Kitaplar

İki alışveriş, (dostluk ve aşk) rastlantılara ve başkalarına bağlıdır; biri aramakla bulunmaz kolay kolay, öteki yaşla solar gider. Onun için hayatımı doldurup doyuramazdı onlar. Üçüncü alışveriş, kitaplarla kurduğumuz ilişkidir ki daha sağlam ve daha çok bizimdir. Ötekilerin başka üstünlükleri vardır, ama bu üçüncüsü daha sürekli ve daha kolayca yararlıdır. Ömür boyu yanı başımda, her yerde elimin altındadır. Kitaplar yaşlılığımda ve yalnızlığımda avuturlar beni. Sıkıntılı bir avareliğin baskısından kurtarır, hoşlanmadığım kişilerin havasından dilediğim zaman ayırıverirler beni. Fazla ağır basmadıkları, gücümü aşmadıkları zaman acılarımı törpülerler. Rahatımı kaçıran bir saplantıyı başımdan atmak için kitaplara başvurmaktan iyisi yoktur; hemen beni kendilerine çeker, içimdekinden uzaklaştırırlar. Öyleyken, onları yalnız daha gerçek, daha canlı, daha doğal rahatlıklar bulamadığım zaman aramama hiç de kızmaz, her zaman aynı yüzle karşılarlar beni. 

Atını yularından tutup ardından çekene yürümek kolay gelir, derler. Bizim Jacques, Napoli ve Sicilya kralı, o genç, güzel, gürbüz adam, sedyeyle taşıtırmış kendini uzun yollarda, başı fukara işi bir yastığa dayalı, boz kumaştan bir giysi ve takkeyle; ama şahane bir alay gelirmiş ardından: tahtırevanlar, yukarıdan çekilen türlü türlü binek atları, rütbeli cübbeli kodamanlar, görevliler: Bu ne perhiz bu ne turşu dedirtecek gibi. İyileşmek elinde olan bir hastaya acınmaz. Pek doğru olan bu atasözünü ben denemiş ve kullanmış olarak, kitaplardan gördüğüm yarar için söyleyebilirim. Gerçekten ben kitapları, kitap nedir bilmeyenlerden fazla kullanmam diyebilirim. Cimriler nasıl günün birinde kullanacağım diye hiç dokunmazlarsa definelerine, ben de öyle saklarım kitaplarımı. Ruhum onların benim olmasıyla doyar, yetinir. Savaşta, barışta kitapsız yola çıktığım olmaz; yine de hiç kitap açmadığım günler aylar olur. Biraz sonra, yarın, canım istediği zaman okurum derim. Zaman yürür gider beni dertlendirmeden; çünkü kitaplarımın dilediğim zaman bana sevinç verecekleri, yaşamıma destek olacakları düşüncesi anlatabileceğimden daha büyük bir rahatlık verir bana. İnsan hayatı denen bu yolculukta benim bulduğum en iyi nevale kitaplardır, ve ondan yoksun anlayışta insanlara çok acırım.

Montaigne         

Vesaire




Kafka gibi, tuttuğum defterlerde uzun çizikler atıyorum satır 
aralarına.
Bu noktada bir açıklamayı da gerekli görüyorum Barthes'ın ısrarlı uyarısını 
dikkatinize sunarak: Karşılaştırmıyor, özdeşleştiriyorum.





Contact

Darwin bu gezegende, canlıların birbiri ardından gelmesinin dışarıdan empoze edilmiş biçimsel bir model uyarınca veya yalnızca bir doğrultuda olmadığını açıkça gördü. Yaşam başka her ne olursa olsun, sabit değildir, ayarlanabilirdir. Olumsuz ve güç çevre koşullarını aşarak buraya varmıştır. Geri dönülemeyecek yollar boyunca, değişmiş, gerekince tekrar değişmiştir. Canlı olan her yaratık kendine özgü bir geçmişin ürünüdür. Onun tam benzerinin bir başka gezegende ortaya çıkmasının istatiksel olasılığı anlamsız ölçüde küçüktür. Orada karanlıkta bir yerde yaşam, hatta hücreli yaşam olabilir. Ancak ister üst, ister alt basamakta olsun, onun biçimi, insan olmayacaktır. Bu biçim benzeri olmayan, uzun bir yolculuğun, orman çatılarının tavan aralarından geçen bir yolculuğun ürünüdür; başarısızlık olasılığı o kadar büyüktür ki, insan benzeri herhangi bir şeyin o yoldan tekrar gelmesi olanaksızdır.

Carl Sagan'ın yazdığı aynı adlı romandan uyarlanan harikulade bir film Contact. (1997, Robert Zemeckis)

Akıl almaz büyüklükte bir evrenin karanlık boşluğunda bir toz zerresi gibi uçuşan bir dünyada, insan, inanılmaz ölçüde yalnızlaşmıştır. Görülmeyenden bir haber, bir işaret bulmak umuduyla zamanın basamaklarını ve bizzat yaşamın düzeneğini tarıyoruz. Bu gezegendeki -belki de bütün yıldız evrenindeki- yegane düşünen memeliler olarak bilinçli olmanın yükü ağır geliyor. Yıldızlara bakıyoruz ama işaretler belirsiz. Geçmişin kemiklerini kazıp çıkarıyoruz ve kökenimizi arıyoruz. Orada bir izlek var ama fazla dolaşık görünüyor. Bu karmaşıklığın belki de bir anlamı vardır; bu şekilde kendimize sürekli işkence yapıyoruz.

Gece, karanlık gökyüzünde,  ışıklar geliyor ve gidiyor. İnsanlar sonunda düşündükleri şeylerden huzursuz olmuş, uykularında dönüp duruyorlar ve kötü rüyalar görüyorlar; ya da meteorlar tepelerinde yeşil yeşil fısıldaşırken yatakta uyanık, düşünüyorlar. Ancak bütün uzayda ya da binlerce dünyada, hiçbir yerde yalnızlığımızı paylaşacak insanlar olmayacak. Bilgelik var olabilir, güç var olabilir; uzayda bir yerlerde acayip organlarla çalıştırılan koca aletler bizim uzayda dönüp duran bulut enkazımıza boş yere bakıyor olabilir, onların sahipleri de bizim gibi hasret duyuyor olabilir. Bütün bunlara karşın, bize yanıt veren sadece yaşamın doğası ve evrim ilkeleridir.  Başka bir yerde veya uzaklarda bir yerde, hiçbir zaman insan olmayacaktır.  


Loren C. Eiseley
(Yazıyı Tübitak yayını olan Galilleo'nun Buyruğu isimli
kitaptan aktardım.Bilim iyi geliyor.)

Düşünceler (Baudelaire)


Kişi sanatla ne denli çok uğraşırsa kuşu o denli az kalkar.

Ruhla ilkellik arasında gitgide belirginleşen bir çatlama görülür.

İlkel adamın kuşu herkesten çok kalkar; düzücülük halkın lirizmidir.

Düzmek, bir başkasının içine girmeye can atmaktır, sanatçıysa kendi kendinden çıkmaz hiç.


*

Müzik gökyüzünü oyar.

*

Müzik uzayıp genişleme duygusu verir.
Az ya da çok bütün sanatlar da öyle; çünkü sanatlar sayıdırlar, 
sayı ise uzayın bir çevirisidir.

*

Nedir aşk? 
İnsanın kendinden çıkma gereksinimi.

*

Mutluluk tek olmaktır, insanın özel bir biçimde kendi kendisiyle 
fuhuş etmesidir.

İnsanın soylulukla sevme gereksinimi diye adlandırdığı işte yalnızlıktan duyduğu bu korkudur, 
başka bir bedende ben'ini unutma gereksinimidir.

*

Kilise aşkı ortadan kaldıramadığı için, hiç olmazsa temizleyip arıtmak istedi onu, evliliği buldu. 

Death Valley (short)


Morning





m.b.

Erotizm

---------------------Bir varlık yalnız doğar, yalnız ölür. Bir varlık ile diğeri arasında bir uçurum, bir kesinti vardır.

Bu uçurum siz dinleyenler ve ben konuşan arasında vardır. İletişim kurmaya çalışıyoruz ama aramızdaki hiçbir iletişim temel farklılığı yok edemez. Eğer siz ölürseniz, ölen ben değilimdir. Bizler, siz ve ben birbirinden ayrı varlıklarız.

Fakat bizi ayıran bu uçurumu kafamda canlandırabilirim. Bu uçurum derindir ve bunu yok edecek bir yol göremiyorum. Birlikte sadece bu uçurumun başdöndürücülüğünü hissedebiliriz. Bizi büyüleyebilir. Bu uçurum ölümdür ve ölüm başdöndürücüdür ve büyüleyicidir.......................





*
Erotizm yaşamın ölüme kadar olumlanmasıdır, diyebiliriz. Bu bir tanım değildir ama bu formül erotizmin anlamını başka bir tanımlamadan daha iyi vermektedir. Eğer kesin bir tanım gerekseydi, üremenin cinsel yapısından başlamak gerekecekti ve erotizm de bu faaliyetin özel bir şekli olarak belirtilecekti. Üreme amaçlı cinsel faaliyet cinsel yaşamlı hayvanlarda ve insanda görülmektedir. Ama sadece insanlar cinsel yaşamlarını erotik bir etkinliğe çevirmişlerdir. Erotizm, üremenin doğal amacı çocuk sahibi olma kaygısından ayrı psikolojik bir araştırmadır. Bu basit tanımdan, en başta bahsettiğim erotizmin ölüme kadar yaşamın olumlanmasıdır, formülüne geliyorum. Aslında erotik etkinlik, üreme endişesinden bağımsız psikolojik araştırmanın nesnesi olarak yaşamın canlanması olmasına karşın ölüme de uzak değildir. Burada o kadar büyük bir çelişki var ki fazla beklemeden bu düşüncemin varlık nedenini destekler görünen iki metni iletiyorum:

"Giz maalesef çok açık diyor, Sade. Kötülüğe biraz bulaşmış her ahlaksız, cinayetin duygular üzerindeki egemenliğinin ne kadar büyük olduğunu bilir."

Aynı kişi daha yalın olarak şunu yazıyor:

"Ölümle haşır neşir olmanın en iyi yolu onu ahlaksız bir fikirle bağdaştırmaktır."

  Düşüncemin varlık nedenini destekler görünen olgudan bahsetmiştim. Aslında Sade'ın düşüncesi bir sapıklık olabilir. Belirtilen eğilimler insanın doğasında çok ender olmamasına rağmen, bunların sapık duygular olduğunda bahsedilebilir. Buna rağmen, cinsel arzu ile ölüm arasında bir bağlantı ortaya çıkmaktadır. Cinayetin görülmesi ve hayal edilmesi en azından hastalarda cinsel arzu uyandırmaktadır. Hastalığın bu ilişkinin nedeni olduğu fikri ile kendimizi sınırlandıramayız. Bu gerçek, kötülük kavramıyla sınırlandırılamaz. Hatta bu gerçeğin ölüm ve yaşam betimlemelerimizin temelini oluşturduğu düşüncesindeyim. Çoğu zaman varlığın insanda tutku dışında oluştuğu izlenimi vardır. Ben aksine varlığın bu tutku eylemlerinin dışında düşünülemeyeceğini söyleyeceğim.

...
Erotizm alanı, şiddetin ve ırza geçmenin alanıdır. 

Eşlerin varlıklarının tecavüze uğraması söz konusu değilse, ölümün ve cinayetin sınırındaki tecavüz olgusu kabul edilmiyorsa bedenlerin erotizmi ne anlama gelmektedir?

Kalbin bulunmadığı bir yerde, erotizmin ortaya koyduğu etkinliğin amacı varlığın en derin özüne ulaşmaktır. Normal bir durumdan erotik zevk durumuna geçiş, süreksiz bir düzenden oluşmuş bir varlığın göreceli olarak içimizde erimesini varsayar. Bu erime terimi, erotik etkinliğe bağlı olarak eriyen yaşam ifadesine uygundur. Varlıkların erimesi eyleminde, erkek eş prensip olarak etken, dişi edilgen rol oynarlar. Özellikle dişi eş oluşan varlık olarak eriyen taraftır. Fakat erkek eş için edilgen tarafın erimesi tek bir anlama gelir: erime noktasında iki varlığı birbirine karıştıran birleşmeyi hazırlar. Erotik etkinliğin bir tek prensibi vardır: normal durumda oyunun bir tarafı olan varlığın yapısını imha etmektir. 

...
Eğer tecavüz olgusu eksikse, erotik etkinlik bütünlüğünü kazanamamaktadır. Bununla birlikte gerçek yok etme, daha doğrusu öldürme, ırza geçme ile oluşan erotizm kadar tam bir erotizm şekli olmayacaktır. Romanlarında, Marquis de Sade'ın, cinayetin erotik coşkunluğun tepe noktası olduğu, şeklindeki betimlemesinin sadece şu anlamı vardır: biraz önce taslak olarak belirttiği eylemi son noktasına götürmekle, zorunlu olan erotizmden ayrılmaktayız. Normal davranıştan isteğe geçişte, ölümün temel bir büyülemesi vardır. Erotizmde söz konusu olan, her zaman oluşmuş yapıların  bozulması olgusudur. Tekrar ediyorum: söz konusu olan, biz bireylerin ayrık (süreksiz) düzeninin kıran sosyal yaşam biçimlerinin bozulmasıdır. Fakat üremeden daha az olmak üzere erotizmde, Sade'a inat süreksiz (ayrık) yaşam yok olmaya mahkum değildir: sadece bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. En son noktaya kadar bu yaşam allak bullak olmak zorunda kalmıştır. Sadece, ayrık varlıkların ölümü ile gerçekleşebilecek sürekliliğin yaşamı alıp götürmesi koşuluyla süreklilik arayışı vardır. Süreksizlik üzerine kurulu bir dünyanın izin verdiği ölçüde sürekliliği sokabilmektir söz konusu olan. Sade'ın sapıklığı bu olanağı aşmaktadır. Bu sapıklık az sayıda varlığı cezbetmiş ve bazıları bunu sonuna kadar götürmüşlerdir. Fakat normal insanlar için, sadist eylemler temel davranışlardan aşırı bir sapma olarak görülmüştür. Bizi heyecanlandıran eylemlerde ürkütücü bir aşırılık vardır. Bu aşırılık eylemin anlamını aydınlatmaktadır. Fakat bu aşırılık, korkunun bizi perçinlediği bireysel süreksizliğin parçalanması olan ölümün bize yaşamdan daha üstün bir gerçek gibi sunulduğunu aralıksız anımsatan korkunç bir işaretten başka bir şey değildir.



...

New Queer Cinema


Queer Tahayyül




Pınar Selek'in Maskeler Gacılar Süvariler 
kitabından

Öteki Prova


Bugün 50 yaşımdayım; bilebildiğim kadarıyla hiç fotoğrafım yoktur, çekilmediğimden değil: Bir biçimde karenin içinde yer almışsam bile, ki hep kaçındım o durumdan, kimsenin albümünden baktığımı sanmam meraklı gözlere, olsa olsa teşhis edilmemiş bir yabancı kimliğiyle anılmışımdır birkaç kez. Kimseye mektup yazmadım, aldığım mektupları saklamadım. Yaşadığımı kanıtlayan bir dolu belge, evrak olsa gerektir çeşitli arşivlerde: Eğitim 'gördüm', askerlik yaptım, babamdan kalma, akarıyla iyi kötü yaşadığım iki dükkanın vergilerini ödedim, doğduğum için nüfus kağıdım, ara sıra yolculuğa çıktığım için bir pasaportum var tabii; gelgelelim, hiç çalışmadım, evlenmedim, bir çocuğum olduğunu biliyorum, onu hiç görmedim.

...

Komşularımla tanışmıyorum, tıpkı mahallede gündelik alışverişimi yaptığım dükkanlardaki insanlar için olduğu gibi, topu topu aşina bir yüzüm. Benim düpedüz deli, meczup olduğumu düşündüklerini sanmıyorum: Terbiyeli, sakin, şüphesiz aşırı mesafeli bir insanım, münzevi yaşayışım onların ola ki bana acımalarına yol açıyordur. Zaman zaman meraklarını uyandırmış olabilirim, bunun uzun sürdüğünü sanmam: Kimsenin ilgisini uyandıracak bir özelliğim yoktur: Hemen hemen hep aynı şeyleri yapan, aynı şeyleri giyen, geleni gideni olmayan biri konusunda uyanabilecek ilginin merkezi yoktur ki, kalıcı bir ilgi doğabilsin.

Yıllardır kimse girmedi evime. Yemeğimi, temizliğimi kendim yaparım. En büyük tutkum yürümektir, sabahları çok erken kalkar, uzun bir yürüyüş yaparım; her seferinde farklı güzergahlar arar, bulurum. Düzgün, düzenli yaşayan biri kendisini görünmez kılmayı başarır. Bu sonucu alabilmek için enikonu çalışmak, çaba harcamak zorunda kaldığımı saklayacak değilim. 30 yaşındaydım, kopmaya karar verdim. Bir çevrem vardı: Ailem, arkadaşlarım, bir de, şairin dediği gibi " hayatımı delik deşik eden kadınlar". Demir almak, uyumsuz bir biçimde de olsa ait olunan kıyıdan uzaklaşmanın yolunu bulmak, doğrusu kararın kendisinden çok daha zor.

Gerçek bir karar, sağlamdır, sorunlarla karşılaşınca çözülmez. Oysa uygulama, kararın gücünden aldığı yabana atılamayacak desteğe karşın, çetrefil bir yol çıkarıyor insanın önüne. Kestirip atmak istememiz, karşı kutbu ikna etmemize yetmiyor, İskender kılıcı vurasıya ciddi zorluklar çektim. Annem yaşıyordu o zamanlar, ablamın bana bir bağlılığı vardı, ailemin beni sevmemesi için epey uğraşmam gerekti. Kadınlar, arkadaşlar ile sorunun bambaşka cepheleri açılıyor: Huzursuz, huzursuz edici, katlanılması güç biriydim ben, o dönemde; kendisiyle uzlaşamayan kişi başkalarına yar olabilir miydi? Gene de, bir aşamada, kararımı anlatamadığımı gördüm: Çekip gittim buralardan, beş yıl adressiz yaşadım ve dönünce yeni düzenimi, bu düzeni daha kolay kurdum - Zaman, benim izimi çevremdekilerde sildi. Yaşadığımı tahmin ediyorlardır, ölmüş olsaydı bir biçimde bunu öğrenirdik diye akıl yürütüyorlardır; hiçbiri peşime takılmıyor neyse ki, geçen zaman onlara da belletmiştir: Karşılaşılsa, kim hayatını karşısındakiyle yüzleştirebilir, ortak bir ölçü birimi bulunabilir mi?
...

Kafamı kaldırdığımda; gözlerimi, karşımdaki pencerenin camında gidip gelen yüzümden ayırıp, içeri doğru upuzun açılan bir odanın loşluğuna çevirdiğimde, karanlıkta bile her ayrıntısına hakim olduğum odanın bir duvarını kaplayan kitapları görüyorum. Sayısını tam bilemiyorum gerçi, ama altı yüz yedi yüz cilt olmalı orada. 30 yaşındayken, o vakitler başka bir kentte oturuyordum, yaşadığım evde beş bini aşkın kitap vardı. Olanaklarım o kadarını elvermişti, fazlasını elverseydi sonsuz sayıda kitap edinmekten geri durmazdım. 1982'de kutulara doldurup hepsini dostumun evine gönderdim, yola çıktığım gün. Şimdi evimdeki rafları dolduran bu birkaç yüz kitabı buraya yerleştikten sonra, son on on beş yıl içinde aldım. Onlar tanıdığım, iyi okuduğum, önemlice bir bölümünü yeniden okuma fırsatı bulduğum kitaplardır.

Her gün üç saat sabahları, üç saat öğle sonrası, bu odada, bu masada çalışırım; geceleri bazan bir iki saat, bazen daha uzun içerideki koltukta oturur okurum, notlar alırım. Benim gibi birisinin, yaşam boyunca işe gitmemiş bir adamın çalışmak fiilini kullanmasında bir tuhaflık olduğu kesin; Flaubert'in "ancak budalalar bir işyerinde çalışır" sözüne sığındığımdan değil, çalışmanın toplumsal bir fiil olarak anlam alanı beni hiç ilgilendirmedi, bir düzenin, herhangi bir düzenin işleyişini sağlamak insanın işi olamaz diye düşünegeldim baştan beri: Çalışmak, kişinin sahiden istediği uğraşı sürdürmesidir.

Benim için kendimi bildim bileli, neredeyse 'çocuk' sayıldığım bir yaştan beri tek bir uğraş anlam taşıdı: Erkenden , pek çok benzerim gibi "yazmak" fiilinin akıntısına kapıldım. Bu cümleye pek çok yaşam öyküsünde rastlarız; kendi dillerinin, ülkelerinin, başka dillerin, kültürlerin yazarları sayılmış, saygın bir yazar kimliğine bitişmiş, yazın tarihlerinde yer almış ya da açmış herkesin hikayesinin böylesi bir başlangıç noktası olmuştur.

Kendi kuyusunun dibine doğru inmeye kalkıştığında, bir başkasınınkini kazdığında, gerçek başlangıç nedenine ulaşan çıkmamıştır gerçi, ama bir gerekçe, birden fazla gerekçe nasıl bulunur çoğu zaman, kişi önce kendini ikna edebiliyorsa, ötekileri inandırmanın yolunu bulabilir.

Bir taneyse gerekçemi, birden fazlaysalar gerekçelerimi bilemiyorum ben. Doğrusu ya, onu ya da onları uzun uzadıya aramaya yanaşmadım hiç, hayatımın loşlaşmış dönemlerini didikleyerek neden yazmaya başlamış olabileceğimi anlamaya çalışmayı vazgeçilmez tasarılarımdan biri saymadım. "Yazmak" fiilini seçmeydim, o fiile ola ki seçilmeseydim, başka fiillere başvuracaktım besbelli: Kurmak, yapmak mı olurdu hayatımın ana fiili, söylemek ya da tanımak mı, yoksa, kestirmeden yapmamak gibi olumsuz bir mastara mı sapardı yolum, ya da bir vakitler çevremdekilerin korktuğu gibi ölmek fiilini mi benimserdim sözlüğe bakıp, hayatımızın özünde bunca kısır olasılıklarını bir tür varsıllık sayıyor oluşumuz hazin.    

...

Duvarımda Balzac'ın cümlesi: "Bir kitabı düşlemek ne denli kolaysa, onu yapmak o denli zorlu". Bu cümleyi anlıyorum.


Öteki Prova - Enis Batur

Hoist (short)





kör baykuş



'Saint' Genet

Eşcinsellik, gözlerimin rengi, ayaklarımın sayısı gibi bana verilmiş bir şeydi. Küçük bir çocukken öbür oğlanların benim üzerimdeki etkilerinin bilincine vardım, kadınlar hiçbir zaman beni çekmediler. İşte ancak bu çekiciliğinin bilincine vardıktan sonradır ki eşcinselliğimi, kelimenin Sartre'çı anlamında, özgürce "seçtim", "karar kıldım". Başka ve daha basit bir deyişle, eşcinselliğin toplum tarafından kınandığını bile bile, buna razı olmam gerekti.


Onu bir lanet olarak görmek istiyorsanız sizin bileceğiniz iş, ben onu bir lütuf olarak görüyorum. Size onun pedagojik yanından bahsetmek isterim. İlgilendiğim tüm oğlanlarla seviştim elbette. Ama sadece sevişmekle ilgilenmedim. Yaşamış olduğum serüveni onlarla yeniden kurmaya çalıştım; bu serüvenin simgesi pislik, ihanet, toplumun reddi ve yazıydı, yani topluma dönme, ama başka yollardan. Bu sadece benden kaynaklanan bir tutum mu? Eşcinsellik, eşcinseli yasadışı konumuna yerleştirdiği için, onu toplumsal değerleri yeniden gözden geçirmeye zorlar ve genç bir oğlanla ilgilenmeye karar verdiğinde, onunla düz bir şekilde ilgilenmeyecektir. Normal bir toplumda zorunlu olan, hem akılla hem yürekle ilgili tutarsızlıklar konusunda onu bilgilendirecektir. Şu sıralar genç bir otomobil yarışçısıyla Jackie Maglia'yla ilgileniyorum. Onun hakkında şunu söyleyebilirim: İşe araba çalmakla başladı, sonra bir çeşit alçalmayla, ne olursa çalmaya başladı. Hayatının biçiminin yarış olması gerektiğini çok çabuk anladım. Ona arabalar satın aldım. Şimdi yirmi bir yaşında. Yarışçı, artık çalmıyor. Asker kaçağıydı, artık değil. Otomobil yarışçısı olmasının ve toplum tarafından bu yeni haliyle kabul edilmesinin sorumluları hırsızlık, asker kaçaklığı ve benim. Kendini oldurarak, kendindeki temel şeyi gerçekleştirerek geri kazanıldı.

Eşcinselliğin içerdiği kadınsılık genç oğlanı sarıp sarmalar ve daha çok iyiliğin serpilip gelişmesine imkan verebilir. Din bilginleri toplantısı sırasında Vatikan'la ilgili bir televizyon programı seyrediyordum. Programa birkaç kardinal çıkardılar. İçlerinden iki üç tanesi cinsiyetsiz ve anlamsız idi. Kadınlardan hoşlanan diğerleri yavan ve açgözlü idiler. Eşcinsele benzeyen bir teki, Kardinal Lienart, iyi ve akıllı görünüyordu.
...


Dokunamazsın bu hayaletlere


Georges Bataille'ın aynı adlı romanından, Ma Mere (2004, Christophe Honore)


- Artık düşünmemek için sarılıp öp beni, dedi. Ama dilini ağzıma sok. Şimdi, hemen mutlu ol, sanki mahvolmamışım, sanki harabeye dönmemişim gibi. Seni bu ölüm ve kokuşmuşluk dünyasına sokmak istiyorum, bu dünyanın içine kapanmış olduğumu çoktan pekala hissediyorsun. Bu  dünyayı seveceğini biliyordum. Şimdi benimle birlikte kendinden geçmeni istiyorum. Seni ölümümün içine sürüklemek istiyorum. Sana vereceğim kısa bir kendinden geçme anı, onların içinde üşüdükleri o budalalık ortamına bedel değil mi? Ölmek istiyorum, tüm gemilerimi yaktım, hiç geriye dönüş olanağı yok artık. Senin kokuşman benim eserimdi: En arı ve en şiddetli olan neyim varsa sana veriyordum, yalnızca giysilerimi çıkaran şeyi sevme arzusunu. Bu kez artık bunlar sonuncu giysilerim.

Annem önümde gömleğini ve külotunu çıkardı. Çıplak olarak yatağa girdi.

Ben de çıplak olarak yatağa uzandım.






- Ben öldükten sonra senin yaşayacağını ve yaşadıkça da iğrenç bir anneye ihanet edeceğini biliyorum. Ama, daha sonra, birazdan seni benimle birleştirecek olan kucaklaşmayı anımsarsan, kadınlarla yatma nedenimi unutma. Şimdi senin o paçavra babandan söz etmenin zamanı değil: Bir erkek miydi o? Biliyorsun, ben gülüp eğlenmeyi seviyordum, belki de buna son vermedim, ne dersin? Son ana kadar, seninle alay edip etmediğimi hiçbir zaman öğrenemeyeceksin... Yanıt vermene izin vermedim. Yine de korkup korkmadığımı ya da seni çok fazla sevip sevmediğimi biliyorum. Her türlü arzudan daha tam, daha korkunç bir uçurumun gerçekliği olan bu neşe içinde seninle birlikte titrememe izin ver. İçine gömüldüğün şehvet şimdiden o kadar büyük ki seninle konuşamıyorum: Ama bunu senin güçsüzlüğün izleyecek. O sırada çekip gideceğim ve sana yalnızca son soluğunu vermek için seni beklemiş olan kadını bir daha hiçbir zaman göremeyeceksin. Ah, dişlerini sık oğlum, sen penisine benziyorsun, arzumu bir bilek gibi büken, aşırı arzuyla dolup taşan penisine.

BİNLERCE YILLIK SERÜVENİN BOŞLUĞUNDAN DUYULAN HOŞNUTSUZLUK


Varoluşumuz boşluğun üzerinden kayarak hiçliğe doğ­ru yolalmaktadır. Bu garip serüvenin ne zaman ve niçin başladığını bugüne kadar öğrenemedik. Bunu bizden son­raki varlıkların da öğrenemeyeceğini söylemek bir keha­net değildir, insan türünün zekası ve algılama yapısı bu bilmeceyi çözebilecek teçhizattan yoksundur.

Varoluşumuza anlam kazandırmak için gösterilen çabaların insanlık tarihinin bazı dönemlerinde sınırlı bölge­lerde belirli bir yoğunluk kazanmasına karşın, bu tarihin çok büyük bir bölümünde varoluşun anlamsızlığına karşı hiçbir tepkinin gösterilmediği de apaçık bir olgudur. Bu tepkisizliğin 1970-2000 arasında özel bir biçim alarak bü­tün dünyayı salgın bir hastalık gibi sardığını görüyoruz.

İkinci Dünya Savaşı sırasında meydana gelen kor­kunç olaylar (bunların en korkuncu Yahudi soykırımıydı) Tanrı'nın en azından bu dünyaya hiç müdahale etmediğini gösteriyordu (Nazilerin küçük çocukları büyük bir keyifle gaz odalarına götürmesine engel olmamıştı). Bu olaylara
tepki olarak özellikle Batı dünyasında Tanrı’dan bağımsız bir yeryüzü ahlakını temellendirmek ve bunu insanların ruhuna aşılamak için büyük bir devinim oluştu. Sanki kö­tülüklere müdahale etmeyen Tanrı’ya karşı insan yüce bir ahlakı kurarak yanıt vermek istiyordu.

Dinsel ahlaka karşı laik bir ahlakın ortaya çıkmasının arkasında dünyanın dışında kalan güçlerin dünya işlerine müdahale etmemesinin yolaçtığı hoşnutsuzluk vardı. Si­lahlı kötü insanlar silahsız iyi insanları öldürüyordu ve din­sel kökenli ahlakıyla şiddetten uzak duran insanlar kor­kunç işkencelere maruz kalıyor ve şanslarının derecesini yalnızca öldürülme biçimleri belirliyordu.

Ama laikliğin nedeni insanlığın gelişimi olmayıp, di­nin başarısızlığıydı. İnsanlar dini öte dünyayla bağlantı kur­mak için yaratmışlar ama bu konuda başladıkları noktada kalmışlardı. Hiçbir din öte dünyanın kapısını açamamış ve varoluşumuz boşluğun üzerinde hiçliğe doğru yuvarlan­maya devam etmiştir. Laiklik aşkın güç olarak Tanrı’nın ye­rine toplumu koymuştur. Marx ve Durkheim toplumu di­namik ve ahlaki bir yapı olarak görme hatasını işleyerek insanları sahte bir tanrıya taptırmışlardır. işte bu hareket yepyeni, korkunç bir felaketi başlatmıştır. Toplumun bir yığın olarak geriye götürücü, bayağılaştırıcı, alçaltıcı bir ya­pı olduğunu ilk gören Nietzsche olmuştur. Ama onu bir hasta, bir deli olarak değerlendiren yığınsal zihniyet yaşa­dığımız felaketi hızlandırmıştır. Bu felaket, yığına boyun eğmek zorunda kalmamızdır.

Son on yıllarda dünya nüfusunun patlaması ve ardın­dan kitle iletişim araçlarının devasa büyüklüklere ulaşma­sı sonucu yığın zihniyetinin ezici baskısı yaratıcı bireyler için dayanılmaz hale gelmiştir. Kökeni yığın zihniyetinde bulunan sahte ve yapay bir yaşam biçiminin kitle iletişim araçlarıyla dayatıldığı bir dünyada varolmanın tamamen anlamsız olduğunu söylemeye bile gerek yoktur. 1970’lerden İtibaren anormal bir ivme kazanan tüketim çılgınlığı­nın, sorgulamadan yaşamanın en etkin yolu haline gelme­siyle birlikte varoluş bilmecesi de yokolmuştur. İnsan türü kendi kendine işleyen bir mekanizma düzeyine inmiştir.

Dünya Üzerinde yığın zihniyetinin sözcülüğünü yapan politikacılar, sözde bilim ve düşün adamları bu akıl al­maz çılgınlığın farkında olmadan, üretimden iyi bir pay al­manın verdiği rehavetle yığınlaşmaktadırlar. Bu dünyada bulunuşumuzun hiçbir nedeni olmadığına göre, nedensiz
yasamanın bir yolu aranmıştır. Tek bir yol bulunmuştur: zevk. Son otuz yıldır bütün dünyada büyük bir zevk çıl­gınlığı yaşanmaktadır. Herkes mümkün olduğu kadar çok eğlenmeye, çok gülmeye, çok gezmeye, çok sevişmeye ça­lışmaktadır. Zevk almaya koşullanan yığınlar her saçmalı­ğı bir eğlenceye dönüştürmektedir. 1999 sayısından 2000 sayısına doğru yapılan sahte ve yapay geçiş bütün dünya üzerinde dalga dalga yayılan kitlesel eğlencelere yolaçmıştır. Nereden çıktığı belli olmayan "bu gece bütün dün­ya eğlenecek” komutu hiçbir şekilde sorgulanmadan yeri­ne getirilmiştir.

Ruhumuzu doyurmayan ve bizi sürekli huzursuz ve kaygılı halde tutan ve insan türünün kendi gerçeğinden kaçmak için yarattığı bu yapay ve sahte dünyanın içinden çıkarak kendi dünyamızı kurmak zorundayız. Böyle deva­sa bir iş bir günde gerçekleşemez. Ancak uzun ve çetin
bir yolculuğun sonunda kendimizi yapaylıktan ve sahte­likten arındırabiliriz.

Bu uzun ve çetin yolculuk mistisizmdir. İnsan türünün binlerce yıllık serüveninin boşluğundan duyulan hoş­nutsuzluğa karşı bireyin tek başına öte dünyayla iletişim kurma çabaları mistik deneyimin özünü oluşturmaktadır.

İnsan türüne karşı ilk kapsamlı bireysel tepki Nietzsche’den gelmiştir. Nietzsche’den önceki düşünürlerin hiç­biri türe karşı onun ölçüsünde mutlak bir tepki gösterme­mişti. Bu büyük filozofun hem fikirlerinin doğrudan ifade­si olan yaşamı ve hem de felsefenin temelini oluşturan ebe­di dönüş ve güç istenci kavramlaştırmaları düşünce tarihi­nin en büyük kırılma noktalarından birini oluşturmakta­dır. Ebedi dönüş, bu dünyayla öte dünyayı birleştiren bir va­roluş devinimi olarak Nietzsche’nin mistisizminin özüdür.

2000 sayısının kullanılması yoluyla yapılan yapay ayı­rımın bizde uyandırdığı sahte iyimserliğe kapılmadan bin­lerce yılın içinde biriken mistik deneyimin bir uzantısı ola­rak son yüzyılın mistik deneyimine bakmak istiyorum.

XX. yüzyılın mistik düşünürlerinin en önemlilerinden biri olan Georges Bataille’ın “İç Deney"i insanı günlük ya­şamının içindeki olağanüstülüğüyle ele almakta ve yaza­rın içtenliğinin yolaçtığı çelişkiler mantıklı eserler okuma­ya alışan kişileri afallatmaktadır.

Jean Genet'nin Portresi





Antoine Bourseiller  - Giacometti'den bahsedebilir misiniz?

Jean Genet - Evet, çünkü portremi yapmak için kırk küsür gün beni üzerine oturttuğu mutfak iskemlesinin samanları hala kalçalarımda duruyor. Ne kımıldamama, ne sigara içmeme izin veriyordu. Sadece biraz başımı çevirmeme, ama sohbeti öyle güzeldi ki.

A.B. - En çok hayran olduğunuz insanlardan biri olduğunu söylemiştiniz, değil mi?

J.G. - Tek insan.

A.B. - Tek insan mı?

J.G.. - Evet, şöyle diyelim isterseniz, Yunanistan'a minnettarım çünkü bana bilmediğim iki şeyi öğretti: tebessüm ve kanmazlık. Alberto bana toza, bu tür şeylere duyarlı olmayı öğretti.

Az önce en rahat nefes aldığım ülkeyi andım: Yunanistan. En hayran olduğum insandan söz ettim size: Giacometti. Hayatım neredeyse sona eriyor. Yetmiş bir yaşındayım ve karşınızda bütün bunlardan, tarihimden, coğrafyamdan geriye kalan duruyor. Hepsi bu kadar. Pek bir şey değil.

Sartre'dan Giacometti



 Giacometti'nin figürleri tekbaşlarına, yalnızlar. Ama bir araya getirildiklerinde, nasıl oluyorsa işte, yalnızlıklarından kurtulup birleşerek, küçük ve büyülü bir topluluğa dönüşüveriyorlar.

" Masadan uzak bir açıklığa, odanın tabanına konmuş figürleri incelerken, çoktandır araştırmakta olduğum bir ilişki içinde iki gruba ayrıldıklarını keşfettim. En ufak bir değişiklik bile yapmada her iki grubu da altlıklarına yerleştirdim..."


İnsan kalabalığı, Giacometti'nin üzerinde çalıştığı konulardan biri. Bir meydanda birbirlerine bakmadan geçen insanlar. Umutsuz, yalnız, ama birlikte. Birbirlerini kaybeden, ama birbirlerini aramadıkça da asla birbirlerini kaybetmeyecek olan insanlar. bu tip grup heykellerinden biri üzerinde iyice düşünerek, kendi evrenini benden çok daha iyi tanılıyor Giacometti:

"...acımasız geçen yıllar boyunca iyice gözlemlenmiş bir orman parçası... birbirlerinin yolları üzerinde durarak konuşan insanlar gibi, kuru ve ince gövdeli ağaçlardan oluşan bir orman."




Giacometti'nin yaptığı vücutlarda başka bir şeylerin olduğu belli. Bir sürgün kampından, bir gençlik pınarından ya da bir iç bükey aynadan mı ortaya çıkarlar dersiniz? İlk bakışta sanırsınız ki, Puchenwald kampında bir deri bir kemi kalmış zavallılarla karşı karşıyayız. Ama hemen biraz sonra yanıldığımızı anlayıp bambaşka duygulara kapılırız. Onun incecik dal gibi yaratıkları sanki semaya doğru yükselmekteler; yeryüzünden cennete doğru uçan bir grup İsa ve Meryem ile karşı karşıyayız sanki. Dans etmekteler: Kendileri, dans zaten; aynen bize vaat edilen tanrısal vücutlar gibi, orta yoğunlukta bir maddeden yapılmışlar. Ve biz hala bu mistik yükselişe dalmış derin derin düşünürken, bu sıska vücutlar açılıp güzelleşirler. Gördüklerimiz sadece dünyevi çiçeklerdir.





Giacometti'nin tarih öncesi yüzüne şöyle bir göz atarsak, onun, kendini zamanın başlangıcına yerleştirme arzusunu ve gururunu hemen fark edebiliriz. Giacometti Kültür ile alay eder, dalgasını geçer; İlerleme'ye en azından - Güzel Sanatlar'daki bir ilerlemeye - pek değer vermez. Çağdaşlarından ya da Altamira ve Eyzies Mağaralarında yaşamış ola atalarından "daha ilerlemiş" olarak görmez kendini.





Bu yerinde duramayan fakat bir o kadar da kararlı sanat işçisi, kendi çalışmalarını hep yavaşlattığından dolayı, taşın dirençliliğinden pek hoşlanmaz. Bundan dolayı hafif ve aynı zamanda da her biçime sokulmaya en elverişli, gerektiğinde çabucak parçalanabilen ve bütün malzemeler içinde en uçarı-ruhsal malzemeyi seçer: Alçı. Parmak uçları zorlukla hisseder bu maddeyi. Alçı, sanatçının ulaşılmaz ve anlaşılmaz devinimlerine bir yanıttır. 

Atölyesine gelen birisi ilk olarak, uzun ve kırmızımsı iplere dolanarak onu yarı katı bir hale sokan beyaz nesnelerden yapılmış (alçı ve üstüpü karışımı) bu garip korkulukları fark edecektir hemen. Giacometti'nin deneyimleri, düşünceleri, ihtirasları ve düşleri, bir an için onun alçı adamlarına yönelerek onlara birer biçim verirler, sonra birlikte devam ederler. Sürekli olarak hep bir değişim içinde olan ve belli bir biçimi olmayan bu garip yaratıklardan her biri, Giacometti'nin başka bir yaşamı sanki.


Maldoror'un Şarkıları Üzerine & Isidore Ducasse'ın Gerçek Yüzü

*Özdemir İnce'nin aktardıklarını okuduktan sonra görüyorum ki hayalimde doğru bir Isıdore Ducasse yaşatıyormuşum. Eşi Ülker İnce'nin türkçeye çevirdiği kurgusal Jeremy Reed romanı Isıdore da, kafamda Maldoror'dan arta kalanlardan ve yaşam öyküsünden oluşturduğum farklı bir Isıdore Ducasse portresi çizmiyordu. Şarkılar'ın alaycı ve yıkıcı tonu, korku ve dehşet imgeleri, arkasında gizlenen umudu ve hüznü, kitabın yazarı genç Isıdore Ducasse'ı saklayamıyor.

Ducasse hakkında bilgi veren tek kişi olan Paul Lesbes'in yazısının tam metnini ve İnce'nin Rimbaud ve Lautreamont üzerine yazılarını anlam kaybı yaratmayacak şekilde kesintili olarak bloga aktardım:





İsidore Lucien Ducasse'ın terekesi: Ne olduğu, ne olacağı belli olmayan bir kitap,
 iki risale, altı mektup ve yıllar sonra bulunacak bir fotoğraf. Hepsi bu!..


Isidore Ducasse



Paul Lesbes: Avukat, yargıç. Ducasse'ın Pau lisesinden arkadaşı. 
Onun yaşadığına tanıklık eden neredeyse tek kişi.


Gazeteci François Alicot, Paul Lesbes''in adresini öğrenir öğrenmez, kendisine mektup yazdı; mektupla birlikte Poesies'nin Philippe Soupault baskısını da gönderdi. Yaşlı adamın belki İsıdore Ducasse'la ilgili anıları vardı? Yaşlı adam, emekli yargıç Paul Lesbes bir edebiyat tutkunuydu. İsıdore Ducasse,  Maldoror'un Şarkıları'nı da, Poesies I-II'yi de kendisine göndermişti. Poesies I'in ithaf edildiği insanlar arasında adının bulunması gururlandırmıştı kendisini. François Alicot yaşlı yargıca dokuz mektup gönderip sorular sordu ve aldığı yanıtları Mercure de France'ın 1 Ocak 1928 tarihli sayısında yayımladı. Yazının Başlığı şöyleydi: Maldoror'un Şarkıları Üzerine. Isidore Ducasse'ın Gerçek Yüzü"


Paul Lesbes:


"Ducasse'ı Pau lisesinde, 1864 yılında tanıdım. Minvielle'le birlikte aynı sınıftaydık. Bu uzun boylu, sırtı biraz kambur, soluk tenli, uzun saçları alnın üzerine dökülen, ekşimtrak sesli delikanlı hala gözümün önünde. Çekici bir özelliği yoktu yüzünün.


"Genellikle hüzünlü ve sessizdi. Sanki kendi üzerine kapanmış gibiydi. İnsanların özgür ve mutlu bir yaşam sürdükleri denizötesi ülkelerden birkaç kez bana heyecanla söz etti.


"Çoğu zaman okuma salonunda saatler geçirirdi: Dirsekleri sıraya dayalı, elleri alnının üzerinde, gözlerini okumadığı bir kitaba dikmiş. Bir klasik kitap. Hayallere dalardı. Dostum Minvielle ve ben, onun hasret çektiğini, ailesinin onu Montevideo'ya geri çağırmasının gerektiğini düşünürdük.


Maldoror'un Şarkıları

Bir bilici gibi "On dokuzuncu yüzyılın sonu görecek kendi şairini" diyen Ducasse/Lautremaont, 1868-1918 yılları arasında geçen elli yıllık bir şaşkınlıktan sonra çağdaş şiirin en önemli doruk noktalarından  biri oldu. Bu öngörüsü iki sağlam temele dayanıyordu: Yeni bir yaşam ve yazım tasarısına. Ancak o kendisinin ve yaptıklarının bilincindeydi, ama başkaları bir başka (eski) yaşam ve yazım tasarımıyla koşullanmışlardı; bu nedenle Maldoror'un Şarkıları'nın ölçü dışılığı şaşırtıcı tazeliğini yazarının ruh hastalığına bağladılar. Böylesine şaşırtıcı bir yapıtı ancak bir ruh hastası "yapabilir"di.

"Her cümlesi sessiz ve çevik ayaklarıyla koşan bir kudurmuş kurda benzeyen" ve "sınır tanımaz ve olağanüstü özgünlüğüyle okurun damarlarını zonklatan, ruhunu alt üst eden" bu benzersiz yapıtın gücü karşısında büyüklenen Leon Bloy 1890 yılında "benzeri görülmemiş bir deli, dünyanın en büyük şairlerinden biri olsun" diye üzülüyordu. Bloy şaşkın, hayran ve üzgün. Belki dönemin bilgileri yapıtı değerlendirmeyi bir ölçüde kolaylaştırabilirdi, ancak yazar hakkında hiçbir şey bilmemesi buna engel oluyordu.

Deli sayılan Lautreamont, elli yıl sonra, bir yalvaca, dahası yeni bir düşünce çağının habercisine, "Son Vahiy"in yazarına (A.Breton) ve bir "meleksi dinamitçi"ye (Julien Gracq) dönüştü. Üstgerçekçiler Maldoror'un Şarkıları'nı "sözcük akışının bilinçli ve başdöndürücü biçimde hızlandırılması" (A.Breton) sayesinde imgelemin özgürleşmesini sağlayan otomatik yazının verimli gücünün deneysel kanıtı olarak gördüler. Onlara göre, aklın zembereğinin boşalması düşte, yarı düşte ve hipnoz sırasında gerçekleşebilirdi. Maurice Blanchot Şarkılar'ın "Fransız edebiyatının uyku yükü en yoğun yapıtı" özelliği taşıdığını ileri sürer. Metinlerin çoğunun zamanı gecedir ve ışığın tehdidi altında sona ererler.

Bilinçaltı özgürlüğüne kavuşunca, imgelem olağanüstü metaforlarla dolu bir dile dönüşür. Çelişkilerden doğan en derin, en alışılmamış, en garip metaforlara. Şarkılar'ın imgeleri, Breton yönetimindeki üstgerçekçi topluluğu büyülemişti ve üstgerçekçi kuramın kanıtı oldu.

Lautreamont ile üstgerçekçilerin imgelem gücüne tanıdıkları bu öncelik onların kara romana, fantastik'e ve olağanüstüne olan düşkünlüklerinde ortaya çıkar. Üstgerçekçilere göre Şarkılar edebiyat dünyasına fırlatılan benzeri görülmemiş bir  bombadır. İroni,  kişilerin parodisi, teknikler, süslemeler ve değişik yazınsal ifade, Şarkılar'da bir bombaya dönüşmüştür. Klasik okurun alıştığı estetikle her bakımdan çelişen bu kitap, yeni bir estetik önermekte ve eski estetiği aşağılamaktadır.

Maldoror köklü bir başkaldırının simgesidir. Hiçbir yapıt onun kadar Tanrı'ya başkaldırmamış ve onu alaya almamıştır. Cinsel tabulara da başkaldırının simgesidir: Eluard, Lautreamont'u Sade'ın yanına koyar. Şarkılar savaş ve her türlü yozlaşmanın kınanması; bütün toplumsal kurumların, aile ve kilisenin eleştirisidir; gündelik gerçeklik ve mantıkın mizah aracılığıyla parçalanmasıdır.

Üstgerçekçiler yalnızca Lautreamont'u keşfetmekle kalmadılar, aynı zamanda onun yapıtının iki önemli özelliğini de kavradılar: Alaycı ve sarakacı bir zeka; canavarlar yaratan ilkel, cinsel, karanlık ve gizemli bir düşsellik. Maldoror'un bu özellikleriyle, onun düşsel evreniyle psikanaliz ilgilenmekte gecikmedi. Ancak Maldoror'un Şarkıları biçimsel özellikleri bakımından incelenmek için formalist eleştiriyi bekledi. Tel Quel dergisinin Philippe Sollers, Marcelin Pleynet, Julıa Cristeva gibi (o zamanki) genç yazarları nöbeti üstgerçekçilerden devraldılar.

Bir kez daha tekrarlamakta yarar var: Maldoror'un Şarkıları esin kaynağı ne olursa olsun (tanrısal, doğal, toplumsal, kamusal, yazınsal, ruhsal...) güç'e karşı açılmış umutsuz bir savaş, dönüşsüz bir başkaldırıdır. Daha somut konuşacak olursak: Tanrı, kilise, III. Napoleon ve burjuvazi işbirliğinin her türlü yansımalarına karşı amansız bir başkaldırı.



    Goethe, Faust'ta "Sonuçta, kendi yarattığımız yaratıklara bağımlıyız," der. Lautreamont bu açıdan Maldoror'a bağlıdır. Gecelerin ve uçurumların süvarisi, yalnız ve lanetli Maldoror sadece Ducasse/Lautreamont'u değil, okuru da temsil etmektedir. O günün, bugünün ve yarının okurunu. Yazar, karanlığın içinde ve içinden aydınlığı değil karanlığı yazmaktadır: Çağı örten ve okurun ruhunu saran karanlığı. Buradan şu sonucu çıkartıyoruz: çağının temel sorunlarıyla ilgilenmeden, onu yaşayıp yaşatmadan "büyük" yazar olmanın olanağı yoktur.

İki Hadise (Su Tüyün Üzerinde Bekler)




Enis Batur'un kitabından



KÂHİN

"Yarılsın artık bu tekne, alsın beni deniz!"

Şaşırtıcı olan, "Yarılsın artık bu tekne"dir, bunu söyleyen gemidir. Sarhoş gemi, ve argoda "tekne" bacak demektir. On yedi yaşındayken, Rimbaud: "Yarılsın artık bu tekne!" diyor, yani "Yarılsın artık bu bacak!" Ve otuz yedi yaşındayken, deniz kıyısında, Marsilya'da, bacağını kesiyorlar. Söylemek istediğim buydu sadece.
Öyle görünüyor ki, ama bunu ispat edemem, her insanda, şair ya da değil, her insanda, şair pek bir şey demek değildir, ama her insanda, belli bir anda, kendisinin görmediği, kendiyle ilgili kahince bir yeteneğe benzeyen bir şey vardır. Rimbaud'nun bacağını keseceklerini söylemek istediğine ve söylediğine inanıyorum. Sessizliğini kendisinin istediğine inanıyorum. Şairler alanında kalırsak, Racine'in sessizliğini kendisinin istediğine inanıyorum, Shakespeare'in, sonuçta bilinmez kalmayı, adsızlığı istediğine inanıyorum, Homeros'un da öyle. 
Öyleyse her insanda etkili olan ve her insanın şu ya da bu anda ortaya çıkarabildiği, belki de saklandığı yerden dışarı uğratabildiği şey nedir? Bilmiyorum. Belki de hiçbir şeydir. (Jean Genet)


Cehennemde Bir Mevsim ile İlluminations biraz özenle okunduğu zaman, Rimbaud'nun 1880 sonrası yaşamının programını bulabilirsiniz. Sanki bir tür falcılık yapmakta, gaipten haberler vermektedir.

Cehennemde Bir mevsim'in "Kötü Kan" başlıklı şiirinde şair şöyle konuşmaktadır:

" Tamam oldu günüm; ayrılıyorum Avrupa'dan. Yakacak ciğerimi deniz havası; yağızlaştıracak derimi yitik mevsimler..."

"Geri döneceğim, demirden kollar ve bacaklarla, kararmış derimle, öfkeli gözlerle: Güçlü soydan olduğumu düşünecekler maskeme bakarak. Altınım olacak: Aylak ve kaba olacağım. Sıcak ülkelerden dönen kıyıcı sakatlara bakar kadınlar. Siyasal olaylara karışacağım. Kurtulacağım."

"Şimdi lanetliyim ben, tiksiniyorum vatandan. En iyisi, şöyle esaslı bir sarhoş uyku çekmek, kumsalda."

Bu şiiri Rimbaud 1873 yılında yazmıştır.

Arthur Rimbaud'nun Yaşamı'nın yazarları Jean Bourguignon ile Charles Houin, Rimbaud'nun arkadaşı Delahaye'nin tanıklığına dayanarak, onun şiiri 1876 yılında bıraktığını yazarlar. Suzanne Bernard ise aynı tanığın Rimbaud, L'artsite et l'etre moral adlı kitabına dayanarak, şairin şiiri bırakmış olduğunu doğrular. Larnaka'da (Kıbrıs) tifoya yakalanan Rimbaud, mayıs ayı sonlarında ana evine döner ve kışı orada geçirir. Bu dönemde, Rimbaud'yu gören Delahaye onunla edebiyat konuşmaya çalışır. Bunun üzerine Rimbaud "Artık bunu düşünmüyorum," der. Rimbaud artık Doğu'ya giderek özgürleşmek, para kazanmak, yoksulluktan ve bohem hayatından kurtulmak istemektedir. 1864 yılında, on yaşındayken yazdığı, Öndeyiş'te de dediği gibi, zengin ve rantiye olmak, rahat etmek istemektedir. Bunu gerçekleştireceği yer de Doğu'dur. Aden'den ailesine yazdığı  29 Mayıs 1884 tarihli mektupta da belirttiği gibi, bir gün yaşadığı tutsak hayatından kurtulmak, canının istediği kadar çalışmasına olanak sağlayacak paraya sahip olmak istemektedir.  

Cehennemde Bir Mevsim ve Illuminations'dan sonra şiir yazılabilir miydi sorusunu, Alain Borer şöyle yanıtlıyor: "Rimbaud şiiri bırakmıyor, şiiri tamamlıyor: Rimbaud sessizliğe ulaşmış olan ilk şairdir. Illuminations'dan sonra ne yazılabilirdi? Bu soruyu, bence, bir sonraki yüzyılın şairleri de yanıtlamış değiller." Rimbaud, bence, şiirin sınırına dayandığı için, bunu anladığı ve hissettiği için, şiir yazmayı bırakmıştı. Tıpkı bir peygamber gibi, kitabını bırakmıştır.

...

Optimism as Cultural Rebellion

M. Stone


1. No cocaine
2. Must be beautiful
3. Learn how to draw (respect doodles)
4. The work is more important than the man
5. Be informative
6. Shut up about the art-world
7. No rules
8. No work about money
9. Have discipline
10. Don't repeat anything more than three times
11. No irony
12. Psychological danger - Do it
13. Fuck semantics
14. Fashion is not art
15. Art is not fashion
16. Be totally convinced of your ideas at the same time ready to relinquish them entirely
17. Trust intuition
18. No hierarchy of education
19. Be melodramatic
20. Storytelling is SO important