Sinema etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sinema etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Mum Yakana Kılavuz: Tarkovski'nin mumu 🕯



"Baştan sona, doğumdan en sonuna kadar tüm bir insan yaşamını tek bir çekimde, herhangi bir kurgu olmadan görüntülemek. tam ölüm anı. Tarkovski, hayatı bir mum şeklinde görselleştirdi. “Ortodoks kiliselerindeki mumların nasıl titreştiklerini hatırlayın. Şeylerin özü, ruh, ateşin ruhu.” Ve böylece mumu durgun havuzun üzerinden taşıma eylemi, tek bir hareketle özetlenen tüm bir ömrün çabasından başka bir şey değildi. Tarkovsky, "Bunu yapabilirseniz," diye Yankovsky'ye meydan okudu, "eğer gerçekten olursa ve mumu tek seferde, düz, sinematik sihirbazlık hileleri ve ara kurgu olmadan sonuna kadar taşırsanız - o zaman belki bu eylem gerçek olabilir. Hayatımın anlamı."



Kulübe Güncesi: Maadadayo (1993)



 "Bu kitap, beni kendimden uzaklaştırır, favorimdir. Kitabın yazarı, Kamo no Chomei, Heian döneminde başkentte savaş, yangın ve kıtlık gibi çok zor şartlarda yaşamış. Hayattaki bütün ümitlerini kaybedip, dağlarda inzivaya çekilmiş. Kamono Chomei'nin hissettiği şeyleri, bu aralar ben hissediyorum. Onun inzivaya çekildiği gibi, zamanla buraya yerleşmeyi düşünüyorum."



Beyaz Kentte



 Yazamayacakmışım gibi geliyor. Kafamda bazı şeyler var, fakat onları kağıda dökemiyorum. Bir rüya görmüştüm. Sebepsiz yere gemiden ayrılıp bir şehre geliyordum ve bir oda tutuyordum. Hiç kımıldayamadan orada kalıp bekliyordum. Rüyamdaki kent beyazdı, yerleştiğim oda da beyazdı ve yalnızlık ile durgunluk da beyazdı.


Bitkinim.

Keşke sana bahsedebilmek için bir şeyler öğrenebilsem yeniden. Yerleştiğim oda beyazdı ve yalnızlık ile durgunluk da beyazdı.




Bitkinim.


Hep aklımdasın.


Seni çok seviyorum.






Kendimi iyi hissediyorum. Boşum. Hiçbir şey yapmıyorum, fakat tatilde de değilim.

Tatildeyken bir şeyler yaparsın, boş zamanlarını falan planlarsın mesela.

Ben yapmıyorum. Hiçbir şey yapmıyorum.



Adresim:

Postrestant*, Lizbon.


Beyaz Kentteki Axolotl

 Beyaz Kentteki Axolotl

"Doğruyu Söylemeye Çalışan Bir Yalancı"

ORUÇ ARUOBA



Şuna benzer bir düşünceyle girişsek Beyaz Kentte’deki Axolotl'u anlamaya- Bir geminin makina dairesi gitmez - geminin devindiği, yol aldığı duygusunu vermez. Olsa olsa, bazı düzenli seslerden sonuç olarak çıkarabilir makine dairesindeki kişi, geminin devindiğini.  -seslerin tekdüzeliği de, giderek, belki, bu sonuca bile ulaşamaz duruma sokar kişiyi.

Makina dairesinde giden, devinimsizlik, durgunluk duyar daha çok: belki, bir gölün kıpırtısız sularının dibinde, kumlarda yatan bir -Axolotl’a yakıştırılabilecek bir duygu...

Bu koşutluğa hemen bağlayabileceğimiz bir olgu, Beyaz Kentte de yer alan —Axolot'un çektiği— «film içinde film»lerin bir özelliği: devinimin filmleridir: —Yürürken, tramvaydan, feribottan, yarılan sular, uçuşan çamaşırlar— hep devinim...

Şöyle diyelim öyleyse: Fazlaca durgun kalmış, devinime susamış bir Axolotl’du Beyaz Kentte sahile vuran. Gelişigüzel yürüyüşünün ve -rastgele atladığı tramvayın onu götürdüğü rastlantısal yerde durur, yerleşir.

Burada, artık, kendi içindeki devinime yol açılacaktır.

Kız ile kurduğu ilişki —


Beyaz Kentte

 

Yüzeye...


...çıkacağım...


...tekrardan.


Stop.


Rosa...


...gitti.



Nereye gittiğine dair...


...bir bilgim yok.


Stop.


Gerçekten sevdiğim...


...tek ülke ise...


...denizler.


Stop.


Denizleri seviyorum.


Stop.


Seni seviyorum. Stop.


Seni şefkatlice kucaklıyorum.

Stop.


Bir kadının vücudu çok geniştir.


Stop.


Demek ikimiz arasında

bir savaş olacak.


Stop.


Hatırlamanın...


...ve unutmanın kaynağı aynıdır.


Stop.


Kadınlar çok güzeldir.


Stop.


Trenler dakik değil.


Stop.


Eskiden bildiğimden daha fazlasını

biliyor değilim.


Stop.

Axolotl / Julio Cortazar

 "Sevgili Paul,

Bana bir keresinde, kaptanının neden sana şey dediğini sormuştun, su semenderi. Ve onun ne olduğunu. O, bir bitki türü değil, genellikle Meksika dolaylarındaki göllerde yaşayan kuyruklu kurbağa larvasına verilen bir admış. Hatta sözlükte Julio Cortázar'dan da bir alıntı var:

"İlk kez bir su semenderi gördüğümde, büyülendiğim şey onların hareketsizlikleri olmuştu ve gizli niyetlerini hemen sezdiğimi düşünmüştüm: Kayıtsız bir dinginlikle mekanı ve zamanı ortadan kaldırmak. Bir şeyleri gözlüyorlar gibi gelmişti bana; uzak yıkık diyarı, mutlak özgürlüklerine sahip oldukları zamanı, yani dünyanın su semenderlerine ait olduğu zamanı."

(Beyaz Kentte filminden)



AXOLOTL / JULIO CORTAZAR



 Bir ara axolotl'lar üstüne uzun uzun düşündüğüm bir dönemden geçtim. Jardin des Plantes'deki akvaryumda onları görmeye giderdim. Saatlerce kalıp seyrederdim onları: Durağanlıklarını, o belli belirsiz kıpırdanmalarını gözlemlerdim. Şimdi ben bir axolotl'um. 

Bir rastlantıyla buldum onları. Kış gibi soğuk geçen bir Hamursuz Yortusu'ndan sonra, Paris'in tavus kuyrukları gibi açılıp saçıldığı bir bahar sabahında. Port-Royal Bulvarı'ndan aşağı vurmuştum. Sonra Saint Marcel'le L'Hospital'e saptım; çepeçevre griliklerin arasındaki yeşilliği görünce aslanları ansıdım. Aslanlarla panterlerin dostuydum ya, akvaryumun bulunduğu o karanlık, rutubetli yapıya hiç girmemiştim. Bisikletimi parmaklığa dayadım, lalelere bakmaya gittim. Aslanlar hüzünlü ve çirkindiler, panterimse uyuyordu. Ben de, "Akvaryuma gideyim," dedim. Beylik balıklara yan yan bakıp dururken, birden, hiç beklenmedik biçimde axolotl'larla kaynaşıverdim. Bir saat durup onları seyrettim. Oradan ayrıldığım zaman onlardan başka bir şey düşünemez olmuştum. 

Sainte-Genevieve kitaplığında bir sözlüğe başvurarak axolotl'arın Ambystoma ailesinden bir tür kertenkelenin (solungaçlarla bezenmiş) larva aşamasını oluşturduklarını öğrendim. Meksikalı olduklarını zaten onlara, o küçük, pembe, Aztek yüzlerine, bir de havuzlarının üstündeki katmana bakınca anlamıştım. Şimdi de onların Afrika'da, kuraklık döneminde karada yaşayıp yağmur mevsimi gelince yaşamlarını su altında sürdürebilen örneklerine rastlandığını okudum. İspanyolca adlarının Ajolote olduğunu, etlerinin yendiğini, yağlarının bir zamanlar balık yağı olarak kullanıldığını öğrendim. (Artık kullanılmıyormuş, kitabın dediğine bakılırsa.) 

Leolo ( 1992, Jean-Claude Lauzon)

"Düşlediğim için, ben ben değilim. Çünkü düşlüyorum. Düşlüyorum... Çünkü onlar beni güne bırakmadan önce, ben kendimi düşlerime bıraktım. Çünkü sevmiyorum... Çünkü sevmekten korktum...Artık düşlemeyeceğim. Artık düşlemeyeceğim. Düşlediğim için, ben ben değilim. Çünkü düşlüyorum. Düşlüyorum. Çünkü onlar beni güne bırakmadan önce, ben kendimi düşlerime bıraktım. Çünkü sevmiyorum. Çünkü sevmekten korktum. Artık düşlemeyeceğim. Artık düşlemeyeceğim."

EROS


...Depresyon narsisist bir hastalıktır. Depresyona yol açan şey, aşırı abartılı, hastalıklı bir şekilde çarpıtılmış bir "kendini referans alma"dır. Narsisist-depresif özne kendinden bitap düşmüş, yıpranmıştır. Dünyasız kalmış, Başka tarafından terk edilmiştir. Eros ve depresyon birbirinin karşıtıdır. Eros özneyi kendinden çıkarıp Başka'ya yönlendirir. Depresyon ise onu kendine doğru fırlatır.  

Lars von Trier’in Melancholia filmi kıyamet benzeri bir olayın, bir felaketin bildirilmesiyle başlar. Felaketin lafzi anlamı Unstern (Lat. Des-astrum) — kötü yıldızdır. Justine kız kardeşinin evinde gece gökyüzüne bakarken, daha sonra lanetli olduğu ortaya çıkan, kırmızı ışıklar saçan bir yıldız keşfeder. Melancholia, bütün uğursuzlukları harekete geçiren bir desastrum' dur. Bir yandan da iyileştirici, ıslah edici etkiye yol açan bir negatiftir. Melancholia bu bakımdan paradokslu bir addır çünkü gezegen, melankolinin özel bir türü olan depresyondan iyileşmeyi de beraberinde getirir. Justine’i narsisist bataklıktan çekip çıkaran atopik Başka olarak tezahür eder. Böylece ölüm getiren gezegenin etkisi altında serpilip gelişir Justine.

Eros depresyonu alt eder. Aşk ve depresyon arasındaki gerilimli ilişki başından itibaren Melancholia'nın film söylemine hâkimdir. Filmin müzikal çerçevesini oluşturan Tristan ve Isolde prelüdü aşkın gücünü çağırır. Depresyon kendini aşkın imkânsızlığı olarak sunar. Ya da, imkânsız aşk, depresyona yol açar. Justine’de erotik bir arzunun alevlenmesine yol açan atopik Başka da, Aynı’nın Cehennemine zorla giren “Melancholia” gezegenidir. Nehrin kenarındaki kayalıklardaki çıplak sahnede âşık insanın şehvetle parıldayan bedeni görülür. Justine ölüm getiren gezegenin mavi ışığı altında beklentiyle kıvranmaktadır. Bu sahne Justine’in aslında atopik gökcismiyle ölümcül bir çarpışmayı arzuladığı izlenimi uyandırır. Yaklaşmakta olan felaketi, âşığıyla mutlu bir birleşme gibi beklemektedir. Burada kaçınılmaz olarak Isolde’ nin Liebestod'u gelir akla. Yaklaşan ölüm karşısında Isolde de şevhetle “dünyanın soluğunu üfleyen evrene” vermiştir kendini. Filmin tek erotik sahnesinde tekrar Tristan ve Isolde prelüdünün çalması tesadüf değildir. Bu prelüdde Eros ile ölüm, kıyamet ile selamet büyülü bir şekilde yan yana gelir. Yaklaşan ölüm, paradokslu bir şekilde Justine’i canlandırır. Onu Başka’ya açar. Narsisistik esaretinden kurtulan Justine şefkatle Claire’e ve oğluna yönelir. Filmin gerçek büyüsü Justine’in bir depresiften seven bir insana mucizevi dönüşümüdür. Böylece Başka’nın atopisi Eros’un ütopyası olarak çıkar ortaya. Lars von Trier filmin söylemini yönlendirmek ve özgül bir semantikle beslemek için maksatlı olarak ünlü klasik tablolara başvurmaktadır. Filmin sürrealist jeneriğinde, izleyiciyi derin bir kış melankolisine sokan Pieter Bruegel’in Karda Avcılar tablosunu gösterir. Tablonun arka planında, tıpkı tablonun ön planındaki Claire’in arazisinde olduğu gibi, kara parçası suyla birleşir. İki sahnenin benzer topolojisi Karda Avcılar tablosundaki kış melankolisinin Claire’in arazisine yayılmasını sağlar. Koyu giysili avcılar iki büklüm halde eve dönmektedirler. Ağaçlardaki kara kuşlar kış manzarasına daha da kasvetli bir görünüm verir, “Zum Hirsehen" adlı hanın, üzerinde bir azizin resmi olan tabelası yamulmuş, neredeyse yere düşmek üzeredir. Bu kış- melankoli dünyası tamamen ıssız bir yer etkisi bırakır. Sonra Lars von Trier’in gökyüzünden yağdırdığı kara döküntüler tabloyu adeta kundaklayarak kül eder. Bu melankolik kış manzarasının ardından Justine’in John Everett Millais’nin Ophelia ’sı gibi göründüğü, insanda tablo etkisi bırakan bir sahne gelir. Elinde bir çiçek demeti, güzel Ophelia gibi suyun üzerinde süzülmektedir.











The Cinema of Marguerite Duras




I don't read. I don't read anymore.  I don't listen to music either.
 I make films. 

 “Ben yaptığım sinemayı kitaplarımı yazdığım yerden yapıyorum. Tutkunun yeri olarak adlandırdığım yerden. İnsanın kör ve sağır olduğu yerden. Sonuç olarak, mümkün olduğunca orada kalmaya çalışıyorum. Hoşa gitmek, eğlendirmek için yapılan sinemaya ben, nasıl desem, cumartesi sineması, ya da tüketim toplumunun sineması diyorum. O sinema, seyircinin yanından ve hoşa gitmek, seyirci çekmek için çok kesin tarifelere uyularak yapılıyor, gösteriye dönüştürülüyor. Gösteri bittiği anda, o sinemadan geriye hiçbir şey kalmıyor. Biter bitmez silinip giden bir sinema. Ve ben, benim sinemamın, bir okuma gibi, ertesi gün başladığı izlenimine kapılıyorum.”


Deniz / Marguerite Duras

Deniz, aklımdan en sık geçen görüntülerden, kâbuslardan biri. Çok az insan denizi benim kadar iyi tanıyordur sanırım, saatlerimi onu seyrederek geçiririm. Deniz beni hem büyülüyor hem ürkütüyor. Çocukluğumdan beri, suların beni alıp götüreceği fikrinin dehşetini yaşıyorum. Fakat gerçek deniz, Kuzey Denizidir ve yalnızca Moby Dick'teki Melville sözcüklerle hakkını verebilir onun o ürkütücü, tehditkâr gücünün.


Deniz, “ben’ın bakışın içinde boğulduğu, kendi kimliğini bulmak üzere kaybolduğu sınırsız bir güç. Dünyanın sonu geldiğinde, yeryüzünün belli bir kısmını kaplamakla kalmayacak, ucu bucağı olmayan, tek bir denize dönüşecek. İnsandan kalan her türlü gülünç iz ortadan kaybolacak böylece.

L'homme atlantique (1981, Marguerite Duras)


Kameraya bakmayacaksınız. Sizden bakmanızın istendiği zamanlar dışında.

Unutacaksınız.

Unutacaksınız.

Siz olduğunuzu unutacaksınız, unutacaksınız bunu.

Sanırım olabilir birşey bu.

Bunun kamera olduğunu da unutacaksınız. Ama herşeyden önce siz olduğunuzu unutacaksınız. Siz.



Evet, sanırım yapılabilir bir şey bu; örneğin, diğer yaklaşanların arasında ölümünkinden, sizin, adsız ve baskın bir ölümün içinde kaybolmuş ölümünüzün yaklaşmasından başlayabilirsiniz.

Gördüğünüze bakacaksınız. Ama mutlaka bakacaksınız. Bakışınızın sönüp gitmesine, kendi kendini körleştirmesine kadar bakmaya çalışacaksınız ve sonra öyle bakmaya zorlayacaksınız kendinizi. Sonuna kadar.

Soruyorsunuz bana : Bakmak, ama neye?


Diyorum ki işte, denize (evet, bu sözcük sizin önünüzde) denizin önündeki bu duvarlara, sürüp giden kaybolmalara, bu köpeğe, bu kıyıya, atlantik rüzgârı altında kalmış bu kuşa.

Dinleyin. Sanırım ki görmediğiniz bir şeylere bakarsanız, bu ekranda belli olur. Ve boşalır ekran.

Burada bakmakta olduklarınızı, denizi, camları, duvarı, camların ardındaki denizi, duvarların içindeki camları, daha önce hiç görmemiş olacaksınız. Hiç bakmamış.

Düşüneceksiniz ki olup bitenler bir tekrar değildir, bir başlangıçtır, tıpkı kendi yaşamınızın, sürdüğü her saniyede olduğu gibi.



Düşüneceksiniz ki çevrilen filmin o anında, benim yanımdaki binlerce insanın arasında, yerini dolduran bir tek sizsiniz.

Düşüneceksiniz ki sizi seçen benim. Ben. Sizi. Umuduma ne kadar yakın ya da ona ne kadar uzak olursanız olun, benim yanımda herşeyinizle kendiniz olan siz.

Kendinizi düşüneceksiniz ama şu duvarı düşünür gibi, denizi, ilk kez birbirinden ayrılan bu rüzgârla bu martıyı, şu yitmiş köpeği...

Düşüneceksiniz ki mucize, bu sürekli akışın her noktasındaki benzerlikte değil, fakat onları ayıran başedilmez farklılıktadır. O fark ki insanları köpeklerden, köpekleri sinemadan, kumu denizden, tanrıyı bu köpekten veya rüzgâra karşı inatçı şu martıdan, gözlerinizin canlı billurunu kumların yaralayan billurundan, salonun bunaltıcı havasını bu otelin kumsalınkine benzeyen gözkamaştırıcı ışıltısından, her sözcüğü her cümleden, her satırı her kitaptan, her günü her yüzyıldan ve her geçmiş veya gelecek sonsuzdan ve sizden ve benden ayırır.

Yani rolünüz boyunca sizden koparılıp alınamaz krallığınıza inanmanız gerekecek.

İlerleyeceksiniz. Yalnızken ve birinin size baktığını sandığınız zamanlar yürüdüğünüz gibi yürüyeceksiniz. Sanki tanrı ya da ben ya da deniz boyunca yürüyen şu köpek ya da atlantik nesnesinin önünde yapayalnız, rüzgârla çarpışan şu trajik martı sizi izliyormuş gibi.

Demek istiyorum ki: Sinema sizin şu anda yaptığınızı yansıtabileceğini sanıyor. Ama siz, neresi olursa olsun bulunduğunuz yerden, ister kumla, ister rüzgârla, ister denizle ya da duvarla, ya da kuşla, ya da köpekle bir olan bir yerleriniz oldukça, farkedeceksiniz ki, bunu yapamaz sinema.

Bırakın şimdi bunu bir kenara. Boşverin. İlerleyin.




Göreceksiniz ki herşey siz salonun sütunlarını geçtikten sonra deniz boyunca ilerledikçe gövdenizin şimdiye dek hep doğal sandığınız ilerleyişiyle başlayacak.

Sağa doğru dönüp camlar ve deniz boyunca yürüyeceksiniz, camların ardında deniz, duvarların içinde camlar, martı ve rüzgâr ve köpek.

Tamam.

Deniz boyuncasınız, bir bakışınızla birbirine kenetlenmiş bütün bu şeyler boyunca.
Şimdi deniz sizin solunuzda. Onun, rüzgârınkiyle karışan uğultusunu duyuyorsunuz.

Deniz upuzun soluklarla ilerliyor size doğru.

Siz ve deniz, benim için teksiniz, bir tek nesne, benim bu serüvendeki rolümün nesnesi.

Seksenlerden İki Film


I have of late, but wherefore
I know not, lost all my mirth
and indeed, it goes so heavily with my disposition;
that this goodly frame the Earth, seemes to me a sterrill
Promontory; this most excellent Canopy the Ayre,
look you, this brave ore-hanging firmament,
this Majestical Roof,
fretted with golden fire: why, 
it appeares no other thing
to me, then a foul and pestilent congregation of vapours.
What a piece of work is a man,
How noble in Reason, how infinite in faculties, 
how like an angel in apprehension
how like a God ! 
the beauty of the world,
the paragon of animals. and yet to me,
what is this quintessence of dust?
Man delights not me; no,
nor Woman neither; 



Son zamanlarda, bilmem neden, bütün sevincimi yitirdim, her gün yaptıklarımı yapmaz oldum. Gerçekten öyle karardı ki içim, dünya, bu güzelim yapı, çorak bir kayalığa döndü gözümde. Hava, o canım başörtüsü dünyanın, şu cömert gök kubbeye bakın, bu yüce tavan altın parıltılarıyla bir şey değil benim için, pis, hastalıklı kokular birikintisinden başka bir şey değil. İnsan, ne yaman bir yapı insan! Akıl gücüyle ne soylu bir varlık! Düşünme yetenekleri ne sonsuz! Duruşu, kımıldanışı ne anlamlı, ne güzel! Ne melekçe davranışları, ne Tanrıca kavrayışları var! Evrenin gözbebeği insan, canlıların baş tacı! Ama benim için nedir insan, bu özü toz yaratık?  İnsanın tadı yok benim için, kadının da yok..

Hamlet'ten
çeviri: Sabahattin Eyüboğlu


https://www.criterion.com/current/posts/122-withnail-and-i






"Oyun yazarının hayatı zordur. Kimilerinin düşündüğünün aksine kolay değildir. Oyun yazmak için çok çalışırsınız, kimse sahnelemez. Geçinebilmek için başka işler yaparsınız. Ben oyuncu oldum ama insanlar işe almadılar. Böylece günlerini ufak tefek işlere koşturarak geçirmeye başlarsın. Bu sabah kimi önemli telefon görüşmeleri için saat 10.00’da kalkmam gerekti. Daha sonra zarf almak için kırtasiyeye gittim. Sonra da fotokopiciye. Yapılacak düzinelerce iş vardı. Saat 17.00’de, sonunda postaneye gidebildim ve oyunumun birkaç kopyasını postaladım, bu sırada da acaba menajerim bir rol için aramış mı diye devamlı çağrı cihazımı kontrol ediyordum. Sabah posta kutum faturalarla dolmuştu. Ne yapacaktım? Bunları nasıl ödeyebilirdim ki? Zaten elimden gelenin en iyisini yapıyordum. Bütün hayatım bu şehirde geçti. Yukarı doğu kısmında büyüdüm. 10 yaşımdayken zengindim, soyluydum, sefahat içerisinde, taksilerle dolanıyordum ve aklımdaki tek şey sanat ve müzikti. Şimdi 36 yaşındayım, aklımdaki tek şey para..."


Malick ve Hidden Life Üzerine (Zeki Z. Kırmızı)

"Malick'in filmi, görüntü yönetimi ve kameranın yüceltimi körükleyen titizce planlanmış kullanımıyla etkisini katlamış bir film ama beni huzursuz eden, çok da yanlış bulduğum bir film. Sistemin tam çekirdeğinden çıkmış rafine bir yapım. Özellikle de ideolojik anlamda. Üstelik ideolojinin Hristiyanlığın kaynaklarından başlayarak Amerikanofil yeni dinsel yorumlarına dek en gerici çizgisinden yürümekle de yetinmiyor, sınıflı toplumların ama en çok da kapitalizmin yarattığı, hatta fetişleştirdiği 'kutsal'lara da (pastoralizm, tarım, çiftçilik ve erdem, bireysel özgürlük, lanetlenme, yalnız ve erkek kahraman, çekirdek aile, anne ve eş olarak, kız çocukları olarak paketlenmiş ve evcilleştirilerek sindirilmiş kadın-lık, tüm kötülüklerin indirgenmiş kaynağı olarak gösterilen ve başka da hiçbir yerine dokunulmayan faşizm ve onun simgeleri, ki Almanca, Hitler, vb., kötülüğe boyun eğse de direnen vicdan ve kilise gibi...) gerçekten yeni bir biçim verip tümünün yeniden yut(tur)ulmasını sağlıyor. Tehlikeli bir film. Eğer eleştiri gücümüzü kenara bırakıp da gözü kapalı özdeşleşme üzerinden yol alırsak... Çünkü olağanüstü bir kılıfla gizleniyor gerici ideolojik öz. Yükselen Alp doruklarının ve dağların eteklerinde süren saf, erdemli yaşamların dolaylı olarak seyircide yarattığı Tanrıya yakınlık duygusu, mide bulandırıcı bir mistisizmden ve el çabukluğuyla yaratılan bir dizi eşitlemeden (kişi (isa)=özgürlük=doruk=tanrı= sürü düşmanlığı, vb) başka sonuç verebilir miydi? Aklımızı tutsak kılıp onların düşündüğü, daha doğrusu inandığı gibi inanmamızı istedikleri, hatta dayattıkları çok açık. "Karakterin sivil itaatsizliğini ruhun ölümsüzlüğü bağlamında düşünürsek eylemi gerçekten bir fedakarlık mı yoksa bir başka güce itaat mi?" tümcen benim için önemliydi. Doğru yerden yakalamışsın gibi geldi bana. " (27 Mart 2020) 

Yukarıdaki kısa not,  İsmail'e yazdığım iletinin Malick'in filmiyle (Hidden Life, 2019) ilgili bölümü. Elbette tek yapıt üzerinden böylesi keskin yargılar verdiğim az olmuştur ama filmde inanılmaz bir açıklık, doğrudanlık söz konusuydu ve iki kez düşünmeyi gereksiz kılıyordu Malick'in açık sözlülüğü. Arkadan önerdiğin iki önceki filmi Tree of Life'ı (2016) dün gece bitirdim. Doğrusu yargılarım pekişti. Daha kötü, film olarak da kötüydü. Araştırdım. Şu uyduruk Vikipedi'de aşağıdaki pasajı buldum. Senin görmemen olanaksız elbette. Ben gözümün önünde dursun diye aşağıya alıyorum. Bu arada belirteyim, tam Malick üzerine yazacak kıvamda kışkırtılmış görüyorum kendimi ama yazmayacağım. Bugüne dek daha çok karşı çıktığım şeylerle uğraştım. Artık o kadar zaman varsılı değilim. Kısa bir iki şey söyleyeceğim sana ve kapatacağım. Burada benim merak ettiğim şey elbette Malick ve sineması değil, senin Malick'le kurduğun bağın nesi, nasılı? Senin ne gördüğün... Bu önemli benim açımdan. Sen derken Malick'in karşısında birçok genç insanı da kastediyorum. Aşağıda yazanlar Malick poetikasını hemen hemen açıklıyor zaten. İpuçları taşıyor. Ana izleklerini, kendi geçmişi ve yaşamına borçlu. Baba yanı Ortadoğu Süryani. Harvard: Felsefe. Varoluşçuluk üzerine odaklanma ve Heidegger üzerine bir yazı. Felsefe dersleri de vermiş... Eh, Alplerin gizemi de böylece açıklanmış oluyor. Ama daha önemlisi...

Terrence Malick Ottawa - İllinois’te doğdu. Waco -Texas ve Oklahoma’da büyüdü. İrene ve bir Jeolog olan Emil A. Malick’in oğludur. Baba tarafından dedesi ve büyükanne’si Suriye ve Lübnandan göç etmiş Asur'lu Hristiyanlardır. Ailesi Bartlesville, Oklahoma’da yaşamaktayken kendisi Austin, Texas’ta bulunan “St. Stephen's Episcopal School” okuluna gitti. Malick’in kendisinden küçük iki erkek kardeşi vardı: Chris and Larry. Bir gitarist olan Larry Malick 1960’ların sonlarında Andrés Segovia ile çalışmak üzere İspanyaya gitti. 1968’de Larry müzikal çalışmaları üzerindeki baskı sebebiyle kasıtlı olarak kendi ellerini kırdı.Babası Emil, Larry ‘ye yardımcı olabilmek için İspanyaya gitti ama Larry görünüşe göre intihar ederek kısa bir süre sonra ölmüştü. Malick Harvard Üniversitesinde Stanley Cavell’ın öğrencisi olarak Felsefe okudu. 1965 yılında “summa cum laude” ve “Phi Beta Kappa” ile ödüllendirilerek mezun oldu. Rhodes bursu ile Magdalen College, Oxford’a girdi. Tezinde yer verdiği KierkegaardHeidegger ve Wittgenstein’in dünya kavramı kendisi ile Okutman Gilbert Ryle arasında bir tartışmaya yol açmıştır, Malick Doktorasını almadan Oxford’u bırakmıştır.1969 yılında Northwestern Üniversitesi Malick tarafından İngilizce’ye çevrilen Heidegger’in “Vom Wesen des Grundes” (İngilizce: The Essence of Reasons) ’denemesini yayınladı. ABD’ye geri döndüğünde serbest olarak gazetecilik yaptığı sıralarda Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nde (MIT) felsefe dersleri verdi. NewsweekThe New Yorker ve Life’ta makaleler yazdı.  

...daha önemlisi üç kardeşten en büyüğü Terence Malick ve küçük kardeşin (Larry, ki sanırım Yaşam Ağacı, filmindeki adı da buydu ve o da gitar çalıyordu) canına kıyması. Yukarıda kısaca yazıyor öykü. Bundan Yaşam Ağacı'nın bir aile filmi olduğu, aileye ve özellikle Larry'ye adandığı söylenebilir. Ama usta yönetmen, iyi bir senaryo yazarı ve kurgucu aynı zamanda, filminde açıklamalardan kaçınıyor haklı olarak. Hemen çağrışımla aklıma Nick Cave ve son albümü geldi. İkiz çocuklarından biri uçurumdan düşmüştü. Albümü bununla ilgiliydi (Ghosteen, 2019).

Chaplin'i Hatırlamak

Limelights / 1952

Charlie Chaplin... Filmlerini Schopenhauer’a, Nietzsche'ye, Spinoza'ya bağlayan, Shakespeare'le aynı kefeye koyan, izlediğim her filminde biraz daha yaşlandığına tanık olduğum bu adamı çok seviyorum. (Bazin'in deyimiyle amatör bir keman ve piyano müzisyeni, acemi bir filozof ve yazar olan Chaplin'i); onun trajik ve coşkulu kişiliğinde çok şey buluyorum.  Limelights bu bakımdan unutulmaz bir filmdir. Artık sesli sinema dönemindeyiz ve Chaplin de konuşmaya çok hevesli:

Thereza  - Savaşmaya değer ne var?

Chaplin - Gördün mü, itiraf ettin. Savaşmaya değer ne varmış. Her şey! Yaşamın kendisi. Bu yetmez mi? Yaşamak, ızdırap çekmek, zevk almak. İşte hayat. Yaşam güzel ve muhteşem. Deniz anası bile bunu bilir. Senin sorunun savaşmaktan vazgeçmiş olman. Devamlı hastalık ve ölümü düşünüyorsun. Anlasana. Ölüm gibi kaçınılmaz bir şey daha var. O da yaşam, yaşam. Evrenin gücünü düşün.
Dünyayı döndürüyor, ağaçları büyütüyor. Senin içinde de aynı güç var. Eğer kullanma cesaretin ve iraden olursa.

Thereza  - Niye ölmemi engellediniz?

Chaplin -  Aceleniz ne? İnsan bilincinin gelişmesi milyonlarca yıl aldı. Bir anda yok etmek mi istiyorsunuz? Varoluş mucizesi...evrende herşeyden daha önemli. Yıldızlar ne yapabilir? Sadece eksenlerinde dururlar. Ya güneş? 450 bin km mesafeye alev fışkırtır. Matah mı yani? Bütün natürel kaynaklarını harcamak. Güneş düşünebilir mi? Bilinci var mı? Hayır, ama sizin var. Bugün varsın, yarın yoksun.

Thereza  - Beni niye kurtardınız? Ölseydim sorun bitecekti.

Chaplin - Saçmalamayın. Yaşıyorsunuz ve bundan faydalanmaya bakın. Söyleyin bana yaptığınızın sebebi nedir?

Thereza  -  Herşeyin anlamsızlığı. Çiçekler bile, müzik bile anlamsız. Hayatın gayesi, manası yok.

Chaplin - Hayata niye anlam arıyorsun? Hayat bir istektir, anlam değil. Arzu, tüm hayatın konusu bu. Bir gülün, gül olabilmek için yaşamayı istemesi gibi. Bir kayanın kendisini koruyup hep kaya kalmak istemesi gibi.

Bu sahnede elleri ve yüzünü kullanarak öyle güzel gül ve kaya taklidi yapar ki hayran kalırsınız.





Ama asıl güzel olan birazdan Chaplin'den gelecek olan hem komik hem hüzünlü itiraftır:


Biliyor musun der kendi kendisiyle yüzleştiği bir anda, sana öğüt ve moral vermek beni de etkiledi; söylediklerime ben de inanmaya başladım.

Modern Times için bestelediği Smile şarkısında da,


 The Circus'un girişinde yer alan Swing Little Girl şarkısında da yaşam muştucusu hep aynı acemi filozofu bulursunuz.


Filmlerini izleyeli belki, uzun zamanlar oldu, ama Chaplin'i hatırlamak her daim iyi.


Ungatz



Gerçek bir nesnedir. Kim olduğumuz ve ne yaptığımız gerçeğidir. Ve bununla yüzleşip kabul etmelisin. Çünkü evrenin gerçeği hala bekliyor. Yani... Hepsi kaybolup gidecek. Sen, sen, sen, sen, ben, bu sigara, her şey... karanlıkta kaybolacak, geçersiz olacak. Ve kimse sorumlu değil.
Sadece başbaşa kalacağınız bir... ungatz. (Hiçlik)... Ungatz.(Hiçlik)...

Hiçlik. Hiçlik. Bu...hepsi bundan ibaret. Peki biz bununla ne yapacağız?

Gülümseyeceksiniz.