Tore Down a la Rimbaud

Bütün küçümsemelerimde haklı çıktım: Çünkü kaçıyorum!
                                                                 Kaçıyorum!

Rimbaud

Rimbaud & Verlaine

"Aynı cinsten iki şairin ilişkisi, fiziksel bir temeli de olsa, yoğunluklu bir entelektüel yoldaşlığı ve heyecanı sağlayabilir. Eşcinsellik, en esaslı anlamıyla, entelektüellik üzerine kurulabilir. Esasen aşkın estetik bir kavrayışını temsil eder; genç bir erkeğin güzelliğinin daha yaşlı bir erkekteki bilgeliği aradığı, bilgeliğin de güzelliği tefekkür ettiği bir kavrayış." (Wallace Fowlie)



Rimbaud vakasındaki tek mesele, genç adamın (Rimbaud’nun) kendinden yaşça büyük şair Verlaine üzerinde baskın oluşuydu.  Rimbaud dominanttı (aktif), “Şeytani Damat”tı; ama ondan on yaş büyük ve evli olan Verlaine edilgen (pasif) olandı, "Aptal Bakire"ydi. Belli bir süre bu kitabın adını “Rimbaud: Üstün Ergen” diye andım. Aslında, Rimbaud kendinden büyük heteroseksüel arkadaşlarına tam tersini söyleyip onları afallatmaktan hoşlanırdı. Bir keresinde, maço romancı Alphonse Daudet’nin de bulunduğu bir ortamda Verlaine hakkında, 

“Benimle istediği kadar kendini tatmin edebilir. Ama o benim onun üzerinde çalışmamı istiyor. Hayatta olmaz! Aşırı derecede iğrenç biri o! Teni de berbat!”

SARHOŞ GEMİ

Rimbaud,  Paris'e geldiğinde, yanında, sonradan en büyük şiiri olacak olan 200 dizelik, denizi hiç görmemiş biri olarak deniz için yazdığı “Sarhoş Gemi” vardı. “Sarhoş Gemi” besbelli ki, Baudelaire’in eşit uzunluktaki “Le Voyage” şiirinin egzotikliğinden, yoğunluğundan, acayip renklerin düşsel görüntülerinden etkilenmişti. Çünkü o da, sık sık ihmal edilmiş, ya da terk edilmiş çocukların hülyalarına geri dönmektedir. Çünkü o da, okuru, güzel, bitip tükenmeyen ses uyumlarına, incelikli ama ısrarlı uyaklara sürüklemektedir.

Etkilendiklerinden biri Baudelaire ise, bir diğeri de, zamanının resimli macera dergileriydi (Le Magazine Pittorasque, sözgelimi). Çöllerin, balta girmemiş ormanların, Kutupların ve kükreyen aslanların, panterlerin hüküm sürdüğü, yüzen adaların keşif resimlerini ve hikayelerini barındıran dergilerdi bunlar. Rimbaud ayrıca, oğlan çocuklarının maceralarını anlatan Jules Verne kitaplarını okumuştu, özellikle, güneş ışıklarının derinlerde ayrışıp gökkuşağına dönüştüğü Denizler Altında Yirmi Bin Fersah’ı ve James Fenimore Cooper’ı (belki de şiirin başındaki "Kızılderililerdin kaynağı oydu). Edgar Allan Poe şiirlerinde, Arthur Gordon Pym'in Öyküsündeki, Kuzey Buz Denizi tasvirlerinden etkilemişti. Eleştirmenler sıklıkla, edebiyat türlerinde, izlekler ve teknikler yüksek sanat konumuna yükseldiğinde, yaratıcı kıvılcımların belirdiğini iddia ederler — ve Rimbaud, modern çağın bu düsturunu kavramış ilk şairlerinden biridir. 

Rimbaud, Charleville'deki aylaklık aylarında, sistematik olmasa da dağınık bir biçimde çok geniş yelpazede kitaplar okumuştu. Sarhoş Gemi Monitordan tutun da (o sırada daha yeni sona ermiş olan Amenkan İç Savaşı'nda, Kuzeylilerin zırhlı savaş gemisi), Eski Ahit Eyüp Kitabında geçen dev bir canavar olan Behemoth'a varıncaya kadar her şeye göndermede bulunan, geniş kapsamlı bir şiirdir. Dahası, Rimbaud sözde bilimlerin (manyetik ya da hipnozla tedavi gibi, frenoloji gibi, ya da kafatası yapısına bakıp karakter okuma gibi) kuvvetli bir karışımı olan “illüminizm’den, Asya dinlerinden ve ruhun bedenden bedene göçmesi inancından, elektrik ve uçmak ve ispritizma gibi büyük teorilerden de etkilenmişti. Bretagne sayesinde, simya, (ya da sonsuz hayatın sırları ve adi metalleri altına dönüştürme sanatı) için yazılmış eski kitapları, hatmetmişti.

Bütün bu şatafatlı şeylere, bu bilgi kırıntılarına ve efsanelere ek olarak, Rimbaud’nun dilsel yetenekleri de göze çarpıyordu. “Sarhoş Gemi”deki en az yarım düzine sözcük, kendi türettikleriydi, bir o kadar da anlamı belirsiz, Arden'ler yöresindeki kendi diyalektinden ödünç aldığı sözcükler kullanmıştır.

Eşit derecede göze çarpan da, bu şiirin ne olmadığıydı. Bu şiirle birlikte bütün eski çocuksuluklarından sıyrılmış oluyordu artık. Artık, ne başka şairlerin parodilerini yapıyor, ne kutsal şeylere abartılı bir şekilde dil uzatarak kiliseye saldırıyor, ne de cinsel kinayelerle kadınlara çamur atıyordu. Müstehcen ve tiksindirici olana (kaka, pislik, bit pire, ishal vs.) ilgisi azalmıştı. Bütün bu ergenlik ahmaklıkları, yerini aynı zamanda hem gerçek bir seyrüsefer (odise), hem de ruhsal bir yolculuk destanı tasvirine bırakmıştı. 

Edmund White / Bir Asinin Çifte Yaşamı


***

***







RİMBAUD




On altı yaşımdayken, 1956’da, Rimbaud’yu keşfettim. Detroit dışında bir erkek lisesi olan Cranbrook’ta yatılı bir öğrenciydim, ışıklar malum gece onda kapanırdı. Ama ben odamdan sıvışır, loş ışıklı tuvalete gider, oradaki sandalyede bacaklarım hissizleşene kadar uzun bir süre otururdum. Dışarıda, rüzgâr karı sürükleyip yüksek, beyaz, sessiz yığınlara dönüştürürken; içeride, yatakhanenin ürkütücü sessizliği... İşte orada, Rimbaud’nun şiirlerini tekrar tekrar okurdum. Fransızca’dan bölgesel bir ödül kazanmış olmama rağmen Rimbaud’nun sözcük dağarcığı ve grameri bana çok zor gelirdi, ben de sol sayfadaki Fransızca orijinalinden sağ sayfadaki (1952’de Louis Varese tarafından İngilizce’ye) çevirisine gözümü kaydıra kaydıra okurdum. O uzun şiiri “Sarhoş Gemi’nin verdiği duygusal coşkunlukla zevkten dört köşe, egzotik diyarların hayallerine dalar giderdim.


Mutsuz bir gey ergen olarak, can sıkıntısı ve cinsel gerginlikle boğuştuğumdan, kendimden nefretle paralize olmuş olduğumdan New York'a kaçıp gitmeyi ve yazar olmayı arzulardım, Rimbaud’nun özgür olmak, yayımlanmak, Paris’e gitmek arzuları ile tamamen özdeşlik kurmuştum. Bende eksik olan onun cesaretiydi. Ve dehası. Bütün ödevlerimi, öğleden sonraya sıkıştırırdım, diğer çocukların top oynadığı saatlere. Böylelikle akşamları iki saatlik zorunlu etüt zamanlarımı romanıma
çalışmaya ayırabilecektim. Bir roman yazdım, sonra İkincisini. Hep anlayışlı bir kadın olmuş olan annem, sekreterinden benim düzgün el yazımla yazdığım sayfaları daktiloya çekmesini rica etti. Kafamdaki şuydu; onları bir New York yayıncısına gönderecektim, onlar kabul edecekti, bir servet kazanacaktım - sonra da buralardan topuklayacaktım. Hem aile efradımdan (annem babam boşanmıştı) hem de onların parasına muhtaç olmaktan kurtulacak, okulu bırakacak ve New York'a gidecektim. Yaşça benden büyük bir erkeğin bana âşık olup benim için her şeyi yapması hayalleri kuruyordum...

Edmund White

Ben bir başkasıdır


 “Bir okullu Rimbaud vardı, kendini soyutlamış ve ağzı sıkı, ama o zaman bile, yani kendini yöneten demir yumruğun altında bile sakin görünürdü. Bir de ondan taban tabana zıt, tartışmalarımız sırasında beliren, içsel benindeki özgür iradeyi bir tür entelektüel taşkınlıkta ortaya çıkaran bir Rimbaud vardı. Rimbaud, kendindeki bu çift kişilikliliği, daha sonra mektubunda, bana şunu yazdığında, kendisi de anlamıştı:

 ‘Ben bir başkasıdır.’


Georges İzambard (Rimbaud'nun öğretmeni)

Sade & Rimbaud



1873. Rimbaud, Londra'da kaldığı bir dönem British Library'den Sade'ın kitaplarını ister.

Rimbaud da, (bir nebze daha erken tarihte olmak üzere, Marx dâhil) zamanın birçok yazarı gibi, British Museum’dan bir “okuyucu kartı” çıkarttı. George Gissing’in 1891’de yazdığı, yoksul yazar-çizer takımı hakkındaki romanı New Grub Street’te tasvir ettiği piyasa yazar-çizerleri gibi, Rimbaud da günlerini, ısınmanın ve ışığın bedava olduğu halk kütüphanesinde geçiriyordu - bir bakıma da, Paris’teyken bir kahve fiyatına rahatsız edilmeden oturulan kahveler gibi. Üstüne üstlük, Rimbaud, British Museum’un geniş kitap koleksiyonuna gömülebiliyordu - Komüncülerin yazdığı, Fransa’da bulunamayan kitaplar dâhil.  Marquis de Sade’ın Fransızca pornografik kitaplarına da bakma girişiminde bulundu, ama izin verilmedi - bu kitaplar birkaç “uzman” dışında herkese yasaklıydı.

Edmund White

Sade'ı Neden Ciddiye Aldım?


 "...hemen SADE hakkında ne düşündüğümü soruyor. Çok olumlu düşünüyorum tabii. Soluk benizi iyice solgunlaşıyor...."   (Philippe Sollers / Tanrısal Hayat)


Okuma modern bir ciddiyettir.

Ciddiyetin koşulu düşünümselliktir: Düşünümsellik olmadan, şeyin kendi üzerine geri dönüşü olmadan, düşünümsel şeyin bununla ilişkili özneye geri dönüşü olmadan, okumanın okura geri dönüşü olmadan, okumanın kendine geri dönüşü olmadan ciddiyet yoktur.

Sade'ı okumak özel bir deneyimdir ve Sade'ı ciddiye almanın koşulu, bizzat okuma eylemini ciddiye almaktır. Bu ciddiyet olmadan Sade kuşku yok ki sadece nadir kitap meraklıları ya da erotizm meraklıları için ilginç bir nesne olarak kalırdı.

Sade hepimizi ilgilendirir, bizim gerçeğimizdir ve yüzleşilmesi gerekir.

Sade ancak yirminci yüzyılda ciddiye alınabildi; 19. yüzyılda henüz felsefi olarak ele alınmamıştı. O, hovardalığın, yasaklı rafların, karanlık folklorik geleneğin bir parçası olarak duruyordu.

20. yüzyılda artık şairlerin ya da yazarların değil, filozofların elindeydi. Ve bunların çoğu Bataille'ın ortaya attığı terimle anti-filozoflardı.

*
Eric Marty
20. Yüzyılda Sade Neden Ciddiye Alındı?


merci de sade!




Uyuyan Adam

Evinden çıkman gerekmez. Masandan kalkma ve dinle. Hatta dinleme, yalnızca bekle. Hatta bekleme bile, kesinlikle sessiz ve yalnız ol. Dünya, maskesini düşüresin diye, gelip kendini sunacaktır sana, başka türlü olamaz; kendinden geçmiş bir halde eğilecektir önünde. (Franz Kafka)




ÖLMEDİN; daha aklı başında biri de olmadın.
Gözlerini kavurucu güneşe çevirmedin.
İkinci sınıf iki yaşlı aktör seni aramaya gelmediler, sana yapışıp üçünüzden ikisini ortadan kaldırmadan birinizi yok edemeyecekleri bir bütün oluşturmadılar seninle.
Bağışlayıcı yanardağlar seninle ilgilenmediler.
İnsan ne harikulade bir buluş! Isınsın diye ellerine, soğusun diye de çorbasına üfleyebilir. Çok tiksindirmiyorsa bir kınkanatlıyı başparmağıyla işaret parmağı arasında hafifçe tutabilir. Bitki yetiştirebilir, besinini, giyimini, kimi ilâçları, hatta kötü kokusunu gizlemeye yarayacak parfümleri onlardan sağlayabilir. Madenleri dövüp kap kacak yapabilir (bir maymunun yapamayacağı bir şeydir bu).

Büyüklüğün, çektiğin acı nice örnek hikâyede yüceltiliyor. Nice Robinson’lar, Roquentin'ler, Meursault’lar, Leverkühn'ler! 

Dibe ulaşmak, hiçbir anlam taşımaz. Ne umutsuzluğun dibine, ne nefretin dibine, ne alkole bağlı düşüşün, ne de kibirli yalnızlığın dibine. Ayağını dibe kuvvetle çarparak su yüzüne çıkan dalgıcın aşırı güzel imgesi...

Ama hiçbir gezgin Rachel, Pequod'nun mucize kabilinden korunan enkazının üzerinde bir yetim olarak sen de gelip tanıklık edesin diye yardım elini uzatmadı sana.

Annen giysilerini onarmadı. Milyonuncu kez, ne deneyimin gerçekliğini aramak, ne de ruhunun örsünde soyunun yaratılmamış bilincini dövmek için çıkıyorsun yola.

Geçmiş çağlardaki atalarından, zanaatçilerden hiçbiri ne bugün ne de başka zaman eşlik edecek sana.

Yalnızlığın bir şey öğretmediğinden, kayıtsızlığın bir şey öğretmediğinden başka hiçbir şey öğrenmedin. Bu bir aldatmacaydı, göz alıcı ve tuzaklı bir yanılsamaydı. Yalnızdın, hepsi bu, ve kendini korumak istiyordun; dünyayla senin arandaki köprüler sonsuza dek atılsın istiyordun. Ama sen bir hiçsin, dünya ise öyle kocaman bir sözcük ki: Büyük bir şehirde başıboş dolaşmaktan, birkaç kilometre uzunluğundaki cepheler, vitrinler, parklar ve rıhtımlar boyunca yürümekten başka bir şey yapmadın hiç.

Kayıtsızlık işe yaramaz. İsteyebilir ya da istemeyebilirsin, ne fark eder! Bir parti tilt oynamak ya da oynamamak; nasıl olsa biri aygıtın deliğine bir yirmibeşlik atacak. Her gün aynı yemeği yemekle kararlı bir hareket yaptığını sanabilirsin. Ne var ki reddedişin işe yaramaz. Yansızlığın hiçbir anlam taşımaz. Cansızlığın öfken kadar abes.

Kayıtsız bir halde caddelerden geçtiğini, yürüdüğünü, şehirde ikide bir yön değiştirdiğini, kalabalıkların yolunu izlediğini, gölgelerin ve çatlakların oyununu kavradığını, çözdüğünü sanıyorsun.

Ne var ki hiçbir şey olmadı: hiçbir mucize, hiçbir patlama.

Düşümde:


...gönlümce, bırakmışım kendimi kumsala, sarhoş bir uyku çekiyorum, ötemde, deniz güneşle birleşmiş, sonsuzluğu doğurmuş, uzanıyor ufka pırıltılar saçarak... çözülmüşüm, bütünüyle tamama ermişim, esenlik dolu her şey...

UYUYAN ADAM




Çalar saatin çalıyor ...kılını kıpırdatmıyorsun... yatağından çıkmıyorsun ...tekrar kapatıyorsun gözlerini... Önceden düşündüğün bir eylem değil... hatta bir eylem bile değil... eylem yoksunluğu... gerçekleştirmediğin bir eylem... gerçekleştirmekten kaçındığın bir eylem.

Hareket etmiyorsun, hareket etmeyeceksin.

Başka birisi, belki ikizin, belki de düzenli benzerin senin yapmadıklarını, birer birer senin yerine yapıyordur: Uyanıyor, yüzünü yıkıyor, tıraş oluyor, giyiniyor, dışarı çıkıyor.

Okulunu bitiremeyecek, diplomanı asla alamayacaksın. Artık ders çalışmayacaksın. Her günkü gibi kendine Nescafe yapıyorsun, her günkü gibi, şekerli konsantre süt ilave ediyorsun. Yıkanmıyorsun, üzerini bile güç bela giyiyorsun. Her günkü gibi alışkanlıklarına uyarak arkadaşlarına katılmak için kafeye gitmiyorsun.  




Ertesi sabah, arkadaşlarından birisi odana çıkan altı kat merdiveni tırmanacak. Kapını çalmasını dinleyeceksin. Bekleyeceksin. Tekrar çalacak. Sonra daha yüksek sesle. Yine bekleyeceksin. Daha sakin çalacak. Bağırmadan sana seslenecek. Duraksayacak. Sonra gerisin geri inecek.

Ertesi gün, daha ertesi gün, başkaları da geldi kapıyı çalıp, bekleyip, sana seslendiler, sana mesajlar bıraktılar. Daracık döşeğinde dizini içeri çekip ellerini ensende birleştirerek uzanmaya devam ediyorsun. Kimseyi görmek ya da konuşmak ya da düşünmek, veya düşünmek hatta kıpırdamak istemiyorsun. Yine böyle bir günde biraz daha geç, biraz daha erken saatte, hiç şaşırmadan, bir şeylerin yanlış olduğunu, nasıl yaşayacağını bilmediğini ve asla bilemeyeceğini fark ediyorsun.




ODAN



Odan dünyanın merkezi.

Odan ıssız adaların en güzeli, Paris ise kimsenin hiçbir zaman aşamadığı bir çöl. Bu dinginlikten, bu uykudan, bu sessizlikten, bu uyuşukluktan başka bir şeye ihtiyacın yok. Günler başlasın, günler bitsin, ağzın kapansın, ensendeki, çene kemiğindeki, çenendeki kaslar bütünüyle gevşesin, sadece
ve sadece göğüs kafesinin inip kalkması, yüreğinin atışları tanıklık etsin hâlâ sabırla var kalmana.



Odan, bir kazan gibi, bir fırın gibi sıcak. Bu sığınak, kokunu hiç kaybetmeyen, yatağına yalnız başına sokulduğun bu yüklükten bozma çatı katı, etajerin, muşamban, çatlaklarını, kabartılarını, lekelerini, çizgilerini, binlerce kez saydığın, tavanın, maket bir evin mobilyasını andıracak kadar küçük olan lavabon, pembe kabın, penceren, üzerindeki tüm çiçekleri ezberlediğin duvar kağıdın, defalarca okuduğun ve defalarca okuyacağın gazeten; yüzünü ancak birbirine eşit olmayan üç parça halinde gösterebilen bu kırık aynan; raflara dizilmiş kitapların: Böyle başlıyor ve sonlanıyor krallığın... 


Georges Perec: Uyumayan Adam


Perec Uyuyan Adam'ı yazdığında uyanmıştı



RİMBAUD



Pek yaşadın denemez, oysa her şey çoktan söylendi, çoktan bitti. Topu topu yirmi beş yaşındasın, ama yolun çizilmiş bile. Roller hazır, etiketler de: Bebekliğindeki oturaktan yaşlılığındaki tekerlekli sandalyeye varana kadar oturulacak tüm yerler orada durmuş sıralarını bekliyorlar. Serüvenlerin öyle iyi betimlenmiş ki, en şiddetli isyan bile kimsenin kılını kıpırdatmayacaktır. Sen istediğin kadar sokağa çıkıp insanların şapkalarını başlarından uçur, başına iğrenç şeyler tak, çıplak ayakla yürü, bildiriler yayınla, önüne çıkan bir kapkaççıyı geçerken kurşunla, boşuna, bir işe yaramayacak: Düşkünler yurdunun yatakhanesinde yatağın çoktan yapılmış, lânetli şairler sofrasında yerin ayrılmış. Sarhoş Gemi, sefil mucize: Harrar bir panayır eğlencesi, turistik bir gezidir. Her şey öngörüldü, her şey en ufak ayrıntısına kadar hazırlandı: büyük aşklar, soğuk alaycılık, ıstırap, bolluk, egzotizm, büyük serüven, umutsuzluk. Sen ruhunu şeytana satmayacak, ayaklarında sandaletlerle gidip kendini Etna'ya atmayacak, dünyanın yedinci harikasını yıkmayacaksın. Ölümün için her şey çoktan hazır: Seni öldürecek top güllesi çok uzun zaman önceden eritilip döküldü, tabutunun peşinden ağlayacak olan kadınlar çoktan tutuldu.





En yüksek tepelerin doruğuna ne diye tırmanasın ki, sonradan inmek zorunda kalacak olduktan sonra; inince de, yaşamını oraya nasıl çıktığını anlatarak geçirmemen mümkün mü? Ne diye yaşar gibi görünesin ki? Neden sürdüresin? Başına gelecekleri şimdiden bilmiyor musun sanki? Olman gereken her şeyi daha önce olmadın mı: anasına babasına lâyık bir oğul, küçük cesur izci, daha iyisini yapabilecek iyi bir öğrenci, çocukluk arkadaşı, uzak kuzen, yakışıklı asker, yoksul genç adam? Biraz daha gayret etsen, hatta buna bile gerek yok, birkaç yıl daha geçse, orta sınıftan, değerli bir meslektaş olacaksın. İyi koca, iyi baba, iyi yurttaş. Eski tüfek. Tıpkı kurbağalar gibi, toplumsal başarının küçük basamaklarını bir bir tırmanacaksın. Geniş ve çeşitlilik gösteren bir yelpaze içinden, arzularına en uygun düşen kişiliği seçebileceksin, tam senin ölçülerine göre titizlikle biçilmiş olacak. Nişan verilecek mi sana? Kültürlü mü olacaksın? Ağzının tadını iyi bilen biri mi? Böbrek ve kalp uzmanı mı? Hayvan dostu mu? Boş saatlerini akortsuz piyanonda, sana hiçbir zarar vermemiş olan sonatları katletmekle mi geçireceksin? Yoksa, sallanan bir koltukta, kendi kendine yaşamın iyi yanları da olduğunu tekrar ederek pipo mu içeceksin?







Hayır. Sen, yap-boz oyununun eksik parçası olmayı yeğliyorsun. Tasını tarağını topluyorsun. Şansını hiç denemiyor, hiçbir işe hiçbir umut bağlamıyorsun. Sabanı öküzün önüne koşuyorsun, her şeyden sıtkın sıyrılıyor, dereyi görmeden paçayı sıvıyorsun, elindekini avcundakini yiyip bitiriyorsun, sermayeyi kediye yüklüyor, palamarı koparıyor, ardına bakmadan çekip gidiyorsun.

Yararlı öğütleri dinlemeyeceksin artık. Çare nedir diye sormayacaksın. Kendi yolunda yürüyüp gidecek, ağaçlara, taşlara, suya, göğe, çehrene, bulutlara, tavanlara, boşluğa bakacaksın.

Yalnızsın




Yalnızsın.

 Yalnız bir adam gibi yürümeyi, aylak aylak dolaşmayı, sürtmeyi, bakmadan görmeyi, görmeden bakmayı öğreniyorsun. Saydamlığı, hareketsizliği, varolmayışı öğreniyorsun. Bir gölge olmayı ve insanlara sanki hepsi birer taşmış gibi bakmayı öğreniyorsun. Oturur durumda, yatar durumda kalmayı, ayakta durmayı öğreniyorsun. Her lokmayı çiğnemeyi, ağzına götürdüğün her parça yiyecekte aynı manasız tadı bulmayı öğreniyorsun. Resim galerilerinde sergilenen tablolara sanki duvar parçalarıymış, tavan parçalarıymış gibi, duvarlara, tavanlara da yağlı boya resimlermiş gibi bakmayı öğreniyorsun, üstlerindeki hep başa dönen onlarca, binlerce yolu, amansız labirentleri, kimsenin çözemeyeceği metni, parçalanmakta olan yüzleri bıkmadan yorulmadan izliyorsun.



Sokaklarda sürtüyor, bir sinemaya giriyorsun; sokaklarda sürtüyor, bir kahveye giriyorsun; sokaklarda sürtüyor, Seine nehrine, kasap dükkanlarına, trenlere, afişlere, insanlara bakıyorsun. Sokaklarda sürtüyor, bir sinemaya giriyor ve orada az önce gördüğüne benzer bir film görüyorsun; fazla akıllı bir beyefendi tarafından anlatılan aynı alıkça hikâye, incelik ve müzik dolu, sonra ara oluyor; yirmi kez, yüz kez gördüğün reklâm filmleri, haftanın belli başlı olayları üzerine, bu kez, yirmi kez gördüğün kısa bir film, sardalyalar hakkında, ya da güneş hakkında, Hawaii yada Ulusal Kütüphane hakkında bir belgesel, daha önce gördüğün ve yine göreceğin bir filmin parçaları, az önce gördüğün film bir kez daha başlıyor, parçalı jeneriği, Etretat plajı, denizi, martıları, kumda oynayan çocukları ile.



Dışarı çıkıyor, fazla ışıklandırılmış sokaklarda sürtüyorsun. Odana dönüyor, soyunuyor, çarşafların arasına sokuluyor, ışığı söndürüyor, gözlerini yumuyorsun. Bu, çok çabuk soyunan düşsel kadınların çevrene üşüştüğü saattir; bu, yüz kez okunmuş kitaplardan bunaldığın saattir; bu, bir türlü uyuyamadan yüz kez oradan oraya döndüğün saattir. Gözlerin karanlıkta fal taşı gibi açık, elin dar sedirin ayak tarafında bir küllük, bir kutu kibrit, son bir sigara aranırken, mutsuzluğunun büyüklüğünü sakin sakin ölçtüğün saattir bu.



Artık geceleri kalkıyorsun yataktan. Sokaklarda avare dolaşıyor, barların, Rosebud’ın, Harry's'in taburelerine tünüyor, Saint-Honore sokağında, neredeyse odanın karşısına düşen Franco-Suisse'e gidip oturuyor, Hal'deki bir kahveye gidiyor ve saatlerce orada kalıyorsun. Sonuna kadar, bir biranın, sütsüz bir kahvenin ya da bir bardak kırmızı şarabın karşısında oturarak. Girip çıkan ötekilere, kasap çıraklarına, çiçekçilere, gazete satıcılarına, akşamcı güruhlarına, yalnız sarhoşlara, fahişelere bakıyorsun.


PEREC'İN PARİS'İ

Keçi sakalıyla birlikte bir botanikçi ruhu vardı onda. Kimileri nasıl marulcuk ve sinekkapan bulmak için tarlalara koşarsa Perec de kentin azgın otlarından toplamak için yolları arşınlardı: Küçük olgular, işaretler ve düzensizlikler. 1969’dan başlayarak, altı yıl boyunca Paris’in on iki bölgesini yalnızca gördüklerini basit bir biçimde not etmek amacıyla belli aralıklarla düzenli biçimde gezdi. Doğduğu ve annesinin kuaförlük yaptığı Vilin Sokağı, çocukluğunda bir kaçış sırasında keşfettiği Franklin - Roosevelt kavşağı yakınındaki pulcular çarşısı, bir süre oturmuş olduğu Assomption Sokağı, Place d’İtalie, Place Saint-Sulpice ve bir kahvede oturarak incelediği Mabillon istasyonu. İşte Perec’in bitki bilimcisi olduğu Paris. Perec bu kentteki genellikle önemsiz kabul edilen, aceleci ve sıkışık bir yaşamın ihmal ettiği küçük yeşillikleri gruplandırdı. Bir mübaşir gibi özenle ve dikkatle notlar aldı. "Zamanın, insanların, arabaların ve bulutların dışında hiçbir şey geçmediği zaman olup bitenleri yazdı." Reklam mesajlarını, film adlarını, ışıklı tabelaları, peynir etiketlerini, güvercin seslerini, şemsiyelerini açarak, bir sepeti sürükleyerek geçip gidenleri, yürürken okuyanları, otobüsleri dolduranları, arabalarından inenleri, bira içenleri not etti.



Başıboş dolaşıyorsun sokaklarda...


Başıboş dolaşıyorsun sokaklarda, Bazen tüm gece yürüyorsun, bazen tüm gün uyuyorsun. Başıboş, uyurgezer, parazitin tekisin. Yaşama, bir şeyler yapma havanda değilsin: Sadece devam etmek istiyorsun... beklemeye ve unutmaya devam etmek. Hiçbir şeyi geri çevirmiyor, hiçbir şeyi reddetmiyorsun. İlerlemeyi bıraktın, çünkü zaten ilerlemiyordun, tekrar yola çıkmıyorsun, vardın bile, ilerlemek için bir gerekçe bulamıyorsun: bir Mayıs günü, hava çok sıcakken ucunu kaçırdığın bir metnin, tadı birden acılaşan bir fincan Nescafe'nin, kararan suda altı çorabın yüzdüğü pembe bir kabın bir araya gelişi fazlasıyla yetiyor, bir şeylerin kötüye gitmesine, çözülmesine yetiyor, adeta bir delinin kafasına geçirdiği huni gibi üzücü ve saçma bir şekilde.



Devam etmeye hevesin yok. Yalnızca gece ve odan, uzanıp esnediğin döşek, her an yeniden keşfettiğin tavan koruyor seni; Geceleyin,  kalabalığın ortasında yalnız kaldığında gürültü ve ışıkların içinde, koşuşturma ve unutuşların arasında neredeyse mutlu oluyorsun. Ölmüş vakitler, boş geçitler, gelip geçici ve kederli, hiçbir şey duymama, görmeme, sessiz ve hareketsiz kalma isteği. Yalnızlığa dair çılgın düşler. Körler ülkesinde gezinen bir unutkan: Geniş, dar sokaklar, soğuk ışıklar... bakıp da görmeyeceğin, ağzı olmayan suratlar. Sanki o sakin ve güven verici, uslu bir çocuk olduğun geçmişinde, o bariz büyüme ve olgunlaşma belirtilerinde, yani tuvalet kapılarına çizdiğin resimlerde, diplomalarda, uzun pantolonlarda, ilk sigarada, usturayla ilk temasta, alkolde, Cumartesi geceleri için paspasın altına bırakılan anahtarda, bekaretini kaybedişinde, ilk uçuşunda, ilk savaşında sanki orada olan ama sıkı sıkı tutulan şimdi de baştan keşfettiğin hayatının halısını dokuyan, terkedilmiş hayatının temellerini kuran bir iplik tutuluyordu hep: İçinde de üstü örtülü gerçeklerin bulunduğu fotoğraflar uzun zamandır ertelenen bu istifanın bu, durgunluğa çağrının puslu, cansız, aşırı ışık almış, neredeyse bembeyaz, neredeyse ölmüş, neredeyse fosilleşmiş fotoğrafları...


Belirsiz bir gölgesin sen, sert bir kayıtsızlık cevheri, başkalarının bakışlarından kaçınan nötr bir bakışsın. Sessiz dudakların, ölü bakışların. Yavaşlayan hayatının anlık yansımalarını su birikintilerinde, dükkan vitrinlerinde, arabaların parıldayan kaportalarında yakalayabileceksin artık.


Tek ihtiyacının şehir, taşları ve sokakları, seni sürükleyen kalabalıklar, olduğunu zannediyordun, tek ihtiyacının mahalle sinemanızda önden bir koltuk olduğunu, sadece odana, o barınağa, o kafese ihtiyacın olduğunu sanıyordun.

Fakirhanenden, budala sabrından, yanlışa mahal vermeden, seni her seferinde, en başa döndüren binbir dolambaçlı yoldan başka sığınacak yerin kalmadı. Parktan müzeye, kafeden sinemaya, denizin doldurulan kısmından bahçeye; istasyonların bekleme salonları, büyük otellerin lobileri, süpermarketler, kitapçılar, metronun koridorları.


Un homme qui dort / George Perec



Un homme qui dort / George Perec



Un homme qui dort / George Perec




 Un homme qui dort (1974)

Yönetmen: Bernard Queysanne
Senaryo: Georges Perec
Öykü: Georges Perec
Oyuncu: Jacques Spiesser