INCIPİT VITA NOVA

HERMANN HESSE

INCIPİT VITA NOVA

Almancadan çeviren : Oruç ARUOBA

Yaşamımda, çoğunluk insanların yaşamındaki gibi, bir özel baş­kalaşım noktası, bir korku, karanlık, yalnızlaşmışlık yeri, bir görülme­miş körelme ve boşluk günü var; bugünün akşamında ise, gökyüzün­de yeni yıldızlar, içimizde de yeni gözler doğuyor.

O zamanlar, titreye titreye, gençlik dünyamın yıkıntıları arasında dolaşıp duruyordum, kırık düşünceler, kopuk, dağınık düşler üstün­de; neye baksam, un-ufak oluyor, yaşamaz oluyordu. Yanımdan, tanı­maktan utanç duyduğum dostlar gelip geçiyor; dün düşündüğüm, san­ki yüzyıllıkmışçasına, hiçbir zaman benim olmamışçasına uzaklaşmış, yabancılaşmış düşünceler dönüp bana bakıyordu. Sonra herşey yıkıl­dı, kaydı gitti, korkunç bir boşluk, bir durgunluk sardı çevremi. Artık bana yakın hiçbirşey yoktu, ne sevgili, ne komşu; yaşamım sarsıcı bir tiksinti gibi kabardı içimde. Sanki her ölçü taşırılmış, her tapınak kirletilmiş, her tat bozulmuş, her yükseklik aşılmıştı. Sanki bütün temiz­lik pırıltıları karartılmış, bütün güzellik umutları kırılmış, ayaklar al­tına alınmış. Özleyecek hiçbirşeyim yoktu artık, tapınacak, nefret ede­cek hiçbirşey. İçimde kutsal, alçalmamış, bağışlatıcı ne kaldıysa, ba­kışını, sesini yitirmişti. Yaşamımın bütün bekçileri uyuyakalmıştı. Bü­tün köprüler yıkılmış, bütün uzaklıklar maviliklerinden soyulmuştu.

Çekici, sevmeğe değer ne varsa böyle yitip gittiğinde, ve ben, bir tin kazazedesi gibi, bitkin, anlatılmazcasına tükenmiş, yoksul, sefilli­ğimin bilincine vardığımda, gözlerimi yere düşürdüm, kollarım bacak­larım ağır, kalktım, geçmişimin bütün alışkanlıklarını bırakıp uzaklaş­tım; geceleyin, selam bırakmadan ve kapıyı kapatmadan evini bıra­kıp giden bir hükümlü gibi.

Yalnızlığın dibini gören kim var? Kim yadsıma ülkesini bildiğini söyleyebilir? Bakışlarım kararıyordu uçurumun üstüne eğildiğimde, düşüyorlardı aşağıya, duracak yer bulamadan. Yadsıma ülkesini ge­zindim durdum, dizim yorgunluktan kırılana dek, ve daha hâlâ önüm­de uzanıp gidiyordu yol hiç eksilmemiş bengiliğinde.

Bir durgun, hüzünlü gece, avutucu ve rahatlatıcı, kubbelendi üze­rimde. Uyku ve düş, sılaya dönmüşü karşılayan dostlar gibi geldiler bana, öldürücü yükü, bir bohçayı alır gibi indirdiler sırtımdan.

Hiç kazazede olup karayı gördüğün, yüzerek sana yaklaşan biri­ni gördüğün oldu mu? Hiç ölümcül hasta olup ilk sağaltıcı, temiz dağ havasını içine çektiğin, yenilenen kanın tatlı kıpırtısını hissettiğin ol­du mu? Bu kurtarılan, bu sağalan gibi, beni de bir şükran, huzur, ışık, sağlık dalgası kapladı, o gece, bilinmez varlıkların bana dostça yaklaş­tıklarını anladığımda.

Gökyüzü, daha önceleri hiç görmediğim bir görünümdeydi. Yıldız­ların yerleri ve dönüşleri ile iç yaşamım arasında önceden belirlenmiş bir dostluk birliği kuruldu; bengi-olan da, açıkça ve iyilikle, içimden birşeyleri kendi yasalarına bağladı. Çölleşmeğe yüztutmuş yaşamıma, altın toprakların serildiğini; içimde eski yeni herşeyi soylu billurlar gi­bi düzenleyeceğini, dünyanın bütün şeyleri ile, bütün harikaları ile iyilikli birlikler kurması gerektiğini enfes bir şaşkınlıkla sezinlediğim bir güç ve bir yasanın verildiğini hissediyordum.

Incipit vita nova. Yeni birisi oldum artık, kendi kendime bir mu­cize gibi geliyorum daha, hem dingin hem etkin, kabul eden ve bah­şeden, belki en değerlilerini kendimin bile daha bilmediği değerlerin sahibi.



***
Çevirenin Notu:

Metin, Hesse’nin 1897-99 yıllarında Tübingen’deyken yazdığı, ilkin Eugen Diederich’in yayımevince (Leipzig, Haziran 1899), yayımcının karısı, Hesse’nin dostu, şair Helene Veigt’un ısrarı üzerine (yayımevinin çizgisine uymadığı halde) yayımlanan Geceyarısının Ardından Bir Saat (Eine Stun- de hinter Mitternacht) adlı 9 parçalık derlemenin 4’üncü parçasıdır.

Kitabın ilk farkına vararak üzerine yazı yazanlardan biri Rilke’dir; ama kitap ilk yılında ancak 53 adet satmıştır. Hesse (kendisi ‘ün’ kazandıktan sonra çabucak tükenen) kitabın yeni bir basımına uzun süre izin vermez; sonradan (1941’de) ancak kısıtlı (1500 nüshalık) bir yeni basımını (Verlag Fretz und Wasmuth, Zürich) yaptırdığı derlemedeki metinleri de «düzyazı şiirler» diye nitelendirerek, bunların kendi «yolu[n]un anlaşılması için önemli» olduklarını, «içeriği ve sorunlarının yaygın okur kitlelerini ilgilen­dirmediğini, «ama dar dost ve eleştirmenler çevresine yeniden ulaştırılma­ları gerektiğini söyler.

Burada aslı ve çevirisi verilen metin 1941 baskısındandır (ss. 67-72).

Parçanın (son paragrafın ilk tümcesi olarak yinelenen) Latince başlı­ğı, «Başlıyor Yeni Yaşam» (ya da «dilegeliyor (konuşmağa başlıyor) yeni ya­şam») demektir. Bu, akla hemen (metnin içindeki «bengi», «dönüş», «yük», «sağalma» gibi sözcüklerle birlikte) Nietzsche’yi getirir: Nietzsche’nin Şen Bilim adlı kitabının ilk baskısının (1882) son parçasının (s. 342) adı «Incipit tragoedia»dır: Başlıyor Tragedya. Bu parça da (hemen hiçbir değişiklik gör­meksizin) Nietzsche’nin bir sonraki kitabı, Böyle Buyurdu Zerdüşt’ün en ba­şında yer alan parçadır.

"Yazko Çeviri", Ocak-Şubat 1982, Sayı: 4

everett ruess


Fakat çıplak güzelliğe uzun zaman bakan kişi doğanın
asla dönemeyebilir cihana
ve ne kadar denese de,
boş ve nafile bulacaktır elindeki uğraşı
ve insan ilişkisini maksatsız ve abes
Tek başına ve kayıp,
ölmek zorundadır o güzelliğin sunağında

Dostlar ve Yalnızlık

Hayır, gezgin, Hayır! Selamım sana değildir
Hele ki bu sesle!..
Sen yoluna devam et
Şarkımı asla anlamadan!..


Nietzsche’nin tutku dolu iletişim kurma istenci ve buna rağmen artan yalnızlığı, hayatının temel bir gerçeğidir. Bunun ka­nıtı, aynı zamanda hayatından ayrılamayan eserlerinin de bir parçasını oluşturan mektuplarıdır.

Nietzsche’nin dostları yüksek mevkideki insanlardı. Zamanının ilk tinleriyle ilişki halindeydi. Etrafında sıradışı insanlar bulunuyordu. Ama hiç kimseyi kendine bağlayamadığı gibi hiç kimse de ona bağlanamamıştır.

Dostlukları -her bireye karşı tuhaf bir biçimde gerçekleşmesinde, tamamlayıcı içeriklerinin ifadesinde, hareketlerinin aşa­malarında, başarısız oluşlarında- Nietzsche’nin özüne ve usavurma tarzına vazgeçilmez bir yol olduğu gibi dostluk kurma fırsatları için benzersiz bir tecrübedir. Nietzsche’yle yakınlaşan insanların sayısı açısından değil, tamamen farklı yönlerde dost­luk kurma fırsatlarının görülmesi açısından zenginliği ele alın­malıdır.

Nietzsche, iki dostuna, Erwin Rohde ve Richard Wagner’e derinden bağlıydı. Bu dostluklar sürekli olmamıştır. Ama içsel olarak her ikisiyle de dostluğu ömür boyu ruhunun derinliklerinde sürmüştür. Onlarla birlikte yaşadığı sürece temelde yalnız değildi. Onlardan ayrıldıktan sonra radikal yalnızlığı başladı.

Bu yalnızlığın içinde yeni dostlar edinmeyi denedi (Paul Ree, Lou Salome, Henrich von. Stein), ama bu dostlar, her ne kadar mevki ve önem sahibi olsalar da kaybettiği iki dostu­nun yerini dolduramadı. Her biriyle hayal kırıklığı ve yine başarısızlıklar yaşadı. Bu dönemlerin arka planında, ağırlıkta olmasa da kaybedilen her şeyin yerine konulan bir şey gibi Nietzsche’nin illüzyonlarıyla kaplanmış bir şekilde Peter Gast durmaktadır.

Başarısız olan bu arkadaşlıkların tersine, daha sığ [ama uzun süreli] insan ilişkileri, Nietzsche’ye yeterli desteği sağladı. Gelip giden yakınları, sıradan ziyaretçiler, sürekli olarak değişen, ama derinden sarsılmayan mühim kişilerle kurduğu tinsel ve eğlenceli ilişkileri de söz konusu desteği artırdı, öyle ki Overbeckle sarılırken bile kendini huzurlu hisseder oldu.

Sonuç her yerde aynıdır: Derin bir yalnızlık. Bu yalnızlığın Nietzsche’de istisnai bir varoluş olarak nasıl gerekli olduğunu sormalıyız: Nietzsche’de, bildirişim nedenleri ve koşulları açısından bir hazır olmama olgusu hissediliyorsa da görevinin kendisini insan olarak ve dostluk kurma fırsatlarında nasıl tü­kettiğini kavramak zorundayız. Nietzsche'nin yalnızlığını biz­zat kavrama şekli, bu soruya cevap vermese de bir açıklama getirebilir. (sf 73)



Nietzsche’nin dostluk kurma olanaklarının sınırları ve yalnızlığı

— Nietzsche’yi yanlış durumlarda görmek, yani tesadüfen yoluna çıkan insanlarla konuşurken ve onlara bir nevi yakınlık gösterirken; hemen hiç tanımadığı bir öğrenciden seyahate çıkmasını talep edip reddedilirken; aniden evlenme tek­lif edip ardından tekrar kendisine bir eş aramalarını isterken; Ree ve Lou’ya doğru bir adım atarken görmek, sanki Nietzsche konusunda şüpheye düşmek gerekiyormuş gibi can sıkıcıdır. Nietzsche, “yalnız insanın kendini herhangi bir insanın boynu­na attığı ve gökten inen bir dost gibi davrandığı ve bir saat sonra iğrenerek, bu sefer de kendinden iğrenerek ittiği o saatleri” (kız kardeşine mektup, 8 Temmuz 1886) ve bugüne dek ne tür in­sanları kendine eş tuttuğuna dair utanç verici anıyı çok iyi bilir. Ne var ki gerek bu durumlarla gerekse başka durumlarla başa çıkmıştır. Bu durumların üstesinden geliş şekli, bu durumlara düşüşünden daha karakteristiktir.

Nietzsche’nin dokunulmadan ve sarsılmadan dünyayı dola­şan çelik gibi sert ve kendi ayaklarının üstünde duran bir kahraman olarak betimlenmesi yanlıştır. Nietzsche’nin kahramanlığı farklıydı. İnsani başarının her türlüsünün kendisine yasak oldu­ğu insani kaderine maruz kalmıştır; insanca dürtülerden dolayı bazı anlarda görevinin yolundan sapmak, yolunu kolaylaştırmak zorunda kalmıştır: Örneğin etkisinin gerçekliğini planlamak ve desteklemek öğretmenlik dürtülerini faaliyete geçirmek için bir yol bulmak, dostlarına inanmak zorunda kalmıştır. Başarısızlık sonrası geri dönüşü kahramanlığını oluşturur. Dünyadaki faali­yetlere ilişkin kararları bu nedenle gittikçe daha olumsuz hale gelmektedir. Çağın aydınlatılamayan karanlığına gömülmemiş ve bir illüzyona kapılmamış olması, kendine özgü sanki ufuksuz dü­şünen kavrayışının olağanüstü bir şekilde gelişmesini sağlamıştır.

ALSO SPRACH ZARATHUSTRA


"Zarathustra'nın edebi bir eğlence parçası olarak dünyaya gelmesi düşüncesi midemi bulandırıyor; kim onun kadar ciddi olabilir! "

"Bu küçük kitabın efsanevi bir havası olmasına aldanma: Bütün düz ve ilginç kelimelerin ardında benim en derin ciddiyetim ve felsefem yatıyor. Bu benim kendimi ortaya koymamın bir başlangıcı, fazlası değil! Gayet iyi biliyorum ki şu an hayatta olan hiç kimse Zarathustra gibi bir şey yapamaz .."




Zerdüşt, bir yandan, estetik anlamda bir edebiyat eseridir ve sadece bu perspektiften yargılanabilir; öte yandan, tamamen mis­tik-anlamda bir edebiyat eseridir -Nietzsche’nin etiğinin en yük­sek taleplerinin onun sayesinde ilk kez kendilerini gerçekleştir­diği bir dini yaratım edimidir. Bu Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt'ünün neden, tüm kitapları içinde, olsa olsa, en çok yanlış anlaşılmış olanı olarak kaldığını açıklar.

Ancak aslında tüm eserleri içinde popülerleşmesi en az istenmiş olanı budur.

Eğer bugüne kadar, herkes için tamamen erişilir olmayan gizemli bir felsefe var oldu ise, bu odur.

Lou Salome

The Song of the Earth (Mahler)




Mustafa Tüzel'le Nietzsche Hakkında


Türkiye’de Nietzsche denilince Zerdüşt akla geliyor hemen. Piyasada 8-10 çeşit Zerdüşt “çevirisi” var. Peki niye ille de Zerdüşt çevriliyor? Çok satıyor o haliyle de ondan. Zerdüşt’ü alıp okuyanların yelpazesi geniş aslında. “Ferrarisini Satan Bilge” niyetine, “Simyacı” niyetine de okunuyor. Şiirsel bir metin, oradan birkaç güzel cümle okuyup, sevgiline hava atabilirsin filan. Bunun böyle olmasını belirleyen de, ister inanın ister inanmayın, dağıtım şirketlerinin elemanları. Böyle pazarlanıyor bu kitap. Yayın piyasasını, dolayısıyla düşünce dünyasını kısmen onlar belirliyorlar. Oysa Zerdüşt en son okunması gereken kitap. Tragedya’nın Doğuşu’ndan başlayıp, sırayla okumak gerek; sonra bir de sıkı Nietzsche biyografisi okumalı ki, göndermeler tam olarak anlaşılsın. Kimileri, “Nietzsche Ağladığında”yı okuyup, ben Nietzsche’yi biliyorum diyebiliyorlar; politikanın içinde olan, sözü dinlenen “ağır abiler” var böyle. Halbuki, eski Afa yayınlarından çıkan “Kızkardeşim Karım” isimli kitap doğru düzgün okunmuş olsa, “kırbaç” meselesi aydınlığa kavuşacak. Ama ezberden konuşmak çok rahat. 

Bir de Zerdüşt’ün buyurması meselesi var. Yıllarca bu başlığın etkisinde alımlandı Zerdüşt ve Nietzsche. Oysa, Siyahi’deki yazımda da belirttiğim gibi, Zerdüşt buyurmaz, o söyler sadece.

İthaki yayınlarının tüm Nietzsche’leri eksiksiz ve doğru çevirilerle yayımlama çabasında benim payım fazla değil. Ben Colli-Montinari edisyonunu önerdim, ki bunu da kafamıza sokan elbette sevgili Oruç Aruoba’dır. Yayınevi copyright satın almaya yanaşmayıp herhangi bir edisyonu yayımlamayı da tercih edebilirdi. Ama o zaman yapılacak işin eksik olduğunu gördüler. Çünkü C-M dışında gerçekten de doğru dürüst bir edisyon yok. Olay sadece dipnotlarda ve açıklamalarda bitmiyor. Oruç Aruoba’nın çevirilerini beğeniyorum elbette. Yukarıda da söylediğim gibi, aslında Nietzsche dilimize yeni çevriliyor.“Tragedya’nın Doğuşu”nun çevirilerine bir allahın kulu açıp baksın. İddia etmiyorum, bunu söylemek bir görevdir, bu kitabın Türkçe’de yapılmış ilk çevirisi, benim çevirimdir. Diğer kitaplar için de aşağı yukarı öyle. Bunu bana değişik Üniversitelerde akademisyon olan, tanıdığım tanımadığım insanlar söylediler; metinleri Almanca, İngilizce karşılaştıranlar var. Üzerinde Almanca’dan yapıldığı yazılmış bir çeviride, İngilizce çevirideki hatanın aynen yinelendiği saptanıyorsa, başka ne söylenebilir ki?

Nietzsche’nin popüler olduğunu da sanmıyorum. Yukarıda dediğim gibi, popüler olan yanlış bir Nietzsche imgesi, yanlış bir Zerdüşt imgesi.


Çevirileriyle 19.Yüzyılın en önemli düşünürlerinden Nietzsche’yi 
derli toplu ve doğru okumamızı sağlayan Mustafa Tüzel’e 
Nietzsche ve Türkiye hakkında sorular gönderdik.
 Sağ olsun, kırmadı bizi, bilgilerini bizimle paylaştı.

"Sils Maria'nın Münzevisi"

(Cenova, Mart sonu, 1883) 


 (...)

Cenova'dan en kısa zamanda ayrılıyorum ve dağlara gidiyorum. Bu yıl kimseyle konuşmak istemiyorum.

Benim yeni adımı bilmek ister misiniz? Kilise dilinde mevcut  -Antichrist.

Nasıl güleceğimizi hiç unutmayalım!



Ah, içimde gizli kalmış, kelimeler ve formlarla ifade edilmeyi bekleyen o kadar çok şey var ki! İçimdeki sesi duymak için ihtiyacım olan sessizliğin, yüksekliğin, yalnızlığın sınırı yok.

Sils Maria, 24 Eylül 1886

Sils Maria'da son günüm, bütün kuşlar uçtu; gökyüzü sonbahara yakışır şekilde "karanlık"; gittikçe soğuyor, yani, "Sils Maria'nın Münzevisi" yoluna koyulmalı.



Nietzsche ve Doğa

Doğa efsanesi — Kırlar, Nietzsche'nin usavurmasının arka planıdır; bu arka planı bir kez gören ona bağımlı hale gelmiştir. İfadelerini sonsuz olarak değiştirerek okuyucuya seslenme­si ve farkında olmadan ona geçmesi, Nietzsche’nin özüne ait içeriğin -asaleti, saflığı, kaderi- kendini emniyetteymiş gibi hissettiği genel olarak anlaşılabilir bir dil haline gelmektedir. Nietzsche'nin büyüsüne ve anlamanın önkoşulu olan ruh haline ulaşmanın en kolay yolu budur. Nietzsche'nin dünyasında doğa ve elementler sadece göze hoş gelen resimler veya dinle­nen müzik gibi değildir, aksine gerçekliğin doğrudan kendisi olarak konuşan ve gösterilmesi mümkün olmayan türü gibidir.

Kırların ve doğanın Nietzsche'yle konuşma tarzında daha önceki betimleyici, göze hoş gelen bir biçimde gözlemci tarzı ile örneğin uet in Arcadia ego” (3, 354) ve kırlarla bir özdeşleş­me gibi görünen daha sonraki tarzı arasında bir sıçrayış var­dır. Daha önceleri başka bir şey olarak karşısında duran doğa tarafından etkilenirken, daha sonraları sanki doğa ve insanın kaderi, duyusal bedensellik ve olmak oluş gibidir. Dünya an­cak son on yılda şeffaflaşır ve doğa bir efsane gibi görünmeye başlar. Nietzsche ampirik gerçeklikten dolayı acı çekerken artık bu gerçeklikte asıl gerçekliği, hem de aynı anda önsezili ve be­deni olarak görebilmektedir. Nietzsche için sadece görünen her şeyin yükseltilmiş bir ifadesi yoktur, aksine olmanın dili doğal olanda duyulabilir hale gelmiştir.

Bu dil özellikle şiirlerde ve Zerdüşt'le duyulmaktadır. Biyografik bir anlayış onlara yakınlık sağlamaktadır: Nietzsche her gün kırlarda dolaşarak yaşamıştır. İklime ve havaya karşı hassasiyetinden dolayı, bulunduğu yerin, günün saatlerinin ve mevsimlerin tüm nüanslarını -ıstırap dolu veya canlandırıcı- ruh halinin ve varlığı­nın gücünün en derinlerine kadar hissetmesini sağlamış­tır. Kırları, derinliklerinde tecrübe etmek için “çok çaba göstermektedir:” "Doğanın güzelliği, tüm diğer güzellik­ler gibi kıskançtır ve sadece ona hizmet etmemizi ister” (Gast’a mektup, 23 Haziran 1881). Doğa ona göre tüm ha­yal kırıklıklarında ve her türlü yalnızlığında ona kalan yakın bir dünyadır. Mektuplarında ve yazılarında sürekli mevcut olan bir şey olarak dile gelmektedir. Her türlü romantizmden, teolojiden ve mitolojiden arındırılmıştır ve bu yüzden saf dili sağlamaktadır: “Ruhlara seslenmek için işaretlere sahip olmam için yaratılmamışsa, doğa ne için yaratılmış olsun ki?” (12, 257). Doğanın varoluşuyla birlikte Nietzsche memnuniyetin derin mutluluğunu dı­şarıya yansıtmaktadır: sanki doğada teselli ve tutunacak bir yer bulmuş gibidir. Bedenselliğinin tamamı, doğa ara­cılığıyla olmayı nasıl içselleştirebileceğine yönelmiştir.

Doğayla bir olmaktan duyduğu mutluluk, Nietzsche için insanlarla kaybettiği iletişimin yerine geçebilmekte­dir: yine de iletişim kurma istenci sanki bu kırlarla bir olmaya dahil edilmiş gibidir. Önceleri doğanın suskun­luğu “güzel ve tüyler ürpertici”dir. "Büyük sessizlikte" (4, 291). Ama Zerdüşt, güneş doğmadan önce saf gökyüzüyle konuştuğunda ânında değişmektedir: "Başlangıçtan beri dostuz... Fazla şey bildiğimiz için birbirimizle konuşmu­yoruz. Birbirimize susarak bakıyoruz, gülümseyerek bil­gimizi paylaşıyoruz" (6, 240). Sonunda yalnızlığının ıs­tırabı doğaya seslenmektedir, sorgulayarak, hiçbir cevap beklemeden yakınlığını hissederek, ama onu görmeden: “Ah, üzerimdeki gökyüzü... beni mi seyrediyorsun? Tu­haf ruhumu mu dinliyorsun?.. Ruhumu ne zaman tekrar içine çekeceksin?” (6. 403 vd) sorusu çok terk edilmiş gibi görünmektedir, ama yine de ruhu Venedik geceleri­nin karanlığına, "Onu dinleyen oldu mu?" (8, 360) diye biten şarkıyı söyler; buna rağmen yine de bir soru gibidir durduğu yerde beklerken...

Nietzsche büyük doğaya duyduğu sevginin kaynağını görmektedir. "Kafamızda büyük insanların eksik olmasından" (5, 161) kaynaklanmaktadır. Doğayı son bir şey olarak istememektedir; içinde gençlik yıllarındaki doğrudan doğa efsanesinden fazlası yaşamaktadır. Tüm büyük doğadan fazlasını istemektedir: “İnsanca olan şeylerle doğaya nüfuz edelim... Ondan insanın ötesinde hayal kurabilmek için gerekli olan bir şeyi alalım. Fırtınadan ve dağlardan ve denizden bile daha muhteşem bir şey oluşmalıdır" (12, 361).

Nietzsche'nin hangi doğadan, hangi temel olaylardan, hangi manzaralardan hangi anlamda etkilendiğini sorarsak, içeriklerini sistematik bir hale getirmek imkansızdır, ama birkaç örnekle en azından hariçten nelerin meydana geldiğini ve sadece metinlerin bir arada okunmasıyla an­laşılabilir olduğu şeyleri görmüş oluruz:

Neredeyse saatlerin nüanslarına kadar varan günün zamanları. Örneğin öğle vakti, zamanın harcandığı, ebediyetin tecrübe edildiği, mükemmelliğe ulaşılan an haline gelir (6, 400 vd.; 3, 358 vd). Öğle vaktine benzer bir şekilde gece yarısı, "sarhoş şarkı" zamanıdır; olmanın derinliği, ebediyet açıklığa kavuşmakladır (6, 464 vd).

Elementler. Sevilen, saf gökyüzü, nefret edilen bulutlar, kış gökyüzü, güneş doğmadan önceki gökyüzü -sa­bah güneşi, akşam güneşi,- rüzgâr, eriten rüzgâr, -fırtına, sessizlik,- ateş ve alev.

Manzaralar. Dağlar, kar, buzullar, deniz, göl, çöl; gü­ney her zaman başka, daha uzak, asla mevcut olmayan bir güney olarak;“Afrikalı olan" (Gast'a mektup, 31 Ekim 1686).

Sayısız bireysel doğa resimleri: Çam ağaçları, sahiller­de eğilen, yükseklerde dimdik duran; incir ağacı: dalga köpükleri; çayırlar, bir gölün kenarındaki kayalıklarda, yükseklerde uçan yalnız bir kelebek; at, sığır, keçi, boğa; su üzerinde bir yelken; gölde bir kayık ve akşam güneşinde altın sarısı kürekler.

DoĞa aynı zamanda Kendi bedeninin canlılığıdır, yü­rümektir, dağlara tırmanmaktır, dans etmektir ve rüyada uçmaktır (12, 222; 6, 241, 281, 282, 285), doğayı bir ker­tenkele gibi güneşte yaTarken tecrübe etmektedir (15,81; Overbeck'e mektup, 08 Ocak 1881). En önemli düşünce­leri doğada kazanmaktadır; "açık alanda yürüyerek, zıp­layarak, tırmanarak, dans ederek, en çok da yolların bile düşünmeye başladığı yalnız dağlarda veya deniz kenarında düşünmeye" (5, 318) alışıktır.

Nietzsche’nin adeta kendisine ait manzaraları ve şe­hirleri vardır. En başta Oberengadin gelir: “Benim man­zaram, yaşamdan öylesine uzak, metafiziksel" (Fuchs’a mektup, 14 Nisan 1888). “Bazı doğa bölgelerinde ken­dimizi tekrar keşfetmekteyiz, hoş bir ürpertiyle... bura­da, İtalya’nın ve Finlandiya’nın biraraya geldiği yerde... Bana çok yakın ve tanıdık, kan bağımız var, hatta daha fazlası" (3, 368). “Havası bile sevdiğim kokularla dolu" (Overbeck’e mektup, 11 Temmuz 1879). Sils-Maria “Ebe­diyen kahramanca bu idil" {Gast’a mektup, 08 Temmuz 1881) "Yumuşaklığın, olağanüstülüğün ve gizemliliğin bu tuhaf karışımı!" (Gast’a mektup 25.07.1884), felsefesi­nin aslında vatanı olan yerdir (5, 359 vd). Orada: "Dağlar ama ölü değil, gözleri (yani gölleri) olan dağlar eşliğinde” yaşamıştır (7,451).

Nietzsche'nin Rivyera’da, denizden dört yüz metre yükseklikteki eşsiz ruh hali, Gast’a yazdığı bir mektuptan (10.10.1886) anlaşılmaktadır: "Yunan Takımadalarının bir adasını düşünün, keyfi olarak ormanlar ve dağlarla bezenmiş ve günün birinde tesadüfen anakaraya yaklaş­mış ve bir daha geri gidememiş, içinde Yunan tarzında bir şeyler var hiç şüphesiz. Diğer taraftan da korsanca, ani, gizli, tehlikeli bir şey; nihayet yalnız bir yol ayrımın­da bir parça tropikal çam ormanı ki bununla Avrupa’dan uzaklaşırsınız. Dünyayı birkaç kez gezmiş olan yemek ar­kadaşımın bana söylediği gibi, Brezilya tarzında bir şey. Asla bu kadar çok tembelce yatmadım, tam bir Robinson adası tarzında ve unutulmuşluğunda; birçok kez büyük ateşler de yaktım. Titrek alevlerin beyaz-gri dumanlarıy­la bulutsuz gökyüzüne doğru yükselmesini seyretmek - etrafında otlar ve yüzlerce türde sarıdan anlayan ekim mutluluğu..."


Özellikle üç şehri çok sevmiştir: Venedik, Cenova ve Turin. Onları neredeyse birer manzara gibi görmüştür, at­mosferlerini, konumlarının eşsizliğini. Hiç sevmediği şehir ise Roma’ydı.





*
Karl Jaspers'ın
Nietzsche kitabından

another country

İkame Dünya

Seyahate çıkan insanlar için fotoğraf çekmek neredeyse mecburi bir eylem haline gelmişken, tutkuyla fotoğraf toplamak da kendilerini -ya tercihen, ya imkânsızlıktan, ya da iradeleri dışında- iç mekânlarda yaşamaya kapatan­ların gözünde özel bir meraka dönüşmüştür. Fotoğraf ko­leksiyonları sayesinde, görüntüleri yüceltmeye, görüntü­lerle avunmaya ya da görüntülerle boş umutlar doğurmaya adanmış bir kopya (ikame) dünya yaratılabilir. Bir fo­toğraf bir romansın kıvılcımını yakabilir (Hardy'nin kah­ramanı Jude, onunla yüz yüze gelmeden önce fotoğrafını görerek Sue Bridehead'e âşık olmuştu), ancak daha yaygın bir inanç, erotik ilişkinin yalnızca fotoğrafla yaratıl­makla kalmayıp, aynı zamanda onunla sınırlı kaldığı şek­linde bir kavrayışın olmasıdır. Cocteau'nun Les Enfants Terribles'ında (Müthiş Çocuklar), narsisist erkek ve kız kardeş yatak odalarını, 'gizli odaları'nı, boksörlerin, film yıldızlarının ve katillerin resimleriyle paylaşırlar. Bu iki ergen kişi, şahsi efsanelerini gönlünce yaşamak üzere kendilerini yattıkları odalara kapatırken, bu fotoğrafları da şahsi bir panteon katına çıkarmış olurlar. Jean Genet de 1940'ların başlarında Fresnes hapishanesindeki 426 numa­ralı hücresinin bir duvarına, gazetelerden kestiği yirmi suçlunun (suratlarında 'canavarlığın kutsal işareti'ni seçti­ği yirmi kişinin) fotoğraflarını yapıştırmıştı ve daha sonra da onların şerefine Our Lady of the Flowers'ı (Çiçeklerin Meryemi) kaleme almıştı; bu suçlu insanlar ona esin peri­liği, modellik etmişler, erotik tılsım işlevi görmüşlerdi. Hayale dalma, mastürbasyon yapma ve yazma huylarını bir arada düşünerek, "Benim küçük alışkanlıklarımı onlar gözetiyor," diye yazmıştır Genet ve şöyle devam etmiştir: "Benim ailem, biricik arkadaşlarım onlardır." Eve kapan­mış, hapse atılmış ve içedönük hayat süren insanlar açı­sından, cazibeli yabancıların fotoğrafları arasında yaşa­mak, yalnızlığa karşı duygusal bir karşılık ve küstahça bir meydan okuma anlamına da gelmektedir.

Susan Sontag

melankoli nesneleri






Henry Scott Tuke












H. Scott Tuke and his model
















Henry Scott Tuke (1858 - 1929)






Antik Yunan'da Eşcinsellik - Maurice Sartre


Eşcinsellik eski Yunan'da öylesine belirgin bir özelliğiymiş gibi gözüküyor ki, bu tür ilişkinin kökenini belirtmek için "Yunan usulü aşk" bile deniyor. Oysa, ABD'de Kinsey, Fransa'da ise Pierre Simon raporları yayımlandıktan sonra, Yunanistan'da eşcinsel ilişkilerin sıklığı yüzünden şaşıran insanlar, bu ilişkilerin aslında eski Yunan'da sayı bakımından pek de olağanın üzerinde sayılamayacağını kabul etmek zorunda kaldılar. ABD'de de, Fransa'da da insanların yüzde 4'ü ile 5'i tümüyle eşcinsel olduklarını söylerken, kendilerini tümüyle heteroseksüel olarak tanıtanların oranı yüzde 50'yi geçmiyor. Yani erkeklerin neredeyse yarısına yakınının eşcinsel eğilimleri var, az çok düzenli ilişkiler kuruyorlar.

Çağdaş seksolojinin katkısına rağmen, Antik çağ tarihçilerinin çoğu, bilinçli ya da bilinçsiz, Eski Yunan uygarlığına duydukları hayranlık ile, aşağılık olduğu düşünülen bu eğilim karşısında hissettikleri tiksintiyi bağdaştıramıyorlar. Hiç değilse antik belgeler bu davranış biçimine karşı genel bir suçlamanın varlığını ortaya koysaydı, tarihçiler de Yunanlıların şerefinin paçayı kurtardığına inanabilirlerdi. Oysa gerçek hiç de böyle değil, hatta tam tersi. Bir eşcinseli yerden yere vuran on tanıklık varsa, güzel oğlanları ve sevgilileri göklere çıkaran en az onlarca metin bulunabileceğini yadsımak da olanaksız. Politika, sanat ve felsefe dünyasının büyük adları arasında, hiç değilse bir iki eşcinsel serüven yaşamamış bir tek kimse bile sayılamaz. Üstelik, Girit ve Eski Isparta başta olmak üzere, bazı Yunan kentleri de eşcinselliği resmen kabul edilen birer kurum olarak benimsemişlerdi.

Bunların sonucu olarak Eski Yunanistan'ın bir tür "gay" cenneti olduğunu, erkek eşcinselliğinin yalnızca toplum tarafından kabul edilmekle kalmayıp, yasalar ve kent tarafından da onaylanıp teşvik edildiğini söyleyebilir miyiz? Sorunu bu biçimde ortaya koymanın fazlaca bir anlamı yok. Yunanlılar eşcinsellik kavramını yargılama gereğini hiçbir zaman duymadılar; bu konudaki övgü ve yergiler ise, duruma göre, alayın kendisini değil, tek tek bireyleri hedefliyordu. Eşcinsellik toplumsal ilişkilerin sıradan verilerinden biriydi. İşte bu sıradanlık da tarihçiyi şaşırtıyor ve eşcinsellliğin Yunan toplumlarındaki gerçek yeri üzerinde düşünmeye zorluyor: Hoşgörülen bir sapıklık mı, eğitici bir kurum mu, hayata başlangıcı simgeleyen bir tören mi? Bu konuda tarihçiler kesin olarak bölünmüş durumdalar.

Eski Yunanistan'da eşcinsel ilişkilerin sıklığını kanıtlayan pek çok belge var. Günümüzdeki pornografik üretime benzetilebilecek, dolayısıyla eşcinselliğin toplum tarafından nasıl karşılandığı konusunda bize fikir veremeyecek olan yazılı belgelerin yanı sıra, çeşitli türdeki sayısız metin (yazıtlar, felsefe mektupları, etnografya alıntıları, yaşamöyküleri, mahkeme savunmaları) ve sayısız resim (özellikle vazoların üstündeki resimler, bazen de mezar taşlarındaki çizgiler) bu tür aşk ilişkilerinin sıradanlığını ortaya koyuyor. M.Ö. VI. yüzyıldan itibaren seramik yapıtları bu ilişkileri yanılmaya olanak vermeyecek bir şekilde kanıtlıyor.

Şölen, aşıkların sevdikleri insanı baştan çıkarmalarını sağlayan başlıca ortamlardan biriydi. Yetişkin bir adam yanıbaşındaki daha genç arkadaşını okşamaya başlıyor; daha cesur olan bir başkası komşusunun cinsel organını ayağıyla dürtüklüyor; bir üçüncüsü başına destek olan genç bir adamın penisini yakalıyor. Beden eğitimi salonlarıyla gimnasium'daki sahneler ise bunlardan da daha çarpıcı. Genç çıplak atletlerin arasında, sakalları sayesinde hemen tanınan daha yaşlı erkekler (erastes), avcı rolünde; içlerinden biri, yeniyetme bir delikanlının çenesini, kalçalarını, penisini okşuyor, o da yüz vermiyor ya da çoğunlukla sesini çıkarmıyor. Bu takdirde sevilen genç (eromenes) aşığına sarılıyor, sonra da ilişkiyi ilerletiyor. Vazolarda genellikle yüz yüze birleşmelere rastlanıyor, ancak metinler sodominin de varlığını kanıtlıyor.

Bu apaçık sahneler Yunan tarihinin her döneminde yazılı metinlerde ve edebiyatta da doğrulanmıştır. M.Ö. VI. yüzyılda yaşamış olan ünlü Atinalı reformcu Solon "Bir oğlanın, bir kadının genç büyüsünden yararlanmanın" gerçek bir hazine olduğunu söyler. Yarım yüzyıl sonra Anakreon şöyle yazar: "İç dostum, (delikanlının) ince, yumuşak kalçalarının şerefine iç!" Aynı çağda yaşamış şair Megaralı Theognis ise oğlancılığı öven bir dizi şiir yazar, bu şiirler yukarıda sözünü ettiğimiz vazolardaki resimlerle kolaylıkla birleştirilebilir: "Genç adam, yanağın bu kadar yumuşak oldukça seni okşamaktan hiç vazgeçmeyeceğim, bu yüzden ölsem bile" (1327 - 1328. dizeler). "Gimnasium'a giden ve eve her dönüşünde güzel bir delikanlıyla uyuyan aşık ne mutlu!" (1335 - 1336. dizeler). M.Ö. V. yüzyılın sonunda IV. yüzyılın başında Sokratesçi ve Platoncu çevrelerde bu gibi örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bunların arasından yalnızca Alkibiades'in Sokrates'i nasıl tahrik etmeye çalıştığını anlatan ünlü metni örnek verelim (Platon, Şölen 217 a 129 e). Bir süre sonra, güzel delikanlının anısına yazılmış Helen yazıt şiirleri yüzlere ulaşır: Bir seçkide (Anthologie grecque, XII. kitap) bunlardan 250'si yayımlanmıştır.

Aynı dönemde, büyük tarihsel kişilerin, siyasetçilerin, heykeltraşların, yazarların, filozofların romana benzer yaşamöyküleri yazılmaya başlar. Bu kitaplarda Psistratos, Sophokles, Phidias, Sokrates, Platon, hemen hemen tüm Makedonya kralları da dahil olmak üzere, Solon'dan Büyük İskender'e kadar neredeyse tüm ünlü kişilere eşcinsel serüvenler atfedilir. Bu olayların gerçek olup olmadığı o kadar önemli değildir; önemli olan bu öykülerin sözü edilen kahramanları yermek için değil, aksine övmek için yazılmış olmasıdır!

Erkekler arasındaki bu aşklar ayrıcalıklı çevrelerde özellikle revaçtadır. Ama bu hak yalnızca onlara ait değildir. Aristophanes'in sahneye taşıdığı Attik yarımadasının küçük köylüleri de,  fırsatını bulduklarında, küçük bir köleye takılmaktan ya da güzel bir delikanlının cinsel organına hayran hayran bakmaktan geri kalmazlar.

Açık bir biçimde eşcinsel ilişkileri onaylayan bu tanıklıkların karşısına, bazen aynı kitaplardan yer alan tam ters kanıtları da koyabiliriz: Bunlar, bazı eşcinselleri, travestileri, erkek fahişeleri, kadınsı erkekleri -yine yadsınamayacak bir biçimde- eleştiren ve aşağılayan metinlerdir. M.Ö. IV. yüzyıldaki savunmalarda, karşı tarafı ya da bir tanığı karalamak için bu tür suçlamalara başvurulduğu görülür: Yani eşcinselliğin bir bakıma olumlu bir önyargıdan, hatta basit bir hoşgörüden bile yararlanamayacağı durumlar vardır.

Bölünmez bir cinsellik


Yunan Usulü Aşk



Yunanistan’da olsun, Roma’da olsun hiçbir zaman eş­cinsellik söz konusu olmadı. 'Eşcinsellik' sözcüğü 1869’da ortaya çıktı. ‘Karşıcinsellik' sözcüğü de 1890'da. Ne Yunan­lar, ne de Romalılar, eşcinsellik ile karşıcinsellik arasında hiçbir zaman bir ayrım gözetmemişlerdi. Birbirinden ayır­dıkları şey etkinlik ile edilginlikti yalnızca. Phalloa’u, yani erkeklik organını (faacinus), bedendeki tüm öteki delikler­den (flpintriaa) ayırıyorlardı. Oğlancılık Yunanlarda, toplu­ma kabul edilme kuralıydı. Pais ile arkadan birleştiğinde, erişkin erkeğin spermi oğlan çocuğuna erkeklik aktarıyor­du. Arkadan birleşmek anlamına gelen Yunanca eispein fiili, Latince’de sözcüğü sözcüğüne inspirare (esinlemek) fi­iliyle karşılanır. Erkek sevgilisi, inspirator’a, yani kendi­sinden daha yaşlı vatandaşa kendini verir, buna karşılık ondan av eğitimi ve kültür alır, ikisi de savaş için gerekli şeylerdir. İnsan yaşamı tam anlamıyla, yani toplumsal, ti­cari, sanatsal yaşam, başka deyişle savaş, avı insanın oluş­turduğu bir avlanma edimidir.

Yunanlarda eşcinsel çiftte rollerin değişimi söz konusu değildir. Atina'da erkeklerin fahişelik yapması, bunu ya­pan kişinin vatandaşlık haklarını yitirmesine neden olu­yordu; aynı kişi politika yaparken yakalanırsa, ölümle ce­zalandırılıyordu. Bu, kadınların zina yapmasından daha yüz kızartıcı bir suç olarak kabul ediliyordu (kadınlara bu nedenle ölüm cezası verilemiyordu). Oğlan çocuklarının eş­cinsel dönemden geçmesinin işlevsel bir yanı vardı: Bunun amacı çocuğun, kadınların yaşadığı haremden bir erkeğin kollarında ayrılmasını sağlayarak onu haremin edilgin cin­selliğinden kurtarmak, böylelikle bir üretici (baba) ve bir vatandaş (bir erastes, etkin bir âşık, bir savaşçı-avcı) haline getirmekti. Kılların çıkması, farklı iki cinsel davranışın sı­nırını belirliyordu: Polis'in içinde yer alan kılları çıkmış delikanlılar, haremde sakalsız bıyıksız, edilgin olmanın karşıtını oluşturuyordu. Böylelikle Hermes örneğin, ya sakalsız ve cinsel organı sönük ya da sakallı ve cinsel organı sertleşmiş olarak canlandırılabiliyordu.


 Hiçbir erkek ve hiçbir kadın sakallı olana arzu duyamazdı. Sakallı olmayan güzeldi yalnızca. Yunanların kesinlikle değiştirilemez ola­rak kabul ettiği karşıtlık şuydu: bir yanda sakallı ve sarhoş erastes, öte yanda sakalsız ve ayık öpmen. Eşcinsel sevgiyi gösteren, elle tavşan avlama ritüeli (bu tören sonunda şim­diye kadar av olan, bundan böyle avcıya dönüşmüş oluyor­du) ile cinsel organı sertleşmiş sakallı erişkinin sakalsız olanın sönük cinsel organını sıvazlaması (her erişkin etkin­dir) ritüeli işte bu düşünceden kaynaklanır. Bu, erotik Yu­nan vazolarının çoğunun üzerinde gördüğümüz geleneksel iki senaryodur.

Oğlancılık geleneği Yunanistan’da harem ile polis'in karşıtlığından kaynaklanıyordu. Romalılar, haremin ku­rum olarak varlığından haberleri olmadığından, bu karşıt­lığı göremediler. Romalıların aşk anlayışı, Yunanların aşk anlayışından şu temel görüşlerle ayrılır: Gerıs’e özgü zevk Alemi; politik sözlü densizlik ile evin koruyucu hanımının aile bireylerinin (gentes) saflığını, dürüstlüğünü (castitas)
kollaması arasındaki karşıtlık; bir de kölelerin itaati (obaequium). Roma’nın cinsel ahlak anlayışı katıydı. Bu ahlak, erkeklerin kuralları uygulamasını ve kesin olarak etkin davranmalarını gerektiriyordu. Baba Seneca bunu, Konsül Quintus Haterius'a söylettiği şu özdeyişle özetler (Contro- veraiae, IV, 10): Impudicitia in ingenuo erimen est, in servo nt'ct'HHitdH, in liberto officium (özgür doğmuş erkek için edil­gin davranış suçtur; köle için mutlak görevdir; özgürlüğünü kazanmış kişi için efendisine karşı yerine getirilmesi ge­reken bir hizmettir). Baba Seneca, Quintus Hatorius’un bu özdeyişinin faententia) kendisine aktarıldığında, retorikçinin officium (hizmet) sözcüğüne yeni bir anlam yüklemiş ol­masının, İmparator Augustus’u çok hoşnut ettiğini de ek­ler.

Romalıların töreleri çok katıdır: Soylu bir erkek için, anal seks ve 'irrumatio’ edepli davranışlardı, oral seks ve anal edilginlik edep dışı sayılıyordu. Pedicare, anal birleş­me anlamına geliyordu. Oral seks ise, bu terimi seçen top­lum hakkında çok şey ifade eden modern bir terimdir. Kendiliğinden, zorlama olmaksızın emmek anlamına gelen feliare, bir Romalının anlayamayacağı bir edimdir. Irrumatio uygulamak, yani ağzına verip doyuma ulaştırıncaya kadar emmeye, hafifçe ısırmaya zorlamak, eşe ancak etkin olarak uygulanabilecek bir edimdir.

Bronze. 1st century CE. pompei

Seks ve Şehir Devleti




Antik Yunanlar zevk peşinde koşma yöntemleri olduğunu bildiğimiz ilk kültürdür. orgasmus kelimesinin "ıslaklıkla birlikte kabarma, heyecanlanma ya da arzulu olma" anlamında ilk cinsel kullanımını Yunanlılarda görürüz. Kendi adına zevk peşinde koşma, uygarlığın gözden kaçan ama tanımlayıcı bir niteliği olarak, Yunanların tiyatro, sanat, komedi, spor -ve seks- şampiyonalarında görülür. M.Ö 5. yüzyıldan kalma bir anonim sözde şöyle denir: "Önce şehvetli bir dokunuş olsun, oyun işten önce gelsin." Yunan tanrısı Merkür/Hermes'in pek çok rolünden biri masturbasyon tanrısı olmasıdır. Burgo Patridge A History of Orgies adlı kitabında şunları yazmıştır:

"Yunanların kültürü tamamen zevki metheden bir şarkıdır ve bu zevkin tabiatı yoğun ve maharetli bir tenselliktir. Her entelektüel seviyedeki insan, insani meselelerde duyusal tatmine dayalı materyalizmin oynadığı temel rolü oynar."

Onunla birlikte giden bütün sefalet ve kendini kırbaçlatmayla birlikte, Hristiyan "günah" düşüncesi daha formüle edilmiş bir kavramdı. O an için bütün bedenin ve zihnin suçluluktan uzak hoşnutluğunu sağlamak, en hafif meşrep olarak gelişmiş uygarlıkta yaşamanın ikramiyesiydi. Yine de bu durumu, aynı zamanda Yunanların hedonizminin açıklaması olarak abartmak kolaydır. Daha temel olan şey, Yunan hayatındaki dengeye, bir başkasının zevkini tahrip eden bir şeyin peşinde koşmayı önlemeye yapılan vurguydu. Örneğin, evlilik tensel tatlar adına fırsatlar temin ediyordu, fakat eşit dereceyle doğurmayla, kan bağının korunmasıyla ve çocukların uygun eğitimiyle de ilgiliydi. Yunanlar başıboş cinsel arzunun kimsenin seksüel tatminine yol açmayacağını ve değerli olan başka şeyleri tahrip edebileceğini pekala kabul etmekteydiler.


Öte yandan hala, hedonizmin her zaman geçici memnuniyetle bağdaşmadığı düşünülürken, denge kavramı garip seksüel fazlalığı da hesaba katmıyordu. Erkeğin yarı insan, yarı hayvan olduğu ve bu ikisinin çıkarlarının çatışabileceği farz ediliyordu. O yüzden , cinsel zevk iştahı kabul gören bir bağımlılıktı; alemler sosyal güvenlik supabı olarak görülüyordu ve Aristofanes'in bir komedisi, Liysistrata'da kocalarının savaşmasını durdurmaya çalışmak uğruna seks boykotu yapan Atinalı kadınlar vardı.

Üstelik orgazm iştahı salt erkeklere özgü sayılmıyordu. Yunan erkeği, kadının sadakatsizliği ve seksüel enerjisi olarak algıladığı dürtüden korkmaktaydı. Euripides'in The Bacchae adlı oyununda bu Yunan erkeği, kadınların şehvetle erkeğin dudaklarını dudaklarıyla kasten koparmasından korkar. Ergenlik çağındaki genç bakireler özellikle vahşi görülüyordu. Zamanın çok miktardaki tıbbi yazılarında, kadının seksüel faaliyetteki dürtüleri, erkeği baştan çıkaran zevk arzusundan ziyade doğuştan psikolojik bir itkiye bağlanıyordu. Fakat uygarlaşmış bir Yunan şehir devleti, bu tehlikeli seks açlığını kontrol altında tuttuğu müddetçe sebeb ne olursa olsun maddi çıkar değildi. Bu, tercihen ergenlikte gebelik, kalan her seksüel aşırılığı tedavi ettikten sonra, evliliğin gerekliği teşvik edilerek sağlanıyordu. Çifte güvence olarak da kadın eve kapatılır ve genellikle etrafı koruma köpekleriyle çevrilirdi.



Bununla birlikte, evlilik, aşk ve seks özellikle birbiriyle alakalı değildi. Evliliğin amacı bir erkek çocuk ve mirasçı üretmekti, fakat Yunan bir koca nadiren karısına bir yoldaş ya da bir seksüel lezzet kaynağı gözüyle bakardı. M.Ö. 600 yılları civarında Atinalı bir yargıç, Solon, evlilikle ilgili bazı cinsel yasalar çıkardı: Bu yasalara göre, bir kadına kocasından en azından ayda üç kez kocalık görevini yerine getirmesini talep etme hakkı tanındı; boynuzlanmış bir kocaya zinacı rakibini öldürme izni verildi. Fakat pratikte erkek ve kadının evlilikten sonra birbiriyle pek işi kalmazdı. Soylu bir erkeğe uygun rafine seksüel zevkler, birçok evlilik dışı yolla temin edilebilirdi. Fahişelik tam anlamıyla kabul edilen bir şeydi. (aynı Solon, şehir surlarının dışında sabit fiyatlı, devlet kontrolünde genelevleri kurumlaştırdı; tül giysiler içindeki fahişeler açıkça cazibelerinin tanıtımını yapıyorlardı), Fahişelerin çoğu, köle ya da savaş ganimeti olarak alınmış kadınlardı. Ayrıca, genel beklenti erkeklerin biseksüel ya da "iki elini de kullanan" kişiler olmalarıydı, ki bu durumun erkek adına fevkalade denebilecek erotik fırsatlar yaratacağı apaçıktı.

Bu erotik fırsatlar içinde pedofili de vardı. Ebeveynler rutin olarak küçük çocuklarının cinselliğinin esaslarını yaşlı erkeklerden öğrenmeleri için dolaplar çeviriyor ve çocukları baştan çıkmamışsa öfkeleniyorlardı. Aristophanes'in The Birds oyununda bir karakter diğerine bu suçlamayı yöneltir:
"Pekala, bu ince bir devlet meselesi, seni çapkın. Oğlumla Gymnasium'da, banyodan yeni çıkınca görüş ve onu öpme, ona tek kelime söyleme, ona sarılma, testislerine el bile sürme. Bizim bir arkadaşımız olduğunu farz et!"



Oğlanlarla Aşk

Jean Delville (1867-1955) The School of Plato, 1898


Michel Foucault, Kennet Dover'ın Greek Homosexuality isimli kitabından yola çıkarak Antik Yunan medeniyetindeki oğlanlarla "aşk"ı anlatıyor.

Satır başları:

Ne olursa olsun, Yunanlılar'da bu aşk ilişkilerini ya da hazzı, bizim - ve çağdaşlarımızın - eşcinsellikten edindiğimiz deneyimleri andırır bir deneyim olarak yaşayan bir kişi hiçbir zaman olmadı."

"Hepsinden önemlisi -ki bu nokta Yunan etiğinin çekirdeğini oluşturuyordu kuşkusuz -etkenlik ve edilgenlik arasında radikal bir ayrım vardı. Yüksek bir mertebeye konumlanan etkinlikti yalnızca; edilgenlik -doğası ve konumu gereği, kadınlara ve kölelere özgü sayılıyordu - erkek açısından ancak yüz kızartıcı olabilirdi."


"Dover'ın kitabı, arzunun açık bir biçimde biseksüel olabileceği bir Altın Çağ'dan söz etmiyor; belirli bir toplumda, bir yaşam tarzı, kendinden bir kültür ve sanat oluşturmuş cinsel bir seçimin özel bir tarihini anlatıyor. "

"Cinsel davranışlar konusunda yapılan ayrımın Yunanalılar ve Romalılar'a hiçbir biçimde uygun düşmemesi, bu kitaptaki en önemli şey gibi görünüyor bana. Bu iki anlama geliyor: Bir yandan, onların böyle bir tasarımları, yani kavramları yoktu; öte yandan da, böyle bir deneyimleri. Kişinin kendi cinsiyetini taşıyan bir başkasıyla yatması, onu eşcinsel yapmaya yetmez. Bu, temel bir önem taşıyor gibi geliyor bana. "

"Eşcinselliğin Yunanlılar'da kabullenildiğini iddia etmek, tamamiyle saçmadır. "

Oğlanın, bir erkekle ilişkisinde, edilgen olduğu düşüncesini, 
Bir Yunanlı ya da Romalı çok zor kabullenebilirdi."

"Yunanlılar'da, oğlancılık üzerine Platon'dan Plutarkhos'a, Lukianus'a, vs., kadar uzanan eksiksiz bir teorik söylem var. .. bu söylemlerin varlığı, eşcinselliğe karşı, eylemde ve düşüncedeki hoşgörünün göstergesi olarak yorumlanmamalıdır..."


***

Atina'daki özgür oğlanın karşılığı, Roma'da bir köledir daha çok; Klasik çağın başında, onun değeri, gençliğin aldığı yaşam enerjisi ve şimdiden şekillenmiş görünümünden gelir, daha sonraki dönemdeyse alımında, gençliğinde ve bedenin tazeliğinde aranır. Reddetmeyi, mümkün olduğu kadar becerebilmelidir; elden ele dolaştırılmasına izin vermemeli ve karşısına ilk çıkan kişiye teslim olmamalıdır; özellikle de asla "bedavaya" gitmemelidir (her ne kadar para, ilişkiyi gözden düşürüyor veya onu ölçüsüz bir açgözlülükten malül kılıyor olsa da). Öte yandan, oğlanlara tutkun olanların da farklı farklı yüzleri vardır: Gençlik ve mücadele yoldaşı olarak, vatandaşlık erdemleri konusunda bir örnek oluşturarak, bilgeliğin zarif yol arkadaşı ve öğretmeni olarak. Ne olursa olsun, Yunanlılar'da bu aşk ilişkilerini ya da hazzı, bizim - ve çağdaşlarımızın - eşcinsellikten edindiğimiz deneyimleri andırır bir deneyim olarak yaşayan bir kişi hiçbir zaman olmadı.


Yunanlılar'da, eşcinselliğin serbest olduğunu düşünenlere de, Dover'la birlikte gülümsemeden edemiyoruz kuşkusuz. Bu tür bir tarih, basit yasak ya da hoşgörü kavramlarıyla yazılamaz, sanki bir yanda inatçı bir arzu, diğer yanda da onu baskı altına alan bir yasak varmış gibi. Gerçekte erkek cinsiyetini taşıyan insanlar arasındaki aşk ve haz ilişkileri, kesin ve iddialı kurallara bağlanmıştı. Doğal olarak, birini baştan çıkarmak ve ona kur yapmak da belirli bir biçimde gerçekleştirilmek zorundaydı. İlişkiye giren her iki tarafa da şeref bahşeden "temiz" aşktan başlayıp, zayıflık, gönül eğlendirme ve yaralanmış şeref gibi,  pek çok ara basamaktan geçerek, satın alınabilen aşka kadar uzayan ilişkiler arasında mükemmel bir hiyerarşi vardı. Yetişkin bir erkekle, bir oğlan arasındaki ilişkilerin üzerine parlak bir ışık düşerken, nüfuz sahibi sakallıların arasındaki ilişkiler karanlıkta kalıyor. Hepsinden önemlisi -ki bu nokta Yunan etiğinin çekirdeğini oluşturuyordu kuşkusuz -etkenlik ve edilgenlik arasında radikal bir ayrım vardı. Yüksek bir mertebeye konumlanan etkinlikti yalnızca; edilgenlik -doğası ve konumu gereği, kadınlara ve kölelere özgü sayılıyordu - erkek açısından ancak yüz kızartıcı olabilirdi. Dover'ın tüm incelemesi, cinselliğe ilişkin Yunan deneyiminin, bizimkinden hangi noktalarda, en keskin hatlarda ayrıldığını gösteriyor. Bizim için asli ayrım (heteroseksüellik ya da eşcinsellik) nesnenin seçimi konusundadır; Yunanlılar içinse, öznenin konumu (etken ya da edilgen) ahlaki sınırı çiziyordu: Temelinde erkeksi olan bir etiketin bu kurucu öğesiyle bağlantılı olarak bakıldığında, eş seçimi (oğlan, kadın ya da köle) görece önemsiz kalıyor.




Dover, kitabının son sayfasında, geriye dönük olarak incelemesinin tamamını aydınlatan, belirleyici önemde bir noktayı ortaya çıkarıyor. Yunanlılar'da -ki bu, yalnızca Klasik Çağ için geçerli değil- cinsel davranış, bir kanun aracılığıyla kurallara bağlanmış değil. Ne sivil, ne dinsel, ne de "doğal" hiçbir yasa, neyin yapılması, neyin ise yapılmaması gerektiğini belirliyordu. Ve cinsel etik, buna rağmen bağlayıcı, karmaşık ve çok biçimliydi. Ama ancak techne'nin, bir sanatın olabileceği biçimde: kişinin kendisi ve kendi yaşamı ile ilgili bir kaygı olarak anlaşılan bir yaşam sanatı.

Oğlanlarla yaşanan haz bir deneyim tarzıydı. Dover, ayrıntılı bir biçimde gösteriyor bunu. Kadınlarla kurulan ilişkiyi çoğunlukla dıştalamıyordu bu ve o sınırlar içinde, diğerlerinden ayrılan özel bir duygusal yapının da, bir yaşam biçiminin de ifadesi değildi. Diğerleri gibi bir haz duyma olanağıydı daha çok: Belirli davranış biçimlerini ve yaşam tarzlarını, başkalarıyla kurulan belirli ilişkileri, tüm bir değerler bütünlüğünün kabulünü kapsıyordu. Ne dıştalayıcı, ne de geri alınamaz karardı; ama ilkeleri, normları ve etkileri, yaşam tarzlarının ta içine dek uzanıyordu. Şunu kabullenmek gerek: Dover'ın kitabı, arzunun açık bir biçimde biseksüel olabileceği bir Altın Çağ'dan söz etmiyor; belirli bir toplumda, bir yaşam tarzı, kendinden bir kültür ve sanat oluşturmuş cinsel bir seçimin özel bir tarihini anlatıyor.


Dover'ın gösterdiği gibi, cinsel davranışlar konusunda yapılan ayrımın Yunanlılar ve Romalılar'a hiçbir biçimde uygun düşmemesi, bu kitaptaki en önemli şey gibi görünüyor bana. Bu iki anlama geliyor: Bir yandan, onların böyle bir tasarımları, yani kavramları yoktu; öte yandan da, böyle bir deneyimleri. Kişinin kendi cinsiyetini taşıyan bir başkasıyla yatması, onu eşcinsel yapmaya yetmez. Bu, temel bir önem taşıyor gibi geliyor bana.