Nietzsche Prophet




Tam öğlen vakti bir fener yakan ve sonra büyük meydanda aralıksız ' Tanrı'yı arıyorum! Tanrı'yı arıyorum' diye bağırarak koşan deliden söz edildiğini duymadınız mı. Orada toplananların çoğunluğu Tanrı'ya inanmayanlardan oluştuğu için, bu olay büyük bir kahkahaya neden oldu. Biri, onu yitirdik mi diye soruyordu. Bir diğeri, bir çocuk gibi kayboldu mu , diyordu. Aralarında böyle haykırıyorlar, böyle gülüyorlardı. Deli ortalarına atladı ve onları gözleriyle deldi: "Tanrı nereye gitti? Bunu size söyleyeceğim: Onu öldürdük -siz ve ben! Hepimiz, biz onun katilleriyiz!"

Ama bunu nasıl yaptık? Denizi nasıl tüketebildik? Tüm ufku yok etmemiz için süngeri bize kim verdi? Bu dünyayı güneşten ayırdığımızda ne yaptık? Şimdi nereye doğru gidiyor? Biz nereye doğru gidiyoruz? Tüm güneşlerin uzağına mı? Aralıksız düşmüyor muyuz? Geriye, yana, öne, her tarafa? Hala yukarı ve aşağı var mı? Rastlantısal olarak amaçsız bir yokluğa sürüklenmedik mi? Boş uzamın soluğu içinde değil miyiz? Gitgide daha soğuk olmuyor mu? Gece aralıksız, daha fazla gece olarak gelmiyor mu? Öğle vakti, fenerleri yakmak gerekmiyor mu? Tanrı'yı gömenlerin sesini duymuyor muyuz? Tanrısal çürümeyi hiç hissetmiyor muyuz?

Çünkü tanrılar da çürüyorlar! Tanrı Öldü! Tanrı ölü olarak kaldı! Ve onu öldürdük! Katillerin katili bizler kendimizi nasıl avutabiliriz? Dünyanın en kutsal sakladığı şeyi bıçakladık: kim kanımızı silecek? Hangi suda temizlenebiliriz? Hangi günah ödetici şenlikleri, hangi kutsal oyunları bulmak zorundayız? Bu eylemin büyüklüğü, bizim için aşırı büyük değil mi? Ona layık görünmek için, kendimiz tanrı haline gelmek zorunda değil miyiz?

  HİÇBİR ZAMAN BÖYLE BÜYÜK BİR EYLEM OLMADI VE BİZDEN SONRA DOĞACAK OLANLAR -BİZDEN DOLAYI- BİZE KADAR HİÇBİR TARİHİN HİÇBİR ZAMAN OLAMADIĞI KADAR YÜKSEK BİR TARİHE AİT OLACAKLARDIR."



Friedrich Nietzsche


Queer

Queer Nation ve ACT UP mensuplarının 1990 senesinde Newyork'ta bir onur yürüyüşü'nde dağıttıkları manifestodan:

   
Her mekanı bir lezbiyen ve gay mekanı, her sokağı cinsel coğrafyamızın bir parçası haline getirelim. Arzu ve eksiksiz tatminden örülmüş bir şehir. Güvenli, özgür ve dahası olabileceğimiz bir şehir ve ülke. Hayatlarımıza nazar etmeli, en iyiyi bulup çıkarmalı, queer olanı görmeli, düz (straight) olanı görmeli ondan sonra da düz olan samanı buğdaydan eleyip atmalıyız! Unutmayın, çok ama çok az vaktimiz var. Ve ben her birinizin ve hepinizin birer aşığı olmak istiyorum... Queer olmak mahremiyet hakkıyla değil, kamusal olma özgürlüğü, kim isek o olma özgürlüğü ile ilgilidir. Queer olmak her gün zulme karşı, homofobiye, ırkçılığa, kadın düşmanlığına, dindar ikiyüzlülerin bağnazlığına ve kendi kendimize yönelttiğimiz nefrete karşı (kendimizden nefret etmemiz gerektiği bize özenle öğretildi.) mücadele etmek demektir. Ve bugün elbette hem bir virüse karşı hem de AIDS'i kullanarak bizi dünyanın yüzünden silmeye çalışan bütün homofobiklere karşı mücadele etmek demektir... Evet, "gay" harika bir kelime. Onun da bir yeri var. Am pek çok lezbiyen ve gay erkek sabah kızgın ve bıkkın uyanıyorlar, neşeli (gay) olarak değil. İşte bu yüzden biz kendimize queer demeye karar verdik. Queer'i kullanmak dünyanın geri kalanının bizi nasıl gördüğünü kendimize hatırlatmanın bir yolu. Queer'i kullanmak düz bir dünyada gizli ve kenara itilmiş hayatlar yaşayan zarif ve çekici insanlar olmak zorunda olmadığımızı kendimize söylemenin bir yolu... Evet, queer sert bir kelime olabilir ama aynı zamanda homofobiğin elinden çalabileceğimiz ve ona karşı kullanabileceğimiz sinsi ve ironik bir silahtır. 

'Sanat' Andrey Tarkovsky



Sanat niçin vardır? Sanata kim ihtiyaç duyar? Esasen sanata ihtiyaç duyan herhangi bir kimse var mı? Bütün bunlar, yalnızca sanatçıların değil, sanatı kabullenen, daha doğrusu günümüzde kullanılan deyimiyle ‘tüketen’ (ne yazık ki tüketen deyimi, 20.yüzyıldaki sanat-kitle ilişkisinin özünü belirtmekte, dahası adeta teşhir etmektedir) her insanın cevabını aradığı sorulardır.

Genel anlamda sanat nedir? İyi midir, kötü mü? Tanrı vergisi midir? Yoksa şeytancılık aracı mı? İnsanın gücünden mi doğar, yoksa zayıflığından mı? İnsanların birlikteliğinin bir güvencesi ve toplumsal uyumun bir göstergesi midir? İşlevi bu mudur?


Herkes bu  soruyla ilgili ve dediğimiz gibi, sanatla uğraşan her insan bu soruya cevaplar arıyor. Aleksander Blok "Şair kargaşadan uyum yaratır," demiştir... Puşkin, şairi peygamberlik yeteneğiyle donatır... Her sanatçı, diğer sanatçılar için bağlayıcı olmayan, kendine özgü yasalarla tanımlanır.
Ne olursa olsun, yalnızca bir meta olarak 'tüketilmek' istenmeyen her türlü sanatın amacı, hiç şüphesiz kendine ve çevresine, hayatın ve insan varlığının anlamını açıklamak, yani insanoğluna gezegenimizdeki varoluş sebebini ve amacını göstermek olmalıdır. Hatta belki de hiç açıklamaya bile gerek kalmadan onları bu soruyla karşı karşıya getirmelidir.


Sanat ilan-ı aşk gibi bir şeydir. İnsanın diğer insanlara bağımlılığının bir itirafıdır.


Sanatın köklü bir iletişim işlevi vardır. Sanat bir üst-dildir, insanlar da bu dilin yardımıyla kendileri hakkında bilgi verip başkalarının deneyimlerini benimseyerek birbirlerine ulaşmaya çalışırlar. Ama gene bu da herhangi bir pratik fayda sağlama adına değil, faydacılığın tam zıddı olan özveride kendini bulan sevgi adına gerçekleştirilir. Bir sanatçının yalnızca ‘kendini gerçekleştirme’ gibi bir nedenle yaratmaya kalkışabileceğine inanasım gelmiyor.  Karşılıklı anlaşmaya dayanmayan bir kendini gerçekleştirme son derece anlamsızdır. Başkalarıyla arasında manen bir bağ oluşturma uğruna kendini gerçekleştirmeyi istemekse hiç yarar sağlamadığı gibi aksine, insandan çok özveri bekleyen, son derece eziyetli bir iştir. Ama kendi sesine kulak veriyor olmak bütün bu eziyete değmez mi acaba? 


Sanatçı, zamanı ve dünyayı eksiksiz kavrayan bir kişi olduğundan, gerçekle ilişkilerini tam olarak yansıtamayan ve dile getiremeyen insanların sesi olur. Bu anlamda sanatçı gerçekten de halkın sesinin ta kendisidir.


Sanatçı ve halk birbirlerini karşılıklı koşullandırır. Sanatçı kendine sadık ve günlük değer yargılarından uzak kaldığı sürece, halkın hem algılama düzeyini yaratır hem de bunu yükseltir. Bu yolla artan toplumsal bilinçse, yeni sanatçıların doğmasına yol açacak o toplumsal enerjiyi biriktirir.
Şuna inanıyorum ki, kendi düşüncelerini gerçekleştirme arayışı içinde olan sanatçı, eserleriyle ilgilenecek birinin mutlaka var olduğu inancını taşımasa bu işe hiç kalkışmazdı.


Marx şöyle demişti: " Sanatın tadına ancak sanatsal zevkleri gelişmiş bir insan varabilir." Sanatçı 'anlaşılır' olma peşinde koşmayı düşünemez. Bu, en az anlaşılmaz olmayı istemek kadar saçmadır.
Sanatçı, eseri ve onu algılayanlar birbirinden ayrılmaz bir bütün oluştururlar, tek bir kan dolaşım sistemiyle birbirine bağlı tek bir organizma. Bu organizmanın parçaları arasında bir uyumsuzluk baş gösterdiğinde uzman ellerin tedavisine gerek duyulur ve dikkatle kendini gözlemlemeye...


Şu çok açık hakikati burada tekrar vurgulamakta yarar görüyorum. Ticari filmlerde ve sıradan televizyon yapımlarında tutturulan ortalama ölçü, izleyicinin gerçek sanatla iletişim kurma imkanlarını büsbütün yok ederek beğenilerini bağışlanamaz ölçülerle mahvetmektedir.

Az veya çok, ama kendine ait bir seyirci kitlesine sahip olma hakkı, sanatçı bireyselliğinin normal bir varolma koşuludur...


Sanat insanın mantığına değil, duygularına seslenir.


Sanat varlığımızın anlamını simgeselleştirir.


Sanat her zaman, ruhunu boğmakla tehdit ettiği maddeye karşı mücadelesinde insanın en güçlü silahı olmuştur. Sanatın, Hristiyanlığın neredeyse iki bin yılı bulan varlığı boyunca uzun süre, dini düşünceler ve görevler doğrultusunda gelişmesi hiç de rastlantı değildi. Sanat, yalnızca varlığıyla bile uyumsuz insanda uyum düşüncesini yaratır.


Sanat, insanın uyuma duyduğu ihtiyacı dile getirmiştir, özlemini çektiği maddeyle ruh arasındaki dengeyi benliğinde yaşatmak için insanın, gerekirse kendisiyle bile mücadele etmeye hazır olduğunu göstermiştir.


Sanatçı, insanlığın manevi içgüdüsünün temsilcisidir.


Gerçek bir sanatçı, ancak kendisi için hayati bir zorunluluksa yaratma hakkına sahiptir, bu uğraş kendisi için salt rastlantısal bir yan uğraş değil, yeniden üretilen ben'in yegane var oluş biçimiyse...



*



Silindir ve Keman, 1960, Andrey Tarkovsky



*

Stalker (1979, Andrey Tarkovsky)







- Beni dinleyin, Profesör. Edinilen ilhamdan bahsetmiştik ya. Farz edelim ki ben, o Oda'ya girdim... Ve Tanrı'nın terk ettiği kasabamıza gerçek bir dahi olarak döndüm. Bir adam ancak acı çektiği için,
şüpheleri olduğu için yazar. Sürekli olarak, kendine ve başkalarına, aslında bir değeri olduğunu kanıtlamak zorundadır. Peki ya bir dahi olduğumu kesin olarak biliyorsam? O zaman neden yazayım ki? Neyi kanıtlamak için? Şunu söyleyebilirim ki varoluş sebebimiz...


- Biraz daha kibar olup,
beni rahat bırakır mısın lütfen? Biraz gözlerimi kapamama izin ver. Bütün gece uyumadım. Komplekslerini de kendine sakla.


- Her neyse, sahip olduğunuz bütün bu teknoloji, hepsi bütün o maden ocakları, değirmenler...ve onlar, ve bunlar, ve şunlar sadece daha az çalışıp daha çok yemek için tasarlanmış. Protez kol ve bacaklar. Ve insanlık sanat eserleri üretmek için yaratılmıştır. Diğer insan davranışlarının aksine,
bunun içinde bencillik mevcut değildir. Muhteşem illüzyonlar! Mutlak gerçeğin görüntüleri! Beni dinliyor musunuz, Profesör?


- Nasıl bencillik yok diyebilirsin? İnsanlar hala açlıktan ölüyor. Sen aydan mı geldin? Ve onlar, bizim akıllı aristokrasimiz olarak adlandırılıyor. Soyutlama yaparak
düşünmeyi bile başaramıyorsun.


- Şimdi sen bana,
hayatın anlamını mı öğreteceksin? Ve nasıl düşünmem gerektiğini? İşe yaramaz. Profesör olabilirsin, ama cahilsin.






İbrahim ile İshak Arasında Tarkovski (Dokuz Paragraf) - Enis batur



I.

Sinema tarihinin en dramatik "sahne"lerinden birinde Tarkovski, Nostalghia'nın kahramanına, elinde yanan bir mum, havuzu katettirir. Mum söndükçe yeniden, gerekirse sonsuza dek tekrarlanacak bir özel törendeymişçesine başlayan bu yolculuk belki de Kurban'ın ta kendisidir.



Offret, 1986, Andrey Tarkovsky


II.

Kurban, bir vasiyet, Kafka'nın "Babaya Mektub"unun her anlamda tersine: "Oğula Mektup". Umutsuz, sinsi, kekre, inanış ile isyan arasında bölünmüş bir adamdan miras. Işık çoğaltınca köreltir çünkü.






III.

Demek ki velayet. Elveriş. Kime? Henüz kirlenmemiş insana. Postacıların Nietzsche okuduğu, piyaniste ateş edilen, şairin dilinin kesildiği bir çağda yeryüzünün tek temiz kalmış yanına. Şair mi? Tarkovski'nin babası - yıllar yılı susmuş, susturulmuş.





IV.

Nostalghia Üzerine - Enis Batur

Tarkovsky'nin filmini görmeye gittiğimde hiçbir hazırlığım yoktu açıkçası. Yönetmenin izleyeceğim ilk filmiydi bu, üstelik tek bir satır okumamıştım üzerine. Sonuç: Jenerikle içine gömüldüğüm gökkuşağından salonun ışıkları yandığında güçlükle çıkabildim. Nostalghia'nın bunca dağlayıcı olması kanımca onun yalnızca sinema sanatının ürünü olmayışından kaynaklanıyor. Tarkovski sinema, şiir ve resim sanatı üçgeni üzerine sıra dışı olgunlukta bir yapıt kurmuş. Birden fazla yönüyle Antonioni'nin ustalığını çağrıştıran Nostalghia, dramatik çatısının güçlüğü ve güçlülüğü, temalarının zorlayıcılığı, çizdiği ilişki üçgeninin tekinsiz yanıyla olduğu kadar, hatta ondan da çok, bu bütünlüğü kavrayan plastik yaklaşımın kusursuzluğu ile başyapıt niteliğini kazanıyordu. Filmin getirdiği bildirilerin deşilmesi bu izlenim yazısının sınırlarına sığmayacağı için ne yazık ki bunu başka bir yazıya ertelemek durumundayım. Şunu söylemek isterim gene de: Tarkovski'nin iletişim konusunda getirdiği yorum hayli düşündürücü. İlettiğini sanmaktan çok açık biçimde kaçınıyor yönetmen, buna karşın, genellikle kurulamayacağı düşünülen iletişim kanalları üzerinde korkusuzca geziniyor. Nostalghia'yı görenlerin neredeyse kesin biçimde iki karşıt kutba ayrılmış  olmaları, hemen hiç kimsenin filmden vasat bir tonda söz etmeyişi buna bağlanabilir belki de. Tarkovski'nin ifade sanatında yakaladığını düşündüğüm altın orana gelince: Bugüne dek, az sayıda filmin ışık ve karanlık, ses ve sessizlik, siyah ve beyaz, renk ve körleşme, anlık ve sonsuzluk arasında bu ölçüde saltığa yakın bir denge, büyülü denebilecek bir uyum yakaladığı kanısındayım.

Sinema Günleri 84
Birkaç film üzerine birkaç izlenim  

Nostalghia (1983, Andrey Tarkovsky)




İtalya ile Gorçakov, bireyin taleplerine asla cevap vermeyen hayatla (hayatın yüzeysel görünüşleri değil tabii ki) ve gerçeklikle trajik bir uyumsuzluk içine düştüğü sıralarda karşılaşır. Ve İtalya kendisini yoktan var eden heybetli harabeleriyle gösterir. Bütün insanlığa ait ama yabancı da olmayan bu uygarlığın yıkıntıları, insana özgü hırsların beyhudeliğinin anıtlarıdır aynı zamanda, insanlığın o tuttuğu uğursuz yola işaret eden mezar taşları: Gorçakov ölür, çünkü içine düştüğü manevi bunalımı aşacak, zaman akışında kendisinin de fark ettiği çürümeyi durduracak güçten yoksundur.

Gorçakov'un bu ruhsal durumuyla bağıntılı olarak, başlangıçta insana oldukça garip gelen Domenico tipi de son derece önemlidir. Toplum dışına atılmış bu şaşkın insan, içinde, insanları yok eden gerçeğe karşı koymasına yetecek kadar büyük bir güç ve akıl bulunduğunu keşfeder. Eski matematik öğretmeni, yeni serseri kendini aşar ve kamuoyuna dünyanın içinde bulunduğu felaketi anlatıp insanları direnişe çağırmaya karar verir. Sözümona normal insanların gözünde o bir delidir. Oysa acıyla yoğrulmuş aklı salt bireysel bir kurtuluş peşinde değildir; çağdaş uygarlığın çılgınlığı ve acımasızlığından insanlığı genel olarak kurtarmaktır hedefi.

(Yazı: Andrey Tarkovsky, Mühürlenmiş Zaman)








Mühürlenmiş Zaman (Andrey Tarkovsky)


Genelde insan, yitirilmiş, kaçırılmış ya da henüz erişilememiş zaman yüzünden sinemaya gider. Hayat deneyimleri arayışında oraya gider, çünkü sinema, başka hiçbir sanat türünün başaramayacağı kadar insanın olgusal deneyimini genişletir, zenginleştirir ve derinleştirir, hatta yalnız zenginleştirmekle de kalmaz, adeta gözle görünür bir şekilde uzatır da. Sinemanın esas gücü budur, yoksa Star’lar, bıkkınlık veren konular, günlük hayatı unutturan eğlence değil.

Seyirci aldığı bir sinema biletiyle kendi deneyimindeki gedikleri kapatmaya çalışır, yani bir anlamda "yitirilmiş" bir zamanın peşini kovalar. Bu sayede, huzursuzluk ve iletişimsizlikle belirlenen çağdaş hayatın yarattığı o manevi boşluğu doldurmayı umar.


Yönetmen sinemasının özelliği nedir?

Bir anlamda bunu, zamanın şekillendirilmesi olarak tanımlamak mümkündür. Bir heykeltıraş nasıl içinde, ortaya çıkaracağı heykelin şeklini hissederek mermer parçasından bütün gereksiz parçaları yontup atıyorsa, sinema sanatçısı da dev boyutlu, ayrıntıları belirlenmemiş hayati olgular bütününden gereksiz bütün şeyleri ayıklayarak, geride sadece yapacağı filmin bir öğesi, sanatsal bütünün değiştirilemez bir anı olmasını istediği şeyleri bırakır.

Benim açımdan ideal film, bir film türü olarak değil, hayatın yeniden yaratılması olarak gördüğüm film kroniğidir.

Andrey Tarkovsky

Filmsel sanat yapıtlarının amacı, filmlerinde gerçekliğin yalnızca bir yanılsaması, bir görüntüsü ortaya çıksa da sanatçının bir deneyim bütününü yeniden düzenlemesini sağlamaktır.
Yönetmenin bireyselliği dünyayla olan ilişkisinin belli bir kalıbını ortaya döker; yani dünyayla olan ilişkisi içinde bu bireysellik başlı başına bir kısıtlamadır.

Sanatçının seçimi, algıladığı dünyanın öznelliğini derinleştirir.

Sinema "türünden" söz edildiğinde, genelde ticari yapımlar, durum komedileri, kovboy filmleri, psikolojik dramlar, polisiyeler, müzikaller, korku ve felaket filmleri, melodramlar vs. kastedilmektedir. Ama bütün bunların sanatla yakından uzaktan bir ilgisi var mıdır? Bunlar "kitlesel iletişim"dir, tüketim malları demek belki de daha doğrudur.

Ancak esas itibariyle sinema, düşünmenin ancak bir biçimini tanır: Birleştirilemezi ve çelişkiyi birleştiren, sinema sanatını yazarının düşünce ve duygularıyla özdeşleştiren şiirsel düşünce tarzını.

Gerçek bir film görüntüsü, türünün sınırlarının aşılması üzerine kuruludur. Ve bir sinema sanatçısı burada, açıkça tek bir türün boyutları içinde hapsedilemeyecek olan idealini ifade etmeye çalışır.

Zerkalo (1975, Andrey Tarkovsky)


Sovyet ordularının Sivaş Gölü'nden geçiş sahnesini bulana dek binlerce metre film seyretmem gerekti. Korkunç bir sahneydi, benzerine daha önce hiç rastlamamıştım. Genelde, cephe hayatından manzaralar olarak sunulan bu belgeseller nitelik olarak pek olağanüstü sayılmayacak sahnelemelerdi. Bunlar, gereğinden fazla planın, gereğinden az otantikliğin sezinlediği gösteri çekimleri olurlardı daha çok. Bütün bu kötü karışımdan bütünleşmiş bir zaman duygusu yaratma imkanını bir rürlü bulamıyordum. Ama birden olay, daha doğrusu bir epizod yakaladım; zaman, yer, mekan ve eylem birliği içinde olan (haber programlarında bir araya gelmesi mümkün olmayan şeyler) ve 1943 yılındaki ilerleyişin dramatik olaylarını gösteren bir epizod. Ne eşsiz bir malzeme! Uzunca bir gözlem için bu kadar çok film malzemesi feda edilsin! Birden önüme bu insanlar, güçlerini aşan insanlık dışı bir çalışmayla ölesiye tükenmiş, korkunç ve trajik bir kaderin bu kurbanları çıktığında, otantik lirik bir anı olarak başlayan filmimin merkezini, kanını ve canını bu epizodun oluşturacağını hemen anladım. 

Bir süre sonra, bu malzemeyi cephede filme çeken kameramanın, çevresindeki olayları şaşılacak bir duyarlıkla tespit ettiği o gün öldüğünü öğrendim...

Andrey Tarkovsky

 


Zerkalo (1975, Andrey Tarkovsky)


"Benimki hoş bir hikaye değil. Onda, tıpkı kendilerini kandırmayı bırakmış olan insanların hayatlarında olduğu gibi, yazılmış masallardaki ince uyum yok. O tamamıyla bir anlamsızlık, kaos, delilik ve rüyalar karışımı bir şey."

Herman Hesse'nin Demian adlı kitabının başına yazılmış bu sözler hiç tereddütsüz Ayna için de başyazı olabilir. (Bunları takip eden sözlerin de olabileceği gibi.)

Tek istediğim içimden gelen hayati şeyleri yaşama ve gerçekleştirme cüreti oldu. Bu neden bu kadar zordu? Bu tam tamına kekemenin olduğu sahnenin açıklaması ve temelde de filmin baş yazısı. 

Andrey tarkovsky