Yunan*! (Grek!) Kuru ama zarif bir sözcük bu, kısa, dahası kırılmış gibi, biraz da sarp; bu nitelikler Jean Cocteau’yu belirleyiveriyor hemen. Sözcüğün kendisi özenle kesme işinin bir ürünüdür. Bir tahta kütleyi yontup onun ağırlığını hafifleten bir işçi misali yongalarını gaspettiği bir maddenin ağırlığından kurtularak özgür kalan bir şairi göstermektedir. Şair ya da yapıtı ki bu da kendisi oluyor tabi-ilginç bir kalıntı olarak, -“Yunan" sözcüğü gibi- tuhaf bir şekilde yarıda kesilmiş olarak, kesin, sert ve ışıl ışıl durmaktadır ve bir bir sayıp dökmek istediğim birtakım erdemler içerir. Özellikle ışık yayma gücü, önce tekdüze ve acımasız, hiçbir gizemi olmayan bir görünümün ayrıntılarını açıkça gösteren bir aydınlatma: Yunan klasisizmidir bu. Şarini zekâsı, sonuçta, yapıtını o denli beyaz, çiğ bir ışıkla aydınlatır ki bu yapıt soğuk görünür bize. Bu yapıt karışıktır aynı zamanda, gövdesinin ahşap kısımlarından ya da kaidelerinden her biri özenle işlendikten sonra kırılmış ve öylece bırakılmış gibidir. Bugün yabancı güzel kızlar onu görmeye gidiyorlar. O ise pırıl pırıl bir havada mavilikler içinde yüzmektedir.
Jean Cocteau'dan söz etmek için eğretilemeye başvurmuş olmamız basit bir oyun değildir. Yunan sözcüğünü kendisi seçmiştir. Yunanistan'ın ününü eksiksiz yaymak için bunu yeğlemiştir. Yunanistan'ın alttan alta ne kadar karanlık, ne kadar kaba, saçmaya varan bir anlam ifade ettiğini bilmektedir çünkü. .. Oysa Opera'dan Renaud ve Armide'e kadar kırık dökük sütunların, mabetlerin, bütün bunların, kendisini dile getirmeye değil gizlemeye karar vermiş bir ızdırabın, bir umutsuzluğun görünen biçimleri olduklarını tahmin edebiliyoruz. Bu ızdıraplar, umutsuzluklar bu biçimleri, büyük bir incelikle ama aynı zamanda Hellad'ın soylu çöküşünün uçan bir dünyayla ilintilendirildiği günden beri biraz da bizim dünyamıza dönük bir görünümle zenginleştirmektedirler. Şairin acıklı durumu işte burada yatar. İnsanla yoğrulmuş, bazen pis kokan derin bir topraktan sıcak dalgaları yükselir ve zaman zaman utançtan yüzümüz kızarır. Bir tümce, bir dize, neredeyse masum bir çizgiyle çizilmiş bir resim sözcüklerin arasından, kesişme noktalarından, yoğun bir yer altı yaşamının belirtisi olan ve bazen iğrenç kokan ağır bir havanın çıkmasını sağlar.
Böylece Jean Cocteau'nun yapıtı fırtınalı havalarda uçan ve bizim uygarlığımızın ağır yüreğine gelip takılan hafif bir uygarlık gibi görünmektedir bize. Şairin varlığı da bir şeyler ekler buna, zayıf, düğüm düğüm zeytin ağaçları gibi bir görünüm kazanır o zaman.