Ne metafiziği var şu ağaçların?


 Yüksel Arslan



SÜRÜLERİN ÇOBANI


V

Yeterince metafizik var hiçbir şey düşünmemekte.

Ben ne düşünüyorum dünya hakkında?
Hiçbir fikrim yok dünya hakkında ne düşündüğüm konusunda!
Ancak hastalanırsam düşünürüm bunu.

Ne gibi düşüncelerim var nesnelerle ilgili? Neden-sonuç konusunda ne düşünüyorum?
Tanrı’yla ruh ve dünyanın yaradılışı hakkında uzun uzun neler düşündüm?
Bilmiyorum. Benim için böyle şeyleri düşünmek gözlerimi kapamak
ve düşünmemektir. Penceremin perdelerini kapamaktır 
(oysa perdeleri yok benim penceremin).

Şeylerin hikmeti? Hikmetin ne olduğu konusunda 
hiçbir fikrim yok!
Hikmet konusunu düşünen biri olduğunu 
sanan birindedir tek hikmet.
Güneşe çıkıp gözlerini yumduğunda, 
güneşin ne olduğunu anlamamaya başlarsın 
ve ısı dolu şeyleri düşünürsün uzun uzun.
Ama gözlerini açıp güneşe baktığında, 
başka hiçbir şey düşünemez olursun artık, 
çünkü güneş ışığı daha değerlidir filozofların 
ve şairlerin bütün düşüncelerinden.
Ne yaptığını bilmez güneş ışığı
bu yüzden de asla yanlış değildir, sıradandır, iyidir.
Metafizik? Ne metafiziği var şu ağaçların?

Yeşil, çalılarla kaplı, dalları olması ve zamanı gelince 
Meyve vermeleri, ki bizi düşündürmüyor bunlar,
Biz bunlarla nasıl ilgileneceğimizi bilmiyoruz.
Bu ağaçların niçin yaşadıklarını bilmemelerinden, 
Bunu bilmediklerini bile bilmemelerinden 
Daha iyi bir metafizik olabilir mi?
“Eşyanın iç yapısı...".
“Evrenin iç anlamı..."
Hepsi boş bunların, bütün bunların hiçbir anlamı yok. 
İnanılır gibi değil birilerinin bu konularda böyle düşünebileceği.
Sabah gün ağarırken ve şuradaki ağaçların üzerinde 
Belirsiz altın rengi bir parıltının karanlığı kovmasının 
Nedenini ve amacını araştırmak gibi bir şey bu.
Eşyanın iç anlamını düşünmek, sağlıklıyken sağlığı düşünmek,
Ya da bir pınara bir tas su getirmek gibi


İşgüzarlıktan başka bir şey değildir.

M


Erte'nin alfabetik kozmografisi içinde, eşsiz bir harfin ve tek bir harfin, sanırım, Kadınla ve onun yerine en çok kullanılan melek ve kuşla hiç ilgisi yoktur. Bu insandışı (çünkü insan biçiminde değildir) harf, kor alevlerden oluşmuştur; fitillerin tükettiği yanan bir kapıdır; (en azından Latin dillerinde aşkın ve ölümün harfi, kara yasın halk arasındaki harfi, onca Harf-Kadının (Çiçek-Kızlar dendiği gibi) ortasında, tek başına alev alev yanar, tıpkı Erte'nin hayal edilebilecek en güzel şeyin, bir yazının, nesnesi yaptığı bu bedenin ölümcül yokluğu gibi.

Roland Barthes

ERTE ALPHABET



Harf

Erte'nin yarattığı bu yeni nesne, yarı kadın yarı saç (ya da kuyruk) bir canavarda olduğu gibi, bu nesne Harftir (bu sözcük harfi harfine olarak anlaşılmalıdır). Erte'nin alfabesi sanırım oldukça ünlüdür. Yirmi altı harfimizin her biri (bitirirken değineceğim birkaç istisna dışında), büyük harf biçiminde, duruşu ve süsü harfe (ya da rakama) bağlı olarak planlanmış bir ya da iki kadından oluşur orada; kadınlar harfi (ya da rakamı) temsil etmek zorundadır ve ona adeta boyun eğerler. Erte'nin alfabesini gören kimse kolay kolay unutamaz. 




Bu alfabe, belleğimizi oldukça gizemli bir biçimde zorlamakla (ve bizi ısrarla bu Harf-Kadınları hatırlamaya yöneltmekle) kalmaz; ayrıca, doğal (kaçınılmaz) bir düzdeğiştirmece yoluyla, sonunda anlamını Erte'nin tüm yapıtlarının içine işler; her Erte kadınının (Moda mankeni, tiyatro maketi) arkasında bir anlamda Harfin ruhunun belirdiğini görürüz; sanki alfabe, kadın bedeninin adeta yuvası, çıkış noktası ve doğal mekânıdır ve sanki kadın, sahnede ya da moda sayfasında bulunmak için, oradan geçici olarak bir süreliğine izne ayrılmıştır da doğup büyüdüğü alfabe kitabındaki yerine yine geri dönecektir.  Samson et Dalila'yı ele alalım: Bir alfabeyle hiçbir  ilgisi yoktur; ama yine de, iki beden iç içe geçmiş iki baş harf  aynı uzamda barınmıyorlar mı? Erte'nin kadınları, tasarladığı alfabe dışında da harf olarak kalırlar; en fazla diyebiliriz ki bilinmeyen harflerdir, tikelciliğimizin bizi konuşmaktan alıkoyduğu duyulmamış bir dilin harfleridir bu kadınlar...


Erte'nin arafı Kadındır. Erte elbette çok kadın çizmiştir; aslında, sanki kendini kadınlardan koparamıyormuş gibi (ruh ya da aksesuar, saplantı ya da eşya), sanki Kadın onun eskizlerini kendi adının zarif yazısından daha kesin bir biçimde imzalıyormuş gibi, kadınlardan başka da bir şey çizmemiştir doğrusunu söylemek gerekirse. Erte'nin herhangi bir büyük kompozisyonuna (belli bir sayıda vardır) bakalım; dekoratif karmaşıklık, hassas ve barok coşku, çizgileri peşinden sürükleyen soyut üstünlük, size bu sırada, tıpkı bir resimli bulmaca gibi şöyle der: Kadını Arayın. Her zaman da bulunur; kadın ordadır, gerektiğinde minicik, bir motifin merkezinde uzanmıştır; ancak motif yerini aldığında, kadın, tüm uzamın dengesini bozacak ve yönünü tapınıldığı (değilse işkence edildiği) sunağa çevirecektir. Kadın figüründeki bu değişmez? yöntem, kuşkusuz Erte'nin modacı olmasından kaynaklanır; ama moda alanında çalışmış olması sanatçının mitolojik yoğunluğunu da artırır, çünkü Moda, modernliğin ruhunun, estetik, erotik ve düşsel deneyimlerinin okunabileceğinin inanıldığı en iyi alanlardan biridir. Erte de bir yarım yüzyıl hiç durmadan Moda (ve bu alana ilham kaynağı olan ya da bağımlı olan Gösteri) alanıyla ilgilenmiştir ve bu alan da kurumsal olarak (yani toplumun tamamının lütfundan ve gönül borcundan yararlanarak) kontrollü deneyler yoluyla Kadın türünün korunduğu, dönüşüme uğradığı ve arındığı bir tür doğa parkı, hayvan doğal yaşam parkı oluşturur. Kısaca, ender durumlarda, sanatçının durumu (uygulama, işlev ve yetenek kombinasyonu) daha açık olmuştur; Erte saf ve tam, tarihsel açıdan sade, türdeş ve bizzat en prestijli elçilerinin adıyla (Mata Hari, Paul Poiret, Hollywood, Harper's Bazaar) özetlenen dönemine ait başlıca etkinlikler (Macera, Moda, Sinema ve Basın) yoluyla bellibaşlı noktalarla tanımlanmış bir dünyaya tamamen ve ahenkli bir biçimde uyum sağlamış bir kişiliktir...

Roland Barthes'ın 
yazısından

Erte Numbers



MELANKOLİ / SEROL TEBER

*Serol Teber (1938 - 2004)'in yazdığı
Melankoli isimli kitabın sonuç metni:


Friedrich Nietzsche (1844-1900), Yunanlıların Trajik Çağında Felsefe adlı ünlü yapıtında, Anaksimandros'un anıtsal aforizmasına yer verir:

"Şeylerin nesneleri nerede ise, onlar zorunlu olarak orada yok olacaklardır. Çünkü, zamanın düzenine uygun olarak cezalarını çekmeleri ve yaptıkları haksızlıklardan ötürü yargılanmaları gerekir".

Nietzsche, bu son derece önemli tespitin ardından hemen kendi düşüncesini yazar:

"Ey, gerçek bir kötümserin esrarlı deyişi, Grek felsefesinin sınır taşı üzerine yazılmış Orakl sözü başlığı. Seni nasıl yorumlamalıyız?"

Bugün artık ne Anaksimandros'un ne de Nietzsche'nin yazılarını pek fazla yorumlamak gerekir. Sözü Orakl biçeminde sürdürürsek: Olması gerekenler olmuş. Ve bundan sonra da olmaya devam edecektir.  Foucault'un tespit ettiği gibi, "Doğal tarih biyoloji haline geldiğinde... insan, bir bilgi için nesne ve bilen için de özne olan ikircikli konumun ve arkeolojik bir değişimin derin hareketinin içinde, tabi kılınmış bağımsız, seyredilen seyirci... konumuna gelmiştir. İnsan ağır bir entropi / dağılma sürecine girdiğini duyumsamaya başlamış. İnsanın - yüzünün- tıpkı denizin sınırlarındaki bir kum görüntüsü gibi yavaş yavaş kaybolacağı olgusu gündeme gelmiştir."

Olguların gerçek yüzü hemen hemen her zaman sanat yapıtlarında, romanlarda, şiirlerde ekonomi-politik tespitlerden çok daha açık belirlenmiştir. Bu bağlamda, roman, insan gerçeğini çok somut sergilemiştir.

Örneğin Rus romancısı İvan Gonçarov'un başkaldırısı ve inkârı belki Nietzsche'ninkinden bile çok daha köklüdür. Gonçarov'un (1812-1891), 1857 yılında sergilediği Oblomov tipi, ülkesi Oblomovka'dan kopmuş ancak yeni modern yaşam tarzlarının gerektirdiği toplumsallaşmaya da uyamamıştır. Oblomov, bu büyük ikilem arasında hiç olmazsa biyolojik varlığını sürdürebilmek kaygısıyla, odasına kapanmış ve yatağından çıkmaz olmuştur. Oblomov, bilmeden de olsa bir kötülük yapabilirim kaygısıyla sevdiği tek insan olan Olga'yı bile terk ederek kendi iç dünyasına çekilmiştir. Ancak Oblomov hiç olmazsa evinde ve yatağının içinde, kendi duygu ve düşünceleriyle görece mutlu yaşamış, güzel düşler kurabilmiştir:

"Sabahleyin yataktan kalkıp kahvaltı edip divana uzanınca başını ellerinin arasına alır, gücünü kuvvetini esirgemeden düşünceye dalardı. Sonunda kafası bu sıkı çalışmadan yorulur ve rahat bir vicdanla kendi kendine: Eh, bugün insanlık için yeterince çalıştım, derdi. O zaman Oblomov biraz dinlenmeye karar verir, çalışma yatışını değiştirerek daha rahat, hülyalara daha elverişli bir yatışa uzanırdı. Ciddi işleri bir yana bırakarak kendi içine kapanmak, kendi yarattığı bir hayal dünyasında yaşamak Oblomov'un en büyük zevki idi."

"Başka bir gün insanların ahlâksızlıklarına, sahteliklerine, iftiralarına, dünyayı saran kötülüğe karşı bir isyan duyar, insanlara çürük yanlarını göstermek dileğiyle yanardı. İçinde bir yığın düşünce, denizin dalgaları gibi birbirini kovalar, eylem haline gelir, kanını coşturur; damarları şişer; bedeni esrarlı bir güçle gerilir, niyetler taşkın birer tutku halini alırdı."

Samuel Beckett, Malone Ölüyor romanında, Oblomov'dan yüzyıl sonra, İkinci Dünya Savaşı'nı, Auschwitz toplama kamplarını, Hiroşima'yı yaşamış insanın durumunu olanca çıplaklığıyla sergilemiştir. Burada Malone'nin durumu, Oblomov'dan çok farklıdır. Malone, düş kurmak için değil -artık - ölmek için girmiştir yatağa. Tıpkı Samuel Beckett'in, yaşamının sonunda evinden ayrılıp, yaşlılar evine gitmesi ve orada ölmesi gibi... Malone: "Gözden uzak durmak istiyorsanız bütün yapacağınız dümdüz yatmaktır. Heyecan duymadan, hareketsiz, ne sıcak ne soğuk, ılık..." der. Anlamlı yaşamaktan umudunu kesen Malone, "Önemli olanın yemek yemek ve dışkılamak olduğunu söyler; bir tabak, bir oturak; hepsi bu kadar, der ve ikisini yan yana kor masanın üstüne...''

Malone, sıkıntıdan patlamak üzeredir. Geçmiş günlerini yeniden anımsamaya, iki ucu da açılmış bir küçük kalemle bir küçük deftere bir şeyler yazmaya çalışır... en büyük korkusu, ölmeden önce anılarının ve küçük kaleminin tükenmesidir... Sonra ne yapacağını bilememesi, korkunç bir kâbus olur... Kendisini bulunduğu yataktan kaldırıp pencereden atmayı düşler fakat hareket edemediğini anımsar...


Samuel Beckett, sahte cinselliğin gerçek yüzünü burada çok açık sergilemiştir...

Malone, öncelikle iki kişinin ne cesaretle birbirlerine sarılabildiklerine şaşar... "Sonra, umutsuzluğun gücüyle birbirlerini kucakladıkları kararını verir. Ama bunun da, boşuna olduğunu, çünkü herbiri kendi sınırlarına çekilmiş iki ayrı vücudun bulunduğunu düşünür. Herbirinin ötekine umut bağlayarak birbirlerine sarılmalarından ne sonuç alabileceklerini anlayamaz bir türlü..." Sonra, gözlemlerini sürdürür.

"Erkek (Macmann), cinsel organını ikiye katlayıp, parmaklarıyla, yastığı kılıfa geçirir gibi eşinin organına sokmaya uğraşıyordu. Cesaretleri kırılmak bir yana dursun, istekle sarılmışlardı yaptıkları
işe, sonunda, tamamen iktidarsız olmalarına karşın, derinin yumuşaklığı, düş gücü falan derken, kuru ve yorgun organlarıyla kasvetli bir hazza bile ulaşmayı başardılar..." Ellerinden geldiğince
çiftleştiler. Ne aptalım ben. Şimdi anlıyorum, birbirlerini seviyor olmalılar, demek böyle yapılıyor bu... Köpekler gibi.

Samuel Beckett'te, Hölderlin romantizminden hiçbir iz yoktur. Her şey olabildiğince açık ve nettir. Olduğu gibidir. Neyse odur. Doğal doyum, kültür/uygarlık sayesinde engellenince, eros/haz, Pervers bir tiksintiye dönüşür.

İnsanın, insancıl (hümanist) bir dünya kurabileceği düşünden uyanıp, kendi kendisini (bile) tahrip ve inkâr ettiğinin, öznenin özünün yitirildiğinin, konuşmanın kaybolduğunun, bilincin dağıldığının (Heidegger, Horkheimer/ Adorno, Habermas) sezinlenmeye başlandığı ilk büyük darbe, Birinci
Dünya Savaşında yaşanmaya başlanmıştır...

İkinci Dünya Savaşı, öznenin bu geri dönüşsüz yıkılış/ dağılış sürecini daha da hızlandırmıştır. Düşünen, duyan, kaygılanan özne dünyanın hemen her yerinde gerek kapitalist, gerekse de sosyalist düzenlerde, politik, teknik/teknolojik, entelektüel düzeylerde tahrip edilmişlerdir. Düşünen özne devre dışı bırakılmış. "Umumi huzuru bozanlar" likide edilmişlerdir.

Modern yaşam, insana, yaşamın öznesi olabilme olasılığının yitirildiğinin haberini verdikten sonra, özne, artık eski dinginliğini ve güvencesini de yitirmiş. Her teknolojik gelişme, öznenin güçsüzlüğünü dağılabilirliğini biraz daha yalandan göstermiştir. Teknik donanımlar ve devlet 
terörleri özneyi her geçen gün biraz daha çözmüştür.

Albert Camus, Düşüş romanında, 20. yüzyılın toplumsal yapısını, insanlar arası ilişkilerini birkaç satırla somutlaştırmıştır:

“Bizim toplumumuz, insanları bu türlü harcamak için örgütlenmiştir. İşitmişsinizdir elbette, Brezilya ırmaklarında minicik balıklar varmış, dikkatsiz bir yüzücü buldular mı, binlercesi birden
saldırıp, birkaç saniye içinde, hızla, minicik lokmalar kopararak zavallıyı yer, bitirir, tertemiz iskeletini bırakırlarmış. İşte onların örgütlenmesi de öyle. "Temiz hayat ister misiniz?" Herkes gibi siz de, evet dersiniz. Nasıl hayır denir? "Pekiyi derler, sizi temizleyeceğiz. İşte size bir iş, bir aile, düzenli eğlenceler." Ve minicik dişler etinizi kemirmeye başlar, kemiğinize dek. Ama haksızlık etmeyelim. Onların düzeni demek doğru değil. Bizim düzenimiz bu: kim kimi
temizlerse..."


 İşte Homo sapiens'in ulaştığı toplumsallaşma düzeni budur.

Günter Grass, Teneke Trampet romanında eleştirel gözlemlerini, doğum öncesi döneme değin götürür. Burada romanın kahramanı Oskar -olması gerektiği gibi- sonunda, "akıl ve ruh hastalıkları kliniğine" kapatılır. Anılarını burada gizlice yazar. Onun yaşamöyküsünü bu anılarından öğreniriz. Oskar, daha ana rahminden ilk çıktığı, göbek kordonunun henüz ebe tarafından kesilmediği anda, çevresindeki insanların, anasının ve kendisini babası sanan adamın -rezilcesine iki yüzlülüklerini görür... Kendisinin yaşam boyu tek başına yapayalnız kalacağını anlar... Oskar, daha başlamadan yaşama isteğini yitirir... Ne yazık ki ebe hanım o sıra göbek bağını kesmiştir... Oskar, artık bu dünyadadır. Ama Oskar, daha o an düşünür... Ve gelişmiş bir insan olarak kendisini bu insanlara
-bu topluma- teslim etmemek için, üç yaşında bir parmak çocuk, bir bücür olarak kalmaya karar verir... Büyümesini durdurur. Büyümez. Ve erişkin insanlar arasına, onların dünyalarına, toplumlarına katılmaz. Artık ne Nazi Partisi'ne girmek zorundadır ne de savaş yanlısı olmak; fakat çevresine bu denli eleştirel bakan, onlar gibi "büyüyemeyen" "toplumsallaşamayan" bir insanın sonu da "akıl ve ruh hastalıkları kliniği" olur.

Melankolik yaşam, özünde hep toplumsal ve varoluşsal bir eleştiri taşımış. Ancak bu köktenci eleştiri ve inkâr, gene hep kendi bireysel güçsüzlüğünü de birlikte üretmiştir. Sürekli olarak toplumdan kopmanın acılı ikilemi duyumsanmış. Özgürleşme uğruna zamanın içinden bile çıkmak, zamana
bile bağımlı olmaktan kurtulma çabası, sonunda olağanüstü bir yalnızlığın ve Hiç'liğin sınırında, donmuş, taşlaşmış bir zamanı yaşamanın dayanılması zor acısını birlikte getirmiştir.

Bellerophontes

HOMEROS DESTANLARINDA MELANKOLİK KİŞİLİKLER: 
BELLEROPHONTES, AİAS ve AGAMEMNON

"Ama bir gün tanrılar tiksindi Bellerophontes'ten
Aleion ovasında kaldı o tek başına
İnsan uğrağından uzakta, yedi kendi kendini."

( İlyada. 6, 200-203)

BELLEROPHONTES

Homeros destanları salt şiir-yazın ve tarih dünyasının değil, ruhbilim çalışmalarının da vazgeçilmez başyapıtlarıdır. Ruhbilim araştırmalarının ilk yazılı kaynağı, Homeros destanlarındaki kahramanların, tanrıların serüvenleridir. Bu kahramanların, tanrıların konuşmaları, düşleri, düzenleri, sahtekârlıkları, öfkeleri, heyecanları, hezeyanları, hastalıkları ve hatta tedavi önerileri, binlerce yıldır ruhbilimcilerin temel bilgilenme kaynağım oluşturmuştur.

Melankolik insan mizacının anlatılma ve anlaşılma serüveni de Homeros destanlarına kadar uzanır. Daha somut söylersek, melankolik insan mizacının yazılı kültürde betimlenişi ilk kez Homeros destanlarında görülür.

Homeros destanlarında melankoli sözcüğü / tanımı henüz kullanılmaz. Ama Homeros'un bazı kahramanlarındaki melankolik davranışlar ve melankolik mizaç, olağanüstü bir yetkinlikle sergilenir. Homeros destanlarındaki kahramanlar arasında melankolik durumun örnekleri olarak öncelikle Bellerophontes ile Aias gösterilir. Ayrıca, Agamemnon'da da, zaman zaman da olsa, melankolik kişiliğe özgü ruhsal dalgalanışlar görülür.

Homeros destanlarında genellikle tanrısal gazaba uğramış insanlarda görülen mitolojik melankoli/psikoz örnekleri sergilenir. Bu durum, tarih boyu tanrı-insan ilişkilerini anlamada
son kerte önemli ipuçları verir.

Homeros'un mitolojik destan kahramanlarından Bellerophontes, nedeni pek bilinmez biçimde tanrıların gazabına uğrar. Tek başına, yapayalnız bir yaşama mahkûm edilir. Kalbi acılar içinde yer bitirir kendisini. Aias ise uğradığı haksızlık sonucu ortaya çıkan öfke ve hezeyanlarla çıldırır; intihar eder.

Antikçağın melankoliye yaklaşımını anlayabilmek için bu iki melankolik 
insanın serüvenlerini  biraz daha yakından tanımanın yardımı olabilir.

Bellerophontes, yazılı din dışı tarihin tespit ettiği ilk melankolik kişilik, ilk arke-tip'tir. Bu görkemli, mitolojik, melankolik kişilik, Homeros'un İlyada destanının 6. bölümünde anlatılır. Troya önlerinde, Diomedes ile Glaukos teke tek savaşırlarken birbirlerine ilginç gelirler; savaşmaya ara verip, nereden gelip nereye gittiklerini, hangi soylardan olduklarını sorarlar. Glaukos, İlyada destanının en ilginç öykülerinden birini anlatmaya başlar. Bellerophontes, Sisyphos'un torunudur. Dedesi Sisyphos da tanrıların gazabına uğramış, ömür boyu, sonu gelmez -saçma- (A. Camus) bir işi yapmaya mahkûm edilmiştir. Torun, Bellerophontes'in yazgısı belki bundan da beterdir. Bellerophontes, söylenceye göre, kusursuz bir insan güzelidir. Yürekli, onurlu, erdemli. Tanrısal Antenia tutulur ona. Birlikte olmak ister. Bellerophontes kayıtsız kalır bu tek yanlı sevgiye. Antenia, bu kez kocası Kral Proilos'a yalan söyler. Bellerophontes'in zorla kendisinin koynuna girmek istediği yalanını uydurur. Kral Proilos, kıyamaz Bellerophontes'i öldürmeye. Ona son bir olanak tanımak ister. Şifreli bir mektup verip eline, kayınpederi Lykia kralı Iobates'in yanına gönderir. Lykia kralı töre gereği, önce onu bir güzel ağırlar; sonra beraberinde getirdiği şifreli mektubu okur. Onun kahramanlığını bir kez daha sınamak ister. Bellerophontes, bu sınav için de Khimaria ile, Solymalarla, Amozonlarla savaşır. Yener hepsini. Bu kez, Lykia kralı kendi kızını verir Bellerophontes'e. Ve Bellerophontes, karısı ve üç çocuğuyla mutlu bir yaşam sürmeye
başlar...

Fakat, destanın tam burasında, Homeros birden,

 "Ama bir gün tanrılar tiksindi Bellerophontes'ten
Aleion ovasında kaldı o tek başına İnsan uğrağından
uzakta yedi kendi kendini."
diye yazar.
{İlyada, 6, 200-203)

David & Saul

MELANKOLİ-MÜZİK İLİŞKİSİ

Melankoli ile müzik arasındaki etkileşim konusunda, antikçağ sonrası düşün ve sanat dünyasını belirleyen temel kaynağı, Tevrat'ta, Samuel'in kitabındaki, Saul ile David arasındaki ilişkiler bölümü oluşturmuştur. Burada, melankolik bir insanla bir müzisyen arasındaki ilişkiler, din kitabı kapsamı içinde, sayfalar boyu, olanca açıklığıyla anlatılmıştır:

"Rabbin ruhu Saul'den ayrıldı ve Rab tarafından kötü bir ruh onu üzüyordu. Saul'ün kulları kendisine dediler: İşte şimdi Allah tarafından kötü bir ruh seni üzüyor. Efendimiz, karşısında olan kullarına emretsin, iyi harb (çenk) çalan bir adam arasınlar ve vaki olacak ki Allah tarafından senin üzerine kötü ruh geldiği zaman elile çalar ve sen iyi olurdun. Ve Saul, şimdi benim için iyi çalabilen bir adam hazırlayın ve bana getirin dedi. Ve vaki oldu ki, Allah tarafından Saul'e kötü ruh geldiği zaman Davud harb çalardı ve Saul dinlerdi ve iyi olurdu ve kötü ruh kendisinden ayrılırdı... Ve ertesi gün Allah tarafından Saul'ün üzerine kötü bir ruh kuvvetle geldi, Davud her gün yaptığı gibi elile harb çalıyordu. Ve Saul'ün elinde mızrak vardı ve Saul, Davud'u duvara çakayım diye mızrağı attı. Fakat Davud onun önünden iki kere yana çekildi. Ve Saul Davud'dan korktu, çünkü Rab onunla beraberdi".

Saul'deki melankolik durum burada görüldüğü gibi zaman zaman hezeyanlı boyutlara varır. Defalarca, Davud'u öldürmek ister. Davud, Saul'ün oğlu Yonatan'ın da öğütlerine uyar ve görece dingin davranır; harb çalmayı sürdürür, Saul'ü sakinleştirir...

David and Saul (Rembrand)

Samuel'in kitabında, müziğin sihirli etkisi sergilenir. Müzik, ruhsal huzursuzlukları ortadan kaldırır, kötü ruhları, cinleri kovar. Ruhu yeniden dinginliğine kavuşturur. Saul'ün zaman zaman tanrının gönderdiği kötü ruhların etkisiyle melankolik ruhsal duruma girişi, Davud'un müzik çalarak onu iyileştirişi, Hıristiyan dünyasında, 4. yüzyıldan beri çeşitli sanat yapıtlarında anlatılagelmiştir. Rönesans ve sonrası dönemlerde, pek çok ressam Saul-Davud konusunu resimlemişler, büyük boyutlu yapıtlar ortaya koymuşlardır. Örneğin, Rembrandt'ın (Müzik Sahnesi-Den Haag) yapıtı hemen ilk akla gelenlerden biri olabilir.

Marcilio Ficino, ünlü De Vita Triplici adlı yapıtında (1. Kitap, 5. ve 9. Bölüm) melankoli ile müzik arasındaki ilişkilerin gene bir tarihsel dökümünü verir. Platon ile Pythagoras'ın hüzünlü oldukları zamanlar gitar eşliğinde şarkı dinlediklerini, Saul'ün, Davud'dan harb dinleyerek melankolisinin acısını hafifletmeye çalıştığını, Galenus'un bu konuda kapsamlı öğütler verdiğini, Augustinus'un ruhunun acılarını dindirmek için müziğin yardım edici etkisine sığındığını, Afrikalı Konstantinus'un melankolide müziğin tedavi edici yardımını vurguladığını anımsatır... Ve kendisinin de  "güzel müzik" dinleyerek acılı melankolisini tatlılandırdığını" söyler. Ve bu yöntemi herkese salık verir...

Ficino'ya göre, melankolikler yeni bir soluğa "spiritus"a gereksinim duyarlar. Müzik, melankoliklerin yitirdiği bu soluğu getirir. Müziğin titreşimleriyle tinselleşen, yücelen hava yeni bir niteliğe dönüşür. İnsana yeni uyarımlar verir. Müziğin titreşimleriyle değişen hava, bedeni, aklı, heyecanları,  tüm ruhu etkiler... Tinsel/ruhsal yenilenme olur... Ficino müziğin bu etkisini sürekli kılmak için kendisi (de) rebap çalmış. Ayrıca bu tür bir çalgıyı tüm melankoliklere önermiştir.

Daha önceki bölümlerde de anımsatıldığı gibi, antikçağdan beri müziğin, ruh ile madde, mikrokozmos ile makrokozmos arasındaki harmoniyi sağladığı öngörülmüştür. Platon, insan sağlığının bedensel ve ruhsal öğelerin harmonisi olduğunu, kara safra (melankoli) yoluyla bu harmoninin bozulduğunu, müziğin bu harmoniyi yeniden düzenlediğini vurgulamıştır. Platon'un Devlet'inde gençlerin çok iyi müzik eğitimi görmeleri öngörülmüş; ancak bu tür bir eğitimden geçmiş gençlerin bilge olabilecekleri düşünülmüştür.

Gene antikçağ ve ortaçağ düşün dünyasında, müziğin bedenin tıkanan hava yollarını açarak ruhun havalanmasına yardım ettiği ve bu açılan yollardan cinlerin ve kötü ruhların uçup gittiklerine inanılmıştır. Ayrıca ilaçların bedeni, müziğin ise ruhu ’sağalttığı varsayılmış. Müziksiz bilimin eksik olacağı, en doğru bilimsel çalışmaların bile ancak müziğin yardımıyla tamamlanıp, kusursuzlaşacağı öngörülmüştür.

Tevrat, antikçağın bu genel düşüncesini Saul-Davud ilişkisinde sürdürmüştür. Tüm ortaçağ yazınında ve sanatında, hüzünlenmenin ve melankolinin kötü ruhların ve şeytanın etkisinde ortaya çıktığı, buna karşın tanrısal müziğin bu olumsuz etkileri ortadan kaldırdığı söylenmiştir. Ancak burada tanrıya çok yakın biri olan Saul'e, gene tanrının neden kötü ruhları gönderdiği, onu melankolik yaptığı, bir türlü açıklanmamıştır.

 Bu gizi irdelemeye yönelik sorulara yanıt arayan pek çok bilge, insanların bir kısmının dünyasal eşitsizliklerden sıkıldıkları için hüzünlendiğine değinmiş ve "kardeşimiz Saul'de de bu tür bir durumun olduğu, Saul'ün, şeytanın etkisiyle değil, tanrıya yakın olmanın verdiği heyecanla hüzünlendiği"ni söylemiştir. Ayrıca ortaçağ inancına göre de "tanrının kendisini düşünmeleri için insanların kalplerini hüzünle doldurduğu" söylenmiştir.

david-playing-the-harp-to-saul Rembrandt

PİERROT

Antikçağlardan beri süregelen Dionyssos ile Apollon çelişkisi ve çatışmasını anlatan oyunlarda kullanılan maskeler Rönesans dönemi karnavallarında yeniden güncelleşmiştir. Freud, bu konuya değinen bir yazısında şöyle der:

Ben'in omuzlarına zorla yüklenen bütün vazgeçmeler ve kısıtlamalar karşısında yasakların bir dönemsellik (periyodite) gözetilerek çiğnenişi bayram ve şenliklerin de kanıtladığı gibi kuraldır; sonuçta bayram ve şenlikler, başlangıçta yasaların engellediği cümbüşlerdir ve neşeli bir karakter taşımaları da her seferinde yeniden özgürlüklerine kavuşuyor olmalarından kaynaklanır. Romalıların
-toprak tanrısı Satürn Gezegeni adına yapılan şenlikler- Saturnalien'leri ile bugün bizim kutladığımız karnavallar normalde alabildiğine kutsal yasaların çiğnenmesi ve her türlü taşkınlığa başvurmalarıyla sonlanan eski şölenlerin eşidir.

 Medici Ailesi, 26 Şubat 1541 tarihinde, Floransa'da, karnaval eğlencesi kapsamında büyük bir maskeli balo düzenlemiş. Bu ünlü baloya gelenler, gerçek kimlikleri ile dış görünüşleri (Dionizos/Apollon) arasındaki farklılığı vurgulu biçimlerde göstermek için, yüzlerinin bir kısmını kapatan küçük maskeler takmışlardır. İzleyen yıllarda, Kuzey İtalya'nın, Padua kentinde bazı tiyatro gruplarının oyuncuları da yüzlerine maske takarak sahneye çıkmaya başlamışlardır.

Piyero tipi (Pierrot), olasılıkla böyle bir gelişmenin sonucunda, 1545 yılında Padua komedi tiyatrolarında ortaya çıkmıştır. 1570 yıllarından sonra, İtalyan komedi tiyatro grubu, Rönesans dönemi toplumsal çarpıklıklarını, moral sapmalarını, ikiyüzlülükleri anlatabilmek için ağızlarını ve
burunlarını açık bırakan, buna karşın yüzlerinin üst yarısını kapatan deri maskeler kullanarak Piyero tipini geliştirmiştir. Artan toplumsal karmaşalar içinde, bazı sanatkârlar, kendilerinin kültürel, moral, ekonomik dışlanmışlıklarını anlatabilmek, çaresizliklerini vurgulayabilmek için, beyaz giysiler içinde, gene yüzlerinin üst yarısını kapayan küçük maskelerle, kent sokaklarında gitar çalarak konumlarını anlatan hüzünlü şarkılar söylemeye başlamışlardır. Sonraki yıllarda, Gino Severini,
 1924 yılında bir seri Pierrot çalışmasıyla, bu müzisyen tiplerini resimlemiştir.


Piyero tipinin, Medici Ailesinden, Katharina de Medici (1519-1589) üzerinden ilk kez Lyon dolaylarına, sonra da Maria de Medici (1573-1642) üzerinden Paris'e davet edilen, İtalyan komedi tiyatro grupları tarafından Fransa'ya getirildiği sanılmaktadır. İtalyan tiyatro gruplarının Paris'te oynamaya başlamalarından sonra Piyero tipi dünya ölçeğinde ünlenmiştir.

Bu arada Antoine Wattheau (1684-1721), piyero tipinin en güzel ve anlamlı anlatımını yaparak bu tipi ölümsüzleştirmiştir. Piyero, burada, toplumsallaşamayan, toplumun kenarından toplumu seyreden, istese de -artık - bu kalabalığın içine giremeyen, görevi -rolü- bitmiş, kenara itilmiş/atılmış bir sanatkâr, aydın, insan durumundadır... Hüzünlü, güvensiz, ikircimli, güçsüz, tükenmiş ama her şeye karşın gene de ayakta durmaya çalışan, "garip bir insan" tipidir...
 

Piyero, dünyaya fırlatılıp atılmışlığın saçmalığını gören, toplumsallaşamayışın, bu traji-komik durumun bilincinde olan, ancak yüzüne taktığı maske ile insanlar arasına katılabilen bir insandır.

Antoine Wattheau, bu tipi ölümsüzleştirmiştir. Wattheau'un Piyero'su, beyaz saten giysiler içinde, güçsüz, tükenmek üzere olan bir insandır. Başkalarından çok farklı bir görünüm ve konum içindedir. Önünde sonsuz sayıda düğmeleri olan bu giysinin kolları çok uzun, yakası boynunu çok sıkmaktadır. Piyero zarif, kurdeleli, ince saten pabuçlarıyla, toplumsal kavgaların, kalabalıkların arasına sıkışmış, başkalarından çok farklı bir insan tipidir. Boyanmış yüzü mimiksiz, donuk bakışları yere eğilmiş/dikilmiştir.


Tek tümcede: Varoluşun saçmalığını sergilemektedir.

Pierrot Dancing (Edouar Manet,1849)


Baudelaire

Portrait de Baudelaire gustave courbet 1848



1848 devrimler döneminin "uyumsuz", "düşünen aylak", melankolik tipinin, Charles Baudelaire (1821-1867) kişiliğinde ve yaşamında somutlaşması klasikleşmiştir.

Baudelaire'in artık eskisi gibi, Rousseau'nun önerdiği "doğa durumu"na bile kaçacak olanağı ve şansı kalmamıştır. Bu yeni melankolik aylak "flâneur" büyük kentin ürünü olarak orta çıkmıştır ve gene büyük kentin pazarında -"pasajlarında"- tüketilmeye mahkûmdur. (Bu konuda vazgeçilmez başyapıt Walter Benjamin'in Pasajlar çalışmasıdır.) Toplumsallaşamayan aylak insanla artık engizisyon bile ilgilenmez. Ortaçağ dinsel inançlarının elinden kurtulduğunu sanan melankolik aylak insan, bu kez tüketim toplumunun mistik, gizemli ortamında metalaştığını, pazara sürüldüğünü görür (Marx)... Engizisyon önünde yargılanmaktan bin beter acılara sokar onu, metalaştığını, pazara sürüldüğünü
duyumsamak...

Bir türlü "toplumsallaşamayan " Baudelaire, son bir seçenekle çağdaşı Herman Melville (1819-1891), Moby Dick’te balinaların yaşamı üzerinden yaptığı bir metafora uygun olarak, buzlar arasında sıcak kalarak, bulunduğu dünyada o dünyanın bir parçası olmadan yaşamaya, her mevsimde kendi sıcaklığıyla yetinmeye çalışır. Toplumun organik hayatından koptuğunu, "organik zamanı” yitirdiğini görür. Genç yaşta intihar girişiminde bulunur. Başaramaz. Dünyaya uymak ister. Beceremez. Dünya başkenti Paris'te yaşayacak, barınacak bir yer bulamaz. Parasızlıktan ama daha çok ruhsal huzursuzluktan, kısa bir zaman dilimi içinde 44 kez ev değiştirir. Sartre, ünlü Baudelaire denemesinde, onun yaşamı boyu yüzlerce kez ev değiştirdiğini yazar. Ölümü, tek kurtuluş yolu olarak, "geç kaldın yıllanmış korkak!" diye çağırır durur. Sonunda 46 yaşında kurtulur yaşamaktan ve ateist olmasına karşın "bir tapınağa sığınır gibi, anasının kolları arasında ölür, modern çağın "toplumsallaşamayan" örnek melankoliği.

Serol Teber - Melankoli

BÜYÜK İSYAN

Rimbaud, Avrupa’nın hemen hemen tüm limanlarına gider, kah bu rotayı kah şu rotayı izler, Kıbrıs’a, Norveç’e, Mısır’a, Java’ya, Arabistan’a, Habeşistan’a uğrar. Onun araştırmaları, çalışmaları, spakülasyonları düşünülsün! Hepsi de “egzotik” etiketini taşırlar. Girişimleri de şiirsel düşünce uçuşları kadar atak ve plansızdır. Yaşamı, kendisine ne kadar can sıkıcı ve ıstırap dolu gelse de, asla düzyazısal bir yaşam değildir… ‘Yaşamın ortasında dikildi’ diye düşünüyor bürosundaki memur. Evet, şairler tamamen bir yana, birçok hali vakti yerinde vatandaş, salt Rimbaud’nun serüvenli yaşamını taklit edebilmek için bir kolunu veya bacağını verebilirdi. Pataloji uzmanı “hafif paranoya”dan söz edebilir, fakat o, evinde oturanlara bir nimet gibi görünüyor. Bahçesini sulayan bir Fransıza açıkça bir çılgınlık gibi görünüyordur. Aç karnına bu dünya gezisi müthiş bir şey olmalı. 40′000 altın frangını sürekli kuşağında taşıdığı için basur olduğunu öğrendiklerinde, ülkesinin insanlarına daha da çılgın, daha da ürkütücü görünmüş olmalı. Yaptığı her şey garip, fantastik ve görülmedik bir şeydi. Yolculuk rotası, kesintiye uğramamış biricik fantazmagoryadır. (sf. 89-90)


*
RİMBAUD YA DA BÜYÜK İSYAN 
HENRY MİLLER

JEAN'A MEKTUP



Sevgili Jean,

Sana "her şey yolunda" demek isterdim, ama hiçbir şeyin tamamen iyi olmayacağını biliyorsun. Sana hava durumundan söz edecek değilim, ama iklimin çılgına döndüğünü ve mevsimlerin çiftçilerle alay ettiğini, köylülerin hep giderek daha kalabalık bir halde şehirlerde yaşadığını bilmeni isterim. Zararlarını defalarca saptamış olduğun kırdan göç sürüyor. Mevsimler artık yerinde değil ve dünya açlarıyla, tutarsızlıkları ve adaletsizlikleriyle birlikte dönmeye devam ediyor. Bütün bunlardan sen zaten kuşkulanıyordun ve "iyi bir Müslüman" gibi başın Mekke'ye dönük ve Muhammed'in şakayla karışık söylediği gibi, eski bir genelev ile bir hapishane arasında bulunduğun yerde bunlarla pek eğleniyor olmalısın.

Senin gibi bir asinin Fas toprağında, bir Hıristiyan mezarlığında istirahatte olması, biz yakınlarına pek hoş geliyor. Mezarın bir ziyaret yeri oldu; ibadet yeri diyemem, ama aşağı yukarı her yerden insanlar geliyor oraya. Mezarlık bekçisi öldüğünde, yerine oğlu geçti. Karton kapaklı büyük bir defter satın aldı; karısı gelen ziyaretçilere defteri uzatıp, 50 drahmi karşılığında izlenimlerini yazdırıyor. Defter tanıklık dolu. Senin önemsemediğini biliyorum, ama bütün bu insanlar senin hep aynı mütevazılıktaki mezarına hürmet belirtmek için yolculuk ediyorlar. Ah, sana söylemeyi unuttum; ilk mezar taşın çalındı. Senin numaralarından biri daha!

Hayır, havadisler iyi değil. Bana dediğin gibi: "Mutlu olup olmadığımızı öğrenmek için okumuyoruz gazeteleri." Filistinliler bölündü. Senin aramızdan ayrılışından beri iki İntifada yaşandı; işgale karşı taşlarla direnen gençlerin ayaklanmaları bunlar. Kuşkusuz sen de kalabalığın arasına karışmak ve gerçek mermilerle ateş eden İsrail askerlerine bir iki taş fırlatmak isterdin. Ama durum daha da kötüleşti. Dinciler "Hamas" adını verdikleri hareketi oluşturdular. O zamandan beri, serbest seçimler sayesinde Hamas Gazze'yi, Filistin Otoritesi ise Ramallah'ı elinde tutuyor. Gazzeliler Mısır sınırından yiyecek, ilaç ve silah geçirmek için tüneller kazdılar. Ama Mısır onların hayatta kalmasını engellemek için tünel çıkışlarını kapattı.

Sana yirmi yılın tarihini anlatacak değilim, ama şunu bil ki Filistinliler saldırıların, katliamların ve aşağılamaların kurbanı olmaya devam ediyor. Bir yığın savaş oldu. Filistinliler tarafında binlerce kurban var. Dünya gözünü başka yana çevirerek bu cinayetlere tanık oluyor. Filistin halkının yalnızlığı korkunç. Zaman zaman, "Yeter artık! İsrail suç işliyor!" diyen sesler yükseliyor, ama İsrail bütün bunlara ilgisiz.

Diğer haberler daha az dramatik. Azzedine'den başlayayım. Uzun boylu, yakışıklı, koyu kahverengi -siyah denebilir- gözlü, çok zeki biri. Paris'te yaşıyor, muhasebe eğitimi alıyor, ama ben onu gördüğümde tatildeydi. Driss adlı bir oğlu var. Seni hatırlıyor, kitaplarından bazılarını okudu. Jacky onun çok yakınında. Sık görüşüyorlar.

Jacky iyi durumda. Senin mirasını büyük bir ihtiyat ve kesinlikle yönetiyor. Eserlerine göz kulak oluyor ve her önüne gelenin metinlerinle aklına eseni yapmasını engelliyor. Çok güvensiz, senin yolunda gidiyor. Zaten senin gibi konuşuyor; yalnızca öfkeni değil, mizacını da miras aldı. Hâlâ Yunanistan'da yaşıyor. Saçları beyazladı, hâlâ incecik. Ahmed'i de görüyor. Ahmed şu sıra İtalya'da yaşıyor ve onun atlarıyla meşgul oluyor.

Muhammed, ne yazık ki sana söylemeliyim, aramızdan ayrılışından altı ay sonra bir trafik kazasında öldü. Eski bir araba satın almıştı ve fırtınalı bir gün Rabat yoluna çıktı. Jacky, Leyla ve Anis, Azzedine'le ilgilendiler. Şu an, Larache'taki evde Muhammed'in kardeşi yaşıyor.

Leyla Şahid Filistin Otoritesinin Avrupa Birliği nezdindeki elçisi olarak Brüksel'de. Daha önce aynı görevi Paris'te yapmıştı. Çok iyi işler yapıyor.

Dostumuz şair Mahmud Derviş, bir kalp ameliyatının ardından, kısa süre önce öldü. Geride büyük bir boşluk bıraktı.

Ben sana yazarken, dünya Berlin duvarının yıkılışının yirminci yıldönümünü kutluyor. Evet, duvar yıkıldı ve iki Almanya birleşti. Senin "dişi” bulduğun bu halk yetenekli ve güçlü bir kadın tarafından yönetiliyor.

Fransa artık giderek daha az "kilisenin büyük kızı"; laikliği korumak için çırpınıyor. İslam'la ve bazı Müslümanlarla arası iyi değil. Cezayir Savaşının iki toplumun belleğinde hep kaldığını söylemek gerek. Göçmen aileler kızlarını okula türbanlı gönderiyorlar. İdari binalarda ve kamusal alanlarda dini sembollerin taşınmasını engellemek için bir yasa çıkartıldı. Sen, sanırım, bu yasağa karşı çıkardın: Çelişki anlayışın aklından daha çabuk tepki gösterirdi. Sonunda İslam teröristlerin rehinesi oldu ve onu sancakları yaptılar, "aşağılanmışların Batı'dan intikamı"ndan söz ediyorlar. Senin de bildiğin gibi, "barışa itaat" olan bu din adına insanlar öldürülüyor, katliamlar yapılıyor.

Bir Fransız televizyon kanalının daveti üzerine, geçen kış Morvan'daki Alligny'ye, senin okulunu ziyarete gittim. O yer öyle soğuk, öyle nemli, öyle hüzünlü ki, senin oradan kaçma arzunu hemen anladım. Göğün ışığı yavan, gri, bir sıkıntı kokusu saçıyor. Seninle ilgilenen aile, suyla dolup taşan toprağın tuzağına düşmüş bu deliğe karşı bir şey yapamazdı. Sen yazmayı orada öğrendin. Bu okulun, 20. yüzyıl Fransız edebiyatının müthiş çocuğunu ya da bunca insanı rahatsız etmiş provokatör ve militanını ortaya çıkardığına işaret eden hiçbir şey yok. Bu ziyaretten geride bende bir sıkıntı ve hüzün duygusu kaldı. Aynı zamanda, senin çocukluğunun geçtiği yerlerde bulunmak tuhaf geldi. Oraya bir daha gitmeyeceğim. 13 Şubat 1976'da Die Zeit muhabiri Hubert Fichte'ye söylediklerini tekrar düşündüm: "Benim ne babam var ne annem, yetiştirme yurdunda büyüdüm, Fransız olmadığımı, bu köye mensup olmadığımı çok küçük yaşta öğrendim. Massif Central'de büyüdüm. Bunu aptalca, bönce, şöyle öğrendim: öğretmen küçük bir kompozisyon yazmamızı istemişti, her öğrenci kendi evini yazmalıydı; ben evimi tarif ettim; öğretmene göre en güzel tarif benimkiydi. Yüksek sesle okudu ve herkes, 'Ama bu onun evi değil ki, o bir sokak çocuğu' diyerek benimle alay etti ve o zaman böyle bir boşluk doğdu, bir düşkünleşme başladı. Anında öylesine yabana biri olmuştum ki, ah, kelime yeterince güçlü değil, Fransa'dan nefret etmek, hiçbir şey bu, nefretten de fazlası gerekiyordu, Fransa'yı kusmaktan fazlası...”

Sana daha fazla bir şey anlatmayacağım. Dünya kötüye gidiyor. Ama Siyah bir adam Amerika Birleşik Devletleri'nin başkanı oldu. Bu iyi bir havadis! Mutlu olmalısın.

Son olarak, tiyatro eserlerinin Plâade'da olduğunu ve dünya üniversitelerinin senin doğumunun yüzüncü yılını kutlamaya hazırlandıklarını da bil. Neyse ki sen burda değilsin, yoksa şenliği mahvederdin!

Son bir söz daha, sevgili Jean, senin biyolojik babanın adını öğrendik. Güleceksin, yattığın yerden kalkıp, alaycılığınla peşime düşeceksin, sıkı dur: Adı Bay Blanc! Neden sıyırdığının farkında mısın? Jean Blanc! Sırf bunun için bile aile değiştirirdin, değil mi?

Seni kucaklıyorum, dostum.

*
Tahar Ben Jelloun

Ara Olay

Roland Barthes erkek tavlamak için Tanca'ya geli­yordu.  Bir keresinde, onunla birlikte Cafe de Paris'de otururken, bakışlarının bir  ayakkabı boyacısına ya da güçlü kuvvetli bir garson çocuğa nasıl kaydığını  gözlemlemiştim. Barthes bana tam olarak şöyle demişti: “Giderek daha  güçleşiyor bu iş.”

 1965 yılında Rabat'taki edebiyat fakültesinde onun öğrencisiy­dim. Onu, ince, utangaç bir insan ve mükemmel bir profesör olarak hatırlıyorum. Onu, çok ender olarak, Tanca'da yıllar sonra tekrar gördüm.  Genet'ye Barthes'tan söz ettiğimde, beni dinliyor ama bir şey demiyordu. Michel Foucault'dan söz ettiğimde durum farklı oluyordu, onu tanıyor, değer veriyor, aynı zamanda da çekiniyordu…



Tahar Ben Jelloun’un Genet’yi anlattığı
Yüce Yalancı kitabından.

JEAN GENET İÇİN


Jean Genet bir skandal insanıdır.

Onu çok erkenden dışlamış olan toplum bugün onun aydınlık bilincini nasıl bağışlayabilir? Yıkıcı bir bilinç aydınlığı; çünkü özgür, bağımsız hiçbir devlet ya da toplum aygıtıyla suç ortaklığı olmayan bir düşüncenin ürünü. Hiçbir kurumun korumadığı özgür bir düşünce.

Jean Genet yalnız bir insandır.

Valizi yoktur. Nesneler onun yaşamını doldurmaz. Yokturlar. Küçücük bir valizi vardır ve daima otellerde yaşar. Genellikle garların yakınında bulunan oteller. Yola çıkmaya daima hazır olmanın tarzıdır bu. Genet sık sık gider. Asla tatil için değil. Çılgın bir buluttur o. Çılgın ve özgür. Rastgele bir yere konar. Hafifçe. Espriyle. Toplumu olduğu gibi ya da küçük bir yasal değişim müdahale ederse olacağı gibi kabul edip öylece yaşamayı tercih etmiş olanlara bırakır tavizleri - tıpkı nesneleri de onlara bıraktığı gibi.

Kendini lanetlemiş toplumda yalnız, münzevi biri olan ]ean Genet'nin bağları vardır. Başka yerlerde, başka topraklarda. Çoğu zaman uzaklarda. Çoğu zaman yıkımın, üzüntünün yaşandığı yerlerde. Çünkü Genet bir kardeşlik insanıdır. Arkadaşlarını tanır; nerede olduklarını bilir ve nerdelerse oraya doğru gider: Mağrip'in gecekonduları, Amerika'nın gettoları, Filistin'in işgal altındaki toprakları, Japonya, Avrupa... O kendini daima, peşlerine ölüm düşmüş olanlarda, yaşamdan koparılanlarda, topraklarından kovulanlarda, evi ve kültürü yıkılanlarda, kurumsal sertliğin tarihten püskürttüklerinde buldu. Genet kendini her zaman onların yanında hissetti. Asla tesadüfen değil. Onun ailesi, vatanı öncelikle benzerleridir, dışlanmışlardır, varlıkları, kimlikleri sakatlanmışlardır. Bu yüzden Genet gözlerini her türlü soykırım ihtimaline açık tutarak yaşar. Bu yüzden gitmeye hazır durur. Genet, amade bir insandır.

Eseri onun için pek önem taşımaz. Onu inkâr etmez, ama ondan söz etmeyi reddeder. Kendisinin ya da kitaplarının öne çıkarılmasına katlanamaz. Ona göre, yazar, yüzü olmamayı başaran kimsedir. Genet'nin yalnızca başkalarının sesini işitmek için kulağı vardır.

İşte, bu adamda bağışlanmayan budur. Somut olarak, fiziksel olarak her zaman yoksulların, çıplak halkların, mülksüzlerin yanında olması bağışlanmaz. Dışlanmış olan Genet, ters bir rüzgârın sahile bıraktığı bir bedendir. Japonya'da Zengakuren'lerin, Kara Panterler'in, Filistinlilerin, göçmenlerin yanında olduğu için bağışlanmaz.

İnançlarının sonuna kadar giden, berrak bilinçli, umutsuz, mutlak kişilerin savunmasını üstlendiği bugün nasıl bağışlanabilir?

Jean Genet üzerine çok şey anlatılabilir. Yaşamı ve hareketleri çekiştirilebilir. Asla söylemediği ya da yazmadığı şeyler bile ona söyletilebilir. Tarih tamamen huzur içinde çarpıtılabilir: Tekzip etmek için gazetelere yazmayacaktır.

*
Tahar Ben Jelloun


Blog'da Genet:

Giacometti & Genet

Yalnızlıkların En Yükseği




Alberto Giacometti'nin Atölyesi kitabını okumaya beni teşvik eden Genet'nin kendisi oldu. Marc Barbezat'nın kendi yayınevi L'Arbalete'de yayımladığı, Emest Scheidegger'in siyah Beyaz fotoğraflarıyla süslü, sade kapaklı bu küçük kitabı hemen sevdik. Dökme harflerle basılmış birinci baskısı neredeyse zanaatkâr işi objedir. Genet'nin evreninden çok Giacometti'ninkine benzemektedir. Kitabı açınca karşımıza Alberto'nun portresi çıkar hemen; bakışlarında dünyanın bütün hüznü görülür. Giacometti'nin işlerini çok az biliyordum. Birkaç heykelini görmüştüm; özellikle de Unesco'nun girişinde sergilenen Yürüyen Adam'ı. Bir de İtalya'da geçen çocukluğuna dair bir kitap okumuştum. Genet'nin eserindeki fotoğraflara baktığımda, kendimi hep tuhaf bir şekilde güvende hissediyorum.

Bu metinde başka bir Genet keşfettim; handiyse dinginleşmiş, Hırsızın Günlüğü'nden uzak biri. Ressamın ve heykeltıraşın kişiliğini kavrayışı çok kesindi. Alberto Giacometti'nin Atölyesi, onun eserleri arasında aynı yere koyduğum muhteşem bir metindir. Bu küçük kitabı neden yazdığını Genet'ye sordum.

"Çünkü Giacometti benim portremi yaptı, hatta iki portremi. Birini Abdullah'a verdim, o da sattı, çünkü geçirdiği kazadan sonra paraya ihtiyacı vardı; diğerinin nerede olduğunu hatırlamıyorum..."

"Hepsi bu mu?"

"Hayır, çünkü Giacometti bana toza bakmayı öğretti."

"Daha başka?"

"Çok yakışıklıydı, vahşi bir güzellik. Onu çok seviyordum, ama sık görüşmüyorduk. Onun atölyesine gidiyor, bir tabureye oturuyordum o da benimle gevezelik ederken resmimi çiziyordu. Zaten bütün bunları kitapta anlatıyorum."

"Evet elbette, ama nasıl geçiyordu?"

"Rahatsız küçük iskemlenin üzerinde kıçım acıyordu. Sigara içmemi engelliyordu; başımı oynatabilirdim, ama çok değil; zaten o konuşuyordu, çalışırken benimle konuşuyordu."

"Bir dost muydu, yoksa öylesine tanıdığın bir sanatçı mı yalnızca?"

"Hayır, hayır, dost. Çok farklıydık, ama bu adamı hakikatinden dolayı seviyordum. Sanatçılık oynamıyordu. Tuhaftır, geceleyin resim yapıyordu."

"Nelerden konuşuyordunuz?"

"Basit şeylerden, bir yüzün güzelliğinden, tütünden, gün ışığından... Yaptığı işi çok derinden bilen, asla yanılmayan biri izlenimi veriyordu bana, ama gene de hep dalgındı. Kitapta, Sartre'la kısa bir diyaloğu aktarıyorum. Giacometti'yi umutsuz bulduğunu söylemişti bana. Ben daha ziyade onun asla memnun olmadığını söyleyebilirim. Zaten, kendinden memnun bir sanatçıya sanatçı denir mi?"

Gauguin'in Mezarı

«Büyük, karanlık bir uyku 
Hayatımı sarıyor 
Uyuyun bütün ümitler,
Bütün arzular, uyuyun!»

Verlaine’nin bu mısralarını
 Gauguin sık sık tekrarlardı.

Paul Gauguin  (Paris, 1848 - Markiz Adaları, 1903)


"Rahip efendi, rahip efendi! Çabuk gel! Ko-Ki çok fena"

Vemier Gauguin’in evine koştu. Gauguin yatağında yatıyordu, bir ayağı yere doğru uzanmıştı, ölmüştü ressam Fakat vücudu hâlâ sıcaktı.

Tioka haykırdı. «Ko Ki Öldü. Biz mahvolduk artık»» Dışarıya çıktı. Atuana'nın yerlileri kulübenin önüne toplanıyorlar, keder dolu, altın gibi çehrelerini kendilerinin dostu olan beyaz adamın kulübesine doğru çeviriyorlardı.

Ağır ağır, «Ua mate Ko-Ki! Ua pete enata!» diye bağırıyorlardı.

— «Gauguin öldü. Biz mahvolduk!»

Vemier bir çocuk gibi hıçkırıyordu...

Gauguin ise ezelî uykusuna dalmıştı.

Kederli, altın vücutlu yerliler şarkı söyler gibi ahenkle tekrarlıyorlardı. «Gauguin öldü. Biz mahvolduk!»

Atuana Piskoposu Gauguin’in cesedini almağa geldi. Onu Katolik usulü merasimden sonra beyaz haçın al tına gömdürecekti.

Marrçuesas’lılar hâlâ bağırıyorlardı:

— «Gauguin öldü! Biz mahvolduk!»

Guichenay ve jandarmaları, Gauguın'in mallarına el koydular.

Yerliler inliyorlardı.

— «Gauguin öldü! Biz mahvolduk!»

— «Gauguin öldü! Biz mahvolduk!» Bu acıklı bir İlâhiye benziyordu. Hüzün dolu sesler, ekmek ağaçlarının tepesinden göğe yükseldi, yükseldi... Sonra bütün Atuana vadisini doldurdu.

*
Altın Vücutlar




Paul Gauguin (Paris, 1848 - Markiz Adaları, 1903)

"Birisi bana 'Zorunlusun,' dediği zaman isyan ederim. 
Doğa (benim doğam) aynı şeyi söylediği zaman, 
yenildiğimi bilerek boyun eğerim."  
J.J.Rosseau


Büyük, gürültülü kentlerin ortaya çıkması ve standartlaştırılmış, mekanize yaşam tarzlarının gelişmesi ile, Batılı insan atalarının kovulduğu Cennet'e ilişkin eski masalları yine hatırladı. Bu, dünya üzerindeki Cennet sonsuza dek kaybedilmiş miydi, yoksa, belki de, yeryüzünde insanların kaçabileceği bozulmamış bir yer hala var mıydı?

Geçtiğimiz yüzyılın Fransız sanatçıları bu Aden Bahçesi'ni çok aradılar. Barbizon ekolüne bağlı ressamlar, bu mutlu yeri Fontainbleau ormanının kıyısındaki, tecrit edilmiş bir köyde bulduklarına inandılar. Pissarro, Pontoise'nın sükunetine çekildi ve burada, Cezanne ve Gauguin'in de aralarında olduğu daha genç ressamlara, çevredeki bahçelerin ve tepelerin resmini çizmeyi öğretti. Monet ile Renoir, Isle de France'ın kırsal huzuru ile yetindiler. Gauguin'in Güney Denizleri'ne doğru yola çıkmaya hazırlandığını işiten Renoir omuzlarını silkti: "insan Batignolles'da o kadar güzel resim yapabiliyor ki!"

Orası gibi yerler huzursuz Paul Gauguin'i tatmin etmiyordu. Eski borsacı, kendi güvenliği ile birlikte karısının ve çocuklarının güvenliğini, kendi sanatsal özlemlerini tatmin etmek için tehlikeye attı. Kırk üç yaşında bir aile babasının -ki o dönemde yaşam kırkında sona eriyordu- Tahiti kadar uzak bir yere nasıl olup da kaçabileceğini hala merak edenler, gezginlik ateşinin onun "kanında" olduğunu unutuyorlar. Paul Gauguin daha sekiz yaşına gelmeden okyanusu iki kere geçmişti: ailesi ile birlikte Peru'ya giderken ve sonra Fransa'ya geri dönerken. Genç bir adamken, Gauguin altı yılını denizci olarak geçirdi. Elbette, karısının züppe, tutucu ailesi ile birlikte Kopenhag'da kalırken huzur ve tatmin dışında her şeyi buldu. Bir seferinde itiraf ettiği gibi, "çılgınca şeyler yapmasına" yol açan "bilinmeyene yönelik korkunç bir arzusu" vardı. Batı Hint Adaları'nda ışık, renk ve ilkellik buldu, ama sıtma ve dizanteri ziyaretini kısa kesmesine sebep oldu. Güney Fransa'da geçirdiği zamanlarda bazı görkemli resimler yarattı, ama Van Gogh ile yaşadığı sorunlar onu kaçmaya zorladı. Sade köylüleri ve balıkçıları ile Brittany, Fransa'nın Gauguin'e sunabileceği en ideal yer gibi görünüyordu. Kendi stilini ilk olarak orada yarattı. Empresyonizm'den koparak, sadeleştirilmiş formlar, düz renkler ve soyut tasarımları ile ayırt edilen, ilk gerçek anlamda özgün ve anıtsal tuvallerini burada yarattı. Ama üçüncü (ve son) ziyaretinde, dehşet içinde, Brittany'nin bile istila edildiğini ve onun için artık harap olmuş sayılacağını gördü.

Şubat 1890'da Gauguin, Danimarka'daki karısı Mette'ye şöyle yazdı: "Ümit ederim bir Güney Denizi adasının ormanlarına kaçacağım ve orada ... Avrupa'da para için verdiğimiz mücadeleden uzakta, esriklik ve huzur içinde, sanat için yaşayacağım gün gelir -belki de kısa süre sonra. Orada, Tahiti'de, güzel tropik gecenin sessizliğinde, çevremdeki varlıklarla ahenk içinde, şehvetle çarpan yüreğimin tatlı tatlı mırıldanan müziğini dinleyebilirim. Sonunda özgür kalıp, para sorunlarından uzakta, yaşayabilir, şarkı söyleyebilir ve ölebilirim."

Ama kuşkularını giderip planını yürürlüğe koyması bir yılını aldı. Yolculuğunu finanse etmek amacıyla, Gauguin'in resimlerinin özel bir satışına ilgi çekmek için, eleştirmen Octave Mirbeau
sanatçının niyetini halka hayranlıkla açıklayan bir yazı yazdı:

 "... medeniyetten kaçan ve kendisini daha iyi hissetmek için, tutkularımızın ve tartışmalarımızın gürültü patırtısı içinde boğulan iç sesleri daha iyi işitebilmek için, gönüllü olarak unutuluşu arayan bir adamın durumu bana sıra dışı ve dokunaklı geliyor ... Onu Martinique'e götüren aynı sessizlik ve yoğunlaşma, aynı yalnızlık ihtiyacı, şimdi onu daha öteye, doğası düşlerine daha çok uyan, Pasifik Okyanusu'nun onu nazik ellerle okşayacağı, yitirilip bulunmuş bir atanın eski ve güvenli sevgisini bahşedeceği Tahiti'ye götürüyor."

Aralarından ayrılan arkadaşları onuruna sanatçı ve yazarlar bir ziyafet de verdiler. Şerefe kadeh kaldırdıkları bir seferinde, şair Mallarme, Gauguin'in "yeteneğinin zirvesinde, uzak bir ülkede,
kendi doğası içinde yeni bir güç aramak üzere onu sürgüne götüren fevkalade vicdanına" hayranlık duyduğunu itiraf etti.

Paul Gauguin





selfportraits


Herbert READ
(Çeviren: Sıtkı M.ERİNÇ)

Öncelikle, sanat ile efsane arasındaki farkı belirtmek gerekir. Binlerce, belki de milyonlarca insana göre, Gauguin adı, özgün bir şeyi, hatta kahramanca bir şeyi tanımlayan bir efsane gibidir.
Gauguin, bütün zamanını 'sanat' a adamak için, borsa temsilciliği gibi oldukça iyi bir işi terk eden, orta sınıfa mensup, sıradan bir işçidir, bir ücretlidir. Fakat, bunun yanı sıra, çağdaş uygarlığın çirkinliğine ve aldatıcılığına karşı başkaldırabilen ve Güney Denizleri'ne; içtenliğe ve
canlılığa, masumiyete ve saflığa yönelen bir ressamdır.

Gauguin'in romantik yaşam öyküsünün her bir dönemi için, hiç de romantik olmayan yaşam deneyimleri unutuluncaya dek, romanlar, öyküler, oyunlar ve öykü gibi okunabilen biyografiler yazılmıştır.

Gauguin'in tüm enerjisini ve tüm düşüncesini adadığı sanatın, resim sanatının, artık kendiliğinden varolur görünmediği, ancak bir yaşamın resim aracılığı ile temsilinin bir parçası haline gelmiş
göründüğü efsanesi, her zaman ve her yerde vardır. Bu tür bir düşünce, kalplerimizdeki derin isteğe de yanıt verir.

Oysa, gerçekleri yeniden ortaya çıkartmaya çalışmalıyız, ya da daha doğru bir deyişle, toplumun düşgüçlerinde gerçeklere verilen önemi düzeltmeye ve doğruya doğru yönlendirmeye çalışmalıyız.
Üstelik gerçekler de belirsiz halde değildir. Çünkü; iki mektup koleksiyonunda Gauguin'in oğlu merhum Polain tarafından hazırlanan biyografide ve Gauguin'le aynı çağda yaşamış olanlarca
yazılan sayısız, cilt cilt hatıralarda gerçek, açık ve seçik bir şekilde ortaya konmuştur.

Bu gerçekler, Gauguin'in kişiliği ve karakteriyle ilgili olduklarından, okuyucusunun etik değer yargılarını da harekete geçirebilir.

Tahiti Günlüğü

"Dites, qu'aves-vous vu?"'
"Söyleyin, ne gördünüz? "

Baudelaire'in Yolculuk" adlı şiirinden

*
Haziran'ın sekizinde, geceleyin, altmış üç günlük yolculuktan ve altmış üç günlük heyecanlı bir bekleyişten sonra, denizin üzerinde zikzaklar çizen garip ateşler algıladık. Kasvetli gökyüzünden,
kenarları çentikli, siyah bir koni koptu.

Morea'ya döndük. Tahiti önümüzdeydi.

Saatler sonra şafak söktü ve yavaşça resiflere yaklaştık, kanala girdik ve kazasız belasız limana demirledik.

Adanın bu kısmına ait ilk manzara pek sıradışı bir şey sunmuyor; örneğin, muhteşem Rio de janeiro Koyu ile asla karşılaştırılamaz. Eski tufanlardan birinde sulara gömülmüş bir dağın zirvesi burası. Yalnızca en ucu suların üstünde kalmış. Bir aile oraya kaçmış ve yeni bir ırk kurmuşlar-sonra kıyı boyunca mercanlar yukarı doğru tırmanmış, zirveyi çevrelemiş ve yüzyıllar içinde yeni bir kara parçası yaratmış. Ada hala da genişlemekte, ama engin okyanusun vurguladığı, baştaki yalnızlık ve tecrit özelliklerini koruyor.

***

Papeete'de yaşam kısa sürede bir yük haline geldi. Bunun sebebi Avrupa'ydı -silkinip üzerimden atmak istediğim Avrupa. Sömürge züppeliğinin abartıcı koşulları altında, medeniyetimizin gelenekleri, modaları, ahlaksızlıkları ve saçmalıklarının taklidi, hatta karikatürleşme derecesinde gülünçlüğü idi uzaklaşmak istediğim.

Papeete'nin halkı, yerli ve beyaz, kısa süre sonra ölü kralı unuttu. Çevre adalardan, kraliyet dalkavukluğu olaylarına katılmak üzere gelenler gitti; yine binlerce turuncu yelkenli mavi denizi
geçti, sonra her şey, alışılmış düzenine döndü. Eksik olan sadece kraldı. Onunla birlikle eski bir geleneğin son izleri de yok oldu. Onunla birlikte 'Maori tarihi kapandı. Sona erdi. Ne yazık ki,
medeniyet -askerler, ticaret, resmiyet- galebe çaldı. lçimi derin bir hüzün kapladı. Beni Tahiti'ye getiren rüya gerçek tarafından, merhametsizce yıkılmıştı. Benim sevdiğim eski zamanların Tahitisi idi. Şimdinin Tahitisi içime korku salıyordu. Irkın kalıcı fiziksel güzelliği düşünülünce, tüm o eski ihtişamın, kişisel ve doğal alışkanlıkların, inançların ve efsanelerin yok olduğuna inanmak güç geliyordu. Ama geride izler bırakmış olsa bile, tek başıma bu geçmişin izlerini nasıl bulabilirdim? Bana rehberlik edecek birşeyler olmadan, onları nasıl ayırt edecektim? Darma dağın olmuş küllerden o ateşi nasıl canlandıracaktım? Canım ne kadar sıkkın olursa olsun, hedefime ulaşmak için her şeyi, hatta "imkansızı" denemeden pes etme alışkanlığım yoktur.

Kararımı çabuk verdim. Papeete'yi terk edecektim ve bu Avrupai merkezden uzaklaşacaktım.
Ormanda yerlilerle samimi bir hayat sürersem, sabırla, yavaş yavaş Maori'lerin güvenini kazanabileceğimi, onları tanıyabileceğimi hissediyordum.

Tahiti Günlüğü


Her geçen gün yaşam daha iyi oldu. Artık Maori dilini oldukça iyi anlıyorum ve zorluk çekmeden
konuşabilmeme az kaldı. Komşularım -çok yakındaki üç tanesi ve birbirinden değişik
mesafelerde yaşayan pek çok başkası- beni kendilerinden biri sayıyorlar.

Devamlı çakılların üzerinde yürümekten ayaklarım sertleşti ve zemine alıştı. Neredeyse her zaman çıplak olan bedenim artık güneşten rahatsız olmuyor. Medeniyet yavaş yavaş üzerimden dökülüyor.

Yalın bir şekilde düşünmeye ve komşum için pek az nefret duymaya -daha doğrusu onu sevmeye- başlıyorum. Özgür bir yaşamın tüm keyifleri -hayvani ya da insani- artık benim. Yapay olan, geleneksel, alışılmış olan her şeyden kaçtım. Gerçeğe, doğaya giriyorum. Bugün gibi günlerin, aynı derecede özgür ve güzel günlerin devamının gelecek olması, beni huzura boğuyor. Normal bir şekilde gelişiyorum ve artık kendimi faydasız kibirlerle meşgul etmiyorum.