Olmayacak Olan ve Olacak Olan

fotoğraf: Burhaniye / ören


Dilerim yeryüzünü ve onun üzerinde biten tüm evcil ve yabanıl, ölü ve diri örtüyü sonsuz sabırla ve benim gibi takınaklı bir tutkuyla ayıklamayı ve kendine katmayı sürdürüyorsun. (Ne olacaksa!) Dilerim karşılığında kendini denize, dalgalara, yaprakların uğultusuna, yağmur bulutlarına, dünyanın tüm seslerine katmayı sürdürüyorsun. (Ne olacaksa!) Bir şey olmayacak. (Rimbaud'nun sıçrama ve düşme noktası.) Bir şey olmayacak, her şey baş döndürücü biçimde olup biterken.
Her şey olacak. Olabilir.

Şeytan da bir melek ve belki meleklerin en güzeli, sadığı, dürüstü, yaratıcısı. (Sanırım lanetlenmiş bir soya bağlıyız.) Kimse anlamayacak olmayacak ve olacak olanı.

Merhaba genç dostum.

Z.

"İçimdeki Bartleby huysuzlanıyor"

Z. her huysuzlaştığında sözü Katip Bartleby'e getirir. Son iletisinde yine adı geçince Melville'in bu uzun öyküsünü bir çırpıda okudum ve tanıştım yapmamayı yeğleyen meşhur katip Bartleby ile. Bu küçük ama etkisi büyük olmuş öyküyü okumayı bu kadar geciktirmiş oluşuma da üzüldüm.

"Dörtgenin köşelerini nice bastırsam da kusursuz çembere ulaşamıyorum. Hadi çemberi yaptın ya sonra, sorusunu ise Kâtip gibi, şimdilik, 'sormamayı yeğlerim', diye geçiştiriyorum. O daha iyisini yapıyor, 'yapmamayı yeğliyordu'.
Sızlanmak bir tür onursuzluk tabii. Kendi en geniş anlamda alçaklığıma karşı kurmaca denebilecek bir onur sürüyorum kendi karşıma. Cinin lambada uyumasından iyidir dışarı çıkması. Aralıktan sızan esintiye onur dememizi engelleyecek ne var? Hiçlikten onur damıtmak mı bu? Ne işe yarayacak, kendi gözünde var olmanı bağışlatmaktan öte. Ama tersi daha zor geliyor bana. Yapmamak daha zor. Barthleby nasıl göze alıyor bilemiyorum. Sıkılmak dayanılmaz. Belki de sorunumuz, her şeye neden, minareye kılıf aramakta... Çelişik bir durum. Yapmamak da yapmak deyip çelişki bir söz oyunuyla aşılabilir mi? Çünkü yapmamayı yeğleyen bilinç arkada duruyor.
Yapmanın seçeneği yok o zaman. Tüpten fışkıran diş macunu gibi başka ağızlara dalacak, başka dişleri istemesek de parlatacak ya da parlattığımızı sanacağız. 'Kaos sürüyor'. (Lars von Trier)"(Z.Z.K.)



haftasonu

Yazıyla kıyısından köşesinden ilgili herkesin içinde bir Bartleby var huysuzlanan. Bir duvarın önünde can vermeyi göze almak herkesin harcı değil nasılsa. Oscar Wilde'ın hiçbir şey yapmamanın bu dünyanın en zor ve en entelektüel şeyi olduğu düşüncesine de katılırsınız. Melih Cevdet Anday'ın eşi şairin yazmayı neden bıraktığını Feridun Andaç'a şu sözlerle aktarıyor: "Sizin oturduğunuz yerde oturmuş kitap okuyordu, elinde de bir kalemle defter vardı, notlar alıyordu. Bir ara kaldırıp attı bunları. " Ne böyle yazı yazılır, ne de yazar olunur!" diyerek bıraktı okumayı ve yazmayı..." Anday'ınki bir tür inanç yitimi ve başarısızlık duygusu gibi duruyor ama hikayenin devamı Ferit Edgü'de: "Yıllar yıllar önce bir gün Melih Cevdet ne yazdığımı sormuştu. Ben de "hiçbir şey, yazmayı bıraktım" yanıtını vermiştim. Büyük şair haifiçe gülümseyerek bilirim demişti. Ben de dört beş bırakmışımdır."

Yapmamayı tercih eden Bartleby'nin ününden Bartleby Sendromu olarak anılagelen bir red edebiyatı da türemiş. Enrique Vila-Matas'ın Bartleby ve Şürekası'nı okuyordum, içinde kimler yok ki, edebiyat tarihinin herhalde en kabarık ve en tutarsız listesidir. Hiçliğin cazibesi diyor Vila - Matas bu olumsuz itkiye kalemini kaptıranlara. Ferit Edgü, Notos dergisinin Red Yazarları dosyalı sayısında maddeler halinde sıralamış:



Herkes kendi olası bırakma gerekçelerini bulup çıkarabilir içlerinden. Benim de zaman zaman tıpkı Anday gibi kalemi kitabı fırlatıp atmak geçiyor içimden ("içimdeki Bartleby huysuzlanıyor"). Yapmamayı yeğlemekten ziyade, vazgeçmek... (bir duvarın önünde can vermeyi göze almaksa eğer...) Bu reddi en uç noktalara da taşıyabilir, yaşamamayı da yeğleyebiliriz. Olumsuzluk duygusu ya da hiçliğin çekiciliğine kapılmak (5), yaşama duyulan tiksinti (19), edebiyatı küçümsemek (14), unutulma isteği (1),  yazmanın belirsizliği ve bıraktığı yetersizlik duygusu (17) bunlar kolay kolay gerekçelenmezler hiçbir zaman; sanatın saçma olduğuna inanmaksa (7), evet belki Rimbaud gibi Cehennem'de Bir Mevsim'i yazdıktan sonra sanatın bir saçmalık olduğunu söylemeye hakkımız olabilir ancak. Belleğin sözdizimsel bütünlüğü barındıramayacak kadar deliliğe hapsolması (8), hala tutunacak birkaç sözcük kalmışsa eğer, Batur'un bir yazısında onu andığı şekliyle, Bartleby'nin canlı numunesi, bütün yazdıklarını bir sandıkta istifleyen Pessoa bu delilikten de sağ çıkılabilineceğini gösteriyor. 

Susmanın Estetiği'nde Susan Sontag konuyu daha da uç noktalara taşımış:

https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/02/susmanın estetigi susan sontag


İlgili birkaç okuma daha:

https://kaotikbenlik.blogspot.com/2018/02/Yazma Sıkıntısı / Agnes Verlet
https://kaotikbenlik.blogspot.com/2018/02/ Ferit Edgü / Yazmak


"Mutlak bir hüzne sahip bu neşeli melodiler kadar dokunaklı hiçbir şey yoktur" (I)

"Mutlak bir hüzne sahip bu neşeli melodiler 
kadar dokunaklı hiçbir şey yoktur"

Nietzsche


Schubert’in sonatlarını dinliyorum. Kulağım liedlerindeki o kısa, lirik, tatlı ezgileri arıyor. On yedi yaşındayken bestelediği ilk lied Gretchen am spinnrade, Goethe’den. Alman liedinin de doğumu kabul ediliyor.


 *Dinlediğim bütün yorumlar için oynatma listeleri oluşturdum ve çeviri ekledim.
Çeviriler Gül Sabar (Liedler ve Ozanlar) ve İrkin Aktüze (Müziği Okumak) kitaplarından.


Gretchen Çıkrık Başında


Huzurum kaçtı
Yüreğim Ağırlaştı
Hiç bulamam onu
Ve hiçbir zaman artık


Onun olmadığı yerler,
Benim için mezar gibi,
Tüm dünyadan Nefret ediyorum.

Zavallı başım
Dönüyor Çılgınca,
Zavallı aklım
Paramparça.

Yalnızca onu gözlüyorum
Bakıp pencereden dışarı,
Yâlnızca onun için
Çıkıyorum evden dışarı.

Onun saygın tavrı,
Onun soylu endamı,
Onun dudağındaki gülümseme,
Onun gözlerindeki güç.

Ve konuşması ki
Büyülü akıcılıkta.
Onun el sıkışı,
Ve ah, onun öpüşü

Daralıyor göğsüm
Onun özlemiyle.
Ah onu kavrayabilsem,
Ve alıkoyabilsem onu,

Ve öpebilsem onu,
Arzuladığım gibi,
Öpücükleriyle onun
Baygın düşüp ölebilsem!



Auf dem Wasser zu singen, Su Üzerinde Şarkı Söylemek başlığını taşıyan bu lied Friedrich Leopold isimli şaire ait, akşam kızıllığında durgun göl üstünde bir kayık gezintisi: 



La Rabbia (1963, Pasolini) / John Berger

La Rabbia (Gazap)

JOHN BERGER


MELEK GİBİYDİ DESEM, onun hakkında bundan daha saçma bir şeyin söylenebileceğini düşünemem. Cosimo Tura'nın resmettiği gibi bir melek mi? Yok, hayır. Tura'nın fırçasından çıkma bir Aziz Georgios var ki, tıpatıp ona benziyor! Tescil edilmiş azizlerden ve mutluluk timsali meleklerden nefret ederdi Pasolini. O zaman neden böyle diyorum? Çünkü onun alışılagelmiş, hudutsuz kederi şakalaşmasına izin verirdi; yüzündeki kaygılı ifadeyle ise teselliye en çok ihtiyacı olanı keşfedip kahkahalarla güldürürdü. Fırça darbeleri hassaslaştıkça, daha iyi anlaşılır oldu! İnsanlara, başlarına gelebilecek en kötü şeyi yumuşak bir üslupla anlatabiliyor, onlar da bu sayede daha az acı çekiyordu, "...zira ümidini yitirsen bile, bir nebze ümit vardır.” "Disperazione senza un po’ di speranza.” Pier Paolo Pasolini (1922-1975).

Kendisiyle ilgili pek çok kuşkusu vardı ama kehanet yetisinden kuşku duymadı hiç; oysa keşke kuşkulansaydım, diyeceği yegâne şeydi. Onun bu yetisi bugün yaşadıklarımızı anlamlandırmakta yardımcı oluyor bize. 1963'te yapılmış bir film izledim az önce. Şaşırtıcı olan şimdiye dek hiç genel izleyiciye gösterilmemiş olması. Bir şişeye konup kırk yıl sonra dalgalarla kıyımıza vurmuş özlü bir ileti gibi.

Eskiden insanlar dünyada olup bitenleri televizyondan değil sinemalarda dünya haberlerini gösteren filmleri izleyerek öğrenirdi. 1962’de bu tür filmlerin yapımcısı G. Ferranti, parlak bir öneride bulundu. O tarihte zaten ünlenmiş olan Pasolini'nin 1945-62 tarihleri arasındaki haber arşivlerini incelemesi sağlanacak ve ondan "Dünyanın her yanında neden savaş korkusu var?" sorusuna cevap bulması istenecekti. Elindeki malzemeyi istediği gibi kurgulayabilecek ve üst sesle yorum getirecekti. Ortaya çıkacak bir saatlik filmin, şirketin şöhretini artıracağı umuluyordu. Bu "yakıcı” bir soruydu, çünkü o tarihte yeni bir Dünya Savaşı tehdidi gündemdeydi. 1962 Ekimi'nde Küba ile ABD arasında nükleer füze başlıkları krizi patlak vermişti.

Daha önce Acattonne, Mamma Roma ve La Ricotta'yı yapan Pasolini kendine mahsus sebeplerle öneriyi kabul etti; tarihe tutkun ve tarihle kavgalıydı çünkü. Filmi tamamladı ve ona La Rabbia (Gazap) adını verdi.

Ancak filmi izleyen yapımcıların ödleri boklarına karıştı; hemen ikinci bir bölümün yapımı için Giovanni Guareschi adında aşırı sağcı olmakla namlı bir gazeteci görevlendirildi. İki film, tek bir filmmiş gibi sunulacaktı. Ne var ki işin sonunda ikisi de gösterilmedi.

Bana kalırsa La Rabbia öfkeden değil, inanılmaz bir tahammül gücünden ilham alıyor. Pasolini dünyadaki hadiselere cesaret ve sağduyuyla bakıyor. (Rembrant’ın resmettiği melekler de aynı bakışa sahiptir.) Bu tutumun nedeni, üzerine titrememiz gereken yegâne şeyin hakikat olması. Bunun fevkinde hiçbir şey düşünülemez.

Açgözlülerin ve iktidar sahiplerinin riyakârlıklarını, yarı-doğrularını ve sahtekârlıklarını toptan reddetmesinin nedeni onların, hakikati görmeyi engelleyici bir tür körlük olan cehaleti üretmekte ve beslemekte olmasıdır. Ayrıca onlar, en değerli mirasımız olan dil hafızası başta olmak üzere, hafızaya sıçrar.

Ancak, onun tutkun olduğu hakikatin hayata geçirilmesi hiç de kolay değildi, zira o dönemde çok derin, tarihi bir düş kırıklığı yaşanıyordu. 1945’te faşizmin yenilgisinden sonra yeşeren umutlara ihanet edilmişti.




Malick ve Hidden Life Üzerine (Zeki Z. Kırmızı)

"Malick'in filmi, görüntü yönetimi ve kameranın yüceltimi körükleyen titizce planlanmış kullanımıyla etkisini katlamış bir film ama beni huzursuz eden, çok da yanlış bulduğum bir film. Sistemin tam çekirdeğinden çıkmış rafine bir yapım. Özellikle de ideolojik anlamda. Üstelik ideolojinin Hristiyanlığın kaynaklarından başlayarak Amerikanofil yeni dinsel yorumlarına dek en gerici çizgisinden yürümekle de yetinmiyor, sınıflı toplumların ama en çok da kapitalizmin yarattığı, hatta fetişleştirdiği 'kutsal'lara da (pastoralizm, tarım, çiftçilik ve erdem, bireysel özgürlük, lanetlenme, yalnız ve erkek kahraman, çekirdek aile, anne ve eş olarak, kız çocukları olarak paketlenmiş ve evcilleştirilerek sindirilmiş kadın-lık, tüm kötülüklerin indirgenmiş kaynağı olarak gösterilen ve başka da hiçbir yerine dokunulmayan faşizm ve onun simgeleri, ki Almanca, Hitler, vb., kötülüğe boyun eğse de direnen vicdan ve kilise gibi...) gerçekten yeni bir biçim verip tümünün yeniden yut(tur)ulmasını sağlıyor. Tehlikeli bir film. Eğer eleştiri gücümüzü kenara bırakıp da gözü kapalı özdeşleşme üzerinden yol alırsak... Çünkü olağanüstü bir kılıfla gizleniyor gerici ideolojik öz. Yükselen Alp doruklarının ve dağların eteklerinde süren saf, erdemli yaşamların dolaylı olarak seyircide yarattığı Tanrıya yakınlık duygusu, mide bulandırıcı bir mistisizmden ve el çabukluğuyla yaratılan bir dizi eşitlemeden (kişi (isa)=özgürlük=doruk=tanrı= sürü düşmanlığı, vb) başka sonuç verebilir miydi? Aklımızı tutsak kılıp onların düşündüğü, daha doğrusu inandığı gibi inanmamızı istedikleri, hatta dayattıkları çok açık. "Karakterin sivil itaatsizliğini ruhun ölümsüzlüğü bağlamında düşünürsek eylemi gerçekten bir fedakarlık mı yoksa bir başka güce itaat mi?" tümcen benim için önemliydi. Doğru yerden yakalamışsın gibi geldi bana. " (27 Mart 2020) 

Yukarıdaki kısa not,  İsmail'e yazdığım iletinin Malick'in filmiyle (Hidden Life, 2019) ilgili bölümü. Elbette tek yapıt üzerinden böylesi keskin yargılar verdiğim az olmuştur ama filmde inanılmaz bir açıklık, doğrudanlık söz konusuydu ve iki kez düşünmeyi gereksiz kılıyordu Malick'in açık sözlülüğü. Arkadan önerdiğin iki önceki filmi Tree of Life'ı (2016) dün gece bitirdim. Doğrusu yargılarım pekişti. Daha kötü, film olarak da kötüydü. Araştırdım. Şu uyduruk Vikipedi'de aşağıdaki pasajı buldum. Senin görmemen olanaksız elbette. Ben gözümün önünde dursun diye aşağıya alıyorum. Bu arada belirteyim, tam Malick üzerine yazacak kıvamda kışkırtılmış görüyorum kendimi ama yazmayacağım. Bugüne dek daha çok karşı çıktığım şeylerle uğraştım. Artık o kadar zaman varsılı değilim. Kısa bir iki şey söyleyeceğim sana ve kapatacağım. Burada benim merak ettiğim şey elbette Malick ve sineması değil, senin Malick'le kurduğun bağın nesi, nasılı? Senin ne gördüğün... Bu önemli benim açımdan. Sen derken Malick'in karşısında birçok genç insanı da kastediyorum. Aşağıda yazanlar Malick poetikasını hemen hemen açıklıyor zaten. İpuçları taşıyor. Ana izleklerini, kendi geçmişi ve yaşamına borçlu. Baba yanı Ortadoğu Süryani. Harvard: Felsefe. Varoluşçuluk üzerine odaklanma ve Heidegger üzerine bir yazı. Felsefe dersleri de vermiş... Eh, Alplerin gizemi de böylece açıklanmış oluyor. Ama daha önemlisi...

Terrence Malick Ottawa - İllinois’te doğdu. Waco -Texas ve Oklahoma’da büyüdü. İrene ve bir Jeolog olan Emil A. Malick’in oğludur. Baba tarafından dedesi ve büyükanne’si Suriye ve Lübnandan göç etmiş Asur'lu Hristiyanlardır. Ailesi Bartlesville, Oklahoma’da yaşamaktayken kendisi Austin, Texas’ta bulunan “St. Stephen's Episcopal School” okuluna gitti. Malick’in kendisinden küçük iki erkek kardeşi vardı: Chris and Larry. Bir gitarist olan Larry Malick 1960’ların sonlarında Andrés Segovia ile çalışmak üzere İspanyaya gitti. 1968’de Larry müzikal çalışmaları üzerindeki baskı sebebiyle kasıtlı olarak kendi ellerini kırdı.Babası Emil, Larry ‘ye yardımcı olabilmek için İspanyaya gitti ama Larry görünüşe göre intihar ederek kısa bir süre sonra ölmüştü. Malick Harvard Üniversitesinde Stanley Cavell’ın öğrencisi olarak Felsefe okudu. 1965 yılında “summa cum laude” ve “Phi Beta Kappa” ile ödüllendirilerek mezun oldu. Rhodes bursu ile Magdalen College, Oxford’a girdi. Tezinde yer verdiği KierkegaardHeidegger ve Wittgenstein’in dünya kavramı kendisi ile Okutman Gilbert Ryle arasında bir tartışmaya yol açmıştır, Malick Doktorasını almadan Oxford’u bırakmıştır.1969 yılında Northwestern Üniversitesi Malick tarafından İngilizce’ye çevrilen Heidegger’in “Vom Wesen des Grundes” (İngilizce: The Essence of Reasons) ’denemesini yayınladı. ABD’ye geri döndüğünde serbest olarak gazetecilik yaptığı sıralarda Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nde (MIT) felsefe dersleri verdi. NewsweekThe New Yorker ve Life’ta makaleler yazdı.  

...daha önemlisi üç kardeşten en büyüğü Terence Malick ve küçük kardeşin (Larry, ki sanırım Yaşam Ağacı, filmindeki adı da buydu ve o da gitar çalıyordu) canına kıyması. Yukarıda kısaca yazıyor öykü. Bundan Yaşam Ağacı'nın bir aile filmi olduğu, aileye ve özellikle Larry'ye adandığı söylenebilir. Ama usta yönetmen, iyi bir senaryo yazarı ve kurgucu aynı zamanda, filminde açıklamalardan kaçınıyor haklı olarak. Hemen çağrışımla aklıma Nick Cave ve son albümü geldi. İkiz çocuklarından biri uçurumdan düşmüştü. Albümü bununla ilgiliydi (Ghosteen, 2019).