Roland Barthes etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Roland Barthes etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Kulübe Güncesi: Gece

 


GECE: Öznede içinde çırpındığı ya da yatıştığı ( duygusal, düşünsel, varoluşsal) karanlık eğretilemesini uyandıran her durum.

# Gece
# Barthes
# Aşk



"Birbiri ardından, biri iyi, öbürü kötü, iki gece yaşarım...

Bunu söylemek için iki gizemsel ayrımdan yararlanırım:

estar a oscuras (karanlıkta olmak)

bir kusur işlenmeden de ortaya çıkabilir, çünkü nedenlerin ve amaçların ışığından yoksunumdur,

estar en tinieblas (karanlıklar içinde olmak)

nesnelere bağlılığım ve bundan kaynaklanan karışıklık beni kör ettiği zaman başıma gelir.

Çoğu zaman, arzumun karanlığı içindeyimdir; ne istediğini bilmem, her şey yankılanır, bir durumdan bir başka duruma düşerim sürekli:

estoy en tinieblas.

Yabancı'yı Yeniden Okurken / Roland Barthes

Kitabı geçenlerde yeniden okuyordum; Peguy’nin bugün yaşıyor olsaydı övgü dolu bir ifadeyle “yaşlanma”sı diyeceği özelliği beni çarptı: Eser de pekâlâ yıllanır, olgunlaşır, zamanı takip eder ve gizli özelliklerini yavaş yavaş açığa vurur. On yıl önce pek çok başkası gibi ben de o günkü teze kapılmış, kitabı -hepsi istihfaf [litote] sanatıyla üretilmiş- büyük klasiklerle eşitleştiren o hayranlık uyandırıcı sessizliğini görmüştüm özellikle. Şimdiyse gözlerime koca bir sıcaklık vuruyor kitaptan, Camus’nün ilk romanında yakalamayı becerebilseydik bile sonraki eserlerine şüphesiz ki o kadar yakıştırmayacağımız bir lirizm görüyorum onda.


Güneş

Yabancıyı bir tez değil de eser yapan, insanın onda bir ahlakın yanı sıra bir mizaç bulmasıdır. Meursault Güneş’e tensel olarak boyun eğmiş bir adamdır; bana öyle geliyor ki bu boyun eğişi neredeyse dinsel bir anlamda anlamak lazım.

Tıpkı antik mitolojilerde veya Racine’in Phadre'inde olduğu gibi burada da Güneş bedenin yazgısı olacak kadar derin bir beden deneyimidir; öyküyü yaratır ve Meursault’nun o kayıtsızlıkla geçen süresi içinde, edim üretici bazı anları hazırlar. Romanın üç epizodundan (defin, deniz kenarı, duruşma) hiçbiri yoktur ki güneşin bu mevcudiyetinin egemenliğinde olmasın; güneşin ateşi romanda Antik zorunluluğun titizliğiyle iş görür.

Sahici her eserde olduğu gibi mitik unsur, figürlerini geliştirmeye devam eder ve Meursault’yu anlatısının üç ânına taşıyan güneş aynı değildir. Başlangıçtaki cenaze güneşi ancak maddenin yapışması dolayısıyla görülebilir: Yüzlerdeki ter ya da konvoyun ilerlediği kızgın yoldaki katranın yumuşaması, bütün bunlar yapışkan bir ortamın imgesidir; Meursault ayinlerden ne kadar sıyrılabiliyorsa Güneş’ten de ancak o kadar sıyrılabilir ve güneşin ateşinin işlevi sahnenin absürdlüğünü aydınlatmak ve yapış yapış hissettirmektir. Deniz kenarındaysa diğer güneş figürü: Bu defaki sıvılaştırmaz, katılaştırır, her türlü maddeyi metale, denizi kılıca, kumu çeliğe, jesti cinayete çevirir: İnsanın yumuşak ve boğuk teninin aksine güneş silahtır, namludur, üçgendir, sakatlamadır. Ve Meursault’nun yargılandığı duruşma salonunda, kuru bir güneş vardır, toz-güneş, yeraltı mezarlığının köhne ışını.

Güneş ile hiçin bu karışımı kitabı her kelimesiyle ayakta tutar: Meursault sadece bir dünya fikriyle değil, atalardan kalma koca bir gösterge düzenine yayılmış kaderle (Güneş) de kavgalıdır, zira Güneş burada her şeydir: sıcaklık, gevşeme, şenlik, hüzün, kudret, delilik, sebep ve ışık.

Yabancıyı bir tragedya yapan da işte Sıcaklık-Güneş ile Berraklık-Güneş arasındaki bu muğlaklıktır. Tıpkı Oidipus Kolonos'ta veya Shakespeare’in II. Rıchard’ında olduğu gibi, Meursault’nun davranışı bizi kendisinin muhteşem ve kırılgan varoluşuna bağlayan tensel bir güzergâhla ikiye katlanır. Bundan dolayı da roman sadece felsefe değil aynı zamanda edebiyat üstüne kurulmuştur: Yayımlanmasından on yıl sonra bu kitaptaki bir şey bizi büyülemeye, canımızı yakmaya devam ediyor ki bunlar da her türlü güzelliğin ikiz güçleridir.

Ara Olay

Roland Barthes erkek tavlamak için Tanca'ya geli­yordu.  Bir keresinde, onunla birlikte Cafe de Paris'de otururken, bakışlarının bir  ayakkabı boyacısına ya da güçlü kuvvetli bir garson çocuğa nasıl kaydığını  gözlemlemiştim. Barthes bana tam olarak şöyle demişti: “Giderek daha  güçleşiyor bu iş.”

 1965 yılında Rabat'taki edebiyat fakültesinde onun öğrencisiy­dim. Onu, ince, utangaç bir insan ve mükemmel bir profesör olarak hatırlıyorum. Onu, çok ender olarak, Tanca'da yıllar sonra tekrar gördüm.  Genet'ye Barthes'tan söz ettiğimde, beni dinliyor ama bir şey demiyordu. Michel Foucault'dan söz ettiğimde durum farklı oluyordu, onu tanıyor, değer veriyor, aynı zamanda da çekiniyordu…



Tahar Ben Jelloun’un Genet’yi anlattığı
Yüce Yalancı kitabından.
Büyük yazar kendisiyle boy ölçüşülebilecek birisi değildir,
 ama az çok belli ölçüde de olsa, kendisiyle özdeşleşilebilecek, 
özdeşleşmek istenecek biridir. 

Aşk Acısı


Caspar David Friedrich


Romantik bir tabloda kutup ışığı altında bir yığın don­muş yıkıntı görülür; hiçbir insan, hiçbir nesne yoktur bu ıssız ve hüzünlü yerde; ama aşk acısına kapılmaya göre­yim, sırf bu yüzden, bu boşluk kendimi hemen buraya yansıtmamı ister; bu kitlelerin üzerine oturmuş, sonsu­za dek bırakılmış bir küçük yontu gibi görürüm kendi­mi. "Üşüyorum, dönelim", der aşık, ama yol yoktur, ge­mi parçalanmıştır. Aşığın özel bir üşümesi vardır, ana sıcaklığına gereksinimi olan küçüğün (insan, hayvan küçüğünün) üşegenliği.

Bir Aşk Söyleminden Parçalar

(bkz:Batmak /2014/10/)

Wilhelm von Gloeden



Wilhelm von Gloeden (1856-1931), selfportrait posed in Arabic fancy dress, around 1890

Baron von Gloeden "homoseksüel" miydi? Warhol'ün gözünden, belki; ama özünde "kitsch"ti. Aslında kitsch yüksek bir estetik değerin tanınmasını içerir, ama bu beğeninin kötü olabileceğini de ekler kitsch ve bu çelişiklikten göz alıcı bir canavar doğar. Von Gloeden örneğinde de durum budur: Fotoğrafları ilgi çeker, akıl­da kalır, eğlendirir, şaşırtır ve bütün bu keyfin karşıt olanların bir araya toplanmasından ileri geldiğini hissederiz, tıpkı karna­vala benzeyen her tür kutlamada olduğu gibi.

Bu çelişiklikler, "heterolojiler"dir, birbirinden farklı, birbi­rine zıt dillerin sürtüşmeleridir. Örneğin: Gloeden Antikite'nin kodunu alır, onu fazlasıyla yükler ve hantalca gözler önüne se­rer (güzel delikanlılar, çobanlar, sarmaşıklar, palmiyeler, zey­tin ağaçları, asma dalları, tunikler, sütunlar, dikilitaşlar), ama (ilk biçim bozma), Antikite'nin göstergelerini karıştırır; Yunan bitkileri ve Roma heykellerini Güzel Sanatlar Okulları'ndan ge­len "antik nü" ile birleştirir: Görünüşe göre, hiçbir ironi olma­dan, sembollerin en bayatlamışını sorgusuz sualsiz kabul eder. Ancak bu kadarla kalmaz: Bu şekilde gözler önüne serilmiş An­tikite (ve çıkarsama yoluyla, böylelikle kabul edilmiş erkek çocukların aşkı) içine Afrikalı bedenler yerleştirir. Belki de haklı olan odur: Ressam Delacroix, antik dokunun en iyi Araplarda bulunduğunu söylemiştir. Her neyse, Yunan versiyonu bir Antikite'ye ait tüm bu yazınsal araç-gereç ile okkalı ve güneşin altında kavrulmuş böcek kabuğu gibi zifiri bakışlı genç jigolo köylülerin (onlardan hâlâ hayatta olanlar varsa, beni bağışlasınlar, bu bir hakaret değildir) bu siyahi bedenleri arasındaki çelişiklik nefistir.

Baronun başvurduğu araç, yani fotoğraf, bu çelişiklik kar­navalını coşkuyla vurgular. Bu yeterince paradoksaldır, çünkü, fotoğrafçılık, ne de olsa, gerçekçi, ampirik, tamamen bu sağlam pozitif, akılcı değerlerin -aslına uygunluk, gerçeklik, nesnellik- hizmetinde olan bir sanat olarak bilinir: Bizim polisiye dünya­mızda, fotoğraf kimliklerin, olguların, suçların alt edilemeyen kanıtı değil midir? Ayrıca, von Gloeden'in fotoğrafları, asla tek­nik açıdan değil, sahneye koyma (pozlar ve dekorlar) açısından 'sanatsal"dır: Az bulanıklık, üstünde az çalışılmış aydınlatma. Beden oradadır, yalnızca; bedende çıplaklık ve hakikat, görüngü ve öz birbirine karışır: Baronun fotoğrafları acımasız türdendir. Antikite sembollerinin görkemli bulanıklığı böylece fotoğrafın gerçekçiliğiyle çatışmaya (şaşkınlığımızı ve belki de coşkumuzu anlatmak için bu sözcüğe ihtiyacımız var) girer; çünkü böyle dü­şünülen bir fotoğraf, her şeyin görüldüğü bir görüntü, ayrıntıların aşamalanma, "düzen" (o yüce klasik ilke) içermeyen bir kolek­siyonu değilse, başka ne olabilir ki! O küçük Yunan tanrılarının (siyah tenleriyle bile çelişki doğuran) biraz kirli, kesilmemiş ka­lın tırnaklı köylü elleri, pek temiz olmayan aşınmış ayakları var­dır, dolgun sünnet derileri oldukça görünürdür ve artık burada biçimlendirilmemiştir, yani ince uzundur ve küçültülmüştür: Sünnetli değildirler ve tek görülen budur: Baronun fotoğrafları aynı zamanda hem görkemli hem anatomiktir.

İşte bundan ötürü von Gloeden'in sanatı bir anlam mace­rasıdır: Çünkü aynı zamanda hem gerçek hem inanılmaz, hem gerçekçi hem (bağırırcasına) uydurma bir dünya (buna "insan öyküleri kitabı" demeliyiz, hayvan öyküleri kitabı var olduğuna göre), düşlerin en çılgınından bile daha çılgın bir karşı onirizm üretir. Böyle bir girişimin, "kültürel" uçuruma karşın, çağdaş sa­natın bazı denemelerine ne kadar yakın olduğunu belirtmemize gerek var mı? Ama sanat bir geri kazanma alanı olduğuna göre (yapacak bir şey yok: Sanat kendi reddettiğini bile geri kazanır ve ondan yeni bir sanat yapar), baronun fotoğraflarında bir sa­nattan çok bir güç olduğunu anlamak daha uygundur: Sayesinde bütün konformistlere, sanat, ahlak ve siyaset konformistlerine (bu fotoğraflara faşistlerce el konulduğunu unutmayalım) diren­diği bu ince, katı güç ve onun naifliği diyebileceğimiz güç. Günü­müzde her zamankinden daha fazla, onun yapmış olduğu gibi, en "kültürlü" kültürle en parlak erotizmi basitçe birbirine ka­rıştırmak cesareti gösteriliyor. Sade, Klossowski bunu yapmıştı. Von Gloeden bu karışımın üzerinde farkında olmadan yorulmak­sızın çalıştı. Bizi şimdi bile şaşırtan görüsünün gücü de buradan geliyor: Von Gloeden'in naiflikleri, yiğitlikler kadar hayranlık uyandırıcıdır.

*
Roland Barthes 

BATMAK

 “BATMAK. Umutsuzluk ya da tatmin sonucu, aşık özneyi sarmalayan yıkılış esintisi.

1. Hem yaralandığım, hem de mutlu olduğum için, bazen bir batma arzusu sarar içimi.

Bu sabah, (kırda), hava kapalı ve yumuşak. Acı çekiyorum (hangi olaydan dolayı bilmiyorum). Aklıma intihar düşüncesi geliyor, her tür hınçtan arınmış biçimde (hiç kimseye karşı bir şantaj söz konusu değil); tatsız tuzsuz bir düşünce bu; hiçbir şeyle ilişkisini koparmıyor (hiçbir şeyle ilişkisini “kesip atmıyor”), bu sabahın rengiyle (sessizliğe, ayrılıp gitmeye) uyuşuyor.

Bir başka gün, yağmur altında, bir göl kıyısında vapur bekliyorum bu kez de, mutluluktan, aynı yıkılış esintisi içimi sarmalıyor. İşte böyle, bazen, mutsuzluk ya da sevinç geliverir birden, ardından hiçbir kargaşa da çıkmadan: Artık pathos diye bir şey kalmaz ortalıkta: eridim, parçalanmadım; düşer, akar, tükenirim. Aklımızın ucundan geçen, hoşumuza giden, yoklanan (ayağımızla suyu yoklayışımız gibi) bu düşünce geri dönebilir.

Hiçbir görkemliliği yoktur.
Bunun adı tam anlamıyla tatlılıktır".

*
Aşk Söyleminden Parçalar
Roland Barthes

"Ara Olaylar"

Ölümünden beri Barthes’a neler oldu? Dikkat edilmesi gereken en az üç olay gerçekleşti. 1987’de, Barthes’ın yazınsal varisi konumundaki François Wahl, Barthes’ın adı altında lncidents başlıklı ince bir cilt yayımladı. Kitap iki çok kısa metin ve iki daha uzunca metinden oluşur; bu metinler, Wahl’ın ileri sürdüğüne göre, yazmanın ivedi olanı yakalama (“se saisir de l’immediat”) çabasını paylaşırlar. Wahl'ın  bu kitabı oluşturma kararı büyük ölçüde muhalefetle karşılaştı çünkü iki uzun metin İncidents ve Soirees de Paris, Barthes'ın en otobiyografik yazılarında bile ilan etmemeyi tercih ettiği bir şeyi dile getirmektedir: homoseksüelliğini. “Incidents” 1968 ile 1969’da gerçekleşen karşılaşmaların kısa anlatımlarını -çoğu birkaç tümce biçiminde- sunar; bu karşılaşmalarda Faslı oğlanlar ön plandadır. Andre Gide’in Kuzey Afrika’daki homoseksüel karşılaşmaları anlatan günlüğünden çok az etkilenen Barthes’ın metni anlatıdan kaçınır ve homoseksüel karşılaşmaları az ve öz parçacıklarla betimlemek yerine geçiştirir: “Mustafa şapkasına âşık. ‘Benim şapkam - onu seviyorum.’ Aşk yapmak için bile çıkarmaz kafasından." (Incidents) Barthes par Barthes “Incidents (küçük metinler, tek satırlar, haiku, notasyonlar, sözcük oyunları, tıpkı bir yaprak gibi düşen her şey)” başlığını taşıyacak bir kitap projesinden bahsetmekteydi; bu metnin söz konusu projeyle ilişkili olduğu kesindir. Ancak, “Incidents” olaylardan, sözcük oyunlarından, şakalardan ya da haikuyu biçimsel yönden bile andıracak notasyonlardan tamamen yoksun olduğu için, dikkatler ayrıntısız gözlemlerin ardında yatıyor olabilecek cinsel durumlara çekilmektedir.

Wahl'ın “Soirees de Paris” başlığıyla yayımladığı ama Barthes’ın “Vaines soirees" (Anlamsız Geceler) olarak değindiği günlük parçaları daha büyük ilgi gördü ve daha büyük dehşete neden oldu. Barthes’ın öldüğü yılın yaz mevsiminden kalma bu sayfalar fazlaca hiçbir şeyin gerçekleşmediği Paris akşamlarını anlatır: arkadaşlarıyla akşam yemeği yer, gidecek bir sinema arar, kafelerde dolanır, kararsızca delikanlıları takip eder ya da onların yaklaşımlarını can sıkıcı bulur, huzur içinde gazetesini okuyabilmek için yalnız bırakılmayı diler. Barthes daha önceleri “Deliberation” başlıklı bir denemede günlük konusu üzerinde düşüncelerini açıklamıştı: yayımlatma düşüncesiyle bir günlük tutmalı mıyım? Dezavantajları sıralar: günlüğün hiçbir “misyon”u, hiçbir gerekliliği yoktur; yazarını poz vermeye zorlar ve tüm önemsizliği, gereksizliği ve yapaylığıyla sürekli şu komik soruyu ortaya atar: “Ben miyim?” (Le Bruissement de la langue) Ama Barthes'ı günlük konusuna çekenin de bu dezavantajlar olduğu görülür. Olaysızlıkların notasyonu yazmanın “neredeyse olanaksız” bir biçimi halini alır, çekiciliğini reddettiği şeylerden alır: anlam, süreklilik, olay örgüsü, yapılandırma.

Ancak, pratikte, “Soirees de Paris" Barthes’ın onlarla geçirdiği gecelerin “boş” olarak nitelendirilmesi karşısında gücenen dostların bir ölçüde gizli tutulması (adlarının baş harfleri kullanılır) durumunda bile insanları taciz eder. Her şeyin ötesinde, amaçsızlığı kabul etmesi açısından çekicidir. Paris gecelerinden bıkan ve çekingen bir tavırla cinsel eşler arayan ünlü entelektüelin dokunaklı gösterisi kasvetli bir tonda sonlanır:

Üzerime bir tür umutsuzluk çöktü, içimden ağlamak geldi. Oğlanlardan vazgeçmem gerektiğini, ne kadar da açık bir biçimde gördüm, çünkü hiçbiri beni arzulamıyordu ve ben de onlara duyduğum arzuyu sergileme konusunda ya gereğinden fazla titiz ya da gereğinden fazla beceriksizdim; bunun kaçınılamaz bir gerçek olduğunu flört etmeye yönelik bütün çabalarım gösterdi - benim melankolik bir yaşantım olduğunu, sonunda bundan çok sıkıldığımı, yaşamımı ilgiden ya da umuttan yoksun bırakmam gerektiğini (...) Benim için geride dolandırıcılardan başka hiçbir şey kalmayacak. (Peki ama dışarı çıktığımda ne yaparım ben? Gözüme sürekli delikanlılar çarpıyor, hemen onlarla aşk yapmak istiyorum. Dünyamın bu görünümünün sonu ne olacak?) - Bir parça O. [Olivier’nin eve getirdiği genç bir arkadaş] için piyano çaldım, bunu benden istemesinin ardından, tam o anda ondan vazgeçtiğimi bilerek: gözleri ne kadar sevimliydi, ne de narin bir yüz, uzun saçlarıyla daha da bir narin: narin ama erişilemez ve esrarengiz bir yaratık, hoş yaratılışlı ama uzak. Sonra onu gönderdim, çalışmam gerektiğini söyleyerek, sona erdiğini bilerek, ve bir Olivier’den fazlasının bittiğini bilerek: tek bir delikanlının sevgisi. 

Kitap böyle sona erer: “artık delikanlılar yok” demek yerine tek bir delikanlının hissettiği ya da tek bir delikanlıya hissedilen sevgi olasılığından fazlasını istemeyerek.

*
Barthes (Kültür Kitaplığı 80)
Jonathan Culler


Neden arkamda en ufak bir gelecek kuşak bırakma isteği, peşimden gelecek en küçük bir iz bırakma isteği duyacakmışım, en çok sevmiş olduğum, en çok sevdiğim varlıklar da, ben ya da hayatta kalan birkaç kişi de gittikten sonra arkalarında bir şey bırakmayacaklarına göre? Benim, benden sonra, Tarih'in soğuk ve yalancı bilinmezliği içinde sürüp gitmemin ne önemi var, anneciğimin anısı, benden sonra ve onu tanımış olup da sırası geldiğinde ölecek olanlardan sonra sürmeyeceğine göre? 

Ben bir tek kendime ait bir "anıt"a sahip olmak istemem.

Yas Günlüğü'nden,
Roland Barthes

Barthes Barthes Barthes

Au petit matin - Tan ağarırken


Tan ağarmasına ilişkin fantasma: Tüm yaşamım boyunca sabah erken kalkmayı düşledim ben (seçkin nitelikli arzu: yataktan, banliyö trenine binmek için değil de "düşünmek" ya da yazmak için kalkmak); ama fantasmadaki bu tan ağarması vaktini, sabah erken kalkacak olsam bile, asla göremeyeceğim; çünkü onun benim arzuma uygun olması için, yataktan kalkar kalkmaz hiç zaman kaybetmeden, onu, uyanıklık hali içinde, bilinç içinde, akşamki duyarlık birikimi içinde, görebilmem gerekir. İnsan dilediği gibi nasıl keyif içinde olabilir? Benim fantazmamın sınırı her zaman keyif-sizliğimdir.


La loquele - Söz akını


Geçtiğimiz 7 Haziran 1972'de ilginç bir durum oldu: Yorgunluktan, sinir buhranından kaynaklanan bir söz akını, söz bolluğu kapladı içimi, bir tümceler bombardımanına uğradım; anlayacağınız kendimi aynı anda hem çok akıllı hem de çok hoş hissediyordum.

Bu durum harcandığında bile aşırı tutumlu olan yazı'nın tam anlamıyla karşıtıdır.



Le dandy


Paradoksun çılgınca kullanımı, bireyci bir durumu, hatta isterseniz bir tür dandiliği (züppeliği) içerme tehlikesi taşır (ya da yalnızca: içerir). Bununla birlikte her ne kadar yalnız yaşasa da, dandi, tek başına değildir: kendisi de üniversite öğrencisi olan S., bana - üzülerek- üniversite öğrencilerinin bireyci olduklarını söyledi; belli bir tarihsel durumda - kötümserlik ve red durumunda- gücül olarak dandi olan, bütün aydınlar sınıfıdır savaşmıyorsa eğer (Yaşamboyu felsefesinden başka bir felsefeyi benimsememiş olan, dandidir: Zaman benim yaşamımın zamanıdır.)  




* yazı yazmaya başlayan bir kişi, düşüncelerinin sivriliğini, sorumluluğunu azaltmayı ya da başka yöne çevirmeyi oldukça neşeli bir havada kabul eder. (insanın bunu, normal olarak benim için ne önemi var? İşin özüne sahip değil miyim? derken benimsediği tavır içinde göze alması gerekir): yazıda belli bir durgunluğun, belli bir zihinsel kolaylığın keyfi bulunmalıdır: sanki yazarken kendi yaptığım budalalığa, konuşurken olduğundan daha fazla ilgisizmişim gibi (hocalar yazarlardan kat kat akıllıdırlar).

Not Etme (Roland Barthes)

"Not etme"de şimdiye ait küçük bir parçayı, gözlemimize, bilincimize sıçradığı biçimiyle yakalamak gereği vardır. Not etmenin itkisi önceden kestirilemez türdendir. Demek ki not etme bir dış etkinliktir: Benim masamda olan değil de sokakta, kahvede, dostlarla birlikteyken olan etkinliktir.

Not Defteri :
Bir not etmenin mikro tekniği önemsiz görünebilir ama ben bunu bir kenara atmak istemiyorum: Bir kere büyükçe olmayan bir not defteri gerekir. (Peki ya ceplerin durumu? Modern giysi, ceketlerin artık kullanılmaması - Flaubert'in boyu eninden uzun, güzel deri taklidi kaplı siyah not defterleri; Proust'un not defterleri.Yazları daha uzun not alınır.)

Kalem: Yaylı tükenmez kalem, kapaksız olduğu için kapak çıkarıp takmaya gerek yoktur.

Şunu demek istiyorum:
Bir tek ve bağımlı bir jestin imgesi söz konusudur burada: Tıpkı bir gangsterin colt tabancasını çekmesi gibi not defterlerinin anında (uygun sayfada) çıkarılması ve yazanın çiziktirmeye hazır beklemesi.

Bir not etme pratiğinin gerçekleşmesi, bir tamlık, bir iyi kullanım duygusu vermesi için bir tek koşul geçerlidir: Zamanı olmak, çok zamanı olmak.

Burada bir paradoks vardır: Notun zaman almadığı, nerede olsa, ne zaman olsa not alınabileceği düşünülebilir; not alma gezinti, bekleme, toplantı vb. gibi önemli bir başka etkinliğe ek olacaktır ancak. Oysa, deneyim bize "fikir" sahibi olmak için "müsait", serbest olmak gerektiğini göstermiştir. Ancak bu da güçtür, çünkü insan not defterini sürekli olarak cebinden çıkarmak için özellikle gezintiye çıkamaz. (verimsizleştiricidir bu), ama serbest olmanın bir ağırlığının bulunması gerekir, bu da bir humus işlevi görür. Dalgalanan dikkat türü söz konusudur burada:Yani dikkat üzerinde yoğunlaşmamalı, ama yine de yan olaylara da çok fazla yönelmemelidir. Bu da sonuçta: kahve teraslarında geçirilen biraz boş (isteyerek boş) bir yaşamdır.

Bir bakıma: Rantiye etkinliğidir. (Flaubert, Goncourt, Gide): Bir ders hazırlamak not etmenin karşıtıdır.

Bu paradoksun mantığı: Not etmeye kendini kaptıran kişi, en sonunda, başka her türlü yazı girişimini reddedecek noktaya gelir (Not etmeyi bir yapıt hazırlığı olarak alsak bile): İnsan yolundan şaşmamalıdır. Nihil nisi propositium. (kendime önerdiğim şey dışında hiçbir şey)

...buraya kadar not etmeden, bir şeyi anında yakalama olarak söz ettim; sanki görülen, gözlemlenen şey ile yazılan şey arasında anlık bir uyum varmış gibi.

Buzdan Hayaller



Barthes'ın bir kitabından, Heinrich Heine şiiri,
 başlık bana ait.

Bir Çeviri İçin Önsöz

Bu çeviri

Bir tek dil için
bir tek dil içinde var oluşu
yaşayan ve yaşatan
bir yazarın
kendi kendine bakışını

Bir başka dil için
bir başka dil içinde
yaşamaya ve yaşatmaya çalışan
bir çevirmenin
"zorlu" bir serüveni
olarak da 
okunabilir.


Sema Rifat
(Roland Barthes par Roland Barthes)

Yazmayanlar

Yaşamım bir biçimde Yazma olayına ayrılmıştır, yazma zamanımın, gücümün olması konusunda hep kaygılıyımdır; kaygılıyımdır = arzuluyumdur ve yazmayı başaramazsam kendimi suçlu hissederim. Oysa çoğu kez şu ürkünç (şizoyit) duyguya da sahip olurum: Çevremde, birçok kimsenin, özellikle de dostlarımın, aslında  meslekleri gereği yazmaya zaman ayırabilecekleri halde, kendilerine birtakım meşguliyetler bulduklarını, eğlendiklerini, kısacası zamanlarını yazmadan, yazmayı düşünmeden, ya da yaşamlarının niteliğine yazma olgusunu katmadan geçirdiklerini, hem de çoğu kez çok iyi geçirdiklerini görüyor ve bu durum karşısında da şaşkından daha beter oluyor, anlayışsız hale geliyorum. Zamanlarını neyle geçirebileceklerini, hangi zamana doğru yönelebileceklerini anlamıyorum. Bir tuhaf alışkanlığın (mani'nin) belirtisi sayılabilecek bir donukluk bu bendeki; benim için, yazma olgusunun karşıtı basit bir olumsallık olamaz: Ben bunu ancak Felsefe Yapma olarak kabul edebilir, görebilirim. Bu anlayışsızlığın ( ya da bu saflığın) bir başka biçimi de, Okumak ile Yazmak'ın diyalektiğinden söz ederken sıyrıldığım şu soruda yatar: Eğer Yazmak, Okumak'tan geliyorsa, ve aralarında zorlayıcı bir ilişki varsa, insan yazmak zorunda olmadan nasıl okuyabilir ki? Ya da bir başka deyişle şu ürkünç soruyu sorabiliriz: Nasıl olur da yazardan çok daha fazla okur var olabilir? İnsan nasıl olur da yazma olayına hiç geçmeden okumaktan mutlu olabilir, kendini yalnızca büyük bir Okuma Sever olarak oluşturabilir? Duygularını bastırma mıdır bu? Yanıt veremem; yalnızca şunu biliyorum ki, bu bende bir çeşit ısrarlı soru haline geldi: Aslında, her zaman okurlara, yani yazmayan okurlara sahip olduğum için şaşkınlık içindeyim. İletişimsizliğin özünü oluşturan hep aynı soruyu soruyorum. İletişimsizliğin nedeniyse, "ileti"nin aktarılamıyor olmasında değil de başkasının arzusunu nasıl anlamalı? (bu arzuyla - bu hazla nasıl özdeşleşmeli?) sorusunda yatıyor. Hoşgörünün (anlamadığımız arzuyu anlıyor gibi yapmak) örttüğü bir soru türüdür bu.

Roland Barthes    

Barthes'ı Hatırlamak




Roland Barthes geçen hafta öldüğünde altmış dört yaşındaydı; yazarlık mesleğiyse bu yaşın düşündüreceğinden daha kısaydı, çünkü Barthes ilk kitabını yayımladığında otuz yedisine varmıştı. Bu geç başlangıcın ardından pek çok kitap, pek çok konu geldi. İnsana herhangi bir şey üzerine fikir üretebileceği duygusunu veriyordu Barthes. Bir sigara kutusunun karşısına oturmaya görsün; bir, iki, derken pek çok fikir sökün ederdi aklına- küçük bir deneme. Bilgi meselesi değildi bu. (ele aldığı konulardan bazıları hakkında fazla bir şey biliyor olamazdı); daha çok bir uyanıklık, bir kez dikkatin akışına girdi mi, bir konu üzerine düşünülebileceklerin hızla yazıya geçirilmesi meselesiydi. Görüngüleri yakalayabileceği ince bir sınıflandırmalar ağı vardı onun.

Gençliğinde üniversitede bir tiyatro grubu kurmuş, oyun eleştirileri yazmıştı. Yazarlık mesleğini var gücüyle uygulamaya başladığında, tiyatrodan arta kalan bir şey, görünümlere olan derin bir sevgi, yapıtlarını renklendirdi. Fikirleri duyumsayışı her zaman dramatürjikti: Fikirleri başka fikirlerle yarış içindeydi. Kendi içine kapalı Fransız entelektüel sahnesine atılarak geleneksel düşmana karşı savaş açtı: Flaubert'in "edinilmiş fikirler" dediği ve "burjuva" düşünce tarzı diye bilinen şeye; Marksistlerin sahte bilinç nosyonuyla, Sartrecılar'ın da kötü inanç nosyonuyla suçladıkları, klasik edebiyat eğitimi görmüş Barthes'ınsa doxa (güncel görüş) yaftasını yapıştıracağı şeye karşı.

Savaştan sonraki yıllarda Barthes, Sartre'ın ahlakçı sorularının gölgesinde, edebiyatın ne olduğuna ilişkin manifestolar (Yazının Sıfır Derecesi) ve burjuva kavminin putları üzerine nükteli portrelerle (Çağdaş Söylenler'de toplanan makaleler) yazarlığa başladı. Barthes'ın bütün yazıları polemiklidir. Ama onun mizacındaki en derin dürtü, savaşkanlık değildi. Kutlayıcılıktı. Barthes'ın anlamsızlık, duygusuzluk, ikiyüzlülük karşısında hemen kabarmaya hazır, her şeyin iç yüzünü sergilemeye yönelik saldırganlığı yavaş yavaş yatıştı - giderek övgüler düzmeye, tutkularını insanlarla paylaşmaya yöneldi. Kutlamaların, zihnin içtenlikli oyunlarının sınıflandırılmasında uzman oldu Barthes.

Onu büyüleyen şey zihinsel sınıflandırmalardı. Bu nedenle Sade, Fourier, Loyola adlı saldırgan kitabı yazdı; kitapta bu üç kişiyi gözü pek fantezi savunucuları, kendi saplantılarının saplantılı sınıflandırıcıları olarak yan yana koyar; bu kişileri karşılaştırılmaz kılan özne ile ilgili tüm sorunları bir kalemde silip atar. Zevkleri açısından Barthes (Paris'te Robbe Grillet ve Philippe Sollers gibi edebiyattaki modernizm tanrılarına yan tutar biçimde savunuculuk yapmış olmasına karşın) modernci değildi, ama uygulamada modernciydi. Demek istediğim, sorumsuz, şakacı ve biçimciydi - edebiyatı, edebiyattan söz ederken yapıyordu. Bir yapıtta onu heyecanlandıran şey, yapıtın savundukları, içerdiği öfkeyi dışa vuruş sistemleriydi. Sapkınlıkla ilgilenmeyi kendine görev edinmişti (sapkınlığın özgürleştirici olduğuna inanan o modası geçmiş görüşten yanaydı).

Yazdığı her şey ilginçti -canlı, hızlı, yoğun, keskindi. Kitaplarının çoğu denemelerden oluşur. (Bunun istisnalarından biri, yazarlığının ilk yıllarında Racine üzerine yazdığı polemikli bir kitaptı. Akademik gerekleri yerine getirmek için yazdığı, moda reklamcılığının göstergebilimini konu alan alışılmadık açıklık ve uzunluktaki bir kitap da, birkaç usta denemenin özünü taşıyordu.) Gençlik yapıtı sayılacak hiçbir şey üretmedi; o zarif, kılı kırk yaran ses ta başından beri mevcuttu. Ama ritmi son on yılda ivme kazandı; her yıl ya da iki yılda bir yeni bir kitap ortaya çıkarıyordu. Düşüncelerinin ivmesiyse daha hızlıydı. Son kitaplarında deneme biçimi de parçalandı - denemecinin ben'iyle ilgili suskunluğu delindi. Yazılarına, bir not defterinin özgürlükleriyle tehlikeleri karıştı. S/Z'de, Balzac'ın kısa romanını, sebatkar bir hünerle cilalayıp metinleştirerek yeniden yarattı. Bir de şunlar vardı: Sade, Fourier, Loyala'ya yaptığı Borgesvari göz kamaştırıcı ekler; özyaşamöyküsüyle ilgili yazılarında, metinle fotoğraflar, metinle yarı gizli göndermeler arasındaki alışverişin kurmaca ötesi kargaşası; iki ay önce yayımlanan, fotoğrafla ilgili kitabında yanılsamayı kutsayışı.

Paris ('te) Akşam (Buluşma)ları

28 Ağustos 1979

Oldum olası öğleden sonraları çalışma güçlüğü çekerim. Altı buçuğa doğru rasgele çıktım; Rennes caddesinde yeni bir jigolo gördüm, saçlar yüzüne dökülmüş, kulağında ince bir küpe var; B. Palissy sokağı tümüyle tenha olduğu için birbirimizle konuştuk; adı Françoisy'dı; ancak otel doluydu; ona para verdim, bir saat sonra randevuya geleceğine yemin etti ve tabi ki gelmedi. Kendi kendime acaba gerçekten hata mı ettim diye soruyordum (herkes, bir jigoloya önceden para vermek ha! diye haykıracak), sonra kendi kendime dedim ki, aslında madem ki onu o kadar çok istemiyordum), sonuç aynıydı; yatmış olsam da olmasam da saat sekizde kendimi yaşamımın aynı noktasında bulacaktım; ve ben basit bir göz göze gelme ile, bir konuşma ile cinsel olarak uyarıldığıma göre, bu zevkin karşılığını ödemiştim. Daha sonra akşamın ilerleyen saatlerinde, Le Flore'da, masamıza pek uzak olmayan bir yerde bir başka jigolo görüyorum, ortadan ayrık uzun saçlarıyla bir melek gibi; ara sıra bana bakıyor; bembeyaz, göğsüne kadar açık uzun gömleği beni çekiyor; Le Monde okuyor ve Ricard içiyor, sanırım; gitmiyor, en sonunda gülümsüyor bana; koca koca elleri var, bu eller onun yumuşaklığı ve geri kalan görüntünün inceliğiyle bağdaşmıyor; ben jigoloyu ellerinden tanırım (sonunda bizden önce kalktı; durduruyorum onu, gülümsüyor çünkü ve belirsiz bir randevu alıyorum.)  



12 Eylül 1979... Saint Michel'den ve Saint Andre des Arts sokağından yürüyerek eve döndüm; hala - yorgun olmama karşın - delikanlı yüzleri görmek istiyordum; ama o kadar çok genç vardı ki bu durum canımı sıkmıştı. Le Dauphin hemen hemen bomboştu; yalnız terasın bir ucunda zenci bir delikanlı oturuyordu, elleri ince uzundu, kısa kırmızı ceketi vardı.



14 Eylül 1979... Saint Germain'e gelirken, Drugstore'dan biraz yukarıda çok yakışıklı beyaz bir jigolo beni durduruyor; güzelliği, ellerinin inceliği beni şaşkınlık içinde bırakıyor, ama yılgın ve yorgun olduğumdan ileriki bir tarihe randevu veriyorum. Le Flore'da yanımda Laos'lu iki yaratık var, biri fazlasıyla efemine, öbürü "oğlan" görünümüyle hoş duruyor: Sevimli küçük bir sohbet, ama ne yapılabilir ki? (Hala yorgunum, gazete okumak istiyorum). Gidiyorlar. Güç bela, migrenden sersemlemiş bir halde eve dönüyorum; bir Optalidon aldıktan sonra Dante'yi okumaya devam ediyorum.




17 Eylül 1979


Dün pazardı, Olivier G. öğle yemeğine geldi; normalde, aşık olduğumu kanıtlayan bir özen gösterdim onu beklerken, buyur ederken. Ama, daha yemek başlar başlamaz çekingenliği ya da araya koyduğu mesafe beni korkutuyordu; ilişkiden kaynaklanan hiçbir mutluluk yoktu - tam tersine. Öğle uykusuna yattığım sırada yanıma yatağa gelmesini söyledim, çok kibarca geldi, yatağın kenarına oturdu, resimli bir sanat kitabı okudu; kolumu ona doğru uzatsaydım, bedeni ulaşamayacağım kadar uzaktaydı, hiç kıpırdamıyordu, içine kapanıktı, hiçbir sevgi belirtisi yoktu; zaten hemen öbür odaya gitti. Bir tür üzüntü kapladı içimi, ağlamak istiyordum. Oğlanlardan vazgeçmem gerektiğini açıkça görüyordum; çünkü onlar bana karşı hiçbir arzu beslemiyorlardı, ben de kendi arzumu kabul ettirmek için ya gereğinden çok titiz ya da gereğinden çok beceriksiz davranıyorum; bu benim tüm flört girişimlerimle ortaya çıkmış kaçınılmaz bir olgu; hüzünlü bir yaşamım var ve son olarak canım sıkılıyor, bu ilgiyi ya da umudu yaşamımdan çıkarmam gerek. (Dostlarımı bir bir ele alsam -artık genç olmayanlar dışında -, her seferinde bir başarısızlık söz konusu olduğunu görüyorum: A.,R, J.-L., P., Saül T., Michel D. - R.L., çok kısa, B.M. ve B. H., arzu yok, vb.) Geriye de yalnızca jigololar kalıyor bana. (Peki ama dışarı çıktığım zamanlar ne yapacağım? Sürekli olarak genç erkekler dikkatimi çekiyor, onlarda arzulanacak bir şeyler buluyorum hemen, onlara aşık olmayı arzuluyorum hemen. Ne olacak dünyanın  görünümü bundan sonra benim için?) - O. için biraz piyano çaldım, isteği üzerine, o andan başlayarak artık kendisinden vazgeçtiğimi biliyordum; her zamanki gibi o çok güzel gözleriyle bakıyordu, yüzü tatlıydı, uzun saçları ona bu tatlılığı vermişti: Nazik ancak ulaşılmaz ve gizemli bir varlıktı, ama aynı zamanda hem tatlı hem de mesafeli biriydi. Sonra çalışmam gerekiyor diyerek onu gönderdim; artık bitmiş olduğunu ve bu çocuğun ötesinde bir şeyin, bir delikanlının aşkının da bitmiş olduğunu biliyordum.


THIS IS ALL ABOUT DEATH


Fotoğraf sanata Resim'le değil, Tiyatro'yla dokunur. Niepce ve Daguerre hep Fotoğraf'ın kökenine yerleştirilmişlerdir. (İkincisi birazcık birincisinin yerine el koymuş ise de); şimdi, Daguerre, Niepce'in buluşunu devraldığı sırada, Chateau Meydanı'nda ışık gösterileri ve hareketlerle canlandırılan bir panaroma tiyatrosu yönetiyordu. Kısaca camera obscura aynı anda, üçü de sahnenin sanatı olan perspektif resim, fotoğraf ve diyorama üretiyordu. Ama fotoğraf bana Tiyatro'ya daha yakınmış gibi geliyorsa (ve belki de bunu gören tek benim), bunun nedeni tekil bir aracıdır: Ölüm. Tiyatro'yla Ölüler kültü arasındaki ilk ilişkiyi biliriz: ilk oyuncular ölü rolü oynayarak kendilerini topluluktan ayırırlardı: kendine makyaj yapmak, kendini aynı anda hem canlı hem de ölü olarak göstermek demekti: totem tiyatrosunun beyazlaştırılmış büstü, Çin tiyatrosundaki yüzü boyalı adam, Hintli Katha Kali'nin pirinç makyajı, Japonların No maskesi... İşte Fotoğraf'ta da aynı ilişkiyi buluyorum ben; onu ne kadar "canlı gibi" yapmaya çalışırsak çalışalım (ve bu canlı gibi olma çılgınlığı ancak ölümü kavramamızın mitsel bir yadsıması olabilir), Fotoğraf aslında ilkel bir tür tiyatro, bir tür Canlı Tablo, altında ölüleri gördüğümüz hareketsiz ve boyalı yüzün bir temsilidir.

Yazı: Roland barthes - Camera Lucida

Fotoğraflar: Romain Le Cam








Yazı - Roland Barthes

Sanat, Sıkıntı-Karşıtı'nın, Sıkılmamanın özüdür; 
ya da daha doğrusu "karşıt" sözcüğünün tuzağına düşmemek için sözü ters çevirmek gerekir: 
Sıkıntı = Sanatın (Yazının) etkin güç olarak karşı çıktığı tepkin güç.

Sıkıntının temeli üzerinden hareketle yazmaya başlanır.
 Bu temel üstünde, demek ki Sanat olarak yazı yükselir. Sanat gerçekten de insanı sıkıntıdan kurtaran o şaşırtıcı güçtür: Sanat sıkıntının bir süre için kesilmesidir (kısa devre yapma), bir başka metafiziğin, ilkine müdahalesidir.



Boşluktan kurtulunamıyor ki...
Önemli olan tek şey nedensizce yazman...
(Aruoba)


Roland Barthes'den Mapplethorpe

Mapplethorpe'un bir fotoğrafını görünce "benim" fotoğrafçımı bulduğumu sanmıştım, ama aslında bulmamıştım -Mapplethorpe'un her eserini beğenmiyorum. 


1975


Mapplethorpe'un bu fotoğrafında kolu yana uzanmış bu genç, ışık saçan gülüşü ile, güzelliği hiç de klasik ya da akademik olmasa da, ve çerçevenin en soluna kaymış, yarısı fotoğrafın dışına çıkmış da olsa, mutluluk dolu bir tür cinsellik canlandırıyor; bu fotoğraf pornografinin "ağır" tutkusu ile, cinselliğin "hafif" (iyi) tutkusunu birbirinden ayırmamı sağlıyor; hepsinden öte, belki de bu bir "şans" sorunu: fotoğrafçı, gencin elini (sanıyorum bu genç mapplethorpe'un kendisi) tamı tamına doğru bir açıklık derecesinde, tam doğru bir terk ediş yoğunluğunda yakalamış: birkaç milimetre daha az veya fazla olsaydı artık o tanrısal beden cömertlikle sunulmuş olmayacaktı (pornografik beden kendini gösterir, ama vermez; onda cömertlik yoktur): Fotoğrafçı burada doğru anı, tutkunun kairos'unu bulmuş.

Roland Barthes