Drink Deep, or Taste Not the Pierian Spring

 Çok şey borçlu olduğum bu bilim insanını aşağıya aldığım bir yazısıyla anmak istedim. Kebikeç dergisinin bir sayısında yer alan Gould'un ölümünden hemen sonra yazılmış bir yazıya da bağlantıdan ulaşmak mümkün:  https://kebikecdergi.files.wordpress.com/2012/07/27_lewontin-levins.pdf

Son olarak Gould'un yer aldığı Simpsons'tan şahane bir de bölüm seyrettim, izlemek isteyenler için: 9. sezon 8. bölüm. "Lisa the Skeptic"

 Blogdaki diğer Stephen Jay Gould yazıları için: 











https://kaotikbenlik.blogspot.com/2014/06/ilerleme.html

https://kaotikbenlik.blogspot.com/2014/03/bahis.html

https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/11/derin-zamanlar.html

https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/11/bu-yasam-gorusunde-ihtisam-vardr.html

https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/11/evrimin-kabulu.html

https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/07/darwinin-defterleri.html

https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/07/darwinci-perspektif.html

https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/02/doga-tarihi-uzerine-dusunceler-stephen.html


Musings on the Teaching and Learning of Science

Most famous quotations are fabricated; after all, who can concoct a high witticism at a moment of maximal stress in battle or just before death. A military commander will surely mutter a mundane "Oh hell, here they come" rather than the inspirational "Don't one of you fire until you see the whites of their eyes." Similarly, we know many great literary lines by a standard misquotation rather than accurate citation. Bogart never said "Play it again, Sam," and Jesus did not proclaim that "he who lives by the sword shall die by the sword." Ironically, for this special issue on learning, the most famous of all quotations bungles the line and substitutes "knowledge" for the original. So let us restore our celebratory word to Alexander Pope's Essay on Criticism:


A little learning is a dangerous thing;

Drink deep, or taste not the Pierian spring;

There shallow draughts intoxicate the brain,

And drinking largely sobers us again.


I have a theory about the persistence of the standard misquote, "a little knowledge is a dangerous thing," a conjecture that I can support through the embarrassment of personal testimony. I think that writers resist a full and accurate citation because they do not know the meaning of the crucial second line. What the dickens is a "Pierian spring," and how can you explain the quotation if you don't know? So you extract the first line alone from false memory, and "learning" disappears.

To begin this little essay about learning in science, I vowed to find out about the Pierian spring so I could dare to quote this couplet that I have never cited for fear that someone would ask. And the answer turned out to be joyfully accessible-a two-minute exercise involving one false lead in the encyclopedia (reading two irrelevant articles about artists named Piero), followed by a good turn to the Oxford English Dictionary. Pieria, this venerable source tells us, is "a district in northern Thessaly, the reputed home of the muses." And Pierian therefore becomes "an epithet of the muses; hence allusively in reference to poetry and learning."

Pieria'nın Gülleri







Ölünce senden bir anı kalmayacak kimselere

pay alamadın çünkü güllerinden Pieria'nın,

dolanacaksın oradan oraya Hades'in evinde uçarak

görünmez ölüler içre silik mi silik


Sappho




resim: 1897-Ernst-Stückelberg

Pieria için bak:

 https://kaotikbenlik.blogspot.com/2020/12/drink-deep-or-taste-not-pierian-spring_6.html

Beyaz Kentte



 Yazamayacakmışım gibi geliyor. Kafamda bazı şeyler var, fakat onları kağıda dökemiyorum. Bir rüya görmüştüm. Sebepsiz yere gemiden ayrılıp bir şehre geliyordum ve bir oda tutuyordum. Hiç kımıldayamadan orada kalıp bekliyordum. Rüyamdaki kent beyazdı, yerleştiğim oda da beyazdı ve yalnızlık ile durgunluk da beyazdı.


Bitkinim.

Keşke sana bahsedebilmek için bir şeyler öğrenebilsem yeniden. Yerleştiğim oda beyazdı ve yalnızlık ile durgunluk da beyazdı.




Bitkinim.


Hep aklımdasın.


Seni çok seviyorum.






Kendimi iyi hissediyorum. Boşum. Hiçbir şey yapmıyorum, fakat tatilde de değilim.

Tatildeyken bir şeyler yaparsın, boş zamanlarını falan planlarsın mesela.

Ben yapmıyorum. Hiçbir şey yapmıyorum.



Adresim:

Postrestant*, Lizbon.


Beyaz Kentteki Axolotl

 Beyaz Kentteki Axolotl

"Doğruyu Söylemeye Çalışan Bir Yalancı"

ORUÇ ARUOBA



Şuna benzer bir düşünceyle girişsek Beyaz Kentte’deki Axolotl'u anlamaya- Bir geminin makina dairesi gitmez - geminin devindiği, yol aldığı duygusunu vermez. Olsa olsa, bazı düzenli seslerden sonuç olarak çıkarabilir makine dairesindeki kişi, geminin devindiğini.  -seslerin tekdüzeliği de, giderek, belki, bu sonuca bile ulaşamaz duruma sokar kişiyi.

Makina dairesinde giden, devinimsizlik, durgunluk duyar daha çok: belki, bir gölün kıpırtısız sularının dibinde, kumlarda yatan bir -Axolotl’a yakıştırılabilecek bir duygu...

Bu koşutluğa hemen bağlayabileceğimiz bir olgu, Beyaz Kentte de yer alan —Axolot'un çektiği— «film içinde film»lerin bir özelliği: devinimin filmleridir: —Yürürken, tramvaydan, feribottan, yarılan sular, uçuşan çamaşırlar— hep devinim...

Şöyle diyelim öyleyse: Fazlaca durgun kalmış, devinime susamış bir Axolotl’du Beyaz Kentte sahile vuran. Gelişigüzel yürüyüşünün ve -rastgele atladığı tramvayın onu götürdüğü rastlantısal yerde durur, yerleşir.

Burada, artık, kendi içindeki devinime yol açılacaktır.

Kız ile kurduğu ilişki —


Beyaz Kentte

 

Yüzeye...


...çıkacağım...


...tekrardan.


Stop.


Rosa...


...gitti.



Nereye gittiğine dair...


...bir bilgim yok.


Stop.


Gerçekten sevdiğim...


...tek ülke ise...


...denizler.


Stop.


Denizleri seviyorum.


Stop.


Seni seviyorum. Stop.


Seni şefkatlice kucaklıyorum.

Stop.


Bir kadının vücudu çok geniştir.


Stop.


Demek ikimiz arasında

bir savaş olacak.


Stop.


Hatırlamanın...


...ve unutmanın kaynağı aynıdır.


Stop.


Kadınlar çok güzeldir.


Stop.


Trenler dakik değil.


Stop.


Eskiden bildiğimden daha fazlasını

biliyor değilim.


Stop.

Axolotl / Julio Cortazar

 "Sevgili Paul,

Bana bir keresinde, kaptanının neden sana şey dediğini sormuştun, su semenderi. Ve onun ne olduğunu. O, bir bitki türü değil, genellikle Meksika dolaylarındaki göllerde yaşayan kuyruklu kurbağa larvasına verilen bir admış. Hatta sözlükte Julio Cortázar'dan da bir alıntı var:

"İlk kez bir su semenderi gördüğümde, büyülendiğim şey onların hareketsizlikleri olmuştu ve gizli niyetlerini hemen sezdiğimi düşünmüştüm: Kayıtsız bir dinginlikle mekanı ve zamanı ortadan kaldırmak. Bir şeyleri gözlüyorlar gibi gelmişti bana; uzak yıkık diyarı, mutlak özgürlüklerine sahip oldukları zamanı, yani dünyanın su semenderlerine ait olduğu zamanı."

(Beyaz Kentte filminden)



AXOLOTL / JULIO CORTAZAR



 Bir ara axolotl'lar üstüne uzun uzun düşündüğüm bir dönemden geçtim. Jardin des Plantes'deki akvaryumda onları görmeye giderdim. Saatlerce kalıp seyrederdim onları: Durağanlıklarını, o belli belirsiz kıpırdanmalarını gözlemlerdim. Şimdi ben bir axolotl'um. 

Bir rastlantıyla buldum onları. Kış gibi soğuk geçen bir Hamursuz Yortusu'ndan sonra, Paris'in tavus kuyrukları gibi açılıp saçıldığı bir bahar sabahında. Port-Royal Bulvarı'ndan aşağı vurmuştum. Sonra Saint Marcel'le L'Hospital'e saptım; çepeçevre griliklerin arasındaki yeşilliği görünce aslanları ansıdım. Aslanlarla panterlerin dostuydum ya, akvaryumun bulunduğu o karanlık, rutubetli yapıya hiç girmemiştim. Bisikletimi parmaklığa dayadım, lalelere bakmaya gittim. Aslanlar hüzünlü ve çirkindiler, panterimse uyuyordu. Ben de, "Akvaryuma gideyim," dedim. Beylik balıklara yan yan bakıp dururken, birden, hiç beklenmedik biçimde axolotl'larla kaynaşıverdim. Bir saat durup onları seyrettim. Oradan ayrıldığım zaman onlardan başka bir şey düşünemez olmuştum. 

Sainte-Genevieve kitaplığında bir sözlüğe başvurarak axolotl'arın Ambystoma ailesinden bir tür kertenkelenin (solungaçlarla bezenmiş) larva aşamasını oluşturduklarını öğrendim. Meksikalı olduklarını zaten onlara, o küçük, pembe, Aztek yüzlerine, bir de havuzlarının üstündeki katmana bakınca anlamıştım. Şimdi de onların Afrika'da, kuraklık döneminde karada yaşayıp yağmur mevsimi gelince yaşamlarını su altında sürdürebilen örneklerine rastlandığını okudum. İspanyolca adlarının Ajolote olduğunu, etlerinin yendiğini, yağlarının bir zamanlar balık yağı olarak kullanıldığını öğrendim. (Artık kullanılmıyormuş, kitabın dediğine bakılırsa.) 

Albert Camus

 

Camus’nün kurmaca metinlerinde, ünlü denemelerinin sesi, serinkanlılığı ve sakinliğinde cismani olmayan bir şey vardır. Güzelce yansıtılan varlığıyla, o unutulmaz fotoğraflarına rağmen söz konusu olan bir şeydir bu. İster bir palto, ister bir süveter ve açık bir gömlek, isterse takım elbise giyiyor olsun, dudaklarının arasında hep bir sigara tutuludur. Üstelik birçok açıdan neredeyse ideal bir yüz diyebiliriz onunkine: delikanlı görünümlü, yakışıklı ama fazla yakışıklı olmayan, ince, sert, hem yoğun hem mütevazı ifadeli bir yüz. Tanımak isteyeceğiniz bir adam.


Susan Sontag


Güzellik / Philippe Sollers


Georges Bataille’a ve öfkenin, murdarlığın ve çürümenin, alkolün etkisiyle mazoşist tarafa meyil gösteren tuhaf bir Sade’ı yeniden yaşattığı eserlerindeki Simone, Madam Edwarda, Dirty Rea, Hansi, Loulou gibi deli kadın karakterlerine ve aklını kaçırmış annesine çok hayrandım. Bu deliliği yaşadım. Kurtuldum.

Hakiki erotizm sadedir, utangaçtır, kendisinin ve yumuşaklığının efendisidir. Lisa’yla nasıl seviştiğimi anlatmaya ihtiyaç duymuyorum. Tatmin olduktan sonra yalnız kalırız, ama nasıl söylemeli, dahası. Parıltı devam devam ediyor, ağaçsız bir yer, görünmez dönemeç ortaya çıkıyor, ışık size bakıyor. Lisa bir takımyıldızı, ben de bir başka takımyıldızıyım. Bu bizim aynı gökyüzünde atomlar olmamıza engel değil. 

Histeriyi, yüceyi, ölümü, sarhoşluğu ve deliliği olağanüstü bir şekilde birbirine karıştıran marazi türde, Bataille’dan daha iyisini yapmak mümkün değil.

“Bir solucan parçası gibi nefes alıp verirken spazma yakalanmış, çırpınıyordu. Üstüne eğildim ve yutup paramparça ettiği maskenin dantellerini açmak zorunda kaldım. Hareketlerindeki kargaşa onu tüylerine kadar çırılçıplak bırakmıştı: Çıplaklığı duygusuzluktu şimdi, aynı zamanda ölü bir kadın giysisinin aşırı duygularıydı. En tuhafı -en can sıkıcısı- Madam Edwarda’nın içine hapsolduğu sessizlikti: çektiği acıdan ötürü artık iletişim kurmak mümkün değildi ve bu çıkışsızlıkta kendimi kaybediyordum) - boş gökyüzünden ne daha ıssız ne de daha düşman olan bu gönül gecesinde. Bedeninin balıksı çırpınışları, kötü yüzündeki iğrenç öfke, bendeki hayatı yok tediyor ve iğrenmeye yol açacak şekilde parçalıyordu.”

Bataille “iyileştirilemez bir yarayla yaralanmış” kalbinden söz eder. Yayılan teknik normalleşmeden önceki son romantiklerden biridir o. En tuhafı da Bataille’ın, Manet’nin müthiş kayıtsızlığını sevebilmiş olmasıdır. Gelgelelim bu sahne güzel, eğer aynı fikirde değilseniz güzellikten hiç bahsetmeyin. Siyah zeminde güzellik, işte gerçek.


Erotizmi ölüme benzetmek bana hep bir hata, bir sağırlar yanılgısı gibi geldi. Konuşmalar, fısıltılar, paylaşılan melodi, eşlik etme gezintinin anahtarlarını oluşturur. Evet, çocuksu bu gezinti, sınırı olmayan bir karşılıksızlık da. Masmavi gökyüzünde çakan şimşek, savaş yoluyla barışın ta kendisi olduğu için, barıştan doğuyor. Erotizm bir tanrıça ya da tanrı gibi iyilikseverdir. Hiçbir şeye ihtiyacı yok ve hiçbir şey aramıyor. Erotizm akorttur. 

Erotizm ile ölüm arasında bağ yok mu? Var, tek bir tane: İki randevu arasında yok olmuş gibi yapmak. Yeniden yaşadığını görmek ne mutluluk! Ani Hint aydınlanması (Samadhi) şöyle iddia ediyor: Bu, tıpkı ‘‘yitirilmiş bir ebeveyne yeniden kavuşmaya” benzer. İşte: Hiçlikten kurtulan iki kişi selâmlaşıyor ve öpüşüyor.


Bataille “İmkânsız,” “tanrı" "ölüm, “egemenlik,” “şans,” “geçici heves” gibi sözcüklere güçlerini yeniden kazandırdı ve bazen ağır pornografik sahnelerle şu tür şeyler yazdı:


“Yiyeceğim, sikeceğim, yazacağım, güleceğim, yalan söyleyeceğim, ölümden korkacağım, tırnağımın tersine dönmesi fikriyle betim benzim atacak.”


Ve şu da:


“Küçük bir domuz gibi neşe içinde, zarif, çıplak ve hüzünlü bir orospu hayal ediyorum.”


Ve de:


“Ahlaki bozukluğa kendi anlaşılmaz meyledişimi unutmak isterdim.”


Ya da şöyle:


“Mezarın kenarındaki dehşet kutsaldır ve çocuğu olduğum bu dehşetin içine gömülüyorum.”


Lisa da benim gibi hakiki müstehcenliğin, kanaatkârlığın ve utanmanın tarafında olduğunu ve güzelliğin dehşete rağmen elde edildiğini düşünüyor. Karanlıkta ne yaptığımızı söylemeyeceğim.

Passages / H.R.Giger



 HR Giger: A long time ago I used to have nightmares, they were, I was stuck in a kind of oven with my hands drawn up and I couldn't get any air, and that was probably a dream, which , from my mother... mine was a difficult birth, you see, that's what my mother told me, I didn't want to come out and of course I couldn't get any air and that happened again and again, and then from far away, I would see a light and then it would become dark again, couldn't get any air and so on, and these unpleasant dreams stopped when I began to paint those passages which actually represent that condition. At the time, I didn't notice that at all, but well it's turned out to be true because I haven't had any of those dreams since then.



The initial "Passages" paintings were created in 1969 following a series of dreams, I was in a large white room with no windows or doors. The only exit was a dark metal opening in which, to make things worse, was partially obstructed by a safety pin. I usually got stuck when passing through this opening. The exit at the end of a long chimney which could be seen only as a tiny point of light, was, to my misfortune, blocked by an invisible power. Then I found myself stuck as I tried to pass through the pipe, my arms pressed against my body, unable to move forward or backward. At that point I started to lose my breath and the only way out was to wake up. I have since painted some of these dream images in the "Passages" series (Passages I-IX) and as a result have been freed from recurring memories of this particular birth trauma. But the "Passages" which for me symbolize maturity and decay, with all the accompanying stages of pleasure and pain, have not released their hold on me

Bataille / Philippe Sollers


1944 yılında, savaşın tam ortasında Georges Bataille, hasta ve sıkıntının körüklediği bir yalnızlıkta şöyle yazıyor:


“Nasıl bir toz girdabı fırtınayı haber verirse, işi başından aşkın kalabalıklarda açılmış bir tür boşluk da hayal kırıcı ama sınırları olmayan bir facia anına girildiğini ilan ediyordu.”


Küçük bir Fransız köyünde kaybolmuştur, kurgusal karakteri kalbine bir el kurşun sıkar (isabet ettiremez), bir sürü yanlış anlaşılmadan sonra kız arkadaşı gelir, birlikte bolca içerler, ağır bir deliliği başlatırlar, başarısızlık ve marazilikle paramparça olmuş güçsüz bir ülkenin aynası, ‘Az anlaşılır hale gelmiş çalkantı ve hiç akıl ermez bir gelecek, zihinler inanılmayacak şekilde şaşkınlık ve hatta son aptallık duygusuna adapte oluyordu.”


Her şey felaketli, hayal kırıcı ve aptalca. Fransa, aklını yitirmiş yaşlı bir kadının çığlıklarını duyarken panjurları kapatmanın daha iyi olduğu boğucu bir kasaba evinin odasına benzemiştir. Anlatı asılı kalır, tamamlanmamıştır. Bu karanlık çağa dair, beyinsiz ve karmaşık bir şekilde devam eden yıkıma dair içeriden yazılmış en güzel anlatı.


 Sakatlanmış bir şey bozguna uğrar.


“Titreyişi kâğıdın yüzeyinde koşuşturan cümle, rüzgârla dağılan biçimsiz bulutların güzelliğine sahiptir. Bu tümce belirsiz bir düşünceyi haber verir. Ne istediğimi bilebilecek miyim, cümle düşünceden gizleniyor. Uykuyu çağırıyor. Cümle tuhaf olduğu ölçüde, onda gizlenemeyen uyku bir şey yapamaz.”


(1962’de ölen) Bataille’ın son metinlerinden biri şöyle:


“Sonunda uzun uzun ölümden söz ediyorum, ölümden nasıl söz etmek gerektiğinden. Rüya görerek değilse, eğlenceli bir kayıtsızlık gülüşüyle değilse, ölümden nasıl söz edilir? Kim bir bulut gibi dağıtılmayı sever? Kendini bozguna uğratmayı?”


Bataille 1935 yılında Barselona’da (ancak 1957 yılında yayımlanacak) Göğün Mavisi'ni yazar. Bataille 38 yaşında, ondan çok sonra parfümlü, temiz, asil güzel kadınlarıyla son günlerine yetişeceğim Barrio Chino genelevlerindeki sefahat günlüğünü tutuyor. Şöyle şeyler yazıyor:


“Gündüzleri ya güneşin altında kumsaldayım ya denizdeyim ya da kayalıklarda dolaşıyorum, geceleri naif bir şekilde kendimi sefahate sürüklediğim Barselona'nın Barrio Chino’sundayım. Hafif ve tutarsız bir adam olduğum kesinleşmişti. Tavandaki aynada, çıplak bir kızla birlikte ben de çıplak bir halde uzanmış olarak kendimi fark ettiğimde, böylesine densiz postürlerle süslenmiş bir gökyüzüne bakarken gülmekten kendimi alıkoyamadım.”


Buradaki önemli sözcükler “naif bir şekilde.” Barselona'nın Çin mahallesinden aldığım diplomayı özenle saklıyorum. Şu tür bir cümle yazabilmeyi isterdim:


“Bu durumda aynı anda hem yaşamımın tamamını hem onun tüm aşırılığını dayanılmaz bir şekilde kucaklama ihtiyacı duyuyordum.”


İşte bilinçli, zevkten yoksun müstehcenlik.



*Burada Sollers’in kendi kelimeleriyle aktardığı metin, Bataille’ın Göğün Mavisı’nin ilk taslağından çıkardığı ve sonradan bulunan el yazmalarındandır -ed.n.

Nesneler / Giacometti


 “Odamda bir gün sandalyenin üstündeki havluya bakakaldım, o an her nesnenin yalnız olduğuna ama onu bir başka nesnenin üstünde ağırlık yapmaktan alıkoyan bir ağırlığa -daha çok ağırlığın olmayışına- da sahip olduğuna dair bir izlenime kapıldım gerçekten. Havlu yalnızdı, öylesine yalnızdı ki havlu yer değiştirmeden, sandalyeyi oradan kaldırabileceğim kanısına kapıldım. Havlunun kendi yeri vardı, kendi ağırlığı ve kendi sessizliği. Dünya hafifti, hafif...”

Giacometti

Genet / Philippe Sollers

Jean Genet Paris’te 1943 yılında Tourelles Hapishanesinde Gülün Mucizesi’ni yazdığında otuz üç yaşındadır. Olağanüstü bir başyapıt, yazdıklarının belki de en güzeli. Harcamone, Divers; Vîlleroy, Bulkaen unutulmaz karakterler. Ritüelleri, işaretleri, fiziki tutkuları, argosu, dövmeleri, mistik havasıyla hapishane hayaTI, beklenmedik bir kesinlik ve  kuvvette anlatılır. Dışarıda dünya çökmektedir ancak hapishane yeni bir katedraldir. En yüce kutsama, suçluyu azize dönüştüren giyotindir. Lanetliler melektir ve seçilenlerden oluşan tüm bir hiyerarşi, kanunlarıyla birlikte idam sehpasının sunağına çıkar.

Çok genç yaşta (ünlü Mettray) ıslah evine konulan Genet, Vîllon gibi çok duyarlı ve her detaya dikkat kesilen bir bedene sahiptir. Bir mastürbasyon, oğlancılık, hırsızlık, yalancılık, sessizlik ustası:

“Hücrede aşırı bir yavaşlıkla hareket edilebilir. Her hareketten sonra durulabilir. İnsan zamanın ve düşüncesinin efendisidir. Yavaşlığından dolayı güçlüdür. Her hareket belirgin bir eğriye göre kıvrılır, kararsız kalınır, seçim yapılır. Hücrede yaşamın sahip olduğu lüks, işte budur. Ancak bu yavaşlık hızla gelişen bir yavaşlıktır. Acele eden bir yavaşlıktır. Bir hareketin eğrisine sonsuzluk akın eder. Hücrenize sahip olursunuz, çünkü uyanık bir bilinçle her yerini kaplarsınız. Hiçbir önemi olmasa bile, her hareketi ağır ağır yapmak ne lükstür.”

Ve işte bizatihi güzellik:

"Hapishanenin çatı penceresinden gelen ışıkla aydınlanan yüzünü gördüm. İçimi bir tür huzur kapladı, yani içime sokulan güzelliğinden dolayı kendimi güçlü hissettim. Hiç kuşkusuz hayranlıktan kendimden geçmiş durumdaydım. ‘Sokulmak’ sözcüğünü kullandım ve bu sözcükte ısrar ediyorum: Güzelliği bana ayaklarımdan sokulmuş, bacaklarıma tırmanmış, bedenime geçmiş, [başıma yükselmiş, yüzüme yayılmış, orada ışıldıyordu, [anlamıştım ki içime doldurduğu bu dinginliği, aşırı güzel yapıt karşısında beni savunmasız bırakan teslimiyeti Bulkaen’e atfetmekle hata ediyordum, bu güzellik bendeydi çünkü, onda değil. Güzellik yüzünde, hatlarında, bedeninde olduğuna göre onda değildi. Bende yarattığı cazibeden kendisi zevk alamazdı.”

Ne Racine ne Homeros daha iyisini yapmıştı:

“Her özel ayrıntı: Ağızdaki gülüş, gözlerin parıltısı, tenin tatlılığı ve solgunluğu, dişlerin sağlamlığı, yüz çizgilerinin kesişmesiyle beliren yıldız, her atılışlarında tadına doyulmaz bir ölüm yaşatan oklar salıyorlardı yüreğime. Yayı geren okçuydu o. Yayı gerip atıyordu oku ama bana atıyordu, kendine değil.”

Fransa’da bir felaket zamanında hapishanede bunlar oluyordu. Genet’nin tek ciddi rakibi Celine de aynı dönemde Danimarka’da idam cezasına çarptırılanların tutulduğu karargâhta aylar geçirecekti. Genet ile Celine gibi birbirinden bu kadar farklı iki yazar bulmak zor, ancak Fransızca her şeyi içine alıyor ve her şeye direniyor.

Tabii ki Genet'de hiç kadın yok, her yeri kendisi kaplıyor. Çok taklitçisi var ama onun zarafetine ve cazibesine sahip olanı pek yok. En yeteneklisi uyuşturucuya başvuruyor, kimisi fuhuş dilinin eğilip bükülmesinden hoşlanıyor. Sefalet ya da sakatlık ilgilerini çekiyor: Oysa Genet güzellik tezahürlerini takip ediyor, onun suçluları tanrıçasız tanrılar. Athena’nın Çiçeklerin Meryem Anası için kaygılandığı hayal edilemez, ne de eşcinsel ya da başka türlü bakkhanalialar için. Athena çok katı bir tanrıça, ağırlık söz konusu olduğu anda ortadan kaybolur.

Göz ve Söz / Oruç Aruoba


 

Walt Whitman'a Od / Lorca


(fotoğraf: Edmund Teske, 1973)

... Çirkefin New York’u,

demir telin, ölümün New York'u.
Yanağında saklanan hangi melektir?
Söyleyecek hangi yetkin ses 
Bir kez bile, Walt Whitman, güzel ihtiyar,
gitmedi gözümden kelebeklerle dolu sakalın,
ayla yıpranmış kadife omuzların,
erden Apollon oylukların,
bir kül sütununu andıran sesin;
sis gibi güzel, eski
ve kamışı iğneyle delinmiş olan
bir kuş gibi inlerdin,
satirin düşmanı,
asmaların düşmanı,
kaba kumaşlar altındaki gövdelerin tutkunu.
Bir kez bile, güzel erkek,
özlerdin ya kömür dağlarında, duvar ilânları ve
demiryollarında
bir ırmak olmayı, uyumayı bir ırmak gibi
göğsünde bırakacak o arkadaşla
küçük acısını bilgisiz bir parsın.
Bir kez bile, kan Âdem'i, erkek,
denizdeki yalnız kişi, Walt Whitman, güzel ihtiyar,
çünkü taraçalarda,
kümelenip meyhanelerde,
salkım salkım çıkarak lağımlardan,
titreyerek bacakları arasında şoförlerin,
ya da absentin sahanlıklarında fırdönüp
oğlanlar, Walt Whitman, seni düşlerdi...

Cihat Burak & Lautreamont

 


...Mustafa Irgatla başbaşa demlendiğimiz Cumhuriyet Meyhanesinde ikimizi masasına davet etti. Biz epey "yüklü"ydük ya, Cihat beyin de ayık olduğu söylenemezdi. Erotik eksenli konuşmalar taşıyordu masamızdan, bir ara konu otuzbir çekmeye geldi, hemen dipsiz bir kuyuya düşmekte gecikmedik. Mustafa'yla ben işin mavrasındaydık, buna karşılık Cihat bey oldukça ciddiydi. 31'den 301'e geçiş tekniği üzerinde bir monolog, Onanizmin tartışılmaz en büyük avantajına sıçramasını sağladı: Kişi, o durumda sonsuz bir özgürlüğe sahipti, hayâl perdesine kimi isterse yerleştirebiliyor, onu dilediği gibi becerebiliyordu: Kleopatra'dan Grace Kelly'ye açık yelpazeydi. Çıkışta hep beraber^tagiliz Konsolosluğunun duvarına siğmiştik.

Günlüğünde, Tomris Uyar, Cihat beyin kendisine çıplak poz vermesini istediğini aktarır. TanıdığımTomris bundan çekince duymazdı gibi geliyor bana ama, sözü geveliyor biraz defterinde; anladığım yanaşmamış. Cihat bey bir fotoğrafından hareketle portresini yaptığını söylemiş, hiçbir zaman görememiş sözkonusu portreyi, biz de görmedik; Ben, ölümünden sonraydı, Cihat Burak'ın yayıncısı oldum; yayımlanmamış metinleri yayıma hazırlarken, düşlü fanta-zinalarından birinde Nezihe Meriç'le ilgili oldukça hard bölümlere bakıp ne yapacağımızı şaşırdık — o sırada Nezim hayattaydı, durumu hoş karşılamayabilirdi. 

Cihat beyle son görüşmem, Gergedan döneminde gerçekleşti. Dergide Lautreamont'un bir gençlik fotoğrafının bulunduğu haberine (fotoğraf eşliğinde) yer vermiştim. Telefonla aradı, haberin güvenilirliğini sordu, Dali'nin kurmaca Lautreamont portresinden sözettik, sonunda dayanamadı: "Yarın atölyeme gelebilir misiniz?"

Hayatımın en dağınık döneminden geçiyordum, öyle ki belli bir ikâmet adresim bile yoktu —- ertesi günkü ziyaretimi birkaç tutuk cümleyle geçiştirmişim günlüğümde: Hayatın nedenli ne denli sebepsizliği vardır. Oysa, altı saati bulmuş bir karşılaşmaydı.

Bir atölye ne kadar sahibinin sesi olabilirse o kadar: Benzersiz bir derbederliğin ortasında oturup konuştuk. Koltuklardan birine dayadığı tablosunun adı Comte de Lautreamont'du. İlk versiyonunu 1942'de yapmış, taşınma sırasında kaybettiği için, "aklımda kaldığı hali"yle tam yirmi yıl yanılmıyorsam Paris'te, tabloyu yeniden yapmıştı. Tabii, içinde birlikte uzun uzadıya dolaştık, Maldoror'un Şarkıları'na girdik çıktık, karşılıklı Paris anılarımızı tokuşturduk. Tablo'nun fotoğrafını çektirtme isteğimi gönüllü biçimde kabul etti "bir şey" (ama ne?) yazabileceğimi sezdirdim, küçük bu açıklama notu düştü pırtık bir kâğıt parçasına: 

"Duralit üzerine yağlıboya, 121 cm, 1942-1962", böyle tarih düştü.

What I Believe by J.G Ballard

 What I Believe by J.G Ballard


Andy Warhol-Red Car Crash 1963

I believe in the power of the imagination to remake the world, to release the truth within us, to hold back the night, to transcend death, to charm motorways, to ingratiate ourselves with birds, to enlist the confidences of madmen.

I believe in my own obsessions, in the beauty of the car crash, in the peace of the submerged forest, in the excitements of the deserted holiday beach, in the elegance of automobile graveyards, in the mystery of multi-storey car parks, in the poetry of abandoned hotels.

I believe in the forgotten runways of Wake Island, pointing towards the Pacifics of our imaginations.

I believe in the mysterious beauty of Margaret Thatcher, in the arch of her nostrils and the sheen on her lower lip; in the melancholy of wounded Argentine conscripts; in the haunted smiles of filling station personnel; in my dream of Margaret Thatcher caressed by that young Argentine soldier in a forgotten motel watched by a tubercular filling station attendant.

I believe in the beauty of all women, in the treachery of their imaginations, so close to my heart; in the junction of their disenchanted bodies with the enchanted chromium rails of supermarket counters; in their warm tolerance of my perversions.

I believe in the death of tomorrow, in the exhaustion of time, in our search for a new time within the smiles of auto-route waitresses and the tired eyes of air-traffic controllers at out-of-season airports.

I believe in the genital organs of great men and women, in the body postures of Ronald Reagan, Margaret Thatcher and Princess Di, in the sweet odors emanating from their lips as they regard the cameras of the entire world.

I believe in madness, in the truth of the inexplicable, in the common sense of stones, in the lunacy of flowers, in the disease stored up for the human race by the Apollo astronauts.

I believe in nothing.

I believe in Max Ernst, Delvaux, Dali, Titian, Goya, Leonardo, Vermeer, Chirico, Magritte, Redon, Durer, Tanguy, the Facteur Cheval, the Watts Towers, Boecklin, Francis Bacon, and all the invisible artists within the psychiatric institutions of the planet.

I believe in the impossibility of existence, in the humour of mountains, in the absurdity of electromagnetism, in the farce of geometry, in the cruelty of arithmetic, in the murderous intent of logic.

I believe in adolescent women, in their corruption by their own leg stances, in the purity of their disheveled bodies, in the traces of their pudenda left in the bathrooms of shabby motels.

I believe in flight, in the beauty of the wing, and in the beauty of everything that has ever flown, in the stone thrown by a small child that carries with it the wisdom of statesmen and midwives.

I believe in the gentleness of the surgeon’s knife, in the limitless geometry of the cinema screen, in the hidden universe within supermarkets, in the loneliness of the sun, in the garrulousness of planets, in the repetitiveness of ourselves, in the inexistence of the universe and the boredom of the atom.

I believe in the light cast by video-recorders in department store windows, in the messianic insights of the radiator grilles of showroom automobiles, in the elegance of the oil stains on the engine nacelles of 747s parked on airport tarmacs.

I believe in the non-existence of the past, in the death of the future, and the infinite possibilities of the present.

I believe in the derangement of the senses: in Rimbaud, William Burroughs, Huysmans, Genet, Celine, Swift, Defoe, Carroll, Coleridge, Kafka.

I believe in the designers of the Pyramids, the Empire State Building, the Berlin Fuehrerbunker, the Wake Island runways.

I believe in the body odors of Princess Di.

I believe in the next five minutes.

I believe in the history of my feet.

I believe in migraines, the boredom of afternoons, the fear of calendars, the treachery of clocks.

I believe in anxiety, psychosis and despair.

I believe in the perversions, in the infatuations with trees, princesses, prime ministers, derelict filling stations (more beautiful than the Taj Mahal), clouds and birds.

I believe in the death of the emotions and the triumph of the imagination.

I believe in Tokyo, Benidorm, La Grande Motte, Wake Island, Eniwetok, Dealey Plaza.

I believe in alcoholism, venereal disease, fever and exhaustion.

I believe in pain.

I believe in despair.

I believe in all children.

I believe in maps, diagrams, codes, chess-games, puzzles, airline timetables, airport indicator signs.

I believe all excuses.

I believe all reasons.

I believe all hallucinations.

I believe all anger.

I believe all mythologies, memories, lies, fantasies, evasions.

I believe in the mystery and melancholy of a hand, in the kindness of trees, in the wisdom of light.


J. G. Ballard – İnanıyorum

Spiral Jetty-Robert Smithson 1973


Dünyayı baştan yaratmak, içimizdeki hakikatı salıvermek, geceyi dizginlemek, ölümü alt etmek, otobanları büyülemek, kendimizi kuşlara sevdirmek, delilerin güvenini kazanmak için imgelemin gücüne inanıyorum.

Aşkın da payı var
Güneşin
parıltısında
ve erdeminde

Sappho



  -Ey Venüs, ey Tanrıça!


Nerde eski çağların gençliği, kutsal ece,

O peri kızlarının öptüğü nilüferler,

Ağaçları kemirip duran yarı tanrılar!

Kösnülü satyre’ler yok, kır tanrıçaları yok,

Irmağın dalgaları o besi suları yok.

Pan’ın damarlarına koca bir evren  sunan,

Teke ayaklarında toprağı canlandıran

O yeşil ağaçların kırmızı kanı nerde?


*

Güneş ve Ten

Rimbaud

Geçmiş

2015 / Çanakkale



Hani yaşamının hesabı, nerde? (Trakl)

Belki de gerçeği tüm çıplaklığıyla dile getirmek her zaman iyi bir çözüm değil, hele ki sözkonusu gerçek geçmişe aitse ve geride bırakıldıysa. Tek bildiği, hayatını bir kez heba ettiysen geri dönüşün olmadığı; geçmişe müdahale edilemeyeceği, geçmişin telafi edilemeyeceği ya da düzeltilemeyeceği; merhamet yok; daha önce hiç farkında olmadığı kadar farkında şimdi insanın yaptığı ya da yapmadığı “şey”in nihai olduğunun, her hatanın ya da her ihmalin ve evet, burada oturmanın bile bir tekrarının, telafisinin olmadığının ve bunun durdurulamayacak bir şekilde süregittiğinin - insan neden yerinden kımıldaması gerektiğini bilmese de böyle bu.


İnsan hayatım dediği şeyin içini pek az doldurur, hem de gülünç derecede az. Bu, yitik günlerden oluşan bir zincirden başka bir şey değildir, diyor dağcı, her daim planlanan şeylerin gerisinde kalan günlerden başka; aylar yıllar geçer, insan anlamaz, sanki her şey sadece tek bir günden ibaret diye düşünür çoğunlukla; uzun, sıradan bir gün, hep diğerinin aynısı: Soyunur, dişlerini fırçalarsın, tıpkı dün ve yıllardır yaptığın gibi, sonra bir süre yatağın ucunda oturur, inkâr edilemeyecek bir gerçeğin farkına vararak çalar saati yavaşça yeniden kurarsın, işte bir kez daha bir şey başaramamışsındır, dolduramamışsındır hayat dediğin şeyin içini, tıpkı dün ve yıllardır olduğu gibi. En nihayetinde o ıstırap dolu doğum anına ya da ölümün bir başına yaşanan dehşetine denk düşen tek nefeslik bir hayatın bile olmaz...

Ardından gülüyor: Buna hayat mı diyeceksin, diye soruyor, insanın sakalının ve tırnaklarının uzamasını izlemesine? Kim ki otuz yaşına gelip henüz bir seyler başaramamışsa gönül rahatlığıyla gidip ilk ağaca asabilir kendini... Aslında en başından beri nasılsa öyle kalmış, başka biri olma hayali mahvolmuştu. Her şeyin, bir zamanlar ettiği yeminden, bir zamanlar gençken inandığı, tutkuyla inandığı şeylerden farklı geliştiğini düşünüyor. 
Rüzgârlar gibidir hayatımızın imkânları, yine de insan neden cesaret etmez ki yelken açmaya? Her şey yaşanmamış bir hayattan daha iyidir, hatta felaket bile - acı, ümitsizlik, cürüm, her şey ama her şey boşluktan daha iyidir!

Sessizliğin Yanıtı / Max Frisch

SANA

 


Ey muamma, üç kere atılmış düğüm, derin kara gölcük,
her şey çözüldü, aydınlandı her şey!
Ah erişmek o ferahlığın, yeterli havanın olduğu yere
sonunda!
Ah kurtulmak o eski bağlardan ve kurallardan, 
ben benimkilerden, siz sizinkilerden! 
Doğanın en iyi yönlerinde akla gelmemiş bir kayıtsızlık bulmak!
Çıkarmak ağzındaki o tıkacı!
Hissedebilmek yeterli olduğumu şu halimle bugün ya da bir
başka gün.

Ey o kanıtlanmamış şey! Esrime halindeki!
Kurtulmak tamamen diğerlerinin payanda ve 
prangalarından. 
Özgür yaşamak hayatı! Özgür sevmek! 
Atılmak ileriye gözü kara ve korkusuz! 
Alayla çağırmak, flört etmek ölümle!



...

İyi kulak ver sözlerime, iyi dinle fısıldadıklarımı
Seni seviyorum, Ey sen, gelip ele geçir beni
Ah senle ben kaçalım başkalarından uzaklara, özgür,
kanunsuz,
Havadaki iki şahin, denizde yüzen iki balık daha kanunsuz 
değildir bizden

...

Ah, razıyım, her şeyi göze alırım senin için
Ah kaybolayım gerekirse!
Senle ben! Ne önemi var geri kalanın ne düşündüğünün?
Bize ne başka her şeyden? birbirimizi sevmek ve gerekirse tüketmek dışında



...

Ah bir gemide denize yelken açmak! 
Geride bırakmak bu tekdüze çekilmez diyarı, 
Geride bırakmak can sıkıcı bir örnek sokakları, kaldırımları, evleri,
 Geride bırakmak seni ey Katı, hareketsiz diyar, atlamak bir gemiye, 
Yelken açıp gitmek, gitmek, gitmek! 
Ah bundan böyle yeni neşelerin şiirinden bir hayatı yaşamak! 
Dans etmek, el çırpmak, bağırmak, süzülmek suyun yüzünde! 
Bütün limanlara kayıtlı bir dünya denizcisi olmak,
 Bir gemi olmak, (baksana güneşe, havaya karşı gerdiğim şu yelkenlere,) 
Hızlı, rüzgarla şişen bir gemi, ağzına kadar zengin sözcüklerle, neşeyle dolu.


Walt Whitman

Arca

 


Aranıza giriyorum, şairiniz olacağım sizin...

 


Duydum itham edildiğimi, kurumları yok etmeye 
çalışıyormuşum,
Aslında ne taraftarıyım kurumların, ne de karşıyım onlara,
(Sahi ne işim olur ki onlarla? ya da onları yok etmeyle??
İnşa etmek istiyorum sadece Mannahatta'da ve bu
Eyaletler'in içlerinde ya da deniz kıyısındaki her şehrinde,
Ve tarlalarda, ormanlarda, suyu yaran küçük ya da büyük
her gemi omurgasının üstünde,
Binasız, kuralsız, yöneticisiz, iddiasız,
Yoldaşların sevgili aşk kurumunu.

**

Ben, Adem şarkılarının okuyucusu,
Yıkanarak, yıkayarak şarkılarımı cinsellikte... 

Övüyorum seni kutsal edim ve ona hazırlanan siz çocukları, ve siz güçlü belleri. 
Bugün Doğa'nın gözdeleriyle düşüp kalkacağım,
 bu gece de arsız zevklere inananların tarafındayım, 
genç erkeklerin gece alemlerine katılıyorum,
yankılanıyor açık saçık bağırışlarımız,
Artık rol yapmayacağım, neden mahrum edeyim ki kendimi yoldaşlarımdan?

Aranıza giriyorum, şairiniz olacağım sizin...

W.W.

Elektrikli Beden

 Yazı, Jonah Lehrer'in Proust Bir Sinirbilimciydi
 kitabından : 


WALTWHITMAN

Hissetmenin Tözü

 



Şair kendi bedeninin tarihini yazar.

-Henry David Thoreau


WALT WHITMAN Amerikan İç Savaşı'nın konusunun beden olduğunu düşünüyordu. Ona göre Konfederasyon yanlıları­nın suçu siyahlara et yığını olarak davranmaları, onları bir et parçası gibi alıp satmalarıydı. Whitman'ın ilk kez New Orleans'taki bir köle pazarında idrak ettiği gerçek, bedenle zihnin ayrılmaz olduğuydu. Bir insanın bedenini kamçıla­mak ruhunu kamçılamak demekti.

Whitman'ın şiirlerindeki ana fikir budur. İnsanın bir be­dene sahip olduğunu söylemek yanlıştır, zira insan bizzat bir bedendir. Hislerimizin maddi olmadığını hissetsek de, aslında başlangıç noktaları bedendir. Whitman tek şiir kitabı Çimen Yaprakları'na derisini ruhuyla doldurarak başlar, "koltukaltı kokum duadan daha güzel":

Birisi ruhu mu görmek istiyordu? 

Buyur gör, kendi şeklini ve çehreni...

Bak! Beden içerir ve anlamın kendisidir, esas 

Meseledir ve içerir ve ruhtur. 

Whitman'ın bedenle ruhu meczetmesi devrimci bir fikirdi, anlayış bakımından da kullandığı serbest nazım biçimi kadar radikaldi. O dönemde bilimciler hislerimizin beyinden geldiğine, bedenin de hareketsiz bir madde yığınından ibaret olduğuna inanıyorlardı. Whitman ise zihnimizin tenimize ba­ğımlı olduğu kanaatindeydi. "Eksiksiz biçim"imiz hakkında şiirler yazmaya kararlıydı.

Arca / Jesse Kanda

 


Anne

Annemi derin bir umutsuzlukla seviyordum. Onu hep derin bir umutsuzlukla sevdim...

...Annem gözlerini bana çevirdiğinde gözlerime yaşlar dolmadan ona bakamıyorum. 

A. Camus

Kafka:

Tutalım ki biri bana şöyle diyor: «Yaşamın ne değeri var? Ben ölmek istemiyorsam, yalnızca ailemi düşündüğüm içindir.» Ama aile yaşamı temsil eder; dolayısıyla, bu sözleri söyleyen, yaşam için hayatta kalmak istiyor demektir. Hani annem göz önünde tutulur­sa, benim için de geçerli görünüyor bu, ama ancak son zamanda. Ne var ki, beni böyle düşündüren şükran ve duygulanmışlık değil mi? Şükran ve duygulanmışlık; çünkü yaşına göre sınırsız denecek bir güç harcayarak benim yaşamdan kopmuşluğumu dengelemek için annemin nasıl çırpındığını görüyorum. Ama şükran da yaşam demektir.


31 Ocak 1922

Bundan, benim annem için yaşadığım gibi bir sonuç çıkacaktır. Böyle bir şey doğru sayılamaz; çünkü olduğumdan sonsuz derece fazla bir şey olaydım, yine yaşamın salt bir elçisi olur, başka hiçbir şeyle değilse bile söz konusu görev nedeniyle yaşama bağlı bulu­nurdum.

Moondog - Pastoral (Playlist)


Anı

"Balıkçı dediğin içinden konuşan adamdır, diyeceğim ama yanlış olur. Balıkçı kendi kendisine bile geveze değildir. Balıkçının gevezesine hiç rastlamadım. İnsan geveze ise balıkçı değildir. Balıkçı ise geveze değildir. ... Balık sükûndan hoşlanır. Kendisi gibi ağzı var dili yok insandan haz eder." 

(Ermeni Balıkçı ile Topal Martı)



Babam geldiğinden beri, bir hafta olacak, aralıksız her gün kalamara çıktık. Hava kararmaya yakın gidiyor, gece yarısı dönüyorduk. Ada kenarlarında, elli yüz metre açıklarında, bazen akarak, bazen de çapa atarak avlanıyorduk. Bir de zevkli oluyor ki tutması bu mereti, alışınca sen diyorsun gidelim diye, hava da güzel, iki tek rakı atarız, biraz da deniz ortasında balık tutarken hulyalara dalarız. Böyle demiyoruz tabi, babamla ne hulyası kuracağım, sus da diyorum bazen şu adayı dinleyelim, bak gün batmaya yakın dönüyor martılar, ada yamacına yuvalanmış hepsi, benek benek, çığlık çığlık ötüşüyorlar, dinle, ne güzel deniz, meltem, biz! Babam ne anlar, martı dinlemek istiyorsan buraya kadar gelmene gerek yok, git Ayvalık çöplüğü var orda dinle diyor.

Kapkara bir karanlık çöküyor denize geceleri, uzakta Ayvalık'ın ışıkları, daha uzakta Midilli, kalamara çıkmış birkaç teknenin pancar motorunun gürültüsü yarıyor karanlığı ortasından. Tekne sallanıyor, rakı midemizde yolunu buluyor, biraz kavun, biraz peynir var, başlarımız ve midelerimiz, ayaklarımız ve kollarımız var sonra. Canı yazmak istemediğinde balığa çıkan adam düşüyor aklıma ikide bir, onu düşünüyor, ona içiyorum.

Dibe zoka dedikleri sahte balık atıyor, bir elimizde misinayı birkaç saniyede bir sertçe yukarı doğru çekiyoruz, poşet gibi takılıyor şaşkın, bazen de aynı familyadan başka bir deniz canlısı sübye geliyor zokaya, kaplumbağaya benziyor bu, kalamar gibi değil, sevimli mahluk, ama para etmiyor, babam küfrediyor görünce, ben üzülüyorum, gizlice teknenin bordasında can verişini izliyorum.  

Babamın emeklilik uğraşısı bu tekne, milllet iki elinde olta harıl harıl çalışırken bizim bir elimizde rakı bir elimizde sigara, oltalar suda, açmışız Ahmet Kaya'dan bir parça (babamla ne dinleyeceğim), dalıyoruz zokalar kadar derinlere. Hele bugünkü gibi elimiz de boş dönüyorsak, küstürdüysek denizi, içmeye veriyoruz kendimizi. Rakı şişesinde kalamar oluyoruz, sohbet koyulaşıyor, anılar yüze çıkıyor, birbirimizi hiç sevmediğimiz kadar çok seviyoruz.

Saat on ikiye yaklaşınca bazen ben diyorum dönelim diye, bazen, kalalım diyorum, deniz güzel, rüzgar kesti, tek tük alırız belki, eve gidip de ne yapacağız. Sahi, eve gidip de ne yapacağız, bırak beni denizin ortasında, yanaştır tekneyi limana kendi başına, bağla iplerini, bin arabana, git eve, benim gücüm kalmadı yaşamaya, yalnız dön bugün.

İkimiz de yorgun oluyoruz eve döndüğümüzde, çapa çekmekten kollarım uyuşuyor benim, üstüm başım mürekkep lekesi, parmak uçlarım balık kokuyor. Yatağa atıyorum kendimi ama içimde bir deniz salınıyor, ortasında tekne, içinde biz, uyuyor, sabaha kadar ancak buluyorum karayı. 

(7.6.2020)

Baudrillard'ın Nietzsche'si

Ateşli  bir  Nietzsche  hayranıydım,  onu  çok  erken,  daha  lisede  felsefe  bölümünde  öğrenci  iken  okumaya  başladım,  hatta  Almanca  doçentlik  sınavımda  yazılıda  ve  sözlüde Nietzsche  konusu  geldi  ki  bu  benim  için  bir  şanstı,  ne var  ki  beni  mahveden  de  bu  oldu,  çünkü  jüri  benim yorumlarımı  hiç  de  paylaşmamıştı;  Nietzsche  öcünü aldı,  en  azından  bana  sınavın  yolunu  kapatmakla  bir lütufta  bulunmuş  oldu ...  Sonra  onu  okumayı  tümüyle bıraktım,  bir  tür  neredeyse  bilinçdışı  anı  olarak  kaldı o,  ama  onunla  ilgili  seve  seve  saklamak  istediğim  şey leri  de  belleğimde  tutmuştum.  Düşüncesini  şu  ya  da bu  yönleriyle  anımsadığım  ya  da  bunların  bir  bakıma aforizma  gibi  bir  tür  anı  şeklinde  ansızın  ortaya  çıktıklarını  gördüğüm  oldu.  Bu  tutulma,  ay  ya  da  güneş  tutulması  gibi  uzun  sürdü  ve  hala  onun  etkisi  altındayım ...  Kısacası,  doğrusunu  söylemek  gerekirse,  Nietzsche  benim  için  hiçbir  zaman  bir  referans  değil, yalnızca  içime  işlemiş  bir  anı  olmuştur. 

...

Nietzsche  konusundaki  tartışmalara  tümüyle  ilgisiz  kaldım.  Buna  karşılık,  şimdi  Nietzsche'yi  yeniden Almancadan  okumayı  düşünüyorum ...  Bir  dönemin sonunda  insan  başlangıç  noktasını  değilse  de  başlangıçla  ilgili  bir  şey  buluyor  ki  bu  da  pek  aşırı  olabiliyor! Ama  ben  en  güzel  yapıtlar  bile  söz  konusu  olsa,  endekslenmek  istemiyorum.  Bir  şeyin  değişmiş  olduğunu  söylüyorum.  Nietzsche,  kendisinin  deyimiyle  "un zeitgemass",  yani  zamana  aykırı  biçimde  içimde  yer alıyor ... Yazmaya  başladığımda  yine  de  belli  bir  güncellikten  yola  çıktım ...  Nietzsche'nin  o  başdöndürücü  düşüncelerini  unutup,  doğrudan  doğruya  siyasala,  toplumsal-göstergebilime  girdim ... Belki  insan  tek  bir  vaftiz  babası  varmış,  yaşamında tek  bir  düşünceye  sahipmiş  gibi  ciddi  olarak  ancak tek  bir  filozofu  inceler.  Dolayısıyla  Nietzsche  istemeden,  hatta  gerçekten  bilemeden,  büyük  gölgesinde  gelişmiş  olduğum  yazardır.  Yine  de  adını  andığım  olmuştur,  ama  oldukça  ender  olarak.  Nietzsche'yi  kişisel  amaçlarla  kullanmayı,  böyle  amaçlara  alet  etmeyi de  hiç  düşünmedim.  Eğer  bugün  ona  yeniden  başvuruyorsam,  bunun  nedeni  kuşkusuz  yazıda  ya  da  fotoğrafta  aforizma  biçimine  dönüyor  olmam...  Nietzsche'nin  aforizmaları  çoğu  zaman  öyle  bir  yoğunluk  taşır,  ama  yalnızca  aforizma  değil,  ondan  çok  daha  başka  bir  şeydir.  Ne  olursa  olsun,  Nietzsche'den  aforizma açısından  yararlanabilirsiniz,  felsefe  ya  da  ideoloji  açısından  değil. 

Fotoğraflar / Baudrillard


Baudrillard

lşık için nesneler bir bahanedir. 

Nesnelerden yoksun bir dünyada, ışık bizim varlığını bile fark edemeyeceğimiz, uçsuz bucaksız, başı sonu olmayan bir şeye benzeyecektir.

Öznelerden yoksun dünyada, bilincimizde herhangi bir yan­sımaya yol açamayacak düşünce evreni içinde kaybolup gitmek durumundayız. Çünkü özne dur durak tanımayan düşünce dalanımını durdurabilen ve yansıtabilen varlıktır. 


Nesne ışığı durduran ve onu yansıtan şeydir. 

Fotoğraf çekmek demek ışıkla otomatik bir şekilde yazı yaz­mak demektir. 

Sessiz bir imgeyi ancak kitleler ve çölde karşılaşılan sessiz­likle karşılaştırabilirsiniz. 



Fotoğraf makinesiz bir fotoğrafçı olabilmek ve dünyayı ma­kine olmadan dolaşıp fotoğraflamak, kısaca, fotoğraf olayının ötesine geçerek şeyleri sanki imge ötesi varlıklarmış gibi gör­mek, sanki fotoğraflarını bir önceki yaşantımızda çekmişiz gibi bir duygu yaşayabilmek ne müthiş olurdu. 

Autoportrait (1999, Baudrillard)

 



Fotoğraf, bizim cin çıkarmamızdır. Yabanıl toplumun maskeleri, burjuva toplumunun aynaları vardı, bizimse imgelerimiz var.

Belki de gözlerimiz bir fotoğraf filminden ibarettir. Biz öldükten sonra onu çıkarıp bir yerlerde banyo edecekler ve Cehennem sinemasının ekranında hayat hikâyemizi anlatmak için gösterecekler birer birer; ya da yıldızların bulunduğu boşluğa mikrofilm olarak gönderecekler belki.

Ayrıntıda Dünya / Baudrillard

Baudrillard

Fotoğraf çekme isteği belki de şu saptamadan kaynaklanır: Bir bütün, perspektifi içinde, anlam açısından bakılan dünya oldukça hayal kırıcıdır. Ayrıntıda ve aniden görüldüğünde ise her zaman kusursuz bir açıklık içindedir.

Çiçek kusursuzdur, onu doğanın herhangi bir diyalektiğine bağlamak zorunlu değildir! Bu her şey için aynıdır... Ayrıntıda dünya kusursuzdur. Fotoğraf için söylediğim de bu: Dünya, bütünüyle ele alındığında, anlam düzeyinde, adamakıllı düş kırıklığına uğratıcıdır, ama tekilliği ile kusursuzdur, onu kusursuz duruma getirmeye gerek yoktur, zaten kusursuzdur. Elbette arı bir derin düşünmeye dalmak söz konusu değildir. Bütünlere karşı, bütünlükçü düşselliğe karşı, stratejik olarak parçadan yana geçilmeli, onun tekilliğini teslim ederek; içinde devinilebilecek tek alan burasıdır... 










 
Baudrillard

Parçanın, ereksizlendirilmiş bir dünyanın tam yeri olan imge. İmge bir ahlak anlayışının, bir ideolojinin yeri olabilir yeniden, ama fotoğraf -sinemadaki devinimli imgeden daha çok- bana parça ile aynı ayrıcalığa sahip gibi geliyor; yalnızca sinemaya özgü kesimden değil, aynı zamanda sessizlikten, devinimsizlikten ötürü; ve de fotoğraf, parça gibi, bir bekleyişe bağlı, açıklanmayan ve açıklanmak amacını gütmeyen bir şey olmalı..