Pasolini etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Pasolini etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Otuz Asır

 



Pasolini'nin Marilyn Monroe siiri üzerine hoş bir sohbet. Ne iyi oldu hatırladığım Pasolini'yi. Beni ondan daha çok etkileyebilmiş bir tek komünist var mı? Katilleri benim de katillerim, Ostia'daki parçalanmış o ceset benim cesedim. Coil'in şarkısı dolanmaya başladı bile aklımda:

 "...And murder me in Ostia"

Pasolini'nin Türkçe'den çeviri mısraları dolanıyordu uzun zamandır aklımda: 

Tanrım, yalnızız biz, arama bizi gün be gün ay be ay, yıl be yıl, hiçbir şey değişmedi, otuz asırdan bu yana, hiçbir şey..."

Belki kendi ömrüme denk hissettiğim için bu otuz asrı. Belki, gerçekten de otuz asırdan bu yana hiçbir şey değişmediği için.

*


La Rabbia (1963, Pasolini) / John Berger

La Rabbia (Gazap)

JOHN BERGER


MELEK GİBİYDİ DESEM, onun hakkında bundan daha saçma bir şeyin söylenebileceğini düşünemem. Cosimo Tura'nın resmettiği gibi bir melek mi? Yok, hayır. Tura'nın fırçasından çıkma bir Aziz Georgios var ki, tıpatıp ona benziyor! Tescil edilmiş azizlerden ve mutluluk timsali meleklerden nefret ederdi Pasolini. O zaman neden böyle diyorum? Çünkü onun alışılagelmiş, hudutsuz kederi şakalaşmasına izin verirdi; yüzündeki kaygılı ifadeyle ise teselliye en çok ihtiyacı olanı keşfedip kahkahalarla güldürürdü. Fırça darbeleri hassaslaştıkça, daha iyi anlaşılır oldu! İnsanlara, başlarına gelebilecek en kötü şeyi yumuşak bir üslupla anlatabiliyor, onlar da bu sayede daha az acı çekiyordu, "...zira ümidini yitirsen bile, bir nebze ümit vardır.” "Disperazione senza un po’ di speranza.” Pier Paolo Pasolini (1922-1975).

Kendisiyle ilgili pek çok kuşkusu vardı ama kehanet yetisinden kuşku duymadı hiç; oysa keşke kuşkulansaydım, diyeceği yegâne şeydi. Onun bu yetisi bugün yaşadıklarımızı anlamlandırmakta yardımcı oluyor bize. 1963'te yapılmış bir film izledim az önce. Şaşırtıcı olan şimdiye dek hiç genel izleyiciye gösterilmemiş olması. Bir şişeye konup kırk yıl sonra dalgalarla kıyımıza vurmuş özlü bir ileti gibi.

Eskiden insanlar dünyada olup bitenleri televizyondan değil sinemalarda dünya haberlerini gösteren filmleri izleyerek öğrenirdi. 1962’de bu tür filmlerin yapımcısı G. Ferranti, parlak bir öneride bulundu. O tarihte zaten ünlenmiş olan Pasolini'nin 1945-62 tarihleri arasındaki haber arşivlerini incelemesi sağlanacak ve ondan "Dünyanın her yanında neden savaş korkusu var?" sorusuna cevap bulması istenecekti. Elindeki malzemeyi istediği gibi kurgulayabilecek ve üst sesle yorum getirecekti. Ortaya çıkacak bir saatlik filmin, şirketin şöhretini artıracağı umuluyordu. Bu "yakıcı” bir soruydu, çünkü o tarihte yeni bir Dünya Savaşı tehdidi gündemdeydi. 1962 Ekimi'nde Küba ile ABD arasında nükleer füze başlıkları krizi patlak vermişti.

Daha önce Acattonne, Mamma Roma ve La Ricotta'yı yapan Pasolini kendine mahsus sebeplerle öneriyi kabul etti; tarihe tutkun ve tarihle kavgalıydı çünkü. Filmi tamamladı ve ona La Rabbia (Gazap) adını verdi.

Ancak filmi izleyen yapımcıların ödleri boklarına karıştı; hemen ikinci bir bölümün yapımı için Giovanni Guareschi adında aşırı sağcı olmakla namlı bir gazeteci görevlendirildi. İki film, tek bir filmmiş gibi sunulacaktı. Ne var ki işin sonunda ikisi de gösterilmedi.

Bana kalırsa La Rabbia öfkeden değil, inanılmaz bir tahammül gücünden ilham alıyor. Pasolini dünyadaki hadiselere cesaret ve sağduyuyla bakıyor. (Rembrant’ın resmettiği melekler de aynı bakışa sahiptir.) Bu tutumun nedeni, üzerine titrememiz gereken yegâne şeyin hakikat olması. Bunun fevkinde hiçbir şey düşünülemez.

Açgözlülerin ve iktidar sahiplerinin riyakârlıklarını, yarı-doğrularını ve sahtekârlıklarını toptan reddetmesinin nedeni onların, hakikati görmeyi engelleyici bir tür körlük olan cehaleti üretmekte ve beslemekte olmasıdır. Ayrıca onlar, en değerli mirasımız olan dil hafızası başta olmak üzere, hafızaya sıçrar.

Ancak, onun tutkun olduğu hakikatin hayata geçirilmesi hiç de kolay değildi, zira o dönemde çok derin, tarihi bir düş kırıklığı yaşanıyordu. 1945’te faşizmin yenilgisinden sonra yeşeren umutlara ihanet edilmişti.




”What have you done of my death"




Ever since I discovered his poems, the first being The Ashes of Gramsci, Pasolini has been my inspiration. The reasons for my admiration are many: his work as a poet, filmmaker, image maker, the way he was committed to it all, that vocabulary item we have in common: the body, the naked body, the choice of painters that inspired him, like Masaccio, Duccio, Bacon, Caravaggio, Giotto, whom he himself plays as the disciple in Decameron… his references to Roberto Longhi, his unique way of speaking of great myths in our time that are still forged our consciousness (Medea, Oedipus, Jesus…), the way he explored Greece, Africa, the two sides of the Mediterranean… A visionary, he was torn by the desire to transform the relationship between people and the acute lucidity through which he foresaw acculturation, dehumanization, the norms that would define the consumerist neoliberalism, that he compared to the new form of barbarity. While he warned us about the diversion of physical and spiritual aspirations of emancipation that this society was going to undertake for the sake of commodification, he also pointed out the monstrosity of communism, unable to consider a human being as sacred. As a Marxist, he knew that his quest to find absolutism and brotherhood was in the gospels.





P.P.P.

Pasolini ve Ninetto Davoli

Pasolini sadece delikanlılarla birlikte olurdu, erkeklerle ilişkiye girmezdi. Ninetto olayı vardı. Ninetto başlangıçta bir sevgili oldu, sonra hiç sevişmediler. Pasolini ölçüsüzce bu genci sevdi, kimseye haksızlık yapmadan gerçeği söylemek gerekirse, kesin sahtekârlığıyla, tam anlamıyla adlandırılamayacak tipik bir gençti. Pasolini ona karşı babacan bir sevgiye sahipti. Ninetto kadınlarla ilişkilerinde çok başarılıydı. Pasolini homoseksüellerle değil, genç delikanlılarla sevişirdi. Bir delikanlının kendisinden hoşlandığı için onunla seviştiği fikrine sahipti. Bu onun fikri, hayaliydi. Bana göre çok büyük bir hayaldi. Ninetto evlendiğinde, kızını kaybeden bir baba gibiydi. Bu, onda tanıdığım gerçek sevgi ilişkisiydi. Sonra annesiyle olan ilişkisi vardı. Bana göre sadece bu kadın üzerine bir film yapılabilir. Çünkü hastalıklı olduğu kadar, aşırı gelişen, ayrıcalıklı bir ilişkiydi. Benim için, anne-oğul ilişkisinin dışında, anneye adanmış şiirlerin yanıtlanması gibi, gerçekten yanıtlanması güç bir durumdu.

Kabaca söylemek gerekirse, Freud teorisiyle dolu tekbiçimleştiren bir ilişkiydi. Tam anlamıyla bir bilim kitabına konulacak bir “altın olay”. Beni engelleyen bu “örgenbilim” vardı. Bu tür şeylere karşı çok hassasım. Güçlü bir örgenbilim yükünün girdiği bir sevgiydi. Sonuçta Pasolini’nin annesiyle ilişkisi biraz çizgi ötesiydi. Annesi oğlunun homoseksüelliğini bilmiyor ya da bilmiyor gibi yapıyordu. Açıkçası - bunu bilmiyorum.

Pasolini ve annesi

 Pasolini’nin gerçek kaderi Casarsa’dan Roma’ya gelme olayı oldu. Komünist Partisi onu dışladı. Böylece onu ölüme götüren durum başladı. Roma’ya geldiğinde parası olmadığı için bir kenar mahallede yaşamaya gitti. Böyle yerler gerçekten ürkütücüdür, bahçesiz, sinemasız, okulsuz, Roma’nın bütün hırsızları buralarda yaşar. Pasolini de buraya gitti ve cani tipli bir delikanlıya âşık oldu. Bu konuda hiç şüphem yok. Pasolini’nin delikanlılarının hepsi çirkin, pis, cani tiplidir. Pasolini böylece kendi kaderini belirledi çünkü kendisini öldürebilecek birine âşık oldu. Ancak neden suçlulardan hoşlandığını da anlamak gerek. Bu, dekadantizmin bir iziydi. Pasolini bir dekadantistti. İçinde suç zevki vardı. Kelimenin tam anlamıyla bir mazoşistti.

Bana sadece bir kez bir kadınla beraber olduğunu söyledi. Şöyle dedi: “Bir kadınla nasıl olduğunu görmek istiyorum.” Bir hafta boyunca ilişkiye girmekten kaçındı. Sonra bir fahişeyle sevişti ve bana şöyle dedi: “Düşündüğümden daha az kötüymüş ama yine de hoşlanmıyorum. Bir kadınla sevişemem çünkü kendimi annemle sevişiyormuş gibi hissediyorum.”

Alberto Moravia ve Pasolini

Başka homoseksüeller hakkında çok kötü konuşan homoseksüeller tanıyorum. Pasolini böyle değildi, zekiydi, derhal basit insanla, iyi insanı ayırt ederdi. Homoseksüelin biraz emperyalistiydi. Bu arada insanları homoseksüel olup olmamalarına göre yargılamazdı. Son derece “uç” bir adamdı.

Geçmişinden bana asla söz etmedi. Ben de ona hiç sormadım. 
Ama insanlar geçmişinden söz etmezler, en azından buna zorlanmazlarsa.

Gerçekten zeki iki ya da üç kişi tanıdığını söylerdi. Benimle anlaşıyordu, çünkü ben onun zıttıydım. O homoseksüeldi, ben heteroseksüelim, o çok mantıksızdı, ben çok ussalım. O geleneklere bağlıydı, ben kesinlikti devrim içinim. Devrimin tek gerekli şey olduğunu düşünüyorum.

Kadınlardan nefret eden bir adam değildi. Onlara karşı sevgisi vardı. Benim küstah bulduğum bazılarına karşı büyük sabrı vardı. Pasolini narsist biri olsa da, benim çok Hıristiyan bulduğum, insanlığa karşı büyük bir sevme duygusuna sahipti. Bu anlamda Pasolini Hıristiyandı. Samimiydi, Hıristiyanlığı çokça görüldüğü gibi şekilci, bozuk değildi.

*
Alberto Moravia

Pasolini








*
Joseph Lally
model: wil aleman

P.P.P.

"2 Kasım 1975 şafağında, Pasolini'nin cesedi liman şehri Ostie'de, derme çatma bir futbol sahasının ve bir dizi kulübenin yanındaki toprak yolda bulundu. Yüzü bo­zulmuş, bir kulağı neredeyse kopmuştu ve kafatasında de­rin yaralar vardı. Elleri yüzülmüş ve tırnakları ezilmişti; Dövülmüş, karın boşluğuna tekmeyle vurulmuş ve vücudunun üstünden kendi arabasıyla geçilmişti. Daha son­ra suçu işlediğini kabul eden genç erkek Pasolini'nin birçok filminde oynayanların bir benzeri, tipik bir ragazzo di vita'ydi. Genç çocuğun suçu yalnız başına işlediğini söylemesine rağmen, yargıç "bir başka kişinin... saldırıya katılmış olduğu" sonucuna vardı. Ölümü politik bir idam mıydı, dehşete dönüşecek bir cinsel kaçamak, ya da ve­kaletle intihar mıydı? Esrar olduğu gibi duruyor. "

https://www.flickr.com/photos/zilda/sets/72157621941413597

Pier Paolo Pasolini Röportajı (Salo Üzerine)

Pier Paolo Pasolini Röportajı




Bu röportaj 31 Ekim 1975 tarihinde Paris’te Antenne-2 kanalında Dix de Der programında kaydedilmiş olup, Pier Paolo Pasolini’nin 1 Kasım 1975’te saldırıya uğramasından önce yapılmış son televizyon röportajıdır.



Son filminiz (Salo) gösterime
 girdiğinde bizi yine bir skandal mı bekliyor?

Hayır. İnsanların kanını dondurmak doğru olanı, skandal olmak büyük bir zevk. Skandal olmanın zevkini reddeden kişi, bildiğiniz üzere bir ahlâkçıdır.
Cinsellik, politik mi?
Doğal olarak.

Skatoloji?

O da. Politik olmayan hiçbir şey yoktur.

Yamyamlık?

Bazı yerlerde, politik ve gerçek bir olgu. Diğer yerlerdeyse, politik bir metafor.

Bu, politik düşmanlarınızdan kurtulmak için en iyi yol mu?
Bakın, bugünlerde Swift gibi iki dürüst öneride bulunmuştum: İlkokul öğretmenlerini ve İtalyan Televizyon yöneticilerini parçalayarak yemek.

Çok sert değil mi?

Sağlam midemiz var.

Burjuva ve Burjuvaziye hep aynı kininiz mi var?
Bu kin değil, daha çok hem artan hem de azalan bir şey. Ne yazık ki, bu noktada kine karşı çıkıyorum, çünkü İtalya’da herkes burjuva oldu.

Peki, burjuvalar filmlerinizden birinin başarısını geçerse, bu sizi üzer mi?

Burjuvalar asla böyle bir şeyi yapamaz. Bunu yapsa yapsa elit burjuvalar yapar ki ben, kendim, onların içindeyim.
Neden savaşmıyorsunuz?

Hangi anlamda?

Artık bir politik savaşçı değilsiniz.


Hiç olmadığı kadar politik savaşın içindeyim. Bu zamana kadar hiçbir partiye üye olmadım. Ben bağımsız bir Marksistim. Savaşmaya devam ediyorum.
İnsanların size sokakta küfrettiği dönemleri arıyor musunuz?

Hâlâ küfrediyorlar ki.

Bu size zevk mi veriyor?

Küfrü geri çevirmiyorum, çünkü ben bir ahlâkçı değilim.