Kütüphane




Neden tutsağıyım kitapların? Duvarlarımı örten kitap duvarlarıyla hangi güvensizlik
 duygusuna savaş açıyorum?

Kütüphane, her kitapseverin; ister mecnün ister tutsak sayılsın, her prangalının no man's land'idir: Evren'in bizi kuşatan sınırsızlığında oluşmuş sınırlı kişisel evrenimizde (evimiz, şehrimiz, yurdumuz, coğrafyamız) yeniden sınırsızlığa açılmamızı sağlayan öteki-topografya'mız: Orada bambaşka bir harita yaratır imgelemimiz.

Kavafis'in pek ünlü şiirindeki gibi: Gideceğim başka bir yer yok, gidecek olsam
 kitaplığımın sokakları peşimden gelecektir.

Bir kitap yazmak ve onu kütüphane'ye eklemek, okyanusta damla, gökyüzünde belli belirsiz bir taş, ölümsüzlükten çok kayboluşa hak kazanmaktır.

Yıllardır yazıyorum. Neredeyse birbaşlarına küçümen bir kitaplık oluşturabilecek, üzerinde adım yazılı kitaplar, bir dilden başka bir dillere sıçrayarak, Kütüphane'nin odalarına dağıladursunlar; Kayboluşum büyüyor, olsa olsa biçim alarak. Biliyorum, anlıyorum: Okur olarak, ölümlülüğümü önceleyerek Kütüphane'de; son soluğumu verdiğimde, bir satır daha okuyamayacağım artık; buna karşılık, başkaları satırlarımı okumayı bir zaman daha sürdürecek.

Kütüphane'ye, raflardaki kitaplara, salondan salona geçerek bakıyorum: Ne kadar zaman daha!

Soru cümlesi kaskatı kesiliyor o an.


E.B.

LASCAUX

I / ÖLÜ KUŞ-ADAM VE BİZON

Zorba coşkuyu yaşamış olan uzun gövde,
Dikey durumda şimdi yaralı canavara.

Ey acımasızca öldürülmüş olan!
Can çekişiyor her şey ve uzlaşmış olanın öldürdüğü;
O, uçurum dansçısı, ruh, daha doğmamış olan, 
Kulu ve sapkın meyvası acımasızca kurtarılmış
büyülerin.






II / KARAGEYİKLER

Sular sesleniyordu göğün kulağına.
Siz, geyikler, siz bin yıllık süreyi aştınız
Kayanın karanlıklarından okşamalarına havanın.

İzinizi süren avcının, sizi gören cinin
Öylesine severim ki tutkularını, geniş kıyılarımdan!
Ah gözleri gözlerim olsaydı, şu umutlandığım
anda.





İntihar Üzerine (Antonin Artaud)

Gerçekliğin tümünden iğreniyorum.
Çektiğim korkunç acı, yaşamdan geliyor. Benim ulaşabileceğim hiçbir durum yok.
Kesin olan şu ki, ben uzun zamandır ölüyüm, çoktan intihar etmişim. İntihar ettirildim,
 anlamında...
Ölüme açlık duymuyorum, Varlık olmamaya açlık duyuyorum.



Kendimi öldürmeden önce bana varoluştan yana güven verilmesini isterim, kuşku duymamak isterim. Yaşam, benim gözümde, olguların belirginliğini ve akılda uyumlu biçimde birleşmelerini onaylamaktan öte bir şey değil. Ben, olguların toplanıp birleştiği zorunlu bir buluşma noktası gibi duymuyorum kendimi artık; şifalı ölüm, doğadan ayırarak iyileştiriyor bizi; ama ya ben, olgulara yol vermeyen acıların ürünüysem?

Ben kendimi öldürürsem bu, kendimi yıkmam için değil, ama kendimi yeniden oluşturmam için olacak; intihar, benim için, kendimi zorlu bir uğraşla yeniden ele geçirmemi, varlığımın içine baskın yapıp girmemi, belli belirsiz ilerleyen tanrıdan önce davranmamı sağlayacak bir araçtır yalnızca. İntiharla kendi tasarımı yeniden doğaya uyguluyorum, ilk kez kendi irademle biçimlendiriyorum her şeyi. Bana uygun olmayan organlarımın koşullandırmasından kendimi kurtarıyorum; ve yaşam, bana düşünmem için verileni düşündüğüm saçma bir talih oyunu olmaktan çıkıyor. Yani kendim seçiyorum düşüncemi, ve güçlerimin, eğilimlerimin, gerçeklerimin yönünü. Güzel ile çirkinin, iyi ile kötünün arasına yerleşiyorum. Askıda bırakıyorum kendimi; hiçbir yana eğilim göstermeden, yansız; iyilerin ve kötülerin kışkırtmalarının kurduğu dengenin kurbanıyım.

Çünkü yaşamın kendisi, bir çözüm değil; yaşam, seçilmiş, benimsenmiş, belirlenmiş hiçbir varoluş türüne sahip değil. Yaşam yalnızca, istekler ve olumsuz güçler dizisidir, tiksindirici bir rastlantıya bağlı koşullara göre amacına ulaşan ya da başarısızlığa uğrayan küçük karşıtlıklar dizisidir. Kötülük, her insana, eşit ölçüde verilmemiştir, deha da öyle, delilik de. Kötülük gibi , iyilik de, koşulların ve etkisini kimisinde çok kimisinde az gösteren bir mayanın ürünüdür.

Yaratılmak ve yaşamak ve değiştirilemeyecek biçimde belirlenmiş varlığının en akla gelmez dallarına, en küçük ayrıntılarına dek kendini hissetmek, kesinlikle aşağılık bir durumdur. Aslında biz ağaçtan başka bir şey değiliz ve olasıdır ki, benim soyumun ağacının bilmem hangi boğumunda, belirlenmiş bir günde kendimi öldüreceğim yazılıdır.

İntihar özgürlüğü kavramı da, kesilmiş bir ağaç gibi düşüyor. İntiharımın ne zamanını, ne yerini, ne de koşullarını ben yarattım. Onun kavramını bulan da ben değilim, koparılmayı duyabilecek miyim?

Belki o anda varlığım parçalanıp dağılır; ama ya bütünlüğünü korursa, sakatlanmış organlarım nasıl işleyecek, varlığı olanaksız hangi organlarımla gözlemleyeceğim bu kopmayı? Ölümü, bir sel gibi duyuyorum üzerimde; gücünü bilemeyeceğim, apansız sıçrayan bir yıldırım gibi. Tatlarla ve dolanıp duran labirentlerle yüklü duyuyorum ölümü. Bunun neresinde benim varlığımın düşüncesi?

Bu Tanrı, beni, istediği gibi kullandı, saçma biçimde; beni canlı kıldı, yadsımaların yokluğunda, benim atak yadsımalarımın yokluğunda, düşünülen yaşamın, duyulan yaşamın en küçük kıpırtılarını bile yok etti bende. Yürüyen bir robot durumuna indirgedi beni; ama öyle bir robot ki, bilinçsizliğinin kırıldığını duyumsuyordu.

Ve işte ben, yaşamakta olduğumu göstermek istedim, şeylerin çınlayan gerçekliğiyle birleştirmek kendimi, yazgımı parçalamak istedim.

Tanrı ne dedi buna?

Yaşamı hissetmiyordum; değer yargılarıyla ilgili her kavramın dolaşımı, bende, kurumuş bir ırmaktı. Yaşam, bir nesne, bir biçim değildi bende; bir dizi mantık yürütmeydi yalnızca. Ama boşuna işleyen, bir yere ulaştırmayan mantık yürütmelerdi bunlar ve bende, irademin kesinleştiremediği "taslaklar" biçiminde kalıyorlardı.

Buradan intihar durumuna geçmem için de benliğimin bana geri dönmesini beklemeliyim, varlığımın tüm eklemlerini özgürce oynatabilmeliyim. Tanrı beni, umutsuzluğun içine bıraktı, sanki ışıkları bana ulaşan çıkmazlar burcunun ortasına bıraktı. Ben artık ne ölebiliyorum, ne yaşayabiliyorum, ne de ölümü ya da yaşamı istememezlik edebiliyorum. İnsanların tümü de benim gibi. 






MEKTUP

Beyefendi, 

İntihar düşüncesine bir yaklaşımda bulunmak amacıyla ağır tümcelerden oluşturduğum bir metni, daha önce size göndermiştim; ama bu metnin, söz konusu amaca ulaştığı söylenemez. Aslında intiharı aklım almıyor. Yaşamdan, şeylerle bizim varlığımızın özünün bu çirkin ama önlenemez karışımı olan yaşamdan zor kullanarak kopmayı anlıyorum ama bu işin kendisi, bu kopuşun serüven yanı, çekmiyor beni.

Uzun zamandır ölüm, benim için bir değer taşımıyor. Anlamıyorum, insanın bilinçli bir biçimde, kendinden neyi yıkabileceğini; kendi istemiyle ölse bile. Varlığımızın içine Tanrı'nın yaptığı baskındır söz konusu olan; işte bu varlığımızla kendi varlığımızı yıkmak sorunu çıkıyor karşımıza; varlığımızla ilişkili bir şey var ve bu, varlığın maddesel yanının tümleyicisi durumundadır ama o öldü diye kendisi de ölmemektedir. Yaşamın bu altedilmez egemenliği, doğanın bu yapışkanlığı, reflekslerin ve akılalmaz, gizli uzlaşmaların oyunuyla giriyor yaşamımızın özüne, olanak bırakmadan bizim girmemize. Hangi yönden kendime bakarsam bakayım anlıyorum ki devinimlerimin hiçbiri, düşüncelerimin hiçbiri benim değil.

Bir gecikmeyle hissediyorum yaşamı, umutsuzlukta fark ediyorum ondan kopmadığımı.

Düşüncelerimi teker teker bırakmakla daha şimdiden intihar ettim ben. Hiçliğin kendisinde bile yıkılması gereken çok şey var. Ölmeye güvenmemin yanlış olacağını sanıyorum, ölmekten vazgeçiyorum. Ölümü bir serüven olarak algılamıyorum, öyle hissetmiyorum onu; ölmekte olduğumu hissediyorum, gösterişsiz, çatışmasız, sessiz bir ölümü; ama ağır ağır ve sürekli bir kopuş bu.

Aklımın içine giren şeyden başkasını kavrayamıyorum. Ölüm, bir ürpertiden yalnızca bir tanesi; şeylerin belirsiz pençe vuruşlarından bir tanesi, benliğimin çeperlerinde. Bu şeylerin artık yaşanmaması kesinleşti: her şeyi yaşamış olduğumu hissediyorum; düşünmenin, hissetmenin, yaşamanın kölesi olmaktan kendimi kurtarmak için ölüme başvuracak olursam...

Ama beni, ölümde en çok korkutan, Tanrıyla bu yakınlaşma değil, kendi içime geri dönüş değil, kendi özüme son kez girme zorunluluğudur.

Yaşamdan kendimi kurtaramam, bir şey'den kendimi kurtaramam.

Düşünme, hissetme, yaşama etkinliklerinin, Tanrıdan önce ortaya çıktığından emin olmalıyım; ancak o zaman intiharın bir anlamı olur.

Ama Tanrı, saçma ölüm, daha da korkunçlaşmış yaşam, çözülmez bir problemin üç bilinmeyenidir; intihar, bu probleme hiçbir çözüm getirmez.

Bana inanmanız, sizin iyiliğinizedir.

Antonin Artaud

Huzursuzluğun Kitabı



36
H.K.


 5 Şubat 1930

Ne sıradan bir odanın dökülen duvarları, ne kendimi yabancı hissettiğim bu büronun eski masaları, ne yılların Aşağı Şehir'inde enlemesine uzayıp giden, çok gezildiği için sabit tamir edilmezlik payesini kazanmış sokakların sefilliği; ruhumun sık sık yaşadığı, yaşamın gündelik, alçaltıcı sıradanlığından doğan bunalımı yaratan bunların hiçbiri değil. Sebep her zaman çevremde bulunan insanlar, beni tanımayan ya da ancak benimle olan temasları ölçüsünde ve günlük teranelerle tanıyan insanlar - ruhumun boğazına sarılıp orada, etimde bir tiksintinin düğümlenmesine yol açanlar onlar. Hayatlarının, benim hayatımın en dıştaki katmanına paralel iğrenç tekdüzeliği, benzerlerim olduklarına içtenlikle inanmaları - sırtıma forsa kıyafetini geçiren, beni bir hapishane hücresine tıkan, düzmece bir varlık, bir dilenci yapan işte bütün bunlar. 





















**
rasgele


sf. 367

Penceremden sarkmış, koca şehirdeki rengarenk yığınları seyrederken ruhum tek bir düşünceyle meşgul: Bütün samimiyetimle ölmek, hesabı kapatmak, dünyadaki hiçbir şehrin üzerinde bir daha asla ışık görmemek, bir daha asla düşünmemek, hissetmemek, güneşin ve günlerin akışını ardımda bir paket kağıdı gibi bırakmak; geniş yatağın kenarına oturup, varolmak için elimde olmadan harcadığım çabayı, ağır bir kıyafet gibi üzerimden çıkarmak istiyorum.



sf. 185


Uykum var. Boş sayılabilecek büroda saçma sapan bir işle uğraşırken gün uzadıkça uzadı. İş yerindekilerin ikisi hasta, ötekilerse başka yerde. Kendi köşesine çekilmiş olan ayakçı çocuk sayılmazsa yapayalnızım. Günün birinde saçma da olsa bir özlem duyabilmeye yönelik o şüpheli olasılığı özlüyorum.



sf 97

Birden yapayalnız kalıyorum dünyada. Manevi bir çatının tepesinden seyrediyorum bütün bunları. Dünyada yalnızım. Görmek uzakta olmaktır. Açıkça görmek, durmaktır. Tahlil etmek yabancılaşmaktır. İnsanlar bana değmeden geçiyor yanımdan. Etrafımda havadan başka şey yok. Kendimi o kadar tecrit edilmiş hissediyorum ki, üzerimdeki giysiyle aramdaki boşluğu bile algılıyorum.


Hayattaki her şey gibi ben de olduğum yerde boşuna duruyorum.



sf. 416


Hayatta gülünç, iğrenç ya da ağır zekalı görünmemize neden olan talihsiz olayları, kendi soğukkanlılığımızın ışığında, yolculuğun cilveleri olarak görmeliyiz. Şu dünyada hiçlikten hiçliğe ya da her şeyden her şeye giden biz yolcular (gönüllü olalım ya da olmayalım), yolculuğun dertlerini, arabanın sarsılıp durmasını önemsememesi gereken, sıradan seferileriz. Bu düşünceyle avunuyorum, belki kendi kendimi avutuyorum, belki de gerçekten kendimi avutacak bir şey var bunda. Ama zaten, üzerinde fazla kafa yormazsam, aslı olmayan avuntu elle tutulur bir gerçeğe dönüşüyor.



 sf 190


Bazen geceleyin uyandığımda alın yazımı dokumakta olan, görünmez eller hissederim.



sf. 226

"Nasıl da şehvet dolu...ve yüce bir zevkle, bazı geceler şehrin sokaklarında dolaşırken ve yapıların çizgilerini, farklı yapım tarzlarını, mimarilerindeki ince ayrıntıları ruhumun içiyle incelerken, kimi pencerelerde ışıklar yanarken, çiçek saksıları balkondan dışarı uzanmış - diyordum ki, işte bütün bunları seyrederken, nasıl da içgüdüsel bir hazla bilincimin dudaklarına yükselir şu kurtarıcı çığlık:

Bunların hiçbiri gerçek değil!"




sf. 190

Ey üzgün yüreğim, tanrılar dilesin de Kader'in bir anlamı olsun!

Ya da Kader dilesin de tanrıların bir anlamı olsun!




sf. 138

Kendi payıma, dünyadan şikayetçi değilim. Evren adına bir itirazım da yok. Karamsar sayılmam. Acı çekerim ve şikayet ederim, ama acı çekmek genel bir kural mıdır, insanın doğasında mı vardır, bilmem. Öyle ya da değil, bilsem ne olur, bilmesem ne olur?

Acı çekiyorum, ama bunu hak edip hak etmediğimi bilmiyorum.(Kovalanan bir ceylan)


Karamsar değilim, hüzünlüyüm.




sf. 221

Hayal kurmak, neye yarar?
Ne yarattım kendimden? Hiç.
Gece'de tinselleşsem (...).

Dış çizgileri olmayan iç-heykel, asla kurulmamış dış Hayal.




sf. 304


Dostluğa az da olsa yeteneğim vardı, ama hiç dostum olmadı, ya beni hayal kırıklığına uğrattılar ya da dostluk kavramı düşlerimin bir hatasıydı. Hep insanlardan uzak yaşadım, yalnızlığım arttıkça da kendimi daha iyi keşfettim.



...


Kendim için kimim ben? Hissettiğim şeylerden biri sadece.

Dış dünyanın varlığı sahnede oynayan bir aktörün varlığına benziyor: Varolduğuna şüphe yok, ama kesinlikle bambaşka bir şey olarak.


...

Pahalı bir puro yakıp gözlerini kapamak - zenginlik diye işte buna derler.


...

Romantizm ve Yücelik

Caspar D. Friedrich - Wanderer above the Sea of Fog 1818

XVIII. yüzyıl yeni manzaralarla ve yeni adetlerle karşılaşmaya can atan gezginlerin çağıydı; bu tutkunun nedeni, daha önceki yüzyıllarda olduğu gibi fetih değil, yeni keyifler ve yeni heyecanlar tatmaktı. Bu merak egzotik, ilginç, tuhaf, farklı ve şaşırtıcı olandan alınan zevkin gelişmesine yol açtı. Bu dönem, "dağların şiirselliği" olarak adlandırabileceğimiz bir akımı doğurdu: Alp Dağları'nı aşacak kadar cesur  gezgin, aşılmaz zirvelerin, sonsuz buzulların, dipsiz yarların ve sınırsız toprakların karşısında hayranlığa düşüyordu.

Daha XVII. yüzyıl sona ermeden, Thomas Burnet, Telluris Theoria Sacra'da dağların deneyimi'nde insan ruhunu Tanrı katına yükselten bir sonsuzluk iması, büyük düşünceler ile tutkular yaratabilecek bir şey gördü. XVII. yüzyılda, Shaftesbury Kontu Moral Essays adlı eserinde yalçın kayalıkların, nemli mağaraların, yarların ve çavlanların, vahşi hayatın zarafetini taşıdıkları, gerçekten, doğayı ifade ettikleri için, hayranlık uyandırdıklarını, krallara layık bahçelerin "gülünç sahtelikler" olarak tanımladığı güzelliğinden daha ihtişamlı olduklarını anlatır.   

Romantik duyarlılığı besleyecek olan bu fikirler daha sonra XVIII. yüzyıl boyunca çeşitli yazarlarca ele alınıp, farklı yönlerde geliştirildi. Schiller için Yücelik, tıpkı mantıklı doğamızın kendini tüm kısıtlamalardan bağımsız ve hepsinin üzerinde hissettiği gibi, fiziki doğamızın da kendi sınırlarının farkına vardığı bir simgenin varlığıdır. Hegel içinse Yücelik, olgular alanında böylesi bir ifade için uygun görecek bir unsur bulunmaksızın sonsuzluğu betimleme girişimidir.

Daha önce belirttiğimiz gibi, Yücelik kavramı, sanat hakkında değil de, doğa hakkında hissettiğimiz bir deneyimle ilgili olduğundan, tümüyle yeni bir yoldan yerleşir. Bir dizi sanatçının Yücelik kavramını sanatlara uygulamaya çalışmasına rağmen, romantik duyarlılık kendini bir sorunla karşı karşıya buldu: Doğanın gösterilerine tanık olurken duyduğumuz yücelik izlenimini nasıl ifade etmeli? Sanatçılar bu sorunu çeşitli yönlerden çözmeye çabaladı, fırtınalar, uçsuz bucaksız büyüklükler, görkemli buzullar ya da ölçüsüz tutkular hakkında yazılar yazıp resimler çizdiler, hatta besteler bile yaptılar.

Mesela Friedrich tarafından yapılmış ve insanları Yüceliği hayranlıkla izlerken gösteren resimler vardır. Burada insanlar, onlara değil de onlardan bakmamızı, kendimizi onların yerine koymamızı, gördüklerini görüp doğanın görkemli manzarasında kendimizi onlar gibi önemsiz hissetmemizi sağlayacak şekilde, sırtlarından çizilmiştir. Bütün bu resimlerde sanatçı, bir Yücelik anında doğayı çizmekten çok (bizim de katkımızla) Yücelik karşısındaki deneyim'i ifade etmeye çalışmıştır.    

Umberto Eco 




boy



Rüzgara İzin (Rene Char)

Buradaki Rüzgara izin senin üstünde aynı etkiyi yapacak mı -o denli iyi bir çeviri mi- bilmiyorum, pek de sanmıyorum sevgili okur; ama ben o gün sanki bir kapıdan geçtiğim, anlatılmaz bir şeylere dokunduğum, bir tılsım ya da büyüyle, doğruca söylemek gerekirse büyük bir şiirle karşı karşıya olduğum duygusunu çok güçlü bir biçimde almıştım. Arkası kendiliğinden geldi. Özellikle de yine babamın önerdiği bir kitabı, Georges Mounin'in Avez-vous lu Char (Char'ı Okudunuz mu?) başlıklı denemeler derlemesini okuduktan sonra bu ozanın dünyasına git gide daha fazla girdim. Char sevdiğim yabancı ozanlar arasında baş köşeye oturdu. Sanırım bugün de orada olduğunu hiç duraksamadan söyleyebilirim. Çok sonraları edinebildiğim Pleiade baskısı Tüm yapıtları, şiire gereksinim duyduğum zaman ilk el attığım, sayfalarını karıştırıp bugün de aynı heyecanla okuduğum ender kitaplardan biridir. Özellikle, tüm modernliğine karşın onu bir Provence şairi, "Güneyli" bir ozan yapan şeyler (ki şiirlerini okurken bunları siz de hemen duyumsayacaksınız) onu bana, bir okur olarak benim şiir dünyama daha da yaklaştırdı. 

Samih Rifat




Rüzgara izin 

Köyün yamaçlarına kamp kurmuş mimoza ağaçlı tarlalar vardır. Toplama zamanı oralardan uzakta, kolları gün boyu kırılgan dallarla uğraşmış bir kıza rastlarsınız ara sıra. Alabildiğine güzel kokulu bir karşılaşmadır bu. Işıltı çemberi kokudan bir lambaya benzeyen kız, sırtı batan güneşe dönük, yürür gider.

Onunla konuşmak bir kutsallığı çiğnemek olur. 

Otları ezen bez çarıklarıyla yol verin geçsin. Kim bilir, belki de dudaklarının üstünde bir sanrı gibi, Gece’nin nemini görebilirsiniz!


Heat Soundtrack (Terje Rypdal)




Ölüm (de)



Ama ölümden ürkerek
kendini çoraklaşma karşısında 
saf haliyle koruyan yaşam değil,
ölüme katlanarak
kendini onun içinde elde eden
yaşamdır, tinin yaşamı.
Tin, kendini
mutlak kopmuşlukta bulmakla
kazanır ancak,
kendi hakikatini.

(Hegel)




Yaşam, yitim acısıdır.
Yaşamak, yitirmenin
acısını çekmektir.

Ölüm yitmekse,
yaşam da yitirmektir

Yaşamak, yaşamın nasıl
tükendiğini yaşamaktır.

Yaşam yıkımsa,
yaşamak yıkmaktır.

Ölüm bitmekse,
yaşam tükenmektir.

Yaşam yitirmekse,
birlikte yaşamak,
yitirtmektir.


Ölüm yaşantısıdır bizi yaşatan. Yaşamını gereğince yaşayan insan için, zorunlu tek yaşantı, hep hüzündür. Bizi yaşatandır, hüzün: hüzün yaşamın nasıl dopdolu, ama nasıl da bomboş -gelip geçici, bitici, sonlu - nasıl ölümlü olduğu yaşantısı...

Oruç Aruoba'nın De ki işte kitabının 
Ölüm başlıklı metninden

*L.H.O.O.Q.


Marcel Duchamp, 1919


*"kızın yakıcı kalçaları var"


Bir hareket, bir tavır, bir kafa tutma, bir ters yüz etme, bir silip süpürme, bir yerinden oynatma, bir zedeleme, bir çizme, bir hiçe sayma, bir hiçten sayma, bir hiçleme ve hepleme, bir höstleme, bir hoştlama, bir örseleme, bir sallama silkeleme sarsma, bir yere tükürme, yüze tükürme, yüzünüze tükürme, bir şarap çanağına tükürme, bir nanik, bir nah, bir 'tir git, bir yaylan bakalım, bir ıslık, bir nara, haeeyt, hoop, ala ala hey, beyler ilerleyin arkada boş yer var, bir sağdan gidin cüzdan bulun, bir ince osuruk, bir sert varta, bir kıçına tekme, bir burnuna parmak sokma, bir pandik, bir istiklal marşını tersten söyleme, bir amuda kalkma, bir yan yan, dik dik, ters ters bakma, bir omuz atma, bir çelme takma, bir kulampara kündesi, bir taş atma, bir tane daha taş atma, bir taş koyma,  bir kanırtma, bir narkozsuz diş oyma, bir itip kakma, bir başından geçirme, bir taşak geçme, bir kevgirleme, bir oturtma, bir yerinden etme, bir şişleme, bir eşeğe ters bindirme, bir hırpalama, bir pestilini çıkarma, bir tiye alma, bir boru döşeme, bir kan kusturma, bir burnundan kıl alma, bir teneşir paklatma, bir muz kabuğuna bastırma, bir dört numara matkapla oyma, bir canından bezdirme, bir karakumun yüzüne geyirme, bir piç etme, bir şapkayı arkadan itip keli gösterme'dir DADA.

enis batur

Yazmak


"Sizin de değindiğiniz gibi, 'hiçbir şey
yapmama' zevkinden yoksunum bütünüy-
le. Elimde bir kitap tutmuyorsam, ya da bir
kitap yazma düşü içinde değilsem, anırası
bir sıkıntı duyuyorum. Hayata gelince, an-
cak yan çizildiği takdirde, olmadı karışık
zevklere saparak dayanılır kılınabilir gibi
geliyor bana... o da bir işe yararsa tabii!"

Gustave Flaubert
Louise Colet'ye Mektup


Yazmazsam çıldırırdım, denilmiştir. Yazmazsam hastalanırdım, yazmazsam ölürdüm de. Hastalanmak ya da çıldırmak, korkunun beslediği birer varsayımdır. Doğru olabilir bütün bunlar: Yazan-insan, yazmasa hastalanabilir, çıldırabilir gerçekten de. Yazmak, kurtulmak mıdır? Bazen kurtuluş, bazen de ertelemedir belki. Yazın tarihleri, yazmanın hastalığa, çıldırmaya engel olamadığı örneklerle doludur. Bir de yazmanın hastalığa, çılgınlığa dönüştüğü durumlar vardır. Demek ki bir kesinlikten söz edemeyiz burada.

Yazmasam ölürdüm, bana gerçeksi (vraisemblable) bir ifade olarak görünmüyor. Ölmemek için yazmak bir çıkış oluşturabiliyorsa, ölmek istenmiyor demektir. Yazın tarihleri, yazdıkları halde ölmüş, daha doğrusu ölümü seçmiş şairler ve yazarlarla donanmıştır. Ölmeyi isteme noktası, yazının oyalayamama sınırını gösterir. Demek ki yazmak, henüz o noktaya gelmediğimiz için ölümün yerini tutabilmektedir - burada bir değiş tokuştan dem vurmak elde değildir.  

Yazmasam oynardım, diyeceğim bense. Birini yapmıyor olsaydım ötekini yapardım, anlamı çıkıyor hemen: Yazmak yerine oynamak, kısacası. Oysa, tamı tamına söylemek istediğim değil bu: üzerine misyon, misyonlar yüklenmemiş, kendisi için seçilmiş Yazı, aslında oyun'dur düpedüz: Yazmasam oynardım, çünkü: Yazıyorum, yani oynuyorum.

Yazı'nın bir ereği olduğuna inananların itkiyle karşılayacakları bir denklem kurduğumu biliyorum. Beni bu yaklaşıma Yazı'nın ve Oyun'un anlam depoları getirdi. Yazarken, yazdıkça yıldan yıla Yazı'nın oluş ve varoluş biçimlerine baktım durmadan: Kalan nasıl ve ne kadar kalmıştır, kaybolan nasıl ve neden kaybolmuş - bunu kimse bilmiyor. Yazarken, Zaman geçip gidiyor ve sonun da kalmıyor, bitiyor: yazı da Hayat da. Zaman var mı, geçiyor mu sahiden de, bitiyor mu? Bir gün hiç Zaman kalmayacak; Fizikçiler ve Biyologlar bizim de yerküre gibi yokolacağımızdan eminler: Yazı da kalmayacak, el de. Anlam verdiğimiz her şey anlamdan yoksunsa, bu yoksulluk karşısında yapılabilecek en anlamlı iş, oynamaktır.


Oyun, her seferinde anlamı ve anlamsızlığı içiçe geçirerek, bir sonsuz tekrar ve sonsuz farklılık aynası çıkarır karşımıza. Bana oynamak, öteden beri tek anlamlı oyalanma biçimi olarak göründü; bu katlanılması çok güç, anı geldiğinde de olanaksız hayata ve orada bizi bağlayan bütün diğer fiilleri besleyen "yaşamak" fiiline karşı hepimiz birer "yapay" hayat ve dünya yaratırız - sürebilme adına. Çocuğun oyun dünyasında kendisiyle bir başkasıymış gibi ilişki kurduğu, dolayısıyla kendisinden uzak durmayı seçtiği hali büyüyünce de korumanın yoludur oynamak. Neden en anlamlı yol, sorusuna gelince: Acı, ağrı, coşku ötekine, bizdeki ötekine daha yoğun biçimde transfer edilebildiği için.

Her şeyi olabildiğince oyun kılmak eldedir.

Yazı'yı Oyun-yazı kılmak da. 





Noksan'dan
 altı sayfa

Poetik Mercek

Yaklaşık kırk yıldır şiir yazıyorum, şair olduğumu söylemem hiç, "yazı adamıyım" der geçerim, şairliğin toplumsal bir statü sayılmasını en hafifinden yadırgarım. Şimdi, burada, yeri geldiği inancıyla söyleyebilirim ama: Kırk yıldır bir şair olarak yaşadım, yaşıyorum; hemen her an, ne yapıyor olursam olayım, gözümün dibinde poetik bir mercek öyle yürür, dururum - ara sıra büründüğüm bir hal değildir bu.

Ne demeye gelir gözümün dibinde poetik mercek, yaşamak? Dünyayı ve hayatı temelde bir biçimde, bir başkasında değil, algılamak, o ayarı içleştirip geçip gitmektir Zaman'ın, Uzay'ın ortasından; dolayısıyla, sizin gibi olmayanlara göre biraz daha kenarda konum almış, seyredersiniz. Ötekilerin boyutları, duruşları, en düzünden en gelişkinine bir düzyazı akışına bağlıdır ya, kimse birini öbüründen üstün bulduğumu sanmasın -farklıdır, hepsi bu.

Poetik merceği şairanelikle, şair edasıyla, şiirsel ifadeler kullanmakla bir tutmamak gerekir. Hiç şiir yazmamış birinde (sözgelimi Walter Benjamin'de) yerleşiklik kazanmıştır da, Tanrının günü mısralar yumurtlamadan edemeyen, öyle nam salmış pek çok "şahir" de (Desnos'un "pohete"ine gönderiyorum) hiç görünmez, görünmeyebilir o mercek. "Şiirsel an"ı olağanüstü bir günbatımı sahnesinde yakaladığını sananlara sık sık rastlıyoruz - onlar, aniden açılan bir pencerenin çıkardığı sesten etkilenmeyenlerdir. "Hayret", oysa, etmeye hazır yaşama biçiminde derin varlığını sürdürür.

Üstüste iki sigara eşliğinde, kah burada, kah ötede, durduğum yerden ayrılmaksızın Dünya'nın içinde oturdum bu sabah. Bütün anların arasından biriki şiirsel an mı yontmaya çabalıyordum, hayır: Her an şiirseldir, bir cepheden bakıldığında, hiçbiri olmayabilir, başka bir cepheden. Benimkisi, kenara çekilmekti.

(bkz: fernando pessoa - şiir)

Batur, Enis






KANIT
(Selim aytaç'ın bir fotoğrafı üzre)

Bu fotoğraf,
kurduğum bir cümlenin ("Mimarlık yapılamayacak kadar önemli bir meslek")
attığım bir başlığın ("Bir başka tekniğin hikayesi),
otuz yıldır çatıp çözdüğüm, sonra yeniden çattığım bir metnin (Kulübe - Mimarın Düşü)
kanıtı, benim gözümde.
Bir fotoğraf
bir cümlenin, başlığın, tasarının nasıl olur da kanıtı sayılabilir
diye soran(lar), soracak olan(lar) çıkabilir, işte tam da orada, (burada) göründüğü gibi:
Herşey aslında bir kavuşmanın ayrışımı.








(Bizim) Sokağın Gizemi ve Melankolisi



 

Ölüm

Ölmeyi öğreteceğini vaat eden bilgelikler ve ölümü nasıl düşünmemiz gerektiğini bilgiç bir tavırla söyleyen felsefeler beni biraz sinirlendirir. Benim için, bizi "ona hazırlayan" şey, ne olduğu hiç de önemli değil. İnsan ölümünü hazırlamalı ve düzenlemelidir, onu parça parça üretmeli, hesaplamalı, hatta en iyisi, ölümün harcını kendi karmalıdır; tasarlamalı, seçmeli ve bunun için fikir danışmalıdır; izleyici olmayan  bir eser yaratabilmek için, ölümünün üzerinde çalışmalıdır insan; yalnızca kendim için yarattığım ve ancak yaşamımın sürdüğü son saniyelere dek var olabilecek bir eser. Yaşamayı sürdürenler, intiharın çevresinde yalnızca içler acısı bir yalnızlığın ve beceriksizliğin izlerini, karşılıksız kalmış haykırışları görürler mutlaka. "Neden?" sorusunu sormaktan kendilerini alamazlar. Oysa intiharla ilgili olarak sorulmaması gereken, tam da bu sorudur. "Neden mi? Neden olacak, yalnızca istediğim için tabii." İntiharın, ardında cesaret kırıcı izler bıraktığı doğrudur. Ama bunun sorumlusu kim? İnsanın, ağzından mosmor sarkan diliyle mutfakta kendini asmasını keyifli bir iş mi sanıyorsunuz? Ya da gaz musluğunu açmak üzere banyoya kilitlenmek? Ya da bir süre sonra köpeklerin başına toplanıp koklayacakları, küçük bir beyin parçasını kaldırımda bırakmak? Ben intihar sarmalına inanırım: İntihar adayları, içine itildikleri tüm o iç karartıcı şeyleri (intihar etmiş olanları tümüyle bir kenara bıraksak bile -tüm o polisleri, itfaiyeyi, apartman kapıcısını, otopsiyi ve bir sürü başka şeyi) düşündükleri zaman, aralarından pek çoğunun kendilerini küçük düşürülmüş hissedecekleri kesindir; o zaman, bunları daha fazla düşünmek zorunda kalmaktansa ölmeyi yeğlerler.

İnsan dostlarına öğüdüm: Eğer intihar eden insanların sayısının azalmasını gerçekten de istiyorsanız, o halde yalnızca sakin,  aklı başında ve kararsızlık duymayan insanların bu işi yapmasını sağlayın. İntihar, onu belki de eline yüzüne bulaştırarak sefil bir şey haline sokacak olan mutsuzluk müptelalarının eline bırakılmamalıdır. Ne de olsa mutlu olanların sayısı, mutsuzlara oranla çok daha az.

Hervé Guibert. Michel Foucault, 1981

Ölümle uğraşmaya değmez, çünkü hayatla hiçlik arasındaki ölümün kendisi aslında hiçbir şey değildir denildiğini duymak, bana her zaman çok garip gelmiştir. Tam da bu azıcık şey uğruna riske girmeye değmesi gerekmez miydi o halde? Ölümden bir şey, hem de iyi bir şey yaratabilmek gerekmez miydi?

Bir sürü zevki harcadık kuşkusuz, çok sıradan zevkler uğruna başka zevkleri elimizden kaçırdık - dağınıklığımızdan, tembelliğimizden, ya da düş gücümüzün kıtlığından, hatta belki de yeterince inatçı olamadığımız için, baştan aşağıya tekdüze, bir sürü zevkimiz oldu. Ama neyse ki, asla tekrarlanmayacak o eşsiz an elimizde hala: Herşeyden önce onunla uğraşmalıyız; hem de kendimizi huzursuz etmek, ya da yeniden bir kesinliğe kavuşmak için değil, onu sınırsız bir zevke dönüştürmek için. O anın -hiç ara verilmeksizin, ama hiçbir kaderciliğe de sapmadan sürdürülen- sabırlı hazırlığı tüm yaşamı aydınlatacaktır. İntihar şenliği ya da intihar sefaleti gibi sözler yalnızca kaba birer slogandır; bunun çok daha ayrıntılı düşünülmüş ve tasarlanmış biçimleri var.

Amerikan kentlerinin caddelerindeki "funeral home"ları gördüğüm zaman, yalnızca o dayanılmaz bayağılıklarından ötürü (sanki ölüm düşgücünün tüm kıvılcımlarını söndürmek zorundaymış gibi) sıkılmıştır canım, bu yapıların yalnızca ölüler ve yaşadıkları için mutluluk duyan insanlar tarafından kullanılmasına da üzülüyorum. Yeterince parası olmayanlar için ya da uzun uzun tasarlamaktan yorularak sonunda tamamiyle standartlaşmış yöntemlere başvuranlar için, Japonlar'ın cinselliği düşünerek kurdukları ve "Love Hotel" diye adlandırdıkları o fantastik labirentler neden hiç yapılmaz? Sonuçta bu insanlar, bize oranla intihardan çok daha fazla anlıyorlar.

Eğer günün birinde Tokyo'daki Chantilly'e gitme fırsatı bulursanız, o zaman ne demek istediğimi anlayacaksınız. İnsan, coğrafyası ve haritası olmayan yerler bulunabileceğini seziyor orada; tüm kimliklerinden kurtularak, isimsiz ortaklarla birlikte - düşünülebilecek en saçma dekorların ortasında - ölmek fırsatını  yakalayabilmek üzere gidilen yerler olabileceğini seziyor... Öyle bir yerde belirsiz bir süre geçirebilir insan; saniyeler, haftalar, hatta aylar; ta ki elinden kaçırmaması gerektiğini, görür görmez anladığı bir fırsat, buyurgan bir açıklıkla belirene dek: Böylesi bir fırsat, çok zararsız bir zevkin biçimsiz biçimini gösterir.  

Foucault

bryan


Homer's Phobia (Season 8, Episode 15)


Homer: - That John is the greatest guy in the world.
We got to have him and his wife overfor drinks sometime.


Marge: - Mmm, I don't think
he's married, Homer.


- Oh, a swingin' bachelor, eh? Well, there's lots
of foxy ladies out there.


- Homer, didn't John
seem a little... festive to you?


- Couldn't agree more.
Happy as a clam.


- He prefers the company of men.

- Who doesn't?


- Homer, listen carefully.
John is a homo-


- Right.

- sexual.


[ Screams ]

Oh, my God. Oh, my God. Oh, my God.
Oh, my God. I danced with a gay.
Marge, Lisa, promise me
you won't tell anyone. Promise me!

...

(türkçe altyazılı)
...

John:  Homer, what have you got against gays?

Homer: You know! It's- It's not usual. 
If there was a law, it would be against it.

Marge: Oh, Homer, please.
You're embarrassing yourself.

- No, I'm not, Marge. They're embarrassing me.
They're embarrassing America. They turned the navy
into a floating joke. They ruined all our best names,
like Bruce and Lance and Julian. Those were the toughest names we had.

Now they're just, uh-


John: Queer

- Yeah, and that's another thing.
I resent you people using that word. thats our  word for making fun of you

We need it!

Water Drops On Burning Rocks (2000, Francois Ozon)


- Antik Yunan'da ne olduğunu biliyor musun?..

- Antik Yunan'da ne olduğunu biliyorum...



Fasbinderr'in oyunundan Francois Ozon filmi: Kızgın taşlara düşen su damlaları...










St. John the Baptist (Leonardo)



Leonardo, Polikleitos'un Androjen denilen kuralını buldu... Androjen sanatın en üstün insan türü, kadın ve erkek olarak her iki türü de birbirine karıştırıp dengeliyor. Mona Lisa'da üstün erkeğin beyinsel gücü, ivecelikli kadının zevkiyle birleşiyor. Tinsel androjenliktir bu. Cinselliğin bir bilmeceye dönüştüğü Vaftizci Yahya'da öyledir biçimlerin karışımı...

(J. Peladan - Sanatın en üstün insan türü) 


1513


Leonardo tarzı Yüzler, inceliğin, yabanıllığın doruğundaki yapıtından o tanımsız, o yaman gizemin izleri... Belirsizlikle, hafif bir küçümsemeyle dolu ve karanlık bir yazgının gölgesinin sindiği kadın yüzleri, güzel ve tuhaf yüzler. Hem sıkıntılı hem yorgun, sabırla ve tutkuyla solgun, hem de ateşli, erkeklerin gözlerinden ve düşüncelerinden şaşkın ve esrik...

(Charles Swinburne)




Waiting Naked