel akıntının içinde başıboş dolaşmaya bırakılmış gibidir. Faubourg Montmartre Caddesi’ndeki kiralık bir odada yirmi dört yaşında “kimseye haber vermeden” ölmek, Lautreamont’un acte de deces*'inde (*ölüm raporu) yazdığına göre, yazmaktan vazgeçip Afrika’da bir silah tüccarı olmaktan hem daha pervasızca, hem de daha etkili bir kimlik imhasıdır.

Tam da durumun sıra dışılığından dolayı, ona en sıradan sorularla yaklaşmak akıllıca olacaktır. Örneğin: Kitabını yayımlamadan önce hangi yazarlar Lautreamont için önemliydi? Bu konuda genç adam, “muzır yazar çizer takımıyla: Sand, Balzac, Alexandre Dumas, Musset, Du Terrail, Feval, Flaubert, Baudelaire, Leconte ve Greve des Forgerons”la epeyce zaman geçirdiğini açıklayarak bize yardımcı olur. Ne var ki, tek başına böyle bir liste, bir tuzağa doğru çekilmekte olduğumuz konusunda bir uyarı sayılmalıdır: Rocambole ile Madame Bovary’nin yaratıcıları aynı kefeye konur, aynı şekilde popüler romancı Feval ile Balzac, Baudelaire ile François Coppee. Adeta bizzat farklı düzeylerin varlığı bir tarafa atılmış gibidir. Fakat bu yazarların etkileri daha nemlidir: Lautreamont, Typhoon Maldoror’u ortalığa salarken ipucunu basit bir gözlemden almış gibi görünüyor: Romantik Satanizmin zayıf bir noktasından, yani yufka yürekliliğinden. O yüzden “çınar ağacının gölgesinde uyuyan kız”a tecavüz etmek seri katil Maldoror için yeterli olmaz. Yanında getirdiği buldok köpeğine kızın gırtlağını parçalamasını söyler. Fakat buldok “sırası gelince o körpe çocuğun bekâretini bozmakla yetinir.” Hayvanın dediklerini tam olarak yapmamasına canı sıkılan Maldoror, “on ya da on iki ağızlı bir Amerikan çakısı” çıkarır ve kızın vajinasını karıştırarak o “iğrenç delik”ten kızın organlarını çıkarmaya başlar. Sonunda kızın vücudu “içi temizlenmiş bir tavuk”a benzeyince, “cesedi tekrar çınar ağacının gölgesinde uyumaya bırakır”. Romantizmin karanlık yanının kötücül dehaları bize genellikle ayrıntıları vermezdi. Yazar, pek fazla edebi güzellik sağlamayan, fakat en azından canavarlığın bir yumuşamayla kararıp kaybolmasına yarayan “ağza alınamaz”, “canavarca”, “sapık”, “ürkütücü” gibi rahatsız edici sıfatları eserine yığdıkça yığardı. Oysa Lautreamont, Satanizmi kelimenin tam manasıyla alır. Sonuç: J. Cracq’ın ifade ettiği gibi, okur “en can sıkıcı gülme krizleri”ne yakalanmış bulur kendini, nerede olduğunu bilmeyecek kadar sapıtmıştır. Bir parodide mi? Bir klinik elkitabında mı? Yoksa kendinden öncekilerden sadece bir gömlek daha radikal olan karanlık bir şair tarafından dümdüz edilmiş halde mi?

Kitabın biçimine bir göz atmanın zamanıdır. Maldoror’un yazılmasının altında yatan yol gösterici ilke şudur: Modern gibi görünen edebi malzemenin tümünü (sözünü ettiğimiz zamanda büyük ölçüde tanımlayana bağlı olarak Romantik, Satanik ya da gotik anlamına gelen) alın, sonra abartın, sonuna kadar itin ve böylece gücünü kurutun, bu arada hiç istifinizi bozmayın ve alaycı gülümsemenizi bastırın. Fakat Lautreamont daha da ileri gider: En büyük savunucuları Byron ve Baudelaire olan bu ateşli ve tutkulu Satanist edebiyat ile hanımefendilere ve hizmetçilerine yönelik romanlarda görünen aptallıkları ve duygusal gösterişleri oldukça soğuk kanlı bir biçimde yan yana koyar, hatta birbirine karıştırır. Bu yüzden ilk önce gotiğin dehşeti en ince ayrıntısına kadar betimlenir, gülünçleştirilir; sonra amansızca yeniden üretilen 19. yüzyıl “sosyal gerçekçilik”inin pozitif ve eğitici romanlarındaki mievrerie’lerle karıştırılır. “Bozuk bir mikrofonla şiddeti arttırılmış gibi” çıkan sesin sapkınlığı içinde her şey aynı düzeye indirgenir.

Fakat Lautreamont, en ünlü eleştirmenlerin bile tesadüf sayarmış gibi görmezden geldikleri bir yöntem daha kullanır. Sapkınca tekrarlarını kastediyorum: Birtakım düzensiz düzyazı blokları, birkaç satır ya da birkaç sayfa sonra sözcüğü sözcüğüne tekrarlanır. Tekrarlar tek cümleden ibaret bile olsa, dikkatten kaçması pek öyle kolay değildir: “Şekilsiz bir kitle, onun tozdaki ayak izlerini takip ederek inatla peşine düştü; ya da yine “Orada, etrafı çiçeklerle çevrili bir ağaçlıkta, erselik, göz yaşlarına boğulmuş bir halde çimenlerin üzerinde uykuya dalmış” ya da yine, “çocuklar peşine düşüp, sanki karatavukmuş gibi taşladılar”. Diğer yerlerde tekrar biraz değiştirilir ve bam teline dokunan bir cümleyle başlanır, örneğin: “Vadiden aşağı inerken beni gördüler, göğsümün derisi bir tabutun kapağı gibi durgun ve sakindi”. Ya da son olarak, tekrarlar çoğalıp üst üste binebilir, Falmer’i, oval yüzlü on dörtlük sarışını anlatan bölümde olduğu gibi: Maldoror, Falmer’in saçından yakalayıp “havada öyle hızlı savurur ki, kellesi elinde kalır ve gövdesi merkezkaç kuvvetiyle savrulup bir meşe ağacının köküne çarpar”...

Herhangi bir retorik ders kitabında rastlanabilecek zararsız tekrar sanki akıl almaz derecede şişirilmiş ve daha sonra delicesine kendi başına bırakılmış gibidir. Bunun en az iki sonucu vardır: Birincisi, okuma deneyimi kâbusun özsel doğasına yaklaşır, bir hayali meydana getiren öğelerin korkunçluğuna değil, daha çok bu öğelerin zihne sürekli takılmalarına bağlı olan bir şeye yaklaşır. İkincisi, anlatıya anlamsızlık aşılanır, tek bir sözcük aynı şekilde yeterince tekrarlanırsa, her türlü semantik bağdan kurtulmuş, sadece seslemesi olan bir kabuk haline gelir.

Bu tür yöntemlerin altında yatan öncül şudur: Tüm dünya (özellikle de hangi düzeyde olursa olsun her edebi biçim) kaçınılmaz olarak zehirli bir parodi battaniyesine sarılıdır. Hiçbir şey olduğunu iddia ettiği şey değildir. Ortaya çıkan bir şey, çoktan sözlü bir aktarıma dönüşmüştür. O sırada çok az kişinin farkında olduğu bu muammalı ve kararsız gelişme, Nietzsche’nin çok geçmeden duyuracağı gibi, tüm dünyanın tekrar bir fabl olmaya doğru gitmekte olduğu olgusunun ortaya çıkışı olarak görülebilir. Ancak şimdi fabl, çeşitli benzerlerin eşitlikçi bir toz bulutu içinde sürekli yer değiştirdikleri amansız bir girdaptır. Novalis, “tanrıların olmadığı yerde, hortlaklar hüküm sürer” kehanetinde bulunmuştu. Şimdi bir adım daha atılıp şu söylenebilir: Tanrılar ile hortlaklar, eşit haklarla sahneye nöbetleşe çıkarlar. Sorumluluğu üstlenip onları düzene sokabilen teolojik bir güç artık yoktur. Kim, hangi durumda onlarla uğraşmayı, onları düzenlemeyi göze alır? Başka bir güç, o zamana kadar bağımsızlıktan mahrum bırakılmış, topluma hizmet etmeye mecbur edilmiş; fakat şimdi temelli demir alıp tek başına ve hükümran yelken açma tehdidini savuran, tüm benzerleri bir araya getirip zihnin okyanusunda sırf haz ve ifade oyunları için başıboş dolaşan bir tekne olmaya yeltenen bir güç: Edebiyat. Bu başkalaşımı içindeki bu güce mutlak edebiyat da denilebilir.

Lautreamont’un eserinin arkasındaki yönetici ilkenin parodi olduğunu göstermek kolay değildir. Zira kesin konuşmak gerekirse, Lautreamont’da hiçbir şey gösterilemez. Gayet disiplinli davranmış, güvenle ciddiye alabileceğimiz tek bir cümle (mektuplarında bile) bırakmamış. Şiir anlayışıyla ilgili herhangi bir açıklama aramak boşunadır; bu şiir anlayışı, yazdığı her sözcüğün bir muziplik olduğuna dair kuşkudan ibaret değilse tabii. Bu kuşku, eserinin ikinci evresine, yani Poesies başlıklı ince derlemeye bakmaya kalktığımızda daha bir bunaltıcı olur. Çıkmadan önce kitaptan nasıl söz ettiğini duyduğumuzda artık dayanılmaz bir hal alır. Lautreamont Ekim 1869’da Poulet-Malassis’e şunları yazdı: “Mickiewicz, Byron, Milton, Southey, A. de Musset, Baudelaire ve benzerlerinin yaptığı gibi kötülüğü övdüm. Elbette, sadece okuru ezmek ve tedavi olarak iyiyi arzulamasını sağlamak için çaresizliği öven ulu edebiyatın çizgisine uygun bir şey yapmak amacıyla biraz işi abarttım”. Tam olarak bu satırlarda alaycılığın o tertemiz havası solunabilir. Fakat burada örtük bırakılan şeyi yeniden inşa etmeliyiz: Chants de Maldoror o sırada kovuşturma olasılığından korkan bir yayıncının deposunda istiflenmiş bekliyordu. Lacroix’ya göre, Lautreamont başlangıçta “metnin şiddetini azaltmayı reddetti”. Basımın devam etmesi için ödemesi gereken 800 frankı Lacroix’ya hâlâ ödememişti ve kitap dağıtıma verilmedikçe ödemeyi de reddediyordu. İş açmaza girmişti; ne yazarın, ne yayıncının yararına olan bir şey. Bu yüzden, riskli kitapları elden çıkarmak için doğru kanalları bulmada deneyimli bir kitapsever ve yayıncı olan Poulet Malassis’e yöneldiler. Bir anlaşmaya varmaya can atan Lautreamont, Poulet-Malassis’e “Satın, size engel olmayacağım: Karşılığında ne yapmam gerekiyor? Koşullarınızı söyleyin” diye yazar ve aynı zamanda, kitabı piyasaya sürmesinin koşullarını yaratmak için, “okuru çizmek” ve böylece iyiye yönelmesini sağlamak için kötülüğü öven yazar, gibi komik bir fikir ortaya atar. Tuhaf bir biçimde yayıncı öneriyi kabul eder. İki gün sonra, Poulet-Malassis’in yeni kitaplarını duyurmak için kullandığı bir yayın olan Bulletin trimestriel des publi-catiorıs defendues en France itnprimees â l’etranger’de Lautreamont’un kitabı şöyle sunulur:

Pangalos, “Fazla Manici yoktur,” dediğinde Martin, “Ben varım” yanıtını verirdi. Bu kitabın yazarı da en az onun kadar ender bulunan bir türe mensuptur. Baudelaire gibi, Flaubert gibi o da, kötülüğün estetik ifadesinin en derin iyi isteğini, olası en yüksek ahlakı ima ettiğine inanıyor.

Poulet-Malassis, Baudelaire’in tiksindiği Lacroix’dan çok daha anlayışlı ve pişkindi. Bu yüzden Lautreamont’un mektubunda da aynı alaycılık göze çarpar; en azından erotizm söz konusu olduğunda (zira Poulet-Malassis’in uzman olduğu alan buydu), mektupta “işin biraz abartıldığı”nı okurken, Maldoror ile “kocaman dişi bir köpek balığı” arasında “uzun, lekesiz ve müthiş” sevişmenin, günün birinde Huysman’ları memnun edecek bir çiftleşmenin tasvirini mi düşünüyordu? Bu alaycılık, şimdi kitabın tanıtımında da tekrarlanır. Lautreamont yeni dağıtımcısına yazarken sanki, kitabı dünyaya'sokabilmek için nasıl kamufle edilmesi gerektiği konusunda ona talimat vermiş gibidir. Yine de, aynı mektubun sonunda, içeriye sızan farklı bir ton duyarız. Kitabı en önemli eleştirmenlere göndermesi için Poulet-Malassis’e yalvardıktan sonra Lautreamont şunları ekler: “Elbette ancak ben kendi sonuma vardıktan sonra akıbetini görecek bir yayının başlangıcı konusunda ilk ve son yargıda bulunacak olan yalnızca onlardır. Sondaki ahlaklılığın henüz görünmemesinin nedeni budur. Fakat her sayfada muazzam bir acı vardır. Bu kötü mü?” En sondaki yürek paralayıcı soru, Lautreamont’un gaddarlığın ve alaycılığın aracılığı olmadan doğrudan bizimle konuşur gibi göründüğü o ender kıpırtılardan biridir. Fakat başka bir ayrıntıya dikkat etmek gerekir: Maldoror’u, ancak yazarın kendisi ölünce sona erecek bir tür carmen perpetuum (bitmeyen şarkı) olarak sunar. “Sondaki ahlaklılığın” ne olduğunu o zamana dek bilemeyiz. İma edilen şudur: Herhalde metnin bizi teşvik edeceği varsayılan “iyi”, aynı zamanda istenildiği zaman tepetaklak edilecek geçici bir sonuçtur. Bu, Maldoror’u tuzaklarla ve kapanlarla kaynayan bir görüntü oyununa çeviren imalardan biridir.


Maldoror'un Şarkıları / Comte de Lautreamont

Lautreamont'la, başkaldırmanın delikanlılık olduğu anlaşılır. Büyük bomba ve şiir yıldırıcılarımız çocukluk çağından yeni çıkmışlardır. Maldoror'un türküleri, dahi bir liselinin kitabıdır nerdeyse; dokunaklılığı da evrene ve kendi kendine karşı ayaklanmış bir çocuk yüreğinin çelişkilerinden doğar. Illuminations'un dünyanın sınırlarına doğru atılan Rimboud'su gibi, bu ozan da, ne ise o olan dünyada kendisini ne ise o yapan olanaksız kuralı benimsemektense, yıkmayı, yıkılmayı seçer.

Albert Camus



On dokuzuncu yüzyılın sonu görecek kendi şairini (bununla birlikte, başlagıçta, bir başyapıtla başlamamak, doğanın yasasını izlemek gerek); şair Amerika kıyılarında doğdu, bir zamanlar birbirine düşman olan iki halkın, şu anda, özdeksel ve tinsel gelişmeyle kendilerini aşmaya çalıştıkları yerde, Plata Irmağının ağzında. Büyük halicin gümüşlü sularından dost ellerini uzatıyorlar, güneyin ecesi Buenos-Airos ile cilveli Montevideo. Ama, egemenliğini kurdu bu topraklar üzerinde ölümsüz savaş, ve kurban hasadı yapıyor neşe içinde. Elveda ihtiyar, ve düşün beni, yazdıklarımı okuduysan eğer. Sen, delikanlı, kaptırma kendini umutsuzluğa, çünkü, sen tersini düşünsen de bir dostun var bu kan emici hortlakta. Dostun iki olacak, uyuzböceği kurdundan türeyen uyuzu da hesaba katacak olursak. 

(Birinci Şarkının Sonu)


Arture 289: İ. Ducasse

Arture 289: I. Ducasse, Yüksel Arslan

" Ah! Bir cehennem olacağına, uçsuz bucaksız bir göksel dübür olsaydı evren, bakın neler yapardım göbeğimin altıyla! Evet, kanlı büzüğüne gömerdim, azgın devinimlerimle çatırdatarak çeperlerini kalçalarının. O zaman, devingen kumlu kumulların hepsini üfürmezdi kör gözlerime acı; uyuyan gerçeğin yattığı yer altı bölgelerini keşfederdim, ve böylece yapışkan er suyu ırmaklarım
atlayacak bir okyanus bulurlardı kendilerine... "

Oğlancılar

Ey anlaşılmaz oğlancılar, bana düşmez sövgüler yağdırmak o büyük alçalmanıza; bana düşmez küçümsemek o huni biçimli dübürünüzü. Kaçınılmaz cezalarını kendileriyle birlikte getirsin yeter, pençesine düştüğünüz utanç verici ve neredeyse onmaz hastalıklar. Dar kafalı aktörenin bulucuları, siz, gülünç kurumların yasacıları, uzaklaşın yanımdan, yansız bir ruhum çünkü ben. Ve siz delikanlılar ya da daha doğrusu genç kızlar; açıklayın bana, nasıl ve niçin (ama uygun bir uzaklıkta durun, çünkü, ben de karşı koyamam tutkularıma) yeşerdi yüreklerinizde öç, insanlığın böğrüne böyle bir yara çelengi takacak kadar. Davranışlarınızla (ki ben ululuyorum onları!) utandırdınız onu kendi oğullarından; abartılmış duyarlığınız kadınca şaşkınlığın ölçülerine tamı tamına denk düşerken, kendini karşısına ilk çıkana sunan fahişeliğiniz en derin düşünürlerin mantığını uyguluyor. Benzeşlerinizinkinden daha az mı yoksa daha çok mu dünyasal bir kişiliğiniz var? Bizde olmayan altıncı duygu var mı sizde? Yalan söylemeyin, düşündüğünüzü söyleyin. Sorguya çekmiyorum sizi; çünkü, gözlemci olarak görkemli zekalarınızın yüceliğiyle sık sık görüştüğümden bu yana, iyi biliyorum ne yapacağımı. Sol elim kutsasın sizi, sağ elim kutlu kılsın sizi, yüzünüzü öpüyorum evrensel sevginin koruduğu melekler, göğsünüzü öpüyorum, öpüyorum tatlı dudaklarımla uyumlu ve güzel kokulu vücudunuzun değişik yerlerini. Hemen söylemeyecek misiniz kim olduğunuzu bana, siz, üstün bir tinsel güzelliğin billurları? Benim keşfetmem gerekti, mazlum yüreğinizin vuruşlarında barınan sayısız sevecenlik ve dürüstlük hazinelerini. Gül ve kanguru otu taçla bezenmiş göğüs. Sizi tanımak için bacaklarınızı aralamanız ve ağzımın hayanızın simgelerine tutunması gerekti. Ama (düşünülmesi gereken önemli bir şey), sıcak suyla yıkamayı unutmayın oralarınızın derisini, çünkü yoksa kesinlikle zührevi hastalıklar çıkar doyumsuz dudaklarımın çatlaklarında. Ah! Bir cehennem olacağına, uçsuz bucaksız bir göksel dübür olsaydı evren, bakın neler yapardım göbeğimin altıyla! Evet, kanlı büzüğüne gömerdim, azgın devinimlerimle çatırdatarak çeperlerini kalçalarının. O zaman, devingen kumlu kumulların hepsini üfürmezdi kör gözlerime acı; uyuyan gerçeğin yattığı yer altı bölgelerini keşfederdim, ve böylece yapışkan er suyu ırmaklarını atlayacak bir okyanus bulurlardı kendilerine. Ama, sonradan gerçekleşmesinin karşılığını hiçbir zaman alamayacak olan bir düşsel durum için üzüldüğümü neden göreyim? Zahmetlere girip dayanıksız varsayımlar üretmeyelim. Bu arada, yatağımı paylaşmak tutkusuyla yanıp tutuşan kişi, gelip bulsun beni; katı bir koşulu var konukseverliğimin: On beşi geçmemeli yaşı. O da benim otuzumda olduğumu sanmasın sakın; ne fark eder? Yoğunluğunu azaltmaz yaş duyguların, yapmaz böyle bir şey ve saçlarım kar gibi beyazlaştıysa eğer, yaşlılıktan değil; tam tersine, sizin bildiğiniz nedenden dolayı. Sevmem ben kadınları! Ne de hünsaları! Buna benzeyen, insan soyluluğunun en belirgin, en silinmez harflerini alınlarında taşıyan varlıklar gerek bana! Benim niteliklerimi taşıdıklarına emin misiniz uzun saçlı yaratıkların? Sanmıyorum ben, direneceğim düşüncemde. Acı bir tükürük geliyor ağzımdan, nedenini bilmiyorum.  Kim emmek ister, bundan kurtulmam için? Çoğalıyor ... çoğalıyor durmadan! Biliyorum ne olduğunu. Yanımda yatanların kanını boğazlarından içtiğim zamanlar (mezarlarından çıkan ölülere kan içici hortlak adı verildiği için, beni hortlak yerine koymak haksızlık olur; çünkü ben yaşıyorum), bunun bir bölümünü ağzımdan geri çıkardığımı fark ettim: İşte pis kokulu tükürüğün açıklaması. Besinleri özümleme görevini yerine getiremiyorsa kötülüğün güçsüz düşürdüğü organlar, benim elimden ne gelir? Amma, kimseye açmayın sırlarımı. Kendim için söylemiyorum bunu size; sizin ve başkaları için, bilinmeyenin büyüsünün çekimine kapılıp bana öykünmeye kalkışacak olanları, gizin saygınlığı, görev ve erdemin sınırları içinde tutsun diye. Lütfedip ağzıma bakın (daha uzun nezaket cümleleri kullanacak vaktim yok şu anda); yılanla karşılaştırmanıza gerek kalmadan, daha ilk anda yapısının görünüşüyle dikkatinizi çekecektir; soğuk bir kişiliğim olduğuna inandırmak amacıyla dokusunu büzebildiğim kadar büzdüğüm için böyledir görünüşü. Tam tersi bir kişiliğim olduğunu bilmiyor değilsiniz. Ah! Yüzünu bir görebilsem, şu meleksi sayfaların arasından beni okuyan kişinin. Yaklaşın, eğer erinlik yaşınız geçmediyse. Sarıl bana ve canımı yakacağından korkma; giderek daha çok sıkalım kaslarımızın zincirlerini. Daha çok.  Sanırım bir yararı yok direnmenin; birçok bakımdan üstün nitelikli olan bu sayfanın donukluğu, birleşme eylemimizin tam anlamıyla gerçekleşmesinin en önemli engellerinden biridir. Solgun lise gençliğine, fabrikaların sararmış çocuklarına pis bir heves duydum her zaman! Bir düşün bulanık anıları değil sözlerim; acılı sözlerimin gerçekliğini tanıklıklarıyla doğrulayabilecek olayları gözlerinizin önüne sergilemek zorunda kalsaydım, pek çok anım olurdu kurtulmam gereken. Memurlarının yadsınmaz yeteneğine karşın, suçüstü yakalayamadı beni henüz insan adaleti. Tutkuma pek kulak asmayan bir oğlancıyı bile öldürdüm (çok zaman geçmedi üzerinden). Bir battal kuyuya attım cesedini ve kesin kanıt yok bana karşı. Niçin titriyorsunuz, beni okuyan delikanlı? Aynı şeyi size de yaparım mı sanıyorsunuz? Kocaman bir haksızlık ... Haklısınız: Sakının benden, hele güzelseniz. Her zaman yaslı bir şişkinlik sergiler benim oralarım; bunları doğal dinginliklerinde gördüğünü ileri sürmez hiç kimse (hem de kaç kez yaklaştılar), bir çılgınlık anında orama bıçak sallayan kundura boyacısı bile. Nankör! Haftada iki kez giysi değiştiririm, temizlik kişiliğimin temel güdüsü olmadığı için. İnsanlığın üyeleri birkaç gün içinde yok olurdu uzun savaşlarda, böyle davranmamış olsaydım eğer. Gerçekten de, varlıklarıyla tedirgin ettiler beni ve ayaklarımın üstünü yalamaya geldiler, bulunduğum bazı ülkelerde. Ama, nasıl da güçlüymüş er suyu damlalarım, koku alma sinirleriyle soluk alanları kendilerine çekmek için? Amazon kıyılarından geliyorlar, Ganj'ın suladığı vadileri geçiyorlar, kutup likenlerini bırakıp gidiyorlar, benim peşimde uzun yolculuklara çıkmak, ve kutsal ersuyu, dağları, gölleri, çalılıkları, ormanları, yüksek burunları ve denizin enginliklerini güzel kokulara boğan kişiyi, bir ancık bile olsa, surlarının yakınlarında görüp  görmediklerini devinimsiz kentlere sormak için! Beni bulamamanın yol açtığı umutsuzluk (tutkularını azdırmak için, en ulaşılmaz yerlere gizleniyorum), çok üzücü işler yaptırıyor onlara. Üç yüzer bin kişi karşı karşıya geçiyor ve topların böğürtüsü nağme oluyor savaşa. Bir tek savaşçı gibi, aynı anda sarsılıyor bütün kanatlar. Kalkmamacasına yere yıkılıyor hemen, kurulan kare düzenleri. Dört bir yana kaçıyor ürkmüş atlar. Toprağı deşiyor top gülleleri, tıpkı benzersiz gök taşları gibi. Uçsuz bucaksız bir kırım alanından başka bir şey değil artık savaş sahnesi, gece varlığını muştulayıp da bulutun yırtıklarından ortaya çıkınca sessiz ay. Bu gezegenin, bana birkaç fersah ötedeki cesetlerle kaplı bir alanı gösteren puslu hilali, Tanrı'nın bana verdiği büyüleyici ve açıklanmaz tılsımın, kendisinden sonra, yol açtığı kötü sonuçları, bir an, bir derin düşünce konusu olarak almamı emir buyurdu. Yazık ki, insan soyunun benim alçakça tuzağıma düşüp tamamen yok olması için, daha nice yüzyıllar gerekecek! Bu nedenle, kurnaz ve böbürlenmeyen bir kafa, amaçlarına ulaşmak için, ilk bakışta üstesinden gelinmez bir engel çıkardığı izlenimi uyandıran olanakları kullanır. Her zaman, bu çekici konuya doğru yükseliyor zekam, ve başlangıçta ele almaya niyetlenmiş olduğum önemsiz konuyla kendimi sınırlamanın artık benim için olanaksız olduğuna siz de tanıksınız.

Son bir söz ... bir kış gecesiydi. Çamların arasında uğuldarken karayel, karanlıkların içinden kapısını açıp bir oğlancıyı içeri aldı Tanrı.

sf. 197 - 201
Maldoror'un Şarkıları
Bir ispermeçet balinası yavaş yavaş denizin yüzeyine yükseliyor ve sudan başını çıkartıyor, bu ıssız açıklardan geçen gemiyi görmek için. Evrenle birlikte doğdu merak.

sf. 58

Aradığın nasıl bir giz? Ne ben, ne de Kuzey okyanusu denizayısının yüzgeçli dört ayağı, gizini bulabildik yaşamın.

sf. 63

Maldoror'un Şarkıları 

Maldoror'un Geceleri / Rimbaud'nun Geceleri

Garson, "Şimdi şu küçük fişi," dedi.

Philippe bavulunu yere bıraktı, kalemi aldı, mürekkebe batırdı. Garson, elleri arkasında onu seyrediyordu. Dudaklarında zaptetmeye çabaladığı esneme mi, yoksa gülme mi? Philippe öfkeyle, "Üstüm başım fazla temiz," diye düşündü. Hepsi önce kıyafete bakarlar, üst tarafı, üst tarafını görmezler bile. Kararlı bir elle yazdı:

Isıdore Ducasse
Gezici tüccar.

Garsonun gözlerinin içine bakarak "Odamı gösterin lütfen," dedi.

...

Ben Philippe Gresigne'im, 
General Lacaze'nin üvey oğlu, edebiyat fakültesi mezunu, geleceğin şairi, 
dün, dün, sonsuza dek sürecek olan dün. Soyunmuştu, pijamasını giydi; bu han bozuntusunda bunlar yeni, kararsız, acemi hareketlerdi, alışması gerekti. Rimbaud bavuldaydı, almadı, canı okumak istemiyordu.

... Mağrur, sefil ve rezil hayatım, benim! Gururum; benim! 
Ben hükmedenler soyundanım. Ha ha, diye öfkeyle düşündü. Sonra! Sonra! Beklemek gerek. Sonra bu otelin duvarına bir mermer bir levha koyacaklar, Philippe Gresigne 23 - 24 Eylül 1938 gecesi burada kalmıştı. Ama ben ölmüş olacağım. Belli belirsiz ve yumuşak bir mırıltı kapının altından sızıyordu. Gece bir anda öldü. Geceye, mermer levhanın altında nutuk söyleyen siyah ceketli adamların gözleriyle, geleceğin içinden, derinliklerinden bakıyordu. Her saniye, değerli ve kutsal, şimdiden geçmiş olarak karanlığın içinde akıp gidiyordu. Günün birinde bu gece geçmiş olacaktı, geçmiş ve zaferlerle dolu, 

Maldoror'un geceleri gibi,

 Rimbaud'nun geceleri gibi. 

Benim gecem.



*
Yaşanmayan Zaman
sf. 217..
SARTRE

ISIDORE




Geceleri deniz kıyısına gitme alışkanlığı edindim. Kıyıya dizilmiş balıkçı teknelerinin ışığı yanıp sönerdi. Deniz feneri, yıldızların arasında yer değiştiren bir yörüngeydi. Gözlerimi kapattığım bu deniz görünümü kafamın içindeydi, bir şişenin içindeki tekne gibi. Bunu yapmaya devam edersen, dedim kendi kendime, Tanrı olursun. Bir zamanlar evreni içselleştirmeyi başarmıştın, senin bununla orantılı genişlemenin kozmik bir bilince gereksinimi vardı. Böylece gizemli göz, evreni bir çocuğun mavi bilyesinin -bir ışık ışınının üzerinde dengelenmiş cam topun- saydamlığında görebilirdi.

Kumsal benim düşsel krallığımdı. Kendimi dünyanın kıyısında oturmuş, başımı dizlerime dayamış, dalgaların sesini dinleyen, tek başına, yalnız bir kral olarak düşünüyordum. Her şey benim bilincim sayesinde var oluyordu. Ben boşlukta filiz vermiş bir tohumdum, Baudelaire'in Les Flaurs du Mal'ini biliyordum, Mickiewicz'in, Byron'un, Musset'nin yapıtlarını, Poe'nun türettiği psikolojik cehennemleri biliyordum. Kendimi Baudeleare'in Le Voyage'ında haritaları ve pullarıyla gaz lambasının başında oturan çocuk olarak görüyordum, ancak benim erken gelişmişliğim evrenin uçsuz bucaksızlığına şaşmaktan çok evreni keşfetmenin insana önceden bilinebilirlik duygusunun ötesinde bir şey vermediğimi fark etmenin can sıkıntısına izin veriyordu. Şiirin yörüngesini tamamlamıştım, sonuçlarına katlanıyordum: "Bilinen dünyanın ötesinde yeni olanı aramak."

Kendi yansımama dalmış halde oturduysam, bilgiye ulaşmanın tek yolunun tikeli büyüteç altına koymak olduğuna inandığım için yaptım bunu.

Gençliğim erken olgunlaşmışlığın ateşiyle yanıyordu. Montevideo'da meydanın tam ortasında dururken ayaklarımın yerden kesildiğini, güçlü bir rüzgarın beni şimdinin sınırlarının ötesine taşıyıp asla görmeyeceğim, yaşamayacağım bir çağa bıraktığını hissediyordum.


Jeremy Reed'in
 romanından "Isidore"
  

Isidore - Lautreamont



"Ama, yakınmıyorum. Yaşamı bir yara gibi karşıladım, ve intiharın yarayı iyileştirmesini yasakladım. İsterim ki,sonsuzluğun her anında bu açık çatlağı görsün yaratıcı."


Ducasse'ın son anları bizce bilinmemektedir. Bilinemezlerdi, çünkü ancak tek gerçeği gösteren bu bilgisizlik içinde görünebilirlerdi. Bu son saatlerin entrikası neydi? Napolyon otoritesinin gülünç görünümü altında, herkesin aklının yüce bir cisimleşmesi olan yasa, ona el kaldırdı mı? Egemenliğinin son bir devinimi içinde Maldoror Şarkıları'nda verdiği sözden döndü mü: "Hiçbir zaman kendi yaşamına suikastte bulunmamak?" Bu, o zaman anlamı olan bir söz vermeydi çünkü o zamanlar intihar, karanlıkların girişimiydi, ama bugün aydınlıklarınkidir ve kim karşı koymak ister, günün böyle bir çağrısına? Ya da, baştan başa, alınyazısını yazınla bağdaştıran, aşırmayla başkasının söz söyleme yeteneği içinde kaybolmayı önceden denemiş olan o, şimdi eskiden hemen hemen yok olan elinin, hem Maldoror'un hem kendisinin başlangıcını gösteren "Plut au ciel" yazmayı başardığı beşinci kattaki odada, artık bu kez ne uğultunun, ne gölgenin, ne sıkıntının, ne kötü düşüncenin bulunduğu aynı odada, bu kitabın önünde, her zaman "geleceğe ait", dinginliğe adanmış, sözcüklerde gerçekleşmek için yaşamının tek özsuyu olmayı isteyen bu dinginliğinin anlamını kavrayarak, acaba, aydınlığının en yukarısındayken son değişimini, tek gerçek olanı, bu anda ondan alçakgönüllülüğü ve hatta dinginliği yaratan değişimi çok güzel tanıyor mu?

Lautreamont'un sonu gerçekdışı bir şeyler saklıyor. Yasanın tek sözcüğüyle doğrulanmış, bayağılığa olabildiğince yaklaşan ölüm olayının  kısaca belirtilmesi içinde, "başka bilgi olmaksızın... öldü", yer almamak için gelmek gereksinmesini duymayan bu son, eksik gibi görünüyor. Lautreamont, çok garip bir biçimde silinen sonuyladır ki, sonsuza dek, kendisinin tek yüzü olan görünmenin bu görülemez biçimi oldu ve ölümün gizliliği içinde, sonunda herkesin gözüne kendini gösterdi, sanki böyle ışıklı bir yokluk içinde bulmuştu belki de ölümü, ama ölüm içinde de eksiksiz an'ı ve günün gerçeğini.

Maurice Blanchot 



***


Eudoxie Ducasse'ın Alvaro Guıllez Munoz'a verdiği fotoğraftan
Mendez Magarinos'un yaptığı tahta üzerine oyma Lautreamont
1972

***



Yeniyetmelik tavrı Şarkılar'ın oluşumunda önemli bir yer tutar. Lautreamont 24 Kasım 1870'te 24 yaşında ölmüştür. Bu genç yaşına karşın Lautreamont düzenin  nasıl işlediğini görecek olgunluktadır. "... Bir bireyden sonsuza dek acı çeken, uzlaşmaz, çıkış kapısından yoksun, akıl önünde her zaman düşünceden utanan bir varlık oluşturmak isteyen akılcı eğitim"in de farkındadır ve Maldoror'un Şarkıları' bu düzene karşı ufalama hareketine girişmiştir. Düzen'in lanetlileri Maldoror Şarkıları'nda hayat bulur. Tüm toplum dışı kişilikler adalet aramak üzere yola koyulmuştur. Bu yönüyle Maldoror başkaldırı'yı simgeler. Ama aynı zamanda konum değiştirme yoluyla Lautreamont, bu kişileri de düzenin kurbanı (Maldoror Şarkıları'nın iç düzeni) olmaktan (bile bile) kurtarmaz. "Yeniyetme'nin kanıyla beslen" (1. Şarkı) gibi dizeler "bir hıncın yeniyetme hıncının izleridir". Lautreamont bu hıncı dışa vurma yolu olarak şiddeti seçmiştir. Şiddet ve kötülük, bilincinde sonsuza dek sürecek bu iki öğe, şiirinin ana damarını oluşturur ve buradan hareketle akılcı toplumun adalet'i sorgulanır. "Maldoror yalancı değildir, zalim olduğunu açıkça söyler, gerçeği doğrular." (1. Şarkı) Bu noktada gerçeği doğrulamak, adalet denen düzen (devlet) aracına saldırmanın belirginleşmesidir. Maldoror yine de bir gün yeni bir insanın, yeni bir düzenin oluşacağı konusunda umutsuz değildir. Ancak kendisi hiçbir zaman değişmeyecektir, sonsuza kadar kendi bilincini koruyacaktır, savaşacağı (saldıracağı) şeylerin başında insan ve Yaratıcı gelir. Adalet'i kendisi sağlayacaktır çünkü insanlar, toplum ve Yaratıcı onu reddetmiştir.

Gaston Bachelard, Maldoror Şarkıları'nda hayvan yaşamına ait 400 belirti bulmuştur. Adı geçen hayvan sayısı ise 185'tir. Şiddetin ve saldırının somutlaştırılması hayvanlar aracılığıyla yapılmaktadır Lautreamont'da. Hayvanlık insanı ele geçirmektedir. Okuyucu da bu hayvanlık karşısında tepkisiz kalamaz. Düzene ve insan ruhuna (Lautreamont'un en önemli hedeflerinden birisi insandır çünkü ikiyüzlülük karşısında kendini sıkıştırılmış hisseder) bu saldırı, bir ele geçirme ya da değiştirme amacıyla değildir. Amaç saldırı'dır. Yaşamak için saldırmak söz konusu değildir, söz konusu olan saldırmak için yaşamaktır. Maldoror Şarkıları'nda savunma (dişi), saldırı (erkek) karşısında hiçbir zaman etkili olamıyor. Lautreamont'un şiirini belirleyen bu ilkellik, bazılarında bir ruh hastalığının izi olarak kabul ediliyor. Jean Pierre Soulier bu şiddet ve işkence sahnelerini (diri diri hayvanların içini açma, etleri kesme, parçalama, dağıtma zevki; kartal ejderhanın çırpınan kalbini gagasıyla oyuyor, Maldoror dudaklarını birleşme yerlerinden ayırıyor, genç bir kızın kolunu kloroform yardımıyla buduyor, Elseneur'un bileğini dilimliyor) şizofreniye yakalanmış bir yeniyetmenin anlatımı olarak görüyor. Maurice Blanchot ise tersine bu gibi şiddet anlatımlarını edebi bilincin fethinin izleri olarak görüyor. "Maldoror' Şarkıları aydınlığın eseri, aydınlık da Maldoror Şarkıları'nın eseridir".

Düzene karşı girişilen bu saldırı, yaşamın gerçekte, giydirilmek istenen akılcılık gömleğinden başka bir şey olduğunun farkına varma sonucunda başlamaktadır. Ve bize göre Lautreamont'a giydirilmeye çalışılan deli gömleği esasında onun akılcılık sultasını yerle bir etmesi karşısında paniğe kapılanlar tarafından kullanılan yeni bir yalıtma yöntemidir. Lautreamont'a deli diyerek, onun ortaya koyduğu belirlemeleri göstermemeye çalışmak, ikiyüzlü bir anlayışın ürünü olsa gerek.

Lautreamont'un bu şiddet anlatımı, nedenini belki de en iyi şu sözlerde kavrıyor: "Çocukluk sürecinden geçerek büyümek, kendisi de okul çağını yaşayan bir toplumun zorladığı bir rol ile kendi öz bilinci arasında insanlıkdışı bir çatışmaya mahkum edilmiş olmak anlamına geliyor." Kurumlara karşı giriştiği saldırılarla Lautreamont'un anlatımı belirginleşiyor. Blanchot bu saldırılarda yazarın kendi diliyle ve yaşadığı dönemin dili olan savaşımını ortaya koyduğunu söylüyor. Yadsımaya hiç gerek yok, Lautreamont'u ortaya çıkaran  içinde yaşadığı düzen ve değerler dizgesidir aynı zamanda. Zaten saldırılarındaki ve anlatımındaki görkemli taraf budur. Belki Isidore Ducasse okulda saçlarının kesilmesine izin vermiştir, ama Lautreamont saçlarına el bile sürdürtmüyor.

Levent Yılmaz  

Maldoror'un Şarkıları Üzerine & Isidore Ducasse'ın Gerçek Yüzü

*Özdemir İnce'nin aktardıklarını okuduktan sonra görüyorum ki hayalimde doğru bir Isıdore Ducasse yaşatıyormuşum. Eşi Ülker İnce'nin türkçeye çevirdiği kurgusal Jeremy Reed romanı Isıdore da, kafamda Maldoror'dan arta kalanlardan ve yaşam öyküsünden oluşturduğum farklı bir Isıdore Ducasse portresi çizmiyordu. Şarkılar'ın alaycı ve yıkıcı tonu, korku ve dehşet imgeleri, arkasında gizlenen umudu ve hüznü, kitabın yazarı genç Isıdore Ducasse'ı saklayamıyor.

Ducasse hakkında bilgi veren tek kişi olan Paul Lesbes'in yazısının tam metnini ve İnce'nin Rimbaud ve Lautreamont üzerine yazılarını anlam kaybı yaratmayacak şekilde kesintili olarak bloga aktardım:





İsidore Lucien Ducasse'ın terekesi: Ne olduğu, ne olacağı belli olmayan bir kitap,
 iki risale, altı mektup ve yıllar sonra bulunacak bir fotoğraf. Hepsi bu!..


Isidore Ducasse



Paul Lesbes: Avukat, yargıç. Ducasse'ın Pau lisesinden arkadaşı. 
Onun yaşadığına tanıklık eden neredeyse tek kişi.


Gazeteci François Alicot, Paul Lesbes''in adresini öğrenir öğrenmez, kendisine mektup yazdı; mektupla birlikte Poesies'nin Philippe Soupault baskısını da gönderdi. Yaşlı adamın belki İsıdore Ducasse'la ilgili anıları vardı? Yaşlı adam, emekli yargıç Paul Lesbes bir edebiyat tutkunuydu. İsıdore Ducasse,  Maldoror'un Şarkıları'nı da, Poesies I-II'yi de kendisine göndermişti. Poesies I'in ithaf edildiği insanlar arasında adının bulunması gururlandırmıştı kendisini. François Alicot yaşlı yargıca dokuz mektup gönderip sorular sordu ve aldığı yanıtları Mercure de France'ın 1 Ocak 1928 tarihli sayısında yayımladı. Yazının Başlığı şöyleydi: Maldoror'un Şarkıları Üzerine. Isidore Ducasse'ın Gerçek Yüzü"


Paul Lesbes:


"Ducasse'ı Pau lisesinde, 1864 yılında tanıdım. Minvielle'le birlikte aynı sınıftaydık. Bu uzun boylu, sırtı biraz kambur, soluk tenli, uzun saçları alnın üzerine dökülen, ekşimtrak sesli delikanlı hala gözümün önünde. Çekici bir özelliği yoktu yüzünün.


"Genellikle hüzünlü ve sessizdi. Sanki kendi üzerine kapanmış gibiydi. İnsanların özgür ve mutlu bir yaşam sürdükleri denizötesi ülkelerden birkaç kez bana heyecanla söz etti.


"Çoğu zaman okuma salonunda saatler geçirirdi: Dirsekleri sıraya dayalı, elleri alnının üzerinde, gözlerini okumadığı bir kitaba dikmiş. Bir klasik kitap. Hayallere dalardı. Dostum Minvielle ve ben, onun hasret çektiğini, ailesinin onu Montevideo'ya geri çağırmasının gerektiğini düşünürdük.


Maldoror'un Şarkıları

Bir bilici gibi "On dokuzuncu yüzyılın sonu görecek kendi şairini" diyen Ducasse/Lautremaont, 1868-1918 yılları arasında geçen elli yıllık bir şaşkınlıktan sonra çağdaş şiirin en önemli doruk noktalarından  biri oldu. Bu öngörüsü iki sağlam temele dayanıyordu: Yeni bir yaşam ve yazım tasarısına. Ancak o kendisinin ve yaptıklarının bilincindeydi, ama başkaları bir başka (eski) yaşam ve yazım tasarımıyla koşullanmışlardı; bu nedenle Maldoror'un Şarkıları'nın ölçü dışılığı şaşırtıcı tazeliğini yazarının ruh hastalığına bağladılar. Böylesine şaşırtıcı bir yapıtı ancak bir ruh hastası "yapabilir"di.

"Her cümlesi sessiz ve çevik ayaklarıyla koşan bir kudurmuş kurda benzeyen" ve "sınır tanımaz ve olağanüstü özgünlüğüyle okurun damarlarını zonklatan, ruhunu alt üst eden" bu benzersiz yapıtın gücü karşısında büyüklenen Leon Bloy 1890 yılında "benzeri görülmemiş bir deli, dünyanın en büyük şairlerinden biri olsun" diye üzülüyordu. Bloy şaşkın, hayran ve üzgün. Belki dönemin bilgileri yapıtı değerlendirmeyi bir ölçüde kolaylaştırabilirdi, ancak yazar hakkında hiçbir şey bilmemesi buna engel oluyordu.

Deli sayılan Lautreamont, elli yıl sonra, bir yalvaca, dahası yeni bir düşünce çağının habercisine, "Son Vahiy"in yazarına (A.Breton) ve bir "meleksi dinamitçi"ye (Julien Gracq) dönüştü. Üstgerçekçiler Maldoror'un Şarkıları'nı "sözcük akışının bilinçli ve başdöndürücü biçimde hızlandırılması" (A.Breton) sayesinde imgelemin özgürleşmesini sağlayan otomatik yazının verimli gücünün deneysel kanıtı olarak gördüler. Onlara göre, aklın zembereğinin boşalması düşte, yarı düşte ve hipnoz sırasında gerçekleşebilirdi. Maurice Blanchot Şarkılar'ın "Fransız edebiyatının uyku yükü en yoğun yapıtı" özelliği taşıdığını ileri sürer. Metinlerin çoğunun zamanı gecedir ve ışığın tehdidi altında sona ererler.

Bilinçaltı özgürlüğüne kavuşunca, imgelem olağanüstü metaforlarla dolu bir dile dönüşür. Çelişkilerden doğan en derin, en alışılmamış, en garip metaforlara. Şarkılar'ın imgeleri, Breton yönetimindeki üstgerçekçi topluluğu büyülemişti ve üstgerçekçi kuramın kanıtı oldu.

Lautreamont ile üstgerçekçilerin imgelem gücüne tanıdıkları bu öncelik onların kara romana, fantastik'e ve olağanüstüne olan düşkünlüklerinde ortaya çıkar. Üstgerçekçilere göre Şarkılar edebiyat dünyasına fırlatılan benzeri görülmemiş bir  bombadır. İroni,  kişilerin parodisi, teknikler, süslemeler ve değişik yazınsal ifade, Şarkılar'da bir bombaya dönüşmüştür. Klasik okurun alıştığı estetikle her bakımdan çelişen bu kitap, yeni bir estetik önermekte ve eski estetiği aşağılamaktadır.

Maldoror köklü bir başkaldırının simgesidir. Hiçbir yapıt onun kadar Tanrı'ya başkaldırmamış ve onu alaya almamıştır. Cinsel tabulara da başkaldırının simgesidir: Eluard, Lautreamont'u Sade'ın yanına koyar. Şarkılar savaş ve her türlü yozlaşmanın kınanması; bütün toplumsal kurumların, aile ve kilisenin eleştirisidir; gündelik gerçeklik ve mantıkın mizah aracılığıyla parçalanmasıdır.

Üstgerçekçiler yalnızca Lautreamont'u keşfetmekle kalmadılar, aynı zamanda onun yapıtının iki önemli özelliğini de kavradılar: Alaycı ve sarakacı bir zeka; canavarlar yaratan ilkel, cinsel, karanlık ve gizemli bir düşsellik. Maldoror'un bu özellikleriyle, onun düşsel evreniyle psikanaliz ilgilenmekte gecikmedi. Ancak Maldoror'un Şarkıları biçimsel özellikleri bakımından incelenmek için formalist eleştiriyi bekledi. Tel Quel dergisinin Philippe Sollers, Marcelin Pleynet, Julıa Cristeva gibi (o zamanki) genç yazarları nöbeti üstgerçekçilerden devraldılar.

Bir kez daha tekrarlamakta yarar var: Maldoror'un Şarkıları esin kaynağı ne olursa olsun (tanrısal, doğal, toplumsal, kamusal, yazınsal, ruhsal...) güç'e karşı açılmış umutsuz bir savaş, dönüşsüz bir başkaldırıdır. Daha somut konuşacak olursak: Tanrı, kilise, III. Napoleon ve burjuvazi işbirliğinin her türlü yansımalarına karşı amansız bir başkaldırı.



    Goethe, Faust'ta "Sonuçta, kendi yarattığımız yaratıklara bağımlıyız," der. Lautreamont bu açıdan Maldoror'a bağlıdır. Gecelerin ve uçurumların süvarisi, yalnız ve lanetli Maldoror sadece Ducasse/Lautreamont'u değil, okuru da temsil etmektedir. O günün, bugünün ve yarının okurunu. Yazar, karanlığın içinde ve içinden aydınlığı değil karanlığı yazmaktadır: Çağı örten ve okurun ruhunu saran karanlığı. Buradan şu sonucu çıkartıyoruz: çağının temel sorunlarıyla ilgilenmeden, onu yaşayıp yaşatmadan "büyük" yazar olmanın olanağı yoktur.

Lautreamont & Rimbaud

Geleceğin şiirinin habercisi, yalvacı, yol açıcısı, kurucusu olan Lautreamont ile Rimbaud'nun çok önemli benzerlikleri var: Lautreamont yapıtını neredeyse Paris Komünü'nden (1870) birkaç ay önce tamamladı; Rimbaud ise Komün öncesi başladığı yapıtını bu kanla bastırılan devrimden hemen sonra bitirdi. Yapıtlarını oluşturdukları tarihsel, yazınsal, psikolojik ve psikanalitik ortamlar da aynı. İkisi de yapıtlarını oluşturmak için geldikleri Paris'te (Lautreamont yirmi, Rimbaud on yedi yaşında) büyük toplumsal dönüşümlere yol açacak olan çalkantılara tanık oldular. İki şairin yapıtlarına bakınca şunu görürüz. İkisi de öfkeli, alaycı ve anarşik mizaçlı; ikisi de mevcut yazınsal biçim ve yapıları parçalayarak düzyazı şiiri özgür ifade aracı olarak seçmişler; ikisi de kestirme yoldan geçmişlerinden ve edebiyattan vazgeçmişler ( biri ölümle, öteki gönüllü sürgünle) ikisinin de yapıtları ölümlerinden sonra keşfedilmiş ve etkinlik kazanmış. Yapıtlarına biraz daha dikkatle bakarsak şunları hemen görürüz: Bu iki genç insan, içinde yaşadıkları toplumsal yaşamın oluşturucularına karşı bütün güçleriyle, ama umutsuzca karşı çıkmışlar; yani insanlara, aşk ve sevgiye, burjuva ahlakına, Tanrı'ya karşı çıkmışlar. Toplumun oluşturucularına karşı başkaldırırken benzersiz ve doruklarına ulaşmış bir bireysellikten yararlanmışlar: Barbarlık, sadizm, alaycılık, anarşi. İkisinin de yapıtları, yaşadıkları dünya ile uyumsuz insanın büyük isyanını, aynı zamanda yeni bir dünya yaratma arzusunu dile getiriyor. Cinsel marjinallikleri onları da hayattan koparmış. Lautreamont, insanları aile sevgisinden uzaklaşmaya, evlilikten uzak durmaya, toplumun bütün oluşturucularının temellerini dinamitlemeye davet ediyor.

Özdemir İnce

ISİDORE


1846 -1870

Benim yalnızca bir otel sahibi ile otel çalışanı
 tarafından imzalanmış 2028 nolu bir ölüm belgem var.
 Acaba Kuzey Mezarlığına bir süre gömüldüm mü yoksa
 bir başka kılıkta yaşamaya devam mı ettim, kafanızdaki bu
 soru yanıtsız kalıyor. Yaşadımsa, acaba o kişi şimdi 
sizin karşınıza aldığınız kişiden daha az mı gerçek?


*


Maldoror'dan elimde kalan tek şey -düşsel bir evreni kapsül
 içine alan altı kanto- şimdi artık baskı mürekkebi ve kağıttan
 başka bir şey değil. Kaç kopyası varsa onlar da 
kent yangınıyla yok olacak.


 Jeremy Reed'in ISIDORE
isimli kitabından










" O günden sonra, sen, tedirgin ve erken gelişmiş imgelemli çocuk, ağır sandallarıyla, dolambaçlı kavşağın kaldırım taşlarını yorgun yorgun çiğneyen bu gizemli delikanlıyı bir daha göremedin. Bu alevler sarınmış kuyrukluyıldız, aşırı merakın yöneldiği bu hüzünlü insan, senin düş kırıklığına uğramış gözlerinin alnacında parlamadı bir daha; ve sen, sık sık, çok sık, belki de her zaman düşüneceksin, yaşanan dünyanın iyilik ve kötülüklerine aldırmazmış gibi görünen, ve korkunç ölü yüzü, diken diken saçları, sallana sallana yürüyüşü ve yazgının acımasız kar tarağının iş gördüğü uzayın uçsuz bucaksız bölgelerinde sürekli olarak oyalanıp duran, umudun kanlı avını ararmış gibi eter denizinin gülünç sularında körlemesine yüzen kollarıyla rastgele ilerleyen bu insanı... "
 


The Enigma of Isıdore Ducasse


"Bir teşhir masası üstünde bir dikiş makinesi ile bir 
şemsiyenin beklenmedik karşılaşması ne kadar güzel!" 

1920 - Man Ray