Cesare Pavese etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Cesare Pavese etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Kulübe Güncesi: Bir imge

 



" Kulübesinde tek başına tencerenin dibindeki yağı sıyıran bir adam. Kimi günler bir bıçakla yapıyor bu işi, kimi günler tırnaklarıyla; bir zamanlar tencere dolu, içindeki yemek de lezzetliydi; ama artık yemek kokmuş, adamın bir lokma bulması içinse, kırık tırnaklarıyla tencereyi kazması gerekiyor. Yarın da aynı şeyi yapacak, öbür gün de.

Benim yüreğimin derinliklerinden bir iş çıkarmaya çalışmama benziyor."

Pavese


Cesare Pavese'nin Sonu Olmayan İntiharı

Cesare Pavese'nin Sonu Olmayan İntiharı

 9 Eylül 1908 – 27 Ağustos 1950


 Albert Camus'nün ve Karl jaspers'in, meşhur metinlerinde, intihara dair yazdıklarına göndermede bulunmak isterim. Albert Camus'nün konuyla ilgili çarpıcı değerlendirmeleri şunlardır:

"Gerçekten de ciddi olan bir tek felsefi sorun bulunmaktadır:
O da intihardır. Hayatın yaşanmaya değer olup olmadığı hakkında
yargıda bulunmak, felsefenin en temel sorusunu yanıtlamak
demektir." 

Camus şöyle devam eder:

 "İnsanın kendini öldürmesi,
bir anlamda ve tıpkı melodramda olduğu gibi, itiraf etmek demektir:
Kişinin, hayatın kendisini aştığını ya da hayatı anlamadığını
itiraf etmesidir.

Bunlar, insani açıdan taşıdıkları radikal ve simgesel anlamları yitirmemiş olan ve acıklı intihar olayıyla, intiharın bilinmezlikleri ve giziyle karşılaştığımızda her birimizde yeniden
filizlenen değerlendirmelerdir.

Karl Jaspers'in felsefi deneyimlerinden de ziyade, olağanüstü psikopatolojik deneyimlerinden kaynaklanan düşünümleri, ölüme dair istemli arayışın varoluşsal temellerini görür gibi olmamızı
sağlamaktadır.

"İntihar dramında doğrudan doğruya rol almış kişi, bir şekilde
insaniyet becerisi kazanmışsa ve ruhun meselelerini açıkça anlamaya
biraz meyilliyse, bir şeyi kabul etmenin gerektiğini düşünecektir:
O da bu tür bir olayı açıklayacak tek bir neden olamayacağıdır.
En nihayetinde intihar daima bir sır olarak kalacaktır." 

Ardından da daha da kati bir netlikle şöyle demektedir: 

"Görünen o ki, en kolay ve rahat yol, bunu, akıl hastalığı varsayımına dayandırmaktır.
Zira intihar eden her kişiyi akıl hastası şeklinde tanımlayacak
kadar ileri gidilmiştir. Böylelikle intiharın nedeniyle ilgili sorun
sona erdirilmiştir. İntihar sorunu çabucak çözülüp normal dünyanın
dışına atılıverilmiştir. Ancak hal aslen böyle değildir." 


KAPSAM


Psikopatolojik bir yaşam biçiminden doğan insani bir deneyim mahiyetindeki intihar ve bu mahiyette olmayan intihar, Karl Jaspers'in dediği gibi, her halükarda nüfuz edilmez bir sır damgası taşır:

İntihar arayışında bulunmuş, ardından da istemli ölümü gerçekleştirmiş kişinin içselliğinin uçurumlarına yanaşıldığı ölçüde, bu sırrı bir nebze aydınlatmak mümkündür.

Bu içeriksel ufuktan hareketle, Cesare Pavese'nin mektup, günce ve şiirlerine atıfta bulunarak, yaşadığı deneyimlerde, kaygı ve önsezilerinde intihar fikirlerinin (intihar ile ilgili hayallerinin ve
buna eşlik eden itkilerinin) ne şekilde biçimlendiğine eğilmek isterim. Bu amaçla, fırtınalı ergenlik döneminden başlayarak, içeriksel ifadeleri dönüşümlü süreçler sergilemekle birlikte, duygulanımsal
kökenleri bakımından aslen süreklilik arzederek yayılım gösteren intihar fikirlerinin tamamen somutlaştığı yetişkinlik dönemine dek uzanacağız.

Kronik (diya-kronik) intihar durumu ifadesinden, ergenlikten başlayarak intiharın gerçekleştirildiği zamana dek uzanan istemli ölüm özlemini anlayabiliriz. Söz konusu olan, daha ergenlikten
beri intiharın büyülü ve kontrolsüz albenisine kapılmış ve içsel hayatlarının fırtınalı girdaplarına ve eli kulağında yıkımına inmiş kaderlerdir. (Bu; sadece Cesare Pavese, Karoline von Günderrode
ve Heinrich von Kleist için değil, Paul Celan, Gerard Nerval, Antonia Pozzi ve Georg Trakl için de geçerlidir.) İntihar, gerçekleştirilmiş intihar kadar denenmiş ama başarısızlığa uğramış
intihar da, karşımıza, her defasında, sırlı ve elden kaçıcı şifreleriyle çıkar: Bu şifreler; hiçbir zaman ya da hemen hemen hiçbir zaman, insani eylemlerin, özellikle de nihai ve geri dönüşsüz meydan okumaların mührünü taşıyan insani eylemlerin: İstemli ölümün elle tutulmaz girdaplarının öznelliğine, içselliğine ve dile gelmezliğine yabancı kalan geometrik istatistiksel şemaların tektipleşmiş ve birimselleşmiş haliyle çözülmez. Öte yandan, sonu olmayan bir arayış
içinde, kadın ve erkek hastaların içselliğinin gizli anlamlarını çözmekle ilgilenen hermeneutik psikiyatrinin, psikanalitik (Freudcu ve Jungcu) ve fenomenolojik psikiyatrinin varoluş nedenlerini
belirleyen bilişsel patikalar da bunlardır.

Elbette ki, kronik intihar durumunun klinik ve psikopatolojik kategorisi tek yönlü değildir: Bu durumun kökenleri, zaman zaman, belki de Antonia Pozzi'de olduğu gibi, elden kaçıcı ve dur
durak bilmez gelgitleri bulunan depresif halde yatabilir. Ama bu kökenler, Margherita'da olduğu gibi, kaygı ve kendine yönelik öngörülmez saldırganlık kasırgaları içeren psikotik dissosiyasyonun
dalgalı sularında da yatabilir. Ancak bu kökenler, Pavese'de olduğu gibi, her halükarda psikotik bir yön taşımayan, sorunlu ve karmaşık kişiliklerde de yatabilir.

Her kronik intihar durumunun, bu duruma dahil edilebilecek her klinik gerçekliğin ortak noktası, önceden de demiş olduğum üzere, zamanda süreklilik gösteren öz yıkım meylidir. Bu meyil,
ergenlikten (ortak kaynakları olan ergenlikten) başlar ve intihar eylemi halini alacağı gençliğe ya da yetişkinlik dönemine dek dur durak demeden, tedavilere, uygun farmakolojik ve psikolojik tedavilere
bile direnir ve duygulanımsal hayattaki manidar olayların ışığında dahi dönüşüme uğramayarak yayılır.


PAVESE


Nedim Gürsel'in Pavese üzerine yazdığı erken tarihli bir yazı (Yeni Dergi / Ekim 1973):

ÖLÜM GELECEK




Cesare Pavese'ye duyduğum ilk ilginin nedeni "ölüm gelecek... adlı şiirinin bende uyandırdığı çağrışım oldu.

Herkese bir bakışı var ölümün ölüm gelecek ve senin gözlerinle bakacak dızelerini okuduğumda on yedi yaşındaydım henüz; — bundan beş yıl kadar önce "Yeni Dergi "nin intihar özel sayısında yayımlanmıştı bu şiir — o dönemdeki deneylerimle aşkın ölüme yakınlığını simgeleyen bu dizeler arasında bir bağlantı kurulabileceğini düşünmüştüm. Yaşam-ölüm ikileminin karşıtlıktan çok bir süreklilik oluşturması, bilinçaltındaki ölüm dürtüsünün aşk ilişkisine de yansıması, giderek histeriye dönüşme olasılığı, İstanbul'da aydın çevresine sokulmaya çalışan küçük burjuva kökenli birçok genç arkadaşım gibi beni de etkiliyordu. Oysa bu dizelerde duyarlık değil bir durum, hattâ o durumu aşan belli bir sorun sözkonusu. Bugün beni Pavese üstüne yazmaya iten de karşılığını bir gencin duyarlığında bulan çağrışımları anımsamaktan çok yazarın küçük bir ayrıntıda, bir "bakış"ta somutlaştırdığı ölüm imgesinin ardında yatan çağdaş gerçek oldu. Pavese'nin, kısa bir süre önce Türkçede "Yaşama Uğraşı" adıyla yayımlanan günlüğünü okurken dünyayla somut bağlar kurmaya çabalamış, yaşamı bütün nesnelliği içinde kavrayabilmek isteyen bir insanın ölümü seçmesinin nedenlerini düşündüm. Bu seçmeyi bazı özel koşullardan çok genel bir durumun, bir çağdaş sorunun — gerçeklikle ilişki kurabilme, dünyayı değiştirme sorunu — belirlediğine inandığımdan Pavese'nin intiharı üstüne değil, ama Pavese üstüne yazmak istedim. Önce şunu belirteyim bir yazarın kişisel serüveni yarattığı dünya açısından ilgilendiriyor beni. Bu dünya insan bilincine yabancı kalmadığı, tarihin itici gücü olan sınıf çatışmasında geleceğe dönük yerini aldığı ölçüde yazarın bireysel deneyi insanlığın ortak deneyine bir katkıda bulunabiliyor. Pavese'nin yapıtına da, onu birey olarak çöküşe götüren varoluşunun kafamızda uyandırdığı sorulara da bu anlayışla yaklaşmak gerekir sanırım. Yoksa her kişisel edimi toplumsal gerçekliğin dışında, benzersiz ve anlamını yalnız kendi içinde taşıyan kapalı bir birim olarak değerlendirme yanlışına düşeriz. Bu da doğruluk yönünden geçersizliği bir yana bireyi sınıf çatışmasının, toplumsal ilişkilerin dışında ele alan idealist bir aydın tavrıyla bütünleşmek olur.




https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2014/10/arture -cesare-pavese.html


PİEMONTE TEPELERİ

26 Mayıs 1938'de Pavese günlüğüne şunları yazmış:

“Yazdıkların için zengin bir kaynak bulduğun tek dönem 6-15 yaşların arasındaki yıllardı. O zamanlar belli bir olgunluğu ve havası olan hikâyelerle şiirler hemen aklına geliyordu, bunun nedeni de şuydu o yıllarda, bir dana gibi ilgisiz, ama 'dünyada', çevrendeki dünyanın bir parçası olarak yaşıyordun. Benliğin dünya ile arandaki gündelik bağlara ilgi duyuyor, seninle dünya arasındaki duygu alış-verişini etkilemiyordu."

Burada "dünyada olmak" bir anlamda insanın kendisini nesnelerle özdeşlemesidir. Çocukluğunu geçirdiği Torino yakınlarındaki San Stefano Belbo köyünü çevreleyen doğa, özellikle de tepeler Pavese'nin yapıtı için tükenmez bir esin kaynağı oldu. Yaşamı boyunca içinde taşıdığı çocukluğu dünyayla arasına giren uzaklığa bir misilleme gibiydi. Çünkü dış dünyanın bir parçası olmak, kendini yaşamın içinde duyabilmek ancak, gerçekliğin her türlü yanlış bilinçlenmenin dışında algılanabildiği çocukluk döneminde mümkündür. Oysa dış dünya bir nesne olarak kavrandığı ölçüde, yani insanın kendisini dışta tutabildiği sürece nesnel bir gerçeklik kazanabilir. Ama bir de, bu nesnel gerçekliğin oluşturduğu bir iç dünya, yani "varlık"ın belirlediği "bilinç" var. Her birey gibi Pavese'nin de yaşamına yön veren, başka bir deyişle onun varoluşunu çizen bu "dış" ve "iç" karşıtlığının oluşturduğu dinamiktir. Ne var ki, içinde yaşadığımız sınıflı toplumda bu karşıtlığın dengeli bir çözüme ulaşamaması bazı dirençsiz kişilerde yaşamdan çok ölüm eğiliminin ağır basmasına yol açabiliyor. Belirli koşullar yüzünden kişinin iç dünyasının aşınması, bireyin nesnel gerçekliğin yankısını duyurabileceği bir iç ortamdan yoksun kalması yaşama direncini azaltıyor ister istemez. Pavese'nin dünyasına yaklaşmak isteyen herkes bu soruna değinmelidir, bence. Çünkü yazarın yapıtıyla kişisel serüveni arasındaki ilişki ancak bu açıdan bir yaklaşım denemesiyle ortaya konabilir. Hele sözkonusu yazar yaratıcı eylemini "ben"le "ben olmayan” arasında gidip gelen. bu yüzden acı çeken, en sonunda her ikisinin de dışına düşen bir bilinç aracılığıyla gerçekleştirmişse.

"Tepelerdeki Şeytan”ın  bir yerinde romanın başkişisi Poli şöyle der "İnanılır şey değil, içimizdeki en eski ruh çocukluğumuzdan kalmış bize. Hep çocukmuşum gibime geliyor. Çocukluk edindiğimiz en eski alışkanlık olmalı"’ (s. 280).

Pavese'nin yapıtlarındaki dünyayı Piemonte bölgesiyle sınırlandırması yazardaki çocukluk özleminden çok, iç dünyasına. imgelem gücüne kaynaklık eden ilk gerçekliğe sıkı sıkıya sarılmasından geliyor. Tinçözüm (psychanalyse), psikozu çocukluktan kalma özlem ve hayallerin yetişkin insan ”ego"sunu kaplayıp iki dünya arasında uzlaşma olanağının bütünüyle ortadan kalkması olarak tanımlar. Amacım Pavese'nin tinsel yapısını freudçü bir yöntemle inceleyip bazı tartışma götürür sonuçlara varmak değil. Ben yalnızca yazarın "Köyün kente, doğanın insan hayatına, çocuğun adama dönüşmesi" olarak nitelediği şiirlerinde, daha sonra yazacağı öykülerin hemen tümünde ve romanlarının çoğunda ele alacağı çocukluk temasının aslında bir kişiliğini bulma — kendisi olma — sorunuyla olan bağlantısına dikkati çekmek istiyorum.

 "Benim bile, konusu Piemonte'ye bağlı olmayan bir şiir yazabilmem gerekir elbet. Gerekir ama, bugüne kadar yazamadım böyle bir şiir. Kökleri doğuştan çevreme bağlı olan imgeleri özümlemekten öteye geçemedim demek ki. Başka bir deyişle, şair olarak sanatımda bir kör nokta, istemediğim, ama bir türlü de yok edemeyeceğim, elle tutulur bir sınırlılık var. Gerçekten nesnel bir tortu mu bu. yoksa kanıma karışmış vazgeçilmez bir şey mi?" 

Sanat ve İntihar

İçsel bir trajediyi sanatsal bir biçimde anlatmak ve böylece boşalmak, kendi trajedisini yaşarken duygulanımlarını soruşturan ve izlenimlerinin zarif kozasını dokuyan, kısacası yaratıcı düşüncelerinin tohumlarını atan bir sanatçının erişebileceği bir şeydir. Böyle bir çılgınlık fırtınasını sonuna kadar yaşamak, bastırılmış duyguları bir sanat eserinde dışa vurmak, intihara karşı sunabileceğimiz tek gerçek alternatiftir. 

TORİNO'DA ÜÇ ÖKSÜZ


Melancholy and Mystery of a Street, G.Chirico

Bir kent ve orada sığınacak bir yer bulan üç öksüz. Yalnız, dalgın ve avunmasız bu insanlar Torino'ya ayak basarlar. Torino aristokratik barokun şaheseridir; geniş, dümdüz ve ağırbaşlı bir sadelik içindeki ağaçlı caddeleriyle, araba sellerine rağmen, Chirico'nun tablolarındaki gibi sonsuz bir ıssızlık gibidir. Chirico, bu yalnız yaşayan Yunanlı, İtalyan birliğinin başbakanı Cavour'un sultasındaki Savoie hanedanlığının başkentinde görece bir huzur bulmuştur.



Nietzsche, güneyin değişik kentlerinde, Nice'te, Menton'da, Cenova'da, güneşin acılarını ve iç sıkıntılarını dindirmeye yetmediği bu kentlerde aylak aylak dolaştıktan sonra limanına ulaşır. Torino, onun için umut vahasıdır, ona en büyük sağlığı sunacak olan bir mucizedir. Kendini çok iyi hissettiğinden; saf, kuru ve hoş kokulu havayı soluduğundan, hiç uyumamış gibi uyuduğundan ve yaşama gücünden dolayı vazgeçmez buradan; kirası oldukça azdır, sarayında bir derebeyi gibidir, kaldığı bölüm herkese açık bir derebeyi konutunun bir bölümüdür sanki. Nietzsche, tam bir manastır ya da kütüphane sessizliğindeki bir başkentin bütün rahatlığını ve büyüsünü yaşatan bu kente hayrandır. Her gün kemerlerin altında kahvesini içmeye gider, ırmak boyunda bir gezinti yapar, uygarlaşmış kırlarda serüvenlere atılır ve aynı tratoryada yemek yer, burada dikkatli ve kibar hizmetçiler ona, Almanların hayvan yalı gibi yemeklerinin tam tersine, hafif ve rafine yemekler tattırırlar. Bu koşullarda Nietzsche tam bir coşku mutluluk içinde yazar yazılarını. Kendini dünyaya yaymak zorunda gördüğü en yüksek fikirlerin bir temsilcisi gibi hisseder. 1889'un başında, birden bire yıkılıp gitmesi Torino'da olur yine de. Uzun süren sessizlik dönemi başlar o zaman; Torino'dan uzakta, 25 Ağustos 1900 yılında ölümüne kadar...

Arture 555, 556, 569, 630, 650 : Cesare Pavese



"Daha önce yanımda bir kadınla uyanmadığımı, sevdiğim kadınların beni asla ciddiye almadıklarını ve doyuma ermiş bir kadının erkeğe yönelen o minnettar bakışını görmediğimi söyleyebilir miyim sana, aşkım."

 Çabucak boşalıveren şu adam olarak doğmasa çok daha iyi olurdu. 
İntiharı haklı gösteren bir kusur bu.

İşte sevgili dostum Pavese'nin durumu. Yaşama Uğraşı'na kendisi tarafından korkunç bir açıklıkla verilen özeti! Tragedya mı, komedya mı? Bu konuda hiç doktora danışmadığına göre, ikisi birden diyebilirim.


"Aradığım şeyin, yalnızca daha önce gördüğüm bir şeyi görmek olduğunu açıklayabilir miydim birine? Yük arabaları görmek, ambar görmek, fıçı görmek, demir parmaklık görmek, hindiba görmek, mavi kareli bir mendil, su matarası, bir kazma sapı görmek olduğunu? Yüzler de hoşuma gidiyordu böyle, onları hep görmüş olduğum şekilde: kırışıklarla dolu yaşlı yüzler, güvercinlik biçiminde damlar. Benim için, mevsimler geçiyordu, yıllar değil. Rastladığım şeyler ve konuşmalar öncekilerle ne kadar aynı olursa, -kızıl sıcaklar, panayırlar, eski, dünyanın yaratılışından önceki hasatlar- o kadar haz duyuyordum. Çorbalar, şişeler, budama bıçakları, harman yerindeki ağaç gövdeleri için de aynı şey geçerliydi."


İntihar Şehitlerine

İyi de alıp veremediğiniz ne intihar eden zavallılarla?

Budala, gerizekalı, korkakmış gibi davranıyorsunuz onlara, sanki her birinin kendine özgü korkunç ve sayısız gerekçesi yokmuş gibi.

İnsani ve tanrısal acıma duygusu, bu son nokta karşısında, her fedakarlığın, her vazgeçişin, en yüce "ahlak"ın, çıkarlardan, en bayağı çıkarlardan, insanın çıkarı için yaratılmış değerlerden başka bir şey olmadığını yüzsüzce ortaya koyacak kadar kaba ve dar görüşlü biçimde yararcı mı öyleyse?

Siz, pek çok yüce şeye yatkın olanlar bile, dünya ilişkilerinden gönüllü çekilme edimi karşısında, merhametsiz olduğunuzu ortaya koyduğunuza göre, öyle olduğu apaçık. Çıkarınıza olduğu sürece geçerli acıma; ama bir insan size çıkar sağlama olanağından el çektiğinde, o zaman bütünüyle birer hayvan olduğunuzu ortaya koyuyorsunuz, olmak istemediğiniz birer hayvan.

Gene de size diyorum ki, intihar eden kişi bir şehittir, bütün dinlerin şehitleri kadar değerli bir şehit. Ve dinden kastım, insan ruhunun her türlü tutkusudur, Tanrı ya da hepsi birer ilah olan idelerdir.

Şehit çektiği acılarla ve kanıyla, bir bütün oluşturan düşüncesinin ve duygularının içtenliğini -artık bayağılıktan arınmış ruhunun içtenliğini- kanıtlayan kişiyse; intihar eden kişi de, yalan söylemek yerine (kendine ve başkalarına), yararsız olduğunu hissettiği bir çabayla, aynı ölçüde yararsız ve yabancı olduğunu hissettiği bir düzene zorla uyum sağlamak yerine, kendini öldürmeyi, kendine o büyük acıyı, bütün acıların o en büyüğünü vermeyi yeğlediğinde, niçin bir şehit olmasın?

Bir insan, kendi görüşünce, ölümü aştığını, yaşamla ölümü kendi içtenlik bilincinin doruğundan değerlendirdiğini ortaya koyuyorsa, bırakın erdem tacirliğine soyunup "bu dinsizliktir" diye yaygara koparmayı.

Elbette, onunki de yararcılıktır gene (yaşamda ne yararcılık değildir ki?), ama hiç olmazsa salam ticaretinden farklı bir yararcılıktır, ruhu yücelten, altüst eden ve yüce bir esrimeyle yükseklere çıkaran bir yararcılıktır.

Elbette, her şey yararcılıktır yaşamda, ama ruhum değerler arasından seçim yapmayı bilir.Bazı değerleri özüne daha uygun bulur. Öyleyse niçin kendimi onlara atmayayım var gücümle?

Niçin zorunlu olsun böyle acımasızca küfretmek, yüce değerleri uğruna kendini feda edenlere?


CESARE PAVESE
(21 Ekim 1927)

Pavese - Tezer Özlü

Yılın bu en güzel ilkbahar gününde bir an, bir saat ya da süresizlik gibi algıladığım bu belirsiz sürede "Acının Durgunluğu"nu okurken tüylerim ürperiyor. Pavese'nin doğduğu gün doğduğumu şaşarak öğreniyorum: 9 Eylül. Ben geceyarısından sonra. Ama Anadolu'da geceyarısı geçtiğinde, S. Stefano Belbo'da henüz belki de gece yarısı olmamıştı. Aynı gün. Aynı yıl değilse de. Ben, onun intiharından yedi yıl önce. Niçin burada hep Pavese okuyorum. Zamanı kaldıran olgu, hep benimle birlikte kılıyor onu. İstanbul'da da onu okumadım mı. Yüreğinin atışlarını, gözümün algıladığı tüm görüntüleri yalnız onun çizdiği resimlerle, onun biçimlediği cümlelerle, onun bulduğu sözcüklerle birleştiriyorum. Nedir: Benliğimi bu denli onunla özdeşleştirmemin nedeni nedir.


*

İntihar ettiği 305 numaralı odaya giriyorum. Burası herhangi bir oda. Ne sıkıcı, ne boğucu. Ne büyük, ne küçük. Ne aydınlık, ne karanlık. Ne canlı, ne ölü. Ne ölüm, ne de intihar kokuyor. Öylesi bir oda. Çok etkilenmiyorum. Oda yenilenmiş. Pavese'nin yaşamının son gününün hiçbir izini taşımıyor. Bir kapı daha açtığında, banyo ya da bir dolapla karşılaşacağımı sanıyorum. Karanlık bir yere giriyoruz. Odanın kepenkleri kapalı. Karanlıkta darlığı algılıyorum. Yalnız karanlık bir darlığı algılamakla kalmıyorum. İntiharı algılıyorum. Aramızdaki uzaklık yitiyor. O, varlığımı bürüyor. Varlığımın tüm zaman ve zamansızlığını. Sonsuz intiharı bürüyor beni. Yalnız olsam yıkılıp kalacağım. Bu yatağa uzanacağım. Haykıracağım. Ağlayacağım. İşte ölüm burada. Ölümün her çeşidi. Oda bu: tabut. Otel Roma'nın 305 numaralı odasının yanına gizlenmiş bir mezar.

Fotoğrafını gördüğümü sandığım aynı tahta karyola. Üzerinde giysileriyle Pavese'nin cesedinin bulunduğu yatak.

odadaki o günden kalan diğer eşyalar: dört çekmeceli bir tahta dolap. Küçük bir komodin ve bir iskemle. Bütün bu eşyaların korunmuş oluşu, beni onun son akşamıyla dolduruyor. Tavan, taban ve duvarlar yenilenmiş, o yıllarda daha boğucu olmaları gerek. Yatağın arkasındaki kapı, banyoya açılıyor.

305 numaralı odanın bu gizli mezarına daha önceleri gelmiş olmalı. Yalnız ölmek için değil, ölüme hazırlanmak için de. Buralar uzun uzun düşünülerek yaşanmış yerler: Felice Alanı, Otel Roma, asansör, koridor, gizli mezarı ile 305 numaralı oda, Torino'nun yalnız ve ılık yaz akşamlarında uzun uzun yaşanmış, hazırlanmış bir intihar bu.


...


28/29 Ağustos 1950 tarihli bir gazetede şu haberi okuyorum:       


Gazzette Serra
28/29 Ağustos 1950
20 Lire

Birinci sayfadaki soldaki haber onun intiharı ile ilgili. 20:30'da otele geliyor. Yirmi iki uyku ilacı alıyor.
(O tahta karyola üzerinde cesedi takım elbisesi ile bulunuyor. Yalnız ayakkabılarını çıkarmış.)

"Herkesi bağışlıyorum ve herkesten özür diliyorum. Sözcükler yok. Yalnız bir davranış. Bundan böyle yazmayacağım."

Ertesi sabah otel odasına bir kedi ile birlikte giden hizmetkar onu böylece buluyor.







"Ölüm birşey değil. Ölüm hiçbir şey değil" diyor Svevo son olarak.

Ya intihar.



 9 Eylül 1908 – 27 Ağustos 1950



Artık yazmayacağım - Cesare Pavese

26 Mart 1938

Gizlice en korktuğumuz şey her zaman başımıza gelir.


18 Ağustos 1950

Gizlice korkulan şey hep gerçekleşir sonunda.
Yazıyorum: Ey sen,acı, peki sonra?

Bütün gerekli olan biraz cesaret.
Acı ne kadar ortaya çıkar ve kesinleşirse, yaşama içgüdüsü o kadar ağır basıyor ve intihar düşüncesi zayıflıyor.

Kolay sanmıştım ilk düşündüğümde. Zayıf kadınlar yapmıştı bu işi. Alçakgönüllülük istiyor, kendini beğenmişlik değil.

Tiksiniyorum bütün bunlardan.
Sözler değil.Eylem.Artık yazmayacağım.

Pavese - Tezer Özlü

" Tanrı bana büyük yetenekler vermiş. Bazılarına kanseri vermiş. Kimini budala olarak yaratmış. Kimini daha çocuk yaşta ölüme göndermiş. Tanrı'nın büyüklüğünün nerde olduğu belirsiz. İşte beş bin liret. Castellanzzo rahibi için. Kendi öykülerini anlatsın, kendi dinlesin. Hiç değilse anlattıklarına kendisinin inandığını umalım.
Kendinize bakın. Bana gelince, kendimi buz parçası içindeki balık gibi duyuyorum."



CIMITERO PRINCIPALI Mezarlığı.

İnsanın düşlerini ve imgelem gücünü aşan bir görüntü. Bu kapıların ardı, Katolik dininin tanımladığı cennete mi iniyor. Sessiz. Benden başka ziyaretçi yok. Kilometrelerce uzayan duvarlarda küçük, küçük, kutu mezarlar. Her mezarın üzerinde ölünün bir fotoğrafı. Her mezarın üzerinde bir vazo. Her vazonun üzerinde her renk plastik çiçek. Ve bu mezarlar, bu kutu mezarlar, ölü fotoğrafları, renkli plastik çiçekler avlunun iki yanını çevreleyen mezarlık duvarları boyunca, göz alabildiğince uzuyor, iniyor. Mezarlığın bitiminde Torino kentinin ağır ağır soluduğunu düşünemiyorum bile. Ölümün de ötesini gördüğüm bu duvarlar arasında yatmadığına mutluyum. Onun mezarı, iç avluda. Yeşil mermer. Mermerin ardında bir kırmızı gül. Mezarın iki başındaki mermer vazolarda da plastik plastik ortancalar hiç bozulmadan duruyor. Onun mezar taşında da resmi var. Acılı, zayıf, sevdiğim yüzünün. Ama bu mezarlığın bu plastik ortancaların, bu ağır mermerin, onun ne kişiliğiyle, ne de şiiri ile bağdaşmadığını neden düşünüyorum. Neden, onu, yalnız Piomente Tepelerinde, mısır tarlalarının hışırtısını duyan toprağa yakın, taşa dönüşmemiş bir mezarda görmeyi istiyorum...

Via Lamarmora 35'teki oturduğu son eve, yolun karşı kaldırımından bakıyorum. Burada soluduğum her an, onun intiharı yineleniyor. Bu evden çıkıp Otel Roma'ya gidiyor...

O katta, bugün de, onun ölmeye çıktığı asansör çalışıyor. Asansörden inince, koridorun hiç ışık sızmayan uzantısında, o odaya varılıyor. Kapıyı açıyorsun. Geniş odanın içindeki gizi, intihar odası, aynı karyola ile bekliyor. Onun intiharını yaşamak için mi bu koridordasın. Aynı asansörle inip çıkıyorsun.

" Yataktan kalkmak gerekmeyecek 
Yalnız şafak girecek bomboş odaya "


Gitmeliyim. Gitmeliyim. Gitmeliyim. Gitmeliyim. Gitmeliyim. Ben giderken, ben ya da tren görünümleri içinden, kentlerden, köylerden, mısır tarlalarından, dağ sıraları önünden geçerken, ardından, bir göl kıyısından, bir nehir yatağı boyunca ya da gri bir deniz yüzeyi boyunca ilerlerken yol alırken, tanımadığım insanlar hızla gidiş yolunun aksi yönünde yitip giderken, her görüntüyle birlikte benden uzaklaşırken, yitip giderken, işte ancak o zaman uzaklaşıyorum yaşamın sonundan. Başlangıcından. Gitmeliyim. Koridorun sonunda 305 numaralı odanın bitişiğindeki gizli odada intiharı duruyor. Valentino bahçeleri, geceler, yalnızlık, galeriler, ağaçların ağır yeşili, mezarlığın uzun, solgun, sarı duvarları, Genç Ay burada sönüyor. Ağır ağır yükselen küçük asansör, tüm umutsuzluk, intihar tutkusu orada bitiyor. Orada yalnızlık en büyük yalnızlık içinde yitiyor. Hiçlikte.


"Ve yaşam yalnız rüzgar, yalnız gökyüzü, yalnız yapraklar ve yalnız hiç değil mi?" 



YAŞAMIN UCUNA YOLCULUK - Tezer Özlü


Ferit Edgü 20 Mart 1984'te Tezer Özlü'ye yazdığı mektupta şu satırlara yer verir:


"Bir İntiharın İzinde" yürüyorum on gecedir. Bu gece (az önce) V. bölümü bitirdim. (85. sayfa) Bu gün, ilk elli sayfayı basımevine verdim. Bir an önce çıksın istiyorum. Hiç değilse bir tane yanımda bulunsun Berlin'e gelirken.

"Bir İntiharın İzinde" müthiş bir kitap. Çok müthiş bir kitap. (Başka sözcük bulamıyorum) Yıllar var ki böyle bir metin okumadım. (Tabii türkçe metinlerden söz etmiyorum) Bana gençlik yıllarımda, Rimbaud'yu, Lautreamont'u, daha sonra Kafka'yı, Rilke'yi, Hölderlin'i keşfettiğim günleri hatırlattı. 

...İlk kez, yıllar var ki ilk kez, bugüne değin okumadığım bir kitap, yeni bir kitap, daha kitap bile olmamış bir metin, bende böyle bir duygu yarattı...

Birkaç yıl önce, çocukluğun soğuk geceleri için düşünüp de söyleyemediğim, dile getiremediğim buydu işte: o malzemenin öykülemeye değin, böylesi bir çılgınlığa dönüşmesi gerektiğini düşlemiştim. İçine sıçayım edebi türlerin. Romanın. Öykünün. Şiirin. İçine sıçayım. Bana yaşamın ucuna yapılan yolculuklar gerek. Bu yolculuğun türü olur mu?

Kitabına ne güzel yakışırdı YAŞAMIN UCUNA YOLCULUK.



Tezer Özlü'nün yanıtı gecikmez. 26 Mart 1984...


...Yaşamımın bu denli önemli döneminde beni hiçbir şey bu sözlerin kadar yüreklendiremezdi. Bu kitabı bitirdiğimde, daha önce yazdıklarımın bunun yanında bir kompozisyon, eski deyimiyle bir tahrir olduğunu algılamıştım...Gerçekten içimdeki tüm kuşkuları sildin...


YAŞAMIN UCUNA YOLCULUK, dediğin gibi iyi bir ad. Celine'in Gecenin Sonuna Yolculuk adına çok benzetmiyorsan, kitaba bu adı verebilirsin. Bir İntiharın İzinde'den daha iyi olur, İntiharın İzi, biraz bir hafiye romanını da çağrıştırıyor gibi. Bu açıdan sana istediğini yapma seçeneğini bırakıyorum.


Ferit Edgü'den Tezer Özlü'ye: 6 Nisan 1984.


...Madem izin verdin, ben de adını 'Yaşamın Ucuna Yolculuk' koydum.
 Kanımca çok daha iyi oldu.
Yaşamın ucundaki de ölüm değil mi?
Celine'in gecesine nispeten (özellikle) bu adı seçtim. Böylece bir intiharın izindeki polislikten de kurtarmış oldum seni.


Tezer Özlü'den... 2 Mayıs 1984.

Sevgili Ferit,

Dün kitap geldi, beş adet. Munch çok sevdiğim bir ressamdır. Güzel bir kapak olmuş.
Yıllarca içimde taşıdığım bir tümörden kurtulmuş gibiyim. Bu sözcükleri kitap olarak görünce.




Pavese'nin Yaşama Uğraşı



Senin yaşama uğraşının püf noktası, uğraşla ilgili olarak anlatım gereksinmesini, yaşamla ilgili olarak da insanlarla ilişki gereksinmesini duymandır.

sf. 197


Benim için bir arkadaş artık, bir yaşantıyı paylaşabileceğim bir insan değil, bir oyalanma nedeni, sinemanın yerini tutan bir şey.

Niçin?... Çalışmanın paylaşılabileceğine inanmıyorum artık. Kendi başıma çalışıyorum, sonra da beni oyalayacak bir şey arıyorum. Arkadaşlara inandığım zamanlar, çalışmıyordum.


Ay ve Şenlik Ateşleri - Cesare Pavese

Bütün bunlardan, La Mora’daki yaşamdan ne kaldı geriye? Yıllarca sonra, akşamleyin ıhlamur ağaçlarından gelen bir esinti kokusu, nedenini kesinlikle bilmeden, kendimi farklı biri gibi hissetmeme, gerçek benliğimi hissetmeme neden olmuştu. Aklımdan hiç çıkaramadığım bir şey, bu vadide, giderek tüm dünyada kim bilir kaç kişinin yaşadığı, ve o zaman bize ne olmuşsa şimdi de aynı şeyin onlara olmakta olduğu, ve onların bunu bilmediği, akıllarına bile getirmediğidir. Belki de bir ev vardır içinde kızların yaşadığı, yaşlı kimseler ve bir küçük kız  -Nuto gibi bir oğlan, Canelli ve istasyon gibi bir yer, belki de uzaklara gitmek ve para yapmak isteyen benim gibi birisi – yazın tahılı kaldırırlar, üzümleri toplarlar, kışın ava giderler, bir de teras vardır, ve her şey bizde olduğu gibi oluyordur. İşte böyledir dünya. Hiçbir şey biraz olsun değişmemiştir, oğlanlar, kadınlar ya da dünya. Güneş şemsiyesi taşımıyorlar artık, pazarları panayır yerine sinemaya gidiyorlar, tahıllarını siloya gönderiyorlar, kızlar sigara içiyor, ama yaşam yine de aynı ve onlar bir gün çevrelerine bakıp kendilerini arayacaklarını bilmiyorlar, o zaman iş işten geçmiş olacak. Cenova’da vapurdan inip de kendimi savaşın yıktığı evler  arasında bulduğumda ilk söylediğim şey, her evin , her avlunun, her terasın herhangi bir kimse için bir anlamı olduğu; geçmişteki o kadar yılın, o kadar anının bile iz bırakmadan gecenin boşluğunda kaybolup gittiği düşüncesinin, maddi kayıptan ya da ölen insan sayısından daha hüzün verici olduğuydu. Yoksa yanılıyor muyum? Belki böylesi daha iyidir, her şeyin kuru otların alevinde uçup gitmesi ve insanların yeniden başlaması her şeye, daha iyidir. Amerika’da yapılan şey de bu – bir şeye, bir işe ya da bir yere doyduklarında yaptıkları şey bu. Orada tümüyle boş köyler vardır şimdi. Oteli, belediye sarayı, dükkanları bile- tıpkı bir mezarlık gibi.

Sf. 125

Kağıt İçiciler - Pavese

Yeniden gördüm akçaağaçlarla sazlar arasında Ağustos

Ay'ını,

Belbo'nun çakıllı kumları üzerinde ve gümüşle doluşunu

o akarsudaki her çizginin. Ama içine kapanık arkadaşım,

benimle bir kütüğün üzerinde oturan, o göğü görmüyor,

ağaçları duymuyordu. Çevremde, bütün çevremde

büyük tepelerin yükseldiğini biliyordum.

(Pavese)

Sanatçı Örnek Bir Çilekeş - Susan Sontag

"Edebiyat, yaşamın saldırılarına karşı bir savunmadır. Edebiyat şöyle der yaşama: 'Beni aldatamazsın. Alışkanlıklarını biliyorum. Tepkilerini önceden tahmin edip izlemekten zevk alıyorum ve normal akışını durduracak kurnaz tuzaklara düşürerek sırlarını çalıyorum senin..." Pavese


Bir yazarın günlüğünü niçin okuruz? Kitaplarını aydınlattığı için mi?

Çoğu zaman aydınlatmaz. İleride basılmak niyetiyle yazılmış oldukları zaman bile, günlük türünün taşıdığı hamlık nedeniyle okuruz daha çok. Yazarı kendi ağzından dinleriz; yapıtlarında taktığı benlik maskelerinin ardındaki ben'iyle tanışırız. Romandaki içtenlik derecesi ne olursa olsun bunu sağlayamaz; birinci tekil şahısla yazdığı ya da kendine çok açık biçimde gönderme yapan üçüncü şahsı kullandığı zaman bile.

Günlükler bize yazarın ruhunun çalışma odasını gösterir. Peki, yazarın ruhuyla neden böylesine ilgileniriz? Yazar olarak yazarın kendisine duyduğumuz aşırı ilgiden değil. Yolu Paul ve Augustine tarafından açılan, ben'in keşfini acı çeken ben'in keşfiyle eşit tutan o Hristiyan içe bakış geleneğinin en son ve en güçlü mirası olan ruhbilimle doymak bilmez bir açlıkla uğraşmamızdan. Modern bilinç açısından sanatçı (azizin yerini alarak) örnek bir çilekeş olmuştur. Sanatçılar arasında da yazar, sözcüklerin ustası, çektiği acıyı en iyi ifade edebilecek kişi gözüyle baktığımız insandır.

Yazar örnek bir çilekeştir, çünkü hem acı çekmenin en derin katmanlarına inmiş, hem de acısını yüceltmede (Freudcu anlamda değil, sözcüğün düz anlamında yüceltmede) profesyonel bir yöntem keşfetmiştir. Yazar bir insan olarak acı çeker, yazar olarak da bu acısını sanata dönüştürür. Yazar, çektiği acıyı, sanatta elde edeceği kazanç uğruna kullanmayı keşfetmiş kişidir - tıpkı azizlerin, ruhların selameti için acı çekmenin yararlı ve gerekli olduğunu keşfetmeleri gibi. 


**


Romanlarında "ben" sözcüğünü rahatlıkla kullanan Pavese, günlüklerinde kendinden genellikle "sen" diye söz eder. Kendini betimlemez, tersine kendine seslenir. Kendi kendisinin alaycı, öğüt verici, azarlayıcı gözlemleyicisidir. Benliğin böylesine içe kapanık bir bakış açısından görülmesinin aşırı sonucu, kaçınılmaz bir biçimde intihar olacakmış gibi gelir insana.

Günceler sonuçta uzun bir iç hesaplaşma, kendini sorgulama dizisidir. İçlerinde ne gündelik hayatla ya da gözlenmiş olaylarla ilgili bir not, ne de aile, dostlar, sevgililer, iş arkadaşları ya da genel olaylara gösterilen bir tepkilerle ilgili betimlemeler vardır. Bir yazarın güncesinden geleneksel beklentileri doyuracak tek şey(Coleridge'in Defterler'i ve Gide'in Günceler'inde olduğu gibi) biçem ve edebi kompozisyon konusunda sayısız düşünceler ve kendi okudukları hakkında tuttuğu uzun notlardır.

Yazma ediminden ayrı olaraksa, Pavese'nin tekrar tekrar döndüğü iki temel konu vardır. Biri, Pavese'yi daha üniversite yıllarından (iki yakın arkadaşı intihar ettiğinden) beri meşgul eden ve günlüğün nerdeyse her sayfasında karşımıza çıkan intihar temasıdır. İkincisiyse Romantizm, aşk ve erotik başarısızlıktır.     

"Hayat acı çekmektir, ve aşkın verdiği keyif uyuşturucudur."

"Aşk, dinlerin en bayağısıdır"



Pavese'nin tam bir inziva ve yalnızlık içinde geçecek bir yaşam sürme gücünü bulabilmeye yönelik sürekli duaları (Kahramanlığın tek kuralı yalnız, yalnız, yalnız olmaktır) onun, hissedememe konusunda hiç durmadan yinelenen yakınmalarıyla da tam bir çakışma içindedir.


...

Pavese'nin Şairlik uğraşı


Çabam başkalarına öykünmek iken.



Hep zavallı hissetmek kendimi, çok çaresiz,
hep yeniden başlamak ve hep başa dönmek,
savaşmak hiç ara vermeden, gene de bilmek:
Bu olacak hep benim yazgım!

(Kasım 1923)



Çabam, sanatımla kendimi gerçekleştirmek olduğundan beri.



Neden akşam, düşecek olursa başım
içim geçip kağıtların üzerine, tadını çıkarırken
neredeyse bilmeden o kendinden geçişin,
neden birden doğrulup, gücümü
toparlıyor, kaskatı kesiliyorum, sonra
yeniden yumup gözlerimi yeniden düşünmek için?

(Ağustos 1924)





Çıkmak kalabalıktan, kıvrılan
 kırmızı ışıkların altında
çılgın kesişmesi içinde uğultuların
ve yürümek engin caddelerinde
gece sessizliğinin.
Ve şimdi, uzun sessiz yollarda,
insanlar, az önce geçen,
çılgın uğultuda,
sayısız sancıydı saplanan ruhuma,
yalpalayıp düşen
ayakları altına herkesin.

(Ocak 1929)



Beklerken ölümü
böyle, gençlik dolu,
gün be gün, artık umutsuz,
debeleniyorum son acıyla:
Kahraman kesilmenin acısı
insanların yanında, öyle, saplantı gereği.

(24 Ocak 1929)



**


Pavese'nin Yazarlık Uğraşı

...Bir iç trajediyi sanat biçiminde dile getirmek ve böylece ondan arınmak, ancak bu trajedinin içindeyken bile duyargalarını geren ve incecik ipliklerle örgüsünü örebilen, kısacası, bir yandan yaratıcı düşüncelerin kuluçkasına yatabilen bir sanatçının başarabileceği bir iştir. Bir çıkar yol olarak intihar yerine, bir sanat eserinin aracılığıyla fırtınayı çılgınca yaşamak ve baskı altındaki duygulardan böylece kurtulmak diye bir şey olamaz. Bunun ne kadar doğru olduğunu, kendini gerçekten başına gelen bir felaket yüzünden öldüren sanatçıların genellikle sıradan şairler, duygu taşkınlıklarında içlerini kemiren kanserin en ufak bir belirtisini bile duyuramayan gösteriş düşkünleri oluşu da gösterir. Bundan şunu öğrenir insan: uçurumdan kurtulmanın tek yolu ona bakmak, derinliğini ölçmek ve kendini o boşluğa bırakmaktır...


...


...Şair miyim, yoksa duygularına tutsak biri mi? Daha çözemedim bunu, ama bir nokta kesin:bu sıkıntılı ayların durumu ortaya çıkaracağı. Eğer umduğum gibi, doğruları arayan en büyük insanlar bile böyle aylar geçirdilerse, o zaman yaratma sevinci epey pahalıya çıkmış olmalı onlar için. Kendi görevlerini elinden zorla alanlardan onların gözlerinin yaşına bakmadan bunun acısını zorla çıkarıyor hayat. Bir şey meydana getirmenin çilesi, bu iyi bilinen işkence, bir şey meydana getirip bitirdikten sonra ne yapacağını bilememenin acısı yanında hiçtir...


...


...Gerçek bir sanatçı yarattığı eserlerde elinden geldiği kadar az söz eder sanattan. (Böyle yapmıyorsa sanatçı değil, sanat virtüözüdür.)

İçerik olarak yalnız sanatın sancılarını ele alan bir insan, araçlarını hazırlama evresinden daha kurtulamamış, dünyada olgun bir insan gibi konuşma yetkisini daha kazanamamış demektir...


...


...Gençliğimin sona erdiğini haber veren belirtiler arasında en önemlisi artık edebiyata karşı büyük bir ilgi duymayışım geliyor. Bir zamanlar her şeye rağmen duyduğum, manevi doğrular bulma umuduyla açmıyorum kitapları artık. Okuyorum, daha da çok okuyabilmek istiyorum, ama bir zamanlar yaptığım gibi, kitaplarda bulduğum çeşitli yaşantıları ne heyecanla karşılıyorum, ne de bunları parlak şiir öncesi ussal bir gürültüye dönüştürüyorum. Torino sokaklarında dolaşırken de aynı şey oluyor. Bu yerleri artık yaratma çabasını hızlandıran romantik, simgesel bir güç kaynağı olarak görmüyorum. Her keresinde 'önceden yapılmış bu' demek geliyor içimden

Şunların çevresinde dönüyor artık hayatım: siyaset, gündelik yaşam, kitaplardan edinilen her şey; ama kitaplar, yaratma umudu gibi besleyici değil.

Yazarlık Ayartısı


Yazmak güzel bir şey; çünkü kendine konuşmak ve bir kalabalığa konuşmak gibi iki zevki birleştiriyor.

**


Yazdıklarını hiç değiştirmeden, onları yeniden gözden geçirmeden, onlara son biçimini vermeden yazabilseydin, yazmaktan aldığın tat artar mıydı? En güzeli insanın kendisini parlatması, sessizce ve hiçbir şeye aldırmadan kendisini bir kristale dönüştürmesidir.


**

Artık biliyorum ki, günlüğüme yazdığım bu satırlar belli bir buluştan ötürü değil, benim bilinçdışı yaşayışımı açıkladıkları için önemli. Söylediklerim doğru olmayabilir, ama bunları söylemiş olmam iç benliğimi ele veriyor.


Cesare Pavese

Yazarlık Ayartısı

Bütün yaşama gücünü tüketen, seni yeni parlatılmış bir tüfek gibi hala sıcak ve sarsıntı içinde bırakan bir şey yazmış olmak; yalnız bildiğini sandığın şeyleri değil, kuşkulandığın, hayal ettiğin şeyleri, sarsıntıları, karanlık gölgeleri, bilinçdışını ortaya dökmüş olmak; bunu yorucu ve uzun çabalar sonunda, günlerce süren duraklamalardan sonra ölçülü olmayı öğrenecek, beklenmedik buluşlar ve yanılmalarla, bütün gücünü ve dikkatini bir nokta üzerinde toparlayarak başarmış olmak; sonra da bunu toparlayan bir insan tepkisi, yüreklendirici bir alkış olmadıkça bütün bu yaptığın işin bir hiç olduğunu anlamak. Bu sıcak ilgiyi bulamamak, soğuktan donmak, çölde konuşmak, bir ölü gibi gece gündüz yalnız kalmak demektir.

Cesare Pavese  

Tepedeki Ev - Cesare Pavese

Şimdi sivil savaşın ne olduğunu gördükten sonra biliyorum ki, savaş eğer bir gün biterse herkes şunu sormalıdır: 'Peki ya şehitleri ne yapacağız? Neden öldüler?' Ben ne yanıt vereceğimi bilemezdim. En azından şimdi bilemiyorum. Başkalarının da bildiğini sanmıyorum. Bunu bilenler belki de bir tek ölülerdir ve savaş yalnızca onlar için gerçekten bitmiştir.


sf. 153