Orson Welles (The Trial)









— Dava’da, (The Trial) gücün kötüye kullanılmasına karşı ciddi bir eleştiri yapmışa benziyorsunuz; en azından bu unsur daha fazla be­lirginlik kazanıyor: Perkins bir çeşit Promethe görünüşünde.

— Aynı zamanda küçük bir bürokrattır da. Onu suçlu olarak görü­yorum.

— Neden suçlu olduğunu söylüyorsunuz?

— Kim bilir. Perkins kötülüğü temsil eden birşeye ait ve aynı za­manda kötülüğe bağlı biri. Kendisine yöneltilen kınama, ayıplama ve azarlamadan sorumlu değil, ama aynı zamanda suçlu da. Suçlu bir top­luma ait ve onunla işbirliği yapmakta. Sonuç olarak, ben bir Kafka tak­litçisi değilim.

— Joseph K. mücadele etmek zorunda mı?

— Mücadele etmiyor, belki mücadele etmek zorunda kalacaktı fakat filmde tavır almadım. K. sürekli işbirliği yapıyor, Kafka’nın kitabında da bu böyle. Ben, sadece sonunda acımasız, taş yürekli cellatlara mey­dan okumasına izin verdim.

— Bu senaryonun değişik bir sonla biten başka bir yorumu daha var: Orada K cellatların hançer darbesi altında ölüyordu.

— Bu son benim hoşuma gitmedi. Bunun Hitler’den önceki dönem­de bir yahudi tarafından yazılmış baleye ait olduğunu sanıyorum. Altı milyon yahudinin ölümünden sonra, Kafka böyle bir final yazamazdı. Bana öyle geliyor ki, bu son, Auschwitz’den önceye ait. Benim koyduğum sonun çok iyi olduğunu söylemek istemiyorum, ama bu tek çözüm yoluydu. Birkaç dakikalığına bile olsa bu bölümü büyük bir hızla geç­mek zorundaydım.




— Eserinizin değişmez öğelerinden biri de bu özgürlük savaşı ve ki­şisel savunma.

— Bu bir onur savaşıdır. Günümüzün umutsuzluktan söz eden sa­nat eserleri, romanları ve filmleriyle aynı fikirde değilim. Bir sanatçı­nın toplam umutsuzluğu konu olarak seçebileceğini düşünemiyorum: Biz günlük hayata çok yakınız. Bu tür konular ancak, yaşam daha az tehli­keli ve daha kabul edilebilir olduğu zamanlar kullanılabilir.

— Dava'nın sinemaya uyarlanmış şeklinde temel bir değişiklik var; Kafka’nın kitabında K’nın kişiliği filmdekinden daha pasifti.

— Gerçekten de onu daha hareketli hale soktum. Hareketsiz, durgun kişilerin drama elverişli olmadığına inanıyorum. Antonioni’ye karşı de­ğilim, ama kişisel dram anlayışımda, kişiliklerin belirli birşeyler yapma­sı gerekir.

— Dava eski bir tasarı mıydı?

— Bu romandan iyi bir film yapılabileceğini düşünmüştüm. Ama kendim yapmayı aklıma getirmemiştim. Bir gün tanımadığım biri geldi ve Fransa’da yapılacak bir film için finansman bulabileceğini söyledi. 15 filmlik bir liste vererek seçimi bana bıraktı. Bu listeden en iyisi ola­cağına inandığımı seçtim: Dava. Benim yazdığım bir hikayeyi film ya­pamayacağıma göre Kafka’yı seçtim.

— Gerçekten yapmak istediğiniz filmler hangileri?

— Benimkiler. Benim yazdığım senaryolarla dolu biri çok çekmecem var.

S/A/D/E


Sade, bugüne kadar yaşamış en özgür zihindir. 
(Apollinaire)




William Blake, Sade'ın suçları ya da yazılarıyla ilgisiz görünse de asıl bu nedenden dolayı Bastille'e hapsedildiğini, eski feodal dünyanın yozluklarının ve rezilliklerinin ifadesi olan The French Revolution (Fransız Devrimi, 1871) şiirinin sembolizmiyle anlatmıştı:


... ve korku denilen mağara, bir adamı

Eli ayağı zincirli, boynu etrafında çelikten bir kuşakla

sarsılmaz duvara bağlı halde tutuyordu.

Ruhunda kalbine sarılmış yılan,

yarık bir kayadaymış gibi, ışıktan gizlenmişti.

Üstelik adamı kahin gibi yazdığı için hapsetmişlerdi...*



* Aktaran Thomas, Marquis de Sade, s. 184, yine de ben Thomas'ın, Blake'in Sade
 hakkında bilgisizliğine dair harfi harfine okumacı savına katılmıyorum ve bu yüzden metni tamamen
 zıt şekilde okuyorum. 

Kitap: Karanlığın Kültürleri
Bryan D. Palmer

SADE DİYE BİRİ YAŞADI MI?



Sade denilen gizem henüz çözülemedi. Öncelikle, bıraktığı yapıta bakılacak olursa, bunun bir tarihçi, bir kuramcı ya da bir şair tarafından mı kaleme alındığı; bir klinik hekimi gibi kendisinin ve çağdaşlarının nevrozlarını betimleyen bir seksoloğun, ya da kanlı vahşet öyküleriyle insan doğası ve toplumuna ilişkin kötümser bir anlayışı simgelemek isteyen bir düşünür-romancının yapıtı mı olduğu sorulabilir. Kısacası "Tanrısal Marki", kendi yüzyılının törelerini anlatan bir tarihçi miydi yoksa edebiyat yoluyla güdülerine bir çıkış noktası arayan bir şair miydi? Yaşadığı sürece uğradığı baskılar, öldükten sonra da monarşiden imparatorluk dönemine dek tüm rejimlerin bu konuda erdemli bir biçimde anlaşmaları, bir birey olarak Sade'ın ve yapıtının, hiçbir iktidarın hoş göremeyeceği bir tehdit, bir tehlike olarak görüldüğünü kanıtlıyor olabilir.

Sade, ilk kez hapse girdiği otuz iki yaşından ölümüne, yani yetmiş dört yaşına dek, yalnızca on iki yıl özgür kalabildi. Bütün keyfi baskı biçimlerini, Eski Rejim'in hükümdar buyrultularını, Terör döneminin hemen hemen hep idamla sonuçlanan mahpusluğunu, Konsüllük ve İmparatorluk döneminin zorbaca tutuklamalarını yaşadı. Eski, ancak ünlü olmayan bir ailenin soyundan gelen Donatien Alphonse François Sade (1740 - 1814) yine de çarpıcı atalarıyla, örneğin Petrarca'nın sonelerine esin kaynağı olan güzel Laura'yla ve saygın, neredeyse krallık soyuna yakın bir akrabayla, Conde ailesiyle olan ilişkileriyle övünebilirdi. Kendisinden sonra ise, sıradan iffetli insanlar tarafından dehşetle, ondan sefih ve hüzünlü libertenlerin bir örneğini bulacak olan şairler tarafından da saygıyla anılacak bir ün bıraktı.

Eğer trajik kaderini açıklamayacak olsaydı, yaşamöyküsü de çok önemli görülmeyebilirdi. Mutluluk ve başarı için doğmuştu, ama yaşamı hapishane ve hastane hücrelerinin cehenneminde geçti. Conde'lerin sarayında, Bourbon Prensi'nin yakınında yetişti; güzel söz söyleme sanatını ve katı bir diyalektiği öğrendiği Louis-le-Grand Okulu'nda Cizvitler tarafından eğitildi; on beş yaşında asteğmen, on dokuz yaşında da yüzbaşı oldu. Bu tarihlerde, kışla yaşamından çok Paris genelevlerinin -bu genelevler Avrupa'nın en ince, en güzel kadınlarını biraraya toplayan , yeni zevkler icat etmekte de en başarılı genelevlerdi-, kendi eşitlerinden çok dansözlerle arkadaşlık etmeyi yeğliyordu. Böylece, daha küçük yaşta tam bir ahlaksızlık olarak adını duyurdu, ancak bu, Paris Dolaylı Vergiler Mahkemesi başkanı olan zengin bir hukukçunun kızı Renee Pelagie de Montreuil'le doğru dürüst bir evlilik yapmasını engellemedi. Fahişelerin peşinde koşuyor, sık sık züppelerin pezevengi olan Brissault'yu ziyaret ediyor, sayısız sevgililerini Paris, Versailles, Arcueil'de kiraladığı evlerde barındırıyordu. Evlendikten dört ay sonra, bazı dikkatsizce sefahat alemleri sonucu ilk kez hapse girdi, Vicennes Kalesi'ndeki bu ilk hapislik sadece dört ay sürdü. Ancak ilk sadik "dava" 1768 yılında patlak verdi.

Bu "dava" derhal dillere düştü ve liberten marki bir anda kamuoyunun gözünde kana susamış bir canavara , modern çağların bir Gilles de Rais'sine dönüştü. Mm. du Deffand bu tepkiyi dehşete düşmüş bir şekilde dile getirdi ve Restif de la Bretonne da basit bir kırbaçlama olayını, canlı canlı insan badeninin incelendiği bir anatomi seansı haline çevirdi. Olay, eğer cezanın da sertliğini açıklayan pis bir kokunun çıkmasına yol açsaydı uzun uzun anlatılmaya değmeyecek kadar sıradan kabul edilebilirdi. Her şey bir Paskalya pazarında oldu. Kuşkusuz bu da bir rastlantı değil.

Kırbaçlama Günahı

Otuz yaşında genç bir kadın olan Rose Keller, Victoires alanında dinleniyordu; boğazına kadar sefalete batmıştı, her an fuhuşa sürüklenebilirdi, en azından küçük bir sefahat alemini reddetmeyebilirdi. Sade onunla konuşarak evinde kahya olarak bir iş önerdi, kabul edince de Arcueil'deki evine götürdü, bir odaya sürükledi, bir yatağa bağlayarak vahşice kamçılamaya başladı, yaralarına merhem sürdü, orgazma ulaşıncaya kadar yeniden yeniden kırbaçladı, bağırırsa öldürmekle tehdit etti ve Paskalya sırasında olunduğuna göre, kendisine günah çıkarmasını istedi.

Rose pencereden kaçarak köyü ayağa kaldırdı; bir dava açıldı ve sonunda Sade yedi ay hapse mahkum oldu. Mahkum edilen kişinin niteliği ve o dönemde Saray çevrelerince soylu gençlerin yaptığı benzeri kaçamaklara gösterilen genel hoşgörü dikkate alınırsa, bu, oldukça ağır bir cezaydı. Bu kararda, Rose Keller'e yapılan kötü muameleden çok, kamçılanan İsa'ya yapılan hakaret ve günah çıkarmanın kutsallığının ayaklar altına alınışı rol oynamıştı.

Hapisten çıktıktan sonra Vaucluse'de La Coste şatosuna çekilen Sade, 1772'de Marsilya'da yeni bir ahlaksızlığa bulaştı. Bu kez, bir sürü fahişenin de katıldığı büyük bir alemdi bu. Olayın iğrenç yanı ise, markinin uşaklarından birinin de partiye katılmasıydı. Sade aktif ve pasif kamçılama ve eşcinsel sodomiye (o dönemde ilkesel olarak ölümle cezalandırılan bir suçtu bu, ama tabi güçlü kişiler asla kovuşturmaya uğramaz) kalkıştı. Zevkleri kamçılamak için de kızlara bol bol kuduzböceği katılmış şekerler veriyordu (bunun afrodizyak bir etkisi olduğuna inanılırdı). Kızlardan birinin midesi bozuldu ve kusmaya başladı. Bir gürültü koptu. Sade, uşağıyla birlikte Provence Parlementosu tarafından ölüme mahkum edildi ve kuklaları yakılmak suretiyle idam edildi.

Bu arada kaçmaya zaman bulmuş Sade baldızıyla birlikte İtalya'da güzel günler geçirmeye başlamıştı; baldızı yalnızca yolculuklarını değil, zevklerini de onunla paylaşmaktaydı. Öfkeden çılgına dönen kaynanası ise peşine adam takarak, gücünden yararlanıp, Kral'dan tutuklanması için bir buyrultu elde etti. 1775'e dek Sade peşindeki polislerle ve adli makamlarla bir saklambaç oyunu oynadı. Bir ara yakalandı, sonra romanvari biçimde kaçarak La Coste'da saklandı; karısı da, hizmetine aldığı beş genç kızla birlikte düzenlediği incelikli partilere katılıyordu. Sonunda bu kızlar, yapılan alemleri ihbar ettiler. 1776'da tutuklanarak önce Vincennes Şatosu'na hapsedildi, sonra Bastille'e nakledildi, bu hapishaneden ancak 2 Nisan 1790'da Millet Meclisi'nin Krallık buyrultularını ortadan kaldıran kararı sonucu serbest bırakıldı.

Kuşkusuz cüretkar, kimilerine göre de belki sapıkça bulunabilecek, ancak hiçbir zaman ölümcül olmayan cinsel eylemler için bir kez idama mahkum edilmek ve on beş yıl hapis yatmak; benzerlerine polisin burnunun dibinde, hatta polisin koruması altındaki Gourdan ve Brissault'nun işlettiği tüm moda genelevlerinde rastlanabi1ecek bu cinsel fantezileri, hele o dönemde saray mensuplarına gösterilen hoşgörü de gözönüne alınırsa, Sade gerçekten de çok pahalıya ödemişti. O dönemde, Marki de Sade gibi, damadına karşı etkili ve büyük bir düşmanlık duyan kaynanaları olmayan ve daha iyi korunan kimi kişiler, bu cinsel fantezilerle ilgisi bile olmayan ölümcül sadizm eylemlerine girişebiliyorlar, üstelik cezasız kalıyorlardı. Her gün Kral'ın çok yakın çevresinde görülen bu çılgınlıklar ve adalet mekanizmasının genellikle büyüklere gösterdiği hoşgörü, kamuoyunun sabrını öylesine taşırmıştı ki, diğerleri paçayı kurtarırken, yetkililer Sade'ı cezalandırdılar. Mm de Saint Germain, Keller olayının hemen ardından, markinin amcası Abbe de Sade'a yazdığı mektupta şunları söylüyordu: "(Marki) halkın öfkesinin kurbanı oldu; M. de Fronsac'ın ve diğerlerinin yaptığı rezaletler de bunun üzerine eklendi: Gerçekten de on yıldır Saray mensuplarının yaptığı bu rezaletler, insanın aklının havsalasının alamayacağı bir noktaya geldi." Bunların arasında Sade'ın yaptığı "rezaletler" göreceli olarak daha halim selim gözüküyordu.

"Evet, ben bir libertenim!"

İkame Dünya

Çomü kütüphanesinde bir öğleden sonra raflardan indirdiğim kitapları gelişigüzel
karıştırırken...





DOlap



C.S. Lewis'in Narnia ülkesine açılan gardrobu mükemmel bir benzetme olmasa da, sanırım yararlı olacaktır. Aslan, Dolap ve Cadı kitabında, içine girilecek bir kabuk işlevi kazanan dolabın keşfi her şeyi değiştiriyordu. Lucy dolabın içine adım attığında bütünüyle yeni, parelel bir dünya ile karşılaştı ve ayağının altındaki toprağı hissederek şöyle dedi: "Bu çok tuhaf." Her ne kadar çocuklar için, özgürlüğe kavuşturucu hareket, dolabın dışına çıkmaktansa içine girmek olsa da, Lewis'in elbise dolabının tanıdık ve can sıkıcı bir dünyayı, birbiri üzerinden çok az etkiye sahip iki farklı parelel dünyaya ayırıyor olması, büyük gey kabuğunun erken ve orta dönem tarihiyle büyük bir benzerlik gösteriyor. Kabuk, hemcinsleriyle cinsel ilişkide bulunan insanlar için iki olası varoluş durumunu şart koşar; bu, gey ve heteroseksüelleri ayıran çizgiyle parelellik gösteren bir ikiliktir. Ya kabuğun içindesinizdir, ya da dışında. Ara aşamalar da söz konusu olabilir, dışarı çıkma işlemi sizi kendinize açık olmaya, gey arkadaşlarınıza açık olmaya götürse de, heteroseksüel arkadaşlarınıza açık olmaya götürmeyebilir, arkadaşlarınıza evet, ama ailenize değil, herkese evet ama annenize değil, çünkü bunu duymak onu öldürür. Fakat bunların hepsi de dışarı çıkış yolunuzda az çok göz ardı edilebilecek, tercihen hızlı adımlardır. Dışarıda olmak kurtuluş, içeride olmak ise baskı altında yaşamaktır. Michelangelo Signorile, en yalın ve etkili ifadesiyle şunları yazmıştı:

Hepimiz anne ve babalarımıza anlatmalıyız. Hepimiz ailelerimize anlatmalıyız. Hepimiz arkadaşlarımıza anlatmalıyız. Hepimiz iş arkadaşlarımıza anlatmalıyız... Çocukken bize yapılanların tacizden aşağı kalır yanı yoktu... Kendinizi ve kabuğunu kıramayan herkesi özgür bırakın. Kabuğunu kıramadığını bildiğiniz herkesin, arkadaşlarınızın, aile fertlerinizin, iş arkadaşlarınızın kabuklarını kırmaları için başlarının etini yiyin. Eşcinsel olduğunu bildiğiniz iktidar sahiplerine baskı yapın. Onlara mektuplar gönderin. Telefon edin. Faks gönderin. Sokakta yollarını kesin. Onlara bir sorumlulukları olduğunu söyleyin; kendilerine, sizlere ve insanlığa karşı.

Signorile, kariyerinin zirvesine geldiği sırada, kabuğunu kırmak kavramı tamamen kullanılmış bir şeydi. Yukarıdaki paragrafın alındığı kitaba, Signorile şu alt başlığı koymuştu: "Seks, Medya ve İktidarın Kabukları." Ya şu, ya da buydunuz. Bir kadınsanız ve diğer kadınlarla sevişiyorsanız veya seviştiyseniz ve kabuğunuzu kıramadıysanız, o zaman kabuğun içindeydiniz. İki seçenek vardı: gey ya da heteroseksüel; Narnia ya da İngiltere. Eşcinselliğin başlangıcını oluşturan Ulrich ve Hirschfeld'in biyomedikal tanımlamalarının doğal uzantısı olan kabuk kavramının ortaya atılmasıyla birlikte iki dünya yaratılmıştı. Bizim Narniamız kabuğun içinde değil dışında olsa da, hem geyler, hem de Lewis'in Pavensie çocukları olarak bizler daha heyecan verici bir dünyaya, kendimize karşı daha dürüst olabileceğimiz, yapımızdaki özgünlüğün ve yeteneklerin gerçek anlamda parıldayacağı bir dünyaya ulaşmak için bunun içinden geçmek zorundaydık.

Bert Archer

Eşcinselliğin sonu
ve Heteroseksüelliğin Ölümü
sf. 110

Tyler





Queer

Queer sadece bağnazların ve aktivistlerin faydalanabileceği, bu ikisi arasındaki kimsenin işine yaramayacak, tıpkı zencilere arap ya da fahişelere amcık denmesi gibi, uçlarda bir kelimedir. Yine arap ve amcık gibi, son derece önemli ve yalnızca kısmen keşfedilmiş bir aleme işaret etmektedir. Alaycı ifadelere saygınlık kazandırmak gayet yerinde bir davranış; alay konusu olagelmiş kişilere geçici bir güç ve rahatlık sağlıyor. Ancak insanın derisinin rengi açıkça görülebildiğinden, siyahlar için bu alaycı ifadenin ikili kullanımı, hiçbir zaman silinemeyecek farklılıkların gerçekliğinin vurgulanması anlamına geliyor; ve insanlar farklılıkları asla gözardı etmezler. Amcık kelimesine gelince, konu kadın cinselliğiyle, zevkle ve kadının bebek yapma meselesinin üstesinden gelip, cinsel açıdan erkeklerin korktuğu kadar iştahlı olabilmeleri ile ilgili. Gerçekten de sarsıcı bir kelime, zaten amacına, bir dereceye kadar bu şekilde hizmet ediyor.

Queer ise çok daha kapsamlı; mantıksal açılımı düşünülünce çok daha geniş anlamlı bir kelime. Nation gibi, radikal farklılığı ve marjinalliği vurgulayan örgütlerin bu kelimeyi kullanmasına karşın, queer'in temel önermeleri cinselliğin eğlence demek olduğu; cinsiyete, dine veya herhangi bir ahlak anlayışına bağlı kalınmaksızın herkes tarafından yaşanabileceği ve kendi başına, ahlaken nötr olduğudur. Yani vibratörle yapılan seksin, çubuklarla yemek yemekten daha sapıkça olmadığı anlamına gelir.

Queer kimliği, programlı bir şekilde cinselliğe atfedilen kutsallığın reddi olarak görülebilir; ki bunu, cinselliği kutsallığına rağmen istismar etmekten ayırmak gerekir. Ama buna queer demekten vazgeçelim artık, ne dersiniz? Çünkü buna queer dediğimiz sürece, kulağa diğer insanların, tuhaf insanların yaptığı bir şeymiş gibi geliyor. Bunu,  hepimizin yaptığı bir şey olan cinsellik olarak adlandıralım.


Kitap: Eşcinselliğin Sonu
ve Heteroseksüelliğin ölümü / Bert Archer

Arture 529


529. Arture. Hafızam beni yanıltmıyorsa psikiyatr Gaston Ferdiere okumalarıma dayanıyor, herkesin bildiği gibi, kendisi Antonin Artaud'nun doktoru.

Yüksel Arslan ve Okuma

Okuma, Yüksel Arslan'ın hayatının en önemli işi. Çizmekle eş önemde belki.

"Ressamdan çok okur olduğumu hep söylerim diyor, Arslan Jacques Vallet'ye, İnsan dizisi için gerçekleştirdikleri söyleşi metinlerinde. Ve temelde, bakılırsa, Arslan'ın tüm eserlerinin bir okuma sonucu ortaya çıktığı görülecektir. Ancak bu ilk okumalar, Arslan'ın Fransızca öğrenip kitap okuyabilecek hale gelmesiyle, o dönemde Fransa'da da zorlukla yayınlanan ve büyük gürültü koparan kitap ve yazarlara doğru evrilecektir. Lanetlilerdir bunlar: Nietzsche, Rimbaud, Lautreamont, Dadacılar, Gerçeküstücüler ve tabii, "ilahi" Marquis, Marquis de Sade.

İki tür okuma vardır herhalde, keyif ve bilgilenmek için. Yüksel Arslan'ın okuma merakı esas itibariyle merak üzerine kurulu. İlgilendiği ve sevdiği konularda bulabildiği tüm kitaplara ulaşmak istiyor. Tabii, bir okuma onu başka bir konuda merakta bırakabiliyor ve gelsin bir başka kitap. Nasıl okuduğuna tanık olmadım, ama sanırım ikili bir aşamadan söz edebiliriz. İlk elde hızlı, elde kalem olmaksızın okuma, sonra ise, not almaya değer bir kitapsa, ele kalemi alarak, ta başından beri kullandığı defterlerine notlar alma (not alma diyorsam, daha ziyade kimi kısımları aynen yazmayı kastediyorum...) Bu ikinci okuma aşaması sanırım metnin derinliklerine inildiği, çağrışımlarla ilerleyen ve Yüksel Arslan'ın hayatındaki bir takım unsularla metin arasında bir takım tekabüliyet ilişkisinin arandığı bir an. Bu noktada, sözcüklerin düzeni ile okurun kendi tecrübe dünyası birbirine giderek yakınlaşıyor. Okuma, nerdeyse Arslan'ın öznel tecrübesiyle örtüşür hale geliyor. Dediğim gibi bu aşama metni kullanma aşaması, hatta daha da ileri gideyim, metni yağmalama, onu didik didik edip bir şeyleri arayıp bulma aşaması.

Levent Yılmaz'ın yazısından

Arture 533



Bu şehirdeyken karşılaştığım en kederli görüntü Hölderlin'inkiydi. Fransa yolculuğundan beri (...) o ölümcül yolculuktan beri akıl sağlığını tamamen kaybetti; hala bazı çalışmalarını sürdürebilecek durumda olsa da (Yunancadan çeviriler gibi), aklı başından gitmiş iyice. Görünüşü allak bullak etti beni: Dış görünüşünü tiksinti uyandıracak ölçüde boşlamış; konuşmalarında delilik emareleri göstermiyor ama bu durumdaki insanların hal ve tavırlarını almış tamamen. (...)
( Schelling'den Hegel'e, 1803)

Benim adım, beyefendi, artık aynı değil, artık Killalisimeno'yum. Evet, majesteleri: bir öyle söylüyor bir böyle diyorsunuz, ama bana hiçbir şey olmuyor. (Hölderlin)

Bu ışıl ışıl ebedi dağlar karşısında heyecan duyacaksın aynı benim gibi (...) Burada bir çocuk gibi kalakalmak ve şaşırmak ve sükut içinde tadını çıkarmak dışında ne yapabilirim ki (...) en yakın tepede (...) (Hölderlin) 

Kendimden ve etrafımdan duyduğum tiksinti beni yeniden soyutlamaya sürükledi. (Hölderlin)

Saksıya dikilmiş yaşlı bir çiçek gibi halim, günün birinde, sokağa düşüvermiş, toprağıyla ve ekili olduğu saksıyla birlikte; tomurcuklarını kaybetmiş, kökü zarar görmüş (...), soğuktan donuyorum ve bakışlarım beni saran gecede sabitleniyor. Göğüm öylesine kaskatı, öyle çok benziyorum ki taşlara (Hölderlin)

Yaprakların fısıltıları neler söylüyor anlıyordum, insan konuşmalarının bir anlamı kalmamıştı benim için. (Hölderlin)

Yüksel Arslan

http://okumaninsonunayolculuk.com/ Yüksel Arslan

Sade & Yüksel Arslan


V. Sade

Yüksel Arslan büyük ihtimalle 1955-1959 yılları arasında Marquis de Sade okumuş olmalı. Kendisiyle yapılan bir söyleşide Ferit Edgü bunu 1956 yılına tarihlendiriyor: “Phallisme adını verdiğimiz bir sanat akımı kurmaya, yanılmıyorsam 1956 yılında karar vermiştik. O yıllarda Yüksel de, ben de başkaldırının erdemine inanıyor, anarşiyi en yüksek değer olarak görüyorduk. Sanattaki devrimlerden, izlenimcilikten, kübizmden, Bauhaus’tan daha çok, dadacılıkla, gerçeküstücülükle ilgileniyorduk. Başkaldıran düşünürler, yazarlar, şairler ilgimizi çekiyordu. Gelmiş geçmiş en büyük yıkıcı olarak gördüğümüz Marquis de Sade’ın o dönemde Fransa’da zor bela yayımlanan kitaplarını ediniyor, Rimbaud’nun, Lautreamont’un şiirleriyle bileniyorduk. (...) Yüksel’in Phallisme dönemi o sıralarda başlar. Bu resimlerde imzasını bile değiştirmiş, resimlerini, mektuplarını Comte de Phallus olarak imzalamaya başlamıştı."

Marquis de Sade, evet, ama, nasıl? Bir kere, Marquis mi Comte mu? Fransız asalet yelpazesinde, baba eğer Comte ise, yaşadığı sürece oğlu Marquis ünvanıyla anılıyor. Baba öldüğünde ise, Comte’luk oğlana geçiyor. Yani 2 Haziran 1740 yılında Paris’te doğan Donatien Alphonse François, aslında, yalnızca 1767’ye kadar Marquis. Babası ölünce, Comte. Ve hatta, bir aile geleneğine göre, baba da, dede de, babaları yaşarken Comte olarak anılmışlar. Dolayısıyla, genç Marquis'ye 1754’te resmi soyağaççı tarafından verilen asalet belgesinde, bu geleneğe atfen, yine Comte yazıyor. Çok önemli mi, değil belki, ama, Sade kimi zaman Marquis, kimi zaman da Comte diye anılıyor, Comte de Phallus'ü anlamak için bunu bilmek faydalı olabilir!
              
Marquis ya da Comte, nasıl adlandırırsak adlandıralım, herhalde Avrupa tarihinin gelmiş geçmiş en büyük yıkıcılarından biriydi. Neyi yıktı peki? Ya da yıkabildi mi? Yıkmaya çalıştığı, her şeyden önce, herhalde, artık birey olarak tasavvur edilmesi gereken insanın önüne çıkartılan başta aristokratik sonra da burjuva değerler silsilesinin ikiyüzlülüğü olsa gerektir. Dolaysız bir özgürleşmeyi ve kişinin kendi olmasına ket vuran tüm durumların ortadan kaldırılmasını savunuyordu Sade. Bu yüzden, belki de en önemli metni, 1789'da, Devrim sırasında hapishaneden yazdığı, “Fransızlar, ha gayret, cumhuriyetçi olmak istiyorsanız bir adım daha" başlıklı metnidir. Metin, Yatakodasında Felsefe adlı kitabının beşinci bölümüdür aslında.

Devrimin de etkisiyle Sade bu metinde en önce Hıristiyanlık’a saldırır. Daha sonraları Nietzsche’de de göreceğimiz şekliyle, bu dini, küçük hesapların, alçak rahiplerin, ikiyüzlü bir ahlakın temsilcisi olarak görür. Sonra devrimcilere seslenir, tiranı alaşağı ettiniz, şimdi de bu uyuşukluk dinini alaşağı edin! Ellerinde balta olanlar, der, bu saçma inançlar sistemine son darbeyi indirin. Yalnızca dallarını kesmekle kalmayın, kökünden kazıyıp atın bu ağacı, çünkü bu ağacın etkileri bulaşıcıdır, şimdi kesmezseniz, bir gün gelir büyür ve ortaya çıkarmak istediğimiz yeni toplumu tekrar sarar ve yok eder onu. Dolayısıyla, devrim bir işe yarayacaksa, dini kökünden kazımak gerekir. Çünkü Sade’a göre, tüm Avrupa Fransa örneğinde taçtan ve asadan kurtuluş umudunu görmektedir, siyasi iktidarı yıkmak, dinsel iktidarı yıkmadıkça hiçbir işe yaramaz. Hobbes’un Leviathan'ı yokedilmeli, yerine yeni ilkelerle yeni bir toplum kurulmalıdır.

Devlet, hele de aristokratik devlet, başlarda bir avuç haydutun, çapulcunun kendi iktidarını herkese dayatmak için kurduğu bir aygıttır. Bu haydutlar kaba güçleriyle topluma kendi kurallarını dayatmışlar, tanrı adını verdikleri güçlerle de iktidarlarını perçinlemişlerdir. Tüm bunları yıkmalıyız der Sade, onların düzeninde yeniden kul köle olmaktansa ölmek yeğdir.

Bir hayaletten, Hıristiyanlık hayaletinden kurtulduğumuz anda, aklı olan herkesin kabul edeceği sistem tanrıtanımazlık olacaktır. İnsan aydınlandıkça, kendi dünyasını kendinden farklı, büyük, aşkın bir gücün harekete geçirmediğini, bu toplumu kendi kendisinin yaptığını daha fazla fark edecektir. Kendi kurallarını kendisi koyacaktır. Ve bu kurallar, sayıca az ve doğaya göre olacaktır. Sade’ın cümlelerinde, döneminin tüm özgürleşme umutları en uca, bireyin ta kendisine aktarılır. Devrim, siyasal özgürleşmenin modelini nerede arayacağını bilemediğinden bir geçmişe bir de gelecekteki karanlığa bakar, oysa Sade, bu özgürleşmede kendi içindeki bir ışıkla aydınlanan insanın içindeki uçurumu görmek ister. Derindir bu uçurum, karanlıktır da belki, ama onu da doğa yaratmıştır. Sade, doğa kavramını, yani insan doğası kavramını iyice tersyüz eder; kötü insan doğası, onda doğal bir doğaya, ne iyi ne de kötü bir doğaya evrilir. Tekrar söylemek gerekirse, Nietzsche bu bakış açısı içinden çıkacaktır İyinin ve Kötünün Ötesinde.

Cinsellik de bu bakıştan payını alır: Ne zina, ne fiili livata, ne sübyancılık, hiçbiri suç olmamalıdır Sade’a göre. Hatta savaşın devlet eliyle yönetildiği bir dünyada cinayet bile suç olmaktan çıkarılmalıdır. Her şeye gülmek, her şeyle ve herkesle dalga geçmek mümkün olmalıdır. Öte taraftan bir ilki de savunur Sade, dünyanın en anlamsız cezası, ölüm cezası da kaldırılmalıdır. Ama savrulmalar, çelişkiler, zıtlıkların dünyasındayızdır Sade’da aynı zamanda: Hırsız yerine malı çalınan cezalandırılmalıdır, tecavüz eden yerine tecavüze uğrayan. Tüm bunları kanıtlamaya kalkan Sade, Eski Yunan’dan Roma’ya, Madagaskar’dan lroquoislar’a bir sürü örnek sıralar. Evlilik kurumu bir mülkiyet ilişkisidir; erkek hiçbir zaman özgür bir başka bireyi mülkiyetine geçiremez. Tam tersi de doğrudur, hiçbir kadın erkeğin sadece onun olduğunu düşünmemelidir. Her kadın her erkeğe, her erkek de onu arzulayan her kadına aittir. Ve hiçbir yasa birinin öbürüne meşru bir biçimde ait olduğunu ilan edemez. Mülkiyet hakkı özgür bireyler arasında mümkün değildir. Daha da ileri gider Sade, her kadının her erkeğin arzusunu tatmin etmesi gerektiğini söyledikten sonra, erkeklerin de kadınların her türden cinsel arzusunu tatmin etmesi gerektiğini söyler: Mütekabiliyet iş başındadır burada. Dolayısıyla cinselliğe ilişkin suçlar tamamen akıldışıdır. İnsanın biyolojik bedeninin cinsel arzuları yüzyılların saçma kanunlarıyla boyunduruk altına alınmaya çalışılmıştır, cezaların nesnesi olmuşlardır. Aynı şekilde eşcinselliği de özgür kılmaya çalışır Sade, yine tarihten ve yine "ilkel” kabilelerden örnekler vererek. Aynı türden akıl yürütme sübyancılık konusunda da geçerlidir... Tüm arzuların özgürce ifade edilebilmesini, özgürce tatmin edilebilmesini ister Sade; yeni bir cumhuriyet ise tüm bu arzuların özgürlüklerinin güvence altına alınmasını sağlamalıdır, işte o zaman Devrim amacına ulaşmış olacaktır. Ensest yasağı bile kaldırılmalıdır bu cumhuriyette, işte o zaman devrimin temeli olan kardeşlik geçerli olacaktır.

Ve işte temel soru tekrar karşımızdadır: İnsanla bitkiler ve doğadaki diğer hayvanlar arasında ne fark vardır? Hiçbir fark yoktur. İnsan da diğerleri gibi bu dünyaya tamamen rastlantısal bir biçimde fırlatılmıştır. Arslan’ın ilk sergisi için yazılan yazıyı hatırlayalım tekrar: “Bak böcekler de öyle yapıyor". Tabii şunu da unutmamak gerek, Sade, fikirleri kadar, o fikirleri anlatmak için yarattığı cinsellik dünyasının tüm taşkınlığıyla, kelimelere taşıttığı o inanılmaz edebi akıcılığıyla yaratmıştır esas etkiyi. Söylenemez olanı ilk kez gürül gürül söylediği içindir ki etkisi sürmüş ve gelip yirminci yüzyıl başına dayanmıştır...

portre 5, marquis de sade, 1959

Comte de Phallus : Yüksel Arslan


Sezer Tansuğ

1933 İstanbul, Eyüp doğumlu Yüksel Arslan, İstanbul Üniversitesi Sanat Tarihi bölümünde başlayan yüksek öğrenimini yarıda bırakmış ve kendini tümüyle yoğun bir çizgisel uğraş alanı oluşturan resim çalışmalarına vermiştir. 1955 yılında " İlişki, Davranış ve Sıkıntılara Övgü" adını verdiği ilk sergi etkinliği ve 1959 yılında bunu izleyen ikinci sergisiyle dikkatleri üzerine toplayan Yüksel Arslan'ın, Paris'te uzun yılları kapsayan yaşam öyküsü 1961'de başlamıştır. Bu sanatçı da 2. dünya savaşı yıllarından sonra bir kültür ve sanat cenneti olarak dünyada pek çok sanatçının hayallerini süsleyen Paris'in yolunu tutmuş ve o sıralar gerek Fransız Yeni Dalga sineması, gerekse Paris kökenli Existentialiste felsefe akımı ile dünya sahnesinde yeni bazı modalar oluşturan bu canlı ortama kavuşma olanağını bulmuştur.

Yüksel Arslan ilkini 1955'te Maya Galerisi'nde açtığı sergilerde ikincisini 1959'da Türk-Alman Kültür Derneği'nin sergi salonunda gerçekleştirmiş ve ikinci sergisi Adnan benk ve Sabahattin Eyüboğlu gibi düşünürler tarafından "Avrupa çapında bir ressam"ın etkinliği olarak değerlendirilmiştir. Romancı Yaşar Kemal'in eşiyle akrabalığı nedeniyle İstanbul'a gelerek Arslan'ın işlerini gören ünlü eleştirmen Edouard Roditi, Yüksel Arslan'ın Paris'e gidişinde önemli bir rol oynamıştır. Roditi sürrealist sanatın bir savunucusu olarak yakından tanıdığı Andre Breton'un Yüksel Arslan'la ilgilenmesini ve ona sürrealistlerin bir sergisine katılması için bir çağrı mektubu yazmasını sağlamıştır.

1950'li yılların sonlarında Fransızca dil bilgisini artırmaya çalışan, bol bol okuyan ve bu arada Marquis de Sade metinlerine büyük ölçüde merak saran Yüksel Arslan, kendisini Comte de Phallus diye tanımlayan imzasını resimlerinden eksik etmemeye başlamış ve böylece sürrealizmin erotik humour mekanizması ve bunun tarihsel  kökenlerine bağlılığını ifade etmiştir. Öte yandan bazı öğrenci gezilerine katılarak Anadoludaki İslami Türk eserlerini de tanmak fırsatını bulan Yüksel Arslan, sanat tarihi eğitimini yarı da bırakmış olsa da, Sanat Tarihi ile ilgisini hiçbir zaman koparmamış, aksine yaşadığı Avrupa ülkesinde bu ilgiyi çok geniş boyutlara ulaştırmayı başarmıştır.

Paris'e yerleşmesinden sonra İstanbul'da geliştirdiği çizgi üslubundan farklı yapıtların ilk örneklerini ortaya koyan Yüksel Arslan "Artures" dizileri adını verdiği resimlerini 60'lı yılların başlarından itibaren oluşturmaya başlamıştır. Paris'te bir Belçikalı ile evlenerek ondan önce bir oğlu, daha sonraları bir kız çocuğu olan Arslan, giderek imzasını ARTSlan olarak atmaya başlayacağı Paris resimlerinden bir bölümünü yanına alarak İstanbul'a dönmüş ve 1966 67 yıllarında Türkiye'de kaldığı uzunca bir süre içinde biri İstanbul, diğeri Ankara'da iki sergi daha gerçekleştirmiştir. İstanbul'da herhangi bir olumsuz tepki almayan sergisi, erotik ve fallik imgelerin bolluğu yüzünden olmalı, Ankara'da tekrarlandığı süre içinde yaşlı bir Fransız kadın tarafından pornografik-müstehcen suçlamasıyla savcılığa duyurulmuş, yapılan mahkeme sonucunca beraat eden Yüksel Arslan, resimlerini muhafaza edildiği polis karakolundan alarak tekrar Paris'in yolunu tutmuştur. Yüksel Arslan bu tarihten sonra ancak kısa bir tail için, sadece bir kez Türkiye'ye gelmiştir.

Fallik simgelerle vurgulanan erotik yaklaşımlar süreci, Yüksel Arslan'ın zamanla kitap yayınlarına dönüşen resim dizilerinin mizahı ve dramatik içeriklerini de belirlemiştir. Paris'ta başladığı ARTURES dizilerinden sonra çeşitli edebiyat ve felsefe alanlarını içeren temalarında politik diziler de belirip özgün yerlerini aldılar. 68'deki öğrenci olaylarının siyasi ideolojilerine Marksizmi irdeleyip yeni baştan yorumlamaya yönelen etkinliği, Yüksel Arslan'ın 1975'de ilk resimli kitabını oluşturan Kapital dizisi için önemli bir rol oynamış olabilir.

Yüksel Arslan hiçbir zaman bağlarını koparmadığı kendi yerel ülke kaynaklarının yanı sıra, Avrupa kültürünün düşünsel ve sanatsal kaynaklarını da kendi yorum gücüyle irdeleyebildi ve bu kültürü bir Türk insanının mizahçı, gerçekçi ya da bir başka deyimle pragmatist imgelemiyle sorgulamayı sürdürdü. Yüksel Arslan'ın yaklaşımları belki de ilk kez Avrupa Kültürünün bir Türk'ün zihniyetiyle sorgulanması anlamına geliyordu. Yani Arslan türk zihniyetinin farklı yorum bakış açılarını Avrupa'ya taşıyan bir misyoner, ironik bir başka deyimle bir occidendalist sayılabilirdi. Nietzsche'den Rabelais'ye, Marx'dan Diderot'ya, Vinci'den Bruegel'e her düşünür, şair ve sanatçı onun Türk çizgisiyle yeniden yoğrulmuş ve yenibaştan yorumlanmış oluyordu.

Yüksel Arslan'ın 80'li yıllarda birer kitap haline gelen Influences (etkilendiği kaynaklarla ilgili resimler), Autoartures (kendi yaşamıyla ilgili resimler) ve L'hommhe (insan varlığının sinir sistemi ve ruhsal hastalıklarıyla ilgili resimler) dizilerinde evrensel kültür ile insan yaşamı arasındaki derin bağalntılarını irdelediği bir çizim virtüözitesiyle, eriştiği doruğu kanıtlayan bir sanatçı varlığı göstermiştir. 60'lı yıllarda psikopatolojik sanat eylemleri bağlamında düzenlediği bir Psych'ART dizisi içinde Yüksel Arslan'ı da ele alan ünlü psikiyatr Jean Bobon, bu sanatçıyı Hundertwasser ve Henri Michaux'ya çok yakın düzeyde bir yetenek olarak değerlendirmiştir.

Haftanın iş günlerinde sabah saat 9'dan akşam 5'e kadar şaşmaz bir şekilde bir düzenli çalışma disiplinine kendini alıştırmış olan Arslan, daima kağıt üzerine yaptığı çizimleri kendine özgü bir boya tekniğiyle renklendirir. Yağ, idrar, meni ve benzeri maddelerin renkli toprak parçalarıyla karıştırılarak kağıt yüzeylerine uygulandığı bu doğal teknik, tarih öncesinden beri resimde uygulanan doğal tekniklerin bir devamı niteliğindedir. Tüm resimlerine açıkça yansıyan güçlü tarih bilinci, Arslan'ın kişiliğinde prehistorik çağlara kadar uzanan yoğun bir içereik kazandırmıştır. Her yaz tatile gittiği güney Fransa'nın prehistorik bir bölgesinden yontulmuş çakmak taşları toplamak en büyük zevkidir. İnsan yaşamınınn doğal süreçlerinden üretilmiş her alet Arslan'ın dünyasındaki yerini bulmakta, çalışma odası bunlarla dolup taşmaktadır.

Yüksel Arslan çizimdeki temel formasyonu yönünden Selçuk ve Osmanlı hat kaligrafisinin yanı sıra İslam öncesi Orta Asya kökenli Mehmet Siyah Kalem islubu ve Karagöz suretlerinin figüratif verilerine sıkıca bağlı olduğu görülen, bu verilerin tümünü ustalıkla özümsemiş bir üslup geliştirmiştir. Erken çalışmalarında bu etkilemelerin daha yoğun izleri görülür. Bu türden bir stilizasyonun , içinde anatomi çalışmalarına yer verilen bir islup gelişmesiyle bütünleşerek farklılaşması Paris'tekitüm dönemlerini kapsar. Birkaç yıldır üzerinde çalıştığı "L'animal" dizisi de stilize edilmiş örnekleriyle anatomideki ustalığının kanıtlarını karşımıza koyar.

Günlük resim çalışmlarını yoğun bir okuma faaliyetiyle birleştiren Arslan'ın en gizemli yanlarından biri, koca koca defterler oluşturan eskizleridir. Bunlar, resim dizelerinin renklendirilmiş ana birikimlerini belirler ya da yönlendirirler. Resim dizeleri böylece oluşur ve bir kitap yayınına dönüşümleri için faaliyet başlar. Bu kitap çalışmalarının her biri bir sergiyle sunula gelmiştir.

Arture 606

2006

Heinrich von Kleist (A 606): Yine bir intihar. Çok tuhaf bir görünümü varmış, kız kardeşi bir erkeği, kendisiyse bir kadını andırıyormuş. Nişanlısına yazdığı bir mektupta, birlikte mutlu olabilmeleri için doktora gittiğini yazıyor. Nesi vardı? Fimozis mi? Kuşkusuz daha ciddi bir sıkıntısı vardı...

"Tuhaf" diye düşünmüştüm, "yapıtındaki temel izleklerden biri yetersizlik. Dış olaylara egemen olma konusunda yetersizlik, tutkuların yetersizliği ve başarısızlığı..."

" Bir sinir yumağı halinde! Mutsuz! Kanserli bir hanım arkadaşıyla birlikte intihar etmeye karar vermiş. Geceyi bir handa geçirmişler. Sabah bir göl kıyısında dolaşmaya çıkmış, koşmuş, gülmüşler. Birden hancı iki el silah sesi duymuş: Kadını sol göğsünün altından tek kurşunla öldürüp silahı ağzına dayayıp intihar etmiş."

Arture 623

2007

Yine Artaud (A 623): Rodez Akıl Hastanesi'nden çıkmış, Vieux Colombier Tiyatrosu'nun sahnesinde küçük bir masanın başında bir konferans vermiş. Ertesi gün, 14 Ocak 1947'de, Andre Breton'a şöyle yazmış:

(...) Kaldı ki kendimi yine, bir kez daha tiyatro salonunda, seansı izlemek için oturdukları yerin parasını ödeyen insanların karşısında buluverdim ve sahneye çıkınca bu seansın gerçekleşemeyeceğini düşündüm. Hepsi bu. İnsanlara şöyle demek gerekirdi: Burada fazlasınız, ben de karşınızda, bir yerde fazlayım, tıpkı melez bir konuşmacı gibi, sokakta, bir barikatın karşısında fazla olmam kuşkusuz, öte yandan günümüz kurumlarının yerleşmesinin sorumluları sizlersiniz az çok, değil mi ki hepinizin saklayacak, koruyacak ya da kurtaracak bir şeyleriniz var. - İşte 4 kez, Andre Breton, buna karar verdim Pazartesi akşamı, sözlerimi kesen korkunç sessizlikler ondandı. Ama her seferinde sözcüklerin ağzımdan çıkmasına izin vermeyen, bedensel anlamda izin vermeyen anlaşılmaz bir engele takıldım kaldım. Hayat, doğum, ölüm üstüne birtakım iğrenç kavramlara kanmış yaşayıp gidiyoruz. Günün birinde öldüğümüz zaman bunun tek nedeni bizi bunlara inandırmaları. Benim sorum şu: Kim benim gibi ölmemeye, bir kez daha tabuta konmamaya karar vermiş? Yalnızca başkalarının izin verdiği şeyleri yaşayan birtakım sözde gurular, yalan yanlış eğitilmiş birkaç pitri maymunu dışında kimseye yararı dokunmamış ölümün asla.

Ayrıca şunu da demek isterdim: (...) Başkaldıran herkes deli ya da sapıtmış ilan edilir, zehirlenir, hapsedilir, bunamaya itilir, intihara sürüklenir, uyuşturulur. Aslında Baudelaire'in günün birinde sözyitimine uğramasına neden olan şey biraz da ondaki bilinçtir. Edgar Poe karmakarışık aklından dramatik biçimde kurtulamadığından içkiye gömülmüştür (...) Gerard de Nerval'i delirten ve bir bilinç krizi sırasında tüm dünya onun deliliğiyle ilgilendiği için ondan asla kurtulamayacağını anladığı gün kendisini intihara sürükleyen şey büyüdür. Bana gelince yıllar önce farkına vardım (...)

Arture 621



Bir Nerval daha (A 621) : Deliliği, sanrıları. Böceklerden, çiçeklerden, ağaçlardan, hayvanlardan sesler duyuyor.'Doğadaki her şey yeni görünümler kazanıyordu' 'Ve gizli sesler yükseliyordu (...) bitkiden...' Kriz dönemleri dışında bilinci yerindeymiş.

Arture 587



Arture 587 : Franz Kafka

Bu eski dostu ne vakit okusam tekrar tekrar şaşırtıyor beni! Dahası, Kafka üzerine okumadığım birkaç kitap buldum; P.Klossowski'nin Günce'si (1945), W. Wagenbach'ın  F.K.'nın Gençlik Yılları, Marthe Robert vb. Doğal olarak Kafka için biraz ortadoğululara benzeyecek bir mezartaşı yapma fikri beni harekete geçirdi!

(...) Taştanım ben; kendi mezar taşım oldum, şüpheyle ya da inançla, aşkla ya da nefretle, cesaretle ya da buhranla, özelle ya da genelle aralanmadan, belli belirsiz bir umut yalnızca, ama mezar taşlarında (...)

Otel yönetimine adımı açık seçik yazıp vermiş olsam da, ardından onlar bana iki kez doğru yazıp vermiş olsalar da, yine de Josef K... yazıyorlar tahtaya. Onları aydınlatmalı mıyım, yoksa onlar tarafından aydınlatılmalı mı? (Franz Kafka)

Arture 565


Thomas Bernhard'ın kitaplarını okumaya, Beton'la sanırım, başladım. Sonra da Avusturya'da ve eski Avrupa'nın diğer başka şehirlerinde yaşamış bu diğer canavarın tüm kitaplarını okudum. 

565. arture'e gelince, çok ama çok basit: Hoş bir canavarın etrafını saran hakiki canavarlar! Hitler'in, Mettrenich'in, Pinochet'in vb. iğrenç kafaları seçiliyor arada.

" Sizin Bremen Mızıkacıları masallarınıza karnım tok; hiçbir şey anlatmak istemiyorum; şarkı söylemek istemiyorum, vaaz vermek istemiyorum, kimse inkar edemez: Masallar tedavülden kalktı artık, şehir masalları da; felsefi olanlar bile hatta; ruhlar alemi yok artık; evrenin kendisi artık bir masal değil; Avrupa, en güzel olanı, öldü; işte doğru, işte hakikat. Hakikat de, doğru gibi, masal değildir, ve doğru olan asla masal olmamıştır.

Elli yıl var ki Avrupa gerçek bir peri masalıydı. Birçokları bugün bu peri masalı dünyasında yaşıyor, ama ölü bir dünyada yaşıyorlar, kendileri de ölü zaten. ölü olmayan yaşar, masallarda değil üstelik; bu da bir masal değil... (Thomas Bernhard)

Arture 532


Arture 532: F. Nietzsche

Eski ahbabım, gençlik arkadaşım! Torino'daki at arabası kazasıyla ilgili yeni şeyler okuyorum (E.F. Podach, Karl Schleta, Franz Overbeck, Virgile Barbat, Paul Deussen, Kendi son mektupları, davranışları vb.)

Bu kitaplardan parçalar vermek niyetinde değilim.  Daha Ecce Homo'da  elle tutulur gözle görülür hale gelmiş hastalığını bilen biliyor.

Bu Arture'ü yaparken , diziye Yeni Etkiler demeye karar verdim. Genel olarak insanların değil, tek ve nadir bireylerin söz konusu olduğu artık apaçıktı benim için! Dehalardan söz etmeyecektim elbette. İspanya'da ve diğer kıtalarda bunlardan sürüsüne bereket.

Arture 551



W. Benjamin, kesinlikle 20. yüzyılın "düşünen büyük kafaları"ndan biri benim için. 
Epey bilinçli bir şekilde, iki dostu arasında bölmüş kendisini: B. Brecht ve Gershom Scholem. Fransa'da sürgündeyken, 1940 yılında, Amerika yolunda, Port Bou'da intihar etmeyi başarmış, diyeceğim. Ele geçirdiğim belgelere göre, bu Port-Bou panoraması da aynı hikayeden alıyor kaynağını.

Frank




YAŞAM KURALI

1. Mümkün olduğunca az sırrını aç. Hiç sır vermemek en iyisi, ama her şeye rağmen içini açıyorsan, söylediklerin yanlış ya da belirsiz olsun.

2. Mümkün olduğunca az düş gör; tabii düşün doğrudan hedefi bir şiir ya da edebi bir üretimse, bu hariç. İncele ve çalış.

3. Mümkün olduğunca kanaatkar olmaya bak; bedenin kanaatkarlığından önce ruhun kanaatkarlığı gelsin.

4. Basitçe nezaket göstererek nazik ol; kendini ele verme, tinin mahrem yaşamına bağlı problemleri dolu dizgin tartışma.

5. Konsantre olmayı öğren, iradeni çelikleştir, kendinin gerçekten bir güç olduğuna içten inanan bir güç haline gel.

6. Ne kadar az gerçek dostun olduğunu dikkate al; çünkü pek az insan gerçek dost olabilir.

7. Sessizliğinde gizlenen her şeyden zevk almaya çalış.

8. Küçük işlerde, evdeki ya da işteki önemsiz şeylerde hızlı davranmayı öğren; kendi yaptığın işte hiç gecikme kabul etme.

9. Yaşamını bir edebiyat eseri gibi düzenle ve mümkün olduğunca bütünlükle kıl.

10. Katili katlet(?)

 Kendini başkalarına anlatma.


*
Bunlar 
Pessoa'dan




 tommygakenwan

New York Üniversitesi'nden atıldım, sonra City College of New York'tan da atıldım, devamsızlıktan, notlarım kötü olduğu için. Gerçek bir üniversite eğitimi almadım. Üniversitede bir yıl bile geçirmedim. Ana dalım uzun metrajlı filmdi, ana dalımda kaldım. Üniversitede iyi değildim. Ailem için travmatik bir deneyimdi, benim için değil. Ben okulda geçirdiğim her günden nefret ettim, her gün pişman oldum. Okulda geçirdiğim her güne yanarım. Üniversiteden atılmak bir lütuftu.

Woody Allen

Philip Seymour Hoffman

“O bir devdi.  Philip’in mirasına bakarken nereden başlamalı emin değilim, zira kapsamı ve derinliği muazzam.  Ancak bu, onun seçimleri hakkında çok şey anlatıyor.

O, bildiğim en iyi karakter oyuncusuydu. Oynadığı küçük rollere baktığınızda, o performanslarının da onu çağdaşlarından ayırdığını görebilirsiniz.  

Güçlü yanı, rolün içine girebilmesi ve kibirli olmayışındaydı. Aynı zamanda, sevdiği şeyden nefret de ederdi. Bu da onun lanetiydi. Performansları yüzünden kendini yiyip bitirirdi. Onun hakkını veren bir yazı yazma ihtimalim az, ama çektiğimiz filmin hakkını verdiğini düşünüyorum. Filmde gerçekten muhteşemdi ve bütün ilgimizi hak ediyordu. Onunla son derece gurur duyduğunu biliyorum. 

İki hafta önce karşılaştığımızda tekrar birlikte çalışmaktan bahsetmiştik.  Bu konuda şöyle demişti: Umarım bunu başka bir filmde tekrarlayabiliriz. Artık daha çok şey biliyoruz ve bence birlikte iyi mücadele eder ve sarsılmaz oluruz. Bu çok heyecanlı.

İlk karşılaşmamız, 2011’de New York’ta Vogue için onunla birlikte yaptığım çekimdi.  Bitişik otel odasında pantolonu düzeltilirken biz de filmden ve rolünden bahsettik.  Elbette iç çamaşırlarıyla oturuyordu ama dikkatinin bu durumdaki absürtlüğe kaymasına hiç izin vermedi.  İş hakkında ciddiydi. Yazık ki bu asla olmayacak.  Filmin sonunu izlemeyi daha da zorlaştıran da bu."

Anton Corbijn