Chaplin'i Hatırlamak

Limelights / 1952

Charlie Chaplin... Filmlerini Schopenhauer’a, Nietzsche'ye, Spinoza'ya bağlayan, Shakespeare'le aynı kefeye koyan, izlediğim her filminde biraz daha yaşlandığına tanık olduğum bu adamı çok seviyorum. (Bazin'in deyimiyle amatör bir keman ve piyano müzisyeni, acemi bir filozof ve yazar olan Chaplin'i); onun trajik ve coşkulu kişiliğinde çok şey buluyorum.  Limelights bu bakımdan unutulmaz bir filmdir. Artık sesli sinema dönemindeyiz ve Chaplin de konuşmaya çok hevesli:

Thereza  - Savaşmaya değer ne var?

Chaplin - Gördün mü, itiraf ettin. Savaşmaya değer ne varmış. Her şey! Yaşamın kendisi. Bu yetmez mi? Yaşamak, ızdırap çekmek, zevk almak. İşte hayat. Yaşam güzel ve muhteşem. Deniz anası bile bunu bilir. Senin sorunun savaşmaktan vazgeçmiş olman. Devamlı hastalık ve ölümü düşünüyorsun. Anlasana. Ölüm gibi kaçınılmaz bir şey daha var. O da yaşam, yaşam. Evrenin gücünü düşün.
Dünyayı döndürüyor, ağaçları büyütüyor. Senin içinde de aynı güç var. Eğer kullanma cesaretin ve iraden olursa.

Thereza  - Niye ölmemi engellediniz?

Chaplin -  Aceleniz ne? İnsan bilincinin gelişmesi milyonlarca yıl aldı. Bir anda yok etmek mi istiyorsunuz? Varoluş mucizesi...evrende herşeyden daha önemli. Yıldızlar ne yapabilir? Sadece eksenlerinde dururlar. Ya güneş? 450 bin km mesafeye alev fışkırtır. Matah mı yani? Bütün natürel kaynaklarını harcamak. Güneş düşünebilir mi? Bilinci var mı? Hayır, ama sizin var. Bugün varsın, yarın yoksun.

Thereza  - Beni niye kurtardınız? Ölseydim sorun bitecekti.

Chaplin - Saçmalamayın. Yaşıyorsunuz ve bundan faydalanmaya bakın. Söyleyin bana yaptığınızın sebebi nedir?

Thereza  -  Herşeyin anlamsızlığı. Çiçekler bile, müzik bile anlamsız. Hayatın gayesi, manası yok.

Chaplin - Hayata niye anlam arıyorsun? Hayat bir istektir, anlam değil. Arzu, tüm hayatın konusu bu. Bir gülün, gül olabilmek için yaşamayı istemesi gibi. Bir kayanın kendisini koruyup hep kaya kalmak istemesi gibi.

Bu sahnede elleri ve yüzünü kullanarak öyle güzel gül ve kaya taklidi yapar ki hayran kalırsınız.





Ama asıl güzel olan birazdan Chaplin'den gelecek olan hem komik hem hüzünlü itiraftır:


Biliyor musun der kendi kendisiyle yüzleştiği bir anda, sana öğüt ve moral vermek beni de etkiledi; söylediklerime ben de inanmaya başladım.

Modern Times için bestelediği Smile şarkısında da,


 The Circus'un girişinde yer alan Swing Little Girl şarkısında da yaşam muştucusu hep aynı acemi filozofu bulursunuz.


Filmlerini izleyeli belki, uzun zamanlar oldu, ama Chaplin'i hatırlamak her daim iyi.


Orhan Veli

"Bir aydan beri iş arıyorum, meteliksiz.
Ne üstte var ne başta."
 1938  O.V. 

İstanbul'a birkaç şairden başlayarak, özellikle Orhan Veli ile sokulmakla iyi ettim. Sevdim Orhan Veli'yi, yaşama sevincini, avareliğini, kılıksızlığını, meteliksizliğini... Basit, günlük duygular, insanlar hep şiirlerinde, kokular, sesler, deniz ve yosun kokusu mesela, sonra bahar, güneş, kuşlar, ağaçlar, böcekler sonra, hele kadınlar...  " Düşünme, /  Arzu et sade! / Bak, böcekler de öyle yapıyor."

Bir de İstanbul. Meyhaneleri ve sokaklarıyla, Çamlıca tepesi, Boğaziçi, Rumeli, Galata, Eyüp... 

Hor gördüğüm, bilmediğim tatlar hep şiirlerinde: "otların içinde sırtüstü yatmanın tadı" mesela; "avucumda, sıcaklığını duyduğum ekmek"  

Kendimi çocuk yerine koyup şiirler yazmasını da bilmem ben: "Mahallemizde / Senden başka ağaç olsaydı / Seni bu kadar sevmezdim. / Fakat eğer sen / Bizimle beraber / Kaydırak oynamasını bilseydin / Seni daha çok severdim."

Dalgacı bir şair bu Orhan Veli, kendi hüznüyle dalga geçiyor ilk başta. Moro Romantico biri. Sevdaya tutulmuş, şiir yazası yok, ama açıp pencereyi odasında İstanbul'a karşı bas bas bağırası var. Ece Ayhan açık havanın ozanı demiş onun için. Orhan Veli'nin havaları. Güzel havalar. Bedava havalar. İçkiye benzeyen, insanı sarhoş eden havalar.  Efkarlanırım şiirine almamış şu mısrayı: "Hava güzel, efkarlanırım." Efkarlı havalar. Bir de, davetkar havalar: "Bekliyorum / öyle bir havada gel ki / vazgeçmek mümkün olmasın" 

Garip bu Orhan Veli, geçim derdi bırakmıyor ki yakasını şiirinin de. " ...Madem ki bu esvaplar ayakkaplar benim, / madem ki sokaklar kimsenin değil"  Sade yürüyor parasızlıktan; mektup yazmış, postaneye veremiyor;  kış günü, giyecek ceketi yok, yağmur altında utanıyor: gömlekçek dolaştığından değil, üşüdüğü belli olacak diye. 

" Ben ki yalnızım bu dünyada" 




Vapurda tanışıp arkadaş olduğu Nahit Hanım'ın anlattığına göre " Hüzünlüydü, mahzundu. Yapısından geliyordu bu hüzün. Her şeyi ama her şeyi içine atmasından. Öfkesini bile içine atardı, Sıkıntılarını da. Hüzünlüydü. Sessizliğe gömülürdü. Konuşmazdı. Sıkıldığında, üzüldüğünde, konuşmazdı. Şimdi gelirim der, kalkar gider, ya yarım saat ya da üç gün sonra gelirdi. Örneğin Mahzun Durmak şiiri onun tavrına çok yakın bir şiirdir."  

Açtım baktım hemen şiire, iki mısra buldum karşımda hayranlıkla: 

"Sevdiğim insanlara kızabilirdim, eğer
sevmek bana mahzun durmayı öğretmeseydi."

Bu şairler hep mi böyle mahzun, mahçuptur.  Oysa Süleyman efendi için "Mesele falan değildi öyle /  to be or not to be.." 

Sonuçta, yazık oldu Süleyman Efendi'ye de, Orhan Veli'ye de.  Bir Kasım günü, Ankara'da, kafası da iyi mi iyi, sokaklarda kim bilir aklında hangi mısra dolaşırken belediyenin açtığı çukura düşmüş. 

Birkaç gün sonra ölmüş. 
Ceset morga, eşyalar depoya.
Pantolon ceplerinde bir diş fırçası, at yarışları programı ve 28 kuruş.  


*

 İşsizlik öyküsünde söylediği gibi işsizlik kötü şey vesselam. 
Bereket versin sigaram var. O da olmasa felaket:  https://kaotikbenlik.blogspot.com/2018/04/issizlik-orhan-veli.html


18

 


Merhaba yaşlı dostum, 

Dersim’in kırk haneli Günboğazı köyünden, Ermenice eski adıyla Margek’ten merhaba...

Askerliğim 27’sinde bitti, toplamda on sekiz gün sürdü. İlk birkaç gün uyum sağlamakta güçlük çeksem de oldukça kolay ve rahat geçti. Bolu 2. Komando Tugayında, deyim yerindeyse, misafir gibi ağırlandık.

Bedelli bölüğü toplamda 379 kişiydi. Ülkenin her yerinden, her yaştan, her meslekten insanla bir aradaydık: Avukatı, doktoru, memuru, mühendisi, kuyumcusu, kebapçısı, oto kurtarıcısı, inşaat işçisi, imamı, müezzini… Gördüğünüz gibi, oldukça eğlenceli bir bölüktük.

İsmimizin ilk harfine göre koğuşlara verilmiştik: bizim koğuşumuz, 14. Koğuş, S. harfiyle başlayan isimlerden oluşuyordu. Ali babanın çiftliği gibi her koğuşta beş Ahmet, altı Ali ya da on tane Mehmet bulmak mümkündü. Bizim koğuşumuzda da dört Sinan ve beş Süleyman vardı.

On sekiz gün boyunca her sabah altı gibi uyanıyor, yataklarımızı bize gösterdikleri şekilde topluyor, kamuflajlarımızı giyip, söylenen saatte içtima alanına iniyorduk. İçtimadan sonra da takım halinde yemekhane’ye gidiyorduk. Öğle yemeğine kadar başımızdaki komutanların inisiyatifine bağlı olarak eğitim ve istirahat alıyorduk, öğleden sonra, akşam yemeğine kadar geçen süre de aynı şekilde yaşanıyordu. Hafta sonlarında sivil kıyafetli ve içtima saatleri hariç serbesttik.

Toplamda dört defa tıraş oldum, üç kez botlarımı boyadım, iki üç kez de ıslak mendille sildim. İki kez yatağımı toplamadan çıktım. Botlarımı ayağıma vurduğu için komutandan izin alarak üç gün giymedim, üç gün de kara düzen diyerek, tören provaları başlayana dek, spor ayakkabılarımla dolaştım. Hasta olmadığım halde üç kez de revire çıktım. Sırf uzun revir sırasını beklerken bahçede kitap okumak için.

Başımıza yarım şekilde geçirip sağa doğru yatırdığımız keçeden keplerimiz, kimine dar geliyordu, kimine geniş, kimi aşçıya benziyordu, kimi ressama, ama hiçbirimiz askere benzemiyordu. Bedelli bölüğü olarak aynı anda uygun adım hiç yürüyemediğimiz gibi üç hafta boyunca şapkalarımızı da başımıza doğru düzgün hiç geçiremedik.

Çok güzel bir yerde, şehrin gürültüsünden uzakta, ormanlık, geniş bir arazideydik. Hava her zaman temiz ve serindi, ama rüzgar bazen yakınımızdaki tavuk çiftliklerinden kesif bir kötü kokuyu alıp getirdiğinde bütün kışlada nefes almak mümkün dahi olmuyordu.

Günler beklemekle ve okumakla geçti… Eğitim sırasında verilen istirahatlerde; içtimalarda, ayakta; hafta sonları tabur binasının arkasındaki çamlıkta; yatış saatinden önce ranza üstünde, ışıklar kapanana değin okudum. Nerede olursam olayım, eğitimde, içtimada, sigara molalarında, bedellilerle bir bankta oturmuş sohbet ederken, aklım sürekli iç cebimdeki kitapta, kaldığım sayfadaydı. Bazen de kitap okumak için yeterince vaktin olmadığı, on beş yirmi dakika kadar süren kısa istirahatlerde tırnak makasından söktüğüm törpü ucuyla ağaç dallarını yontarak vakit geçirdim.

Yanıma üç kitap almıştım, iki cep kitap, Auster’in New York üçlemesi, Bulgakov’un Usta ile Margarita’sı ve Bachmann'ın Malina'sı. New york üçlemesi askerliğimin beşinci günü bitti. Çok keyifli, sürükleyici bir okumaydı. On sene oluyor, üç beş kitabını okumuş, çok sevdiğim üçlemeyi ve Yalnızlığın Keşfi’ni kitaplığımda bırakmıştım. Üçlemeden sonra Auster okurluğumu sürdürmeyi istedim ama elime Bulgakov’u almak zorunda kaldım. Üçüncü haftanın başından itibaren de hem kitapsız kalmaktan korktuğumdan, hem de yoğun bir kitap olduğundan mümkün olduğunca haftaya yayarak okuduğum Malina’yı aldım elime.

Burada bu kadar yalnızlık bulacağımı düşünmemiştim. Çokça okudum, çokça düşündüm. Düş bile kurdum. Burada da yalnızlığımı korumanın yollarını buldum. Tabur arkasında, ince, uzun gövdeleri on beş metreye kadar yükselen karaçamların arasında, içlerinden birine sırtımı yaslayıp kitap okuyor, düş kuruyor ya da uyukluyordum. Rüzgarla birlikte ince uzun gövdeler gıcırdıyor, kurumuş dallar ve reçine damlaları düşüyordu üzerime. Ve akşam güneşiyle birlikte düşüp uzanıyordu gölgeler ince uzun gövdelerden yere. Bu saatlerde sık sık Ayvalık’taki günlerim düştü aklıma. Biraz özlemle, biraz da hüzünle, ah, ama kendi ölü hatıralarımı bıraktığım Ayvalık’taki günlerim hiç çıkmıyordu aklımdan.

Burada yalnızlık mümkündü, düşler mümkündü, aşk bile mümkündü… Birbirimize dokunabilirdik, ormanda buluşabilir, gizlice öpüşebilir ve duşta aynı kabine girip sevişebilir, yasaklı, gizli saklı bir aşkı, yaşayabilirdik.

Ö. ile askerliğimin ikinci haftasının ortalarında, içtima sırasında yan yana düştüğümüzde tanıştım. 38 yaşında ve bekar; çok naif ve son derece kibar biri. Sigara kullanmıyor, küfür kullanmıyor, konuşmayı ve en ciddi konularda bile her konuşmanın içine biraz espri katmayı biliyor. Bir üniversitede araştırma görevlisiymiş. Alanı mimarlık ama felsefi birikimi hayli fazla. Özellikle Deleuze konusunda. İçtimalarda fısır fısır Deleuze’den, Nietzsche’den, Bataille’dan söz ediyor, sonra kahvelerimizi alıp tabur çevresinde dolaşarak, bir banka ya da gölgelik bir ağaç altına oturarak konuşmaya devam ediyorduk. Her şeyi aynı perspektiften, akademik bir dille açıklıyor oluşu, alabildiğine gamsız ve neşeli hali zaman zaman sinirlerimi bozsa da genel olarak sohbetlerimiz askerlik sürecini benim için biraz daha katlanılır kıldığı için devreme minnettarım.

Üçüncü haftaya girerken, kamuflajlarıma, botlarıma, kepime, ranzama, kirli çarşaflarıma, bana zimmetli olan bütün bu eşyalara, takma adıma (hayalet!), her zaman bizimle birlikte olan zimmet isimli kaniş cinsi köpeğimize alışmaya başlamıştım ki askerlik bitti.

Pek çok anı biriktirdim, pek çok insan tanıdım, soğuk betona, ıslak çimlere oturmaktan götümde açan mor böğürtlenlerle birlikte onları da sivil yaşamıma taşıdım (Yeni göt ağrıları olarak).


Özlemle.

S.

YANSIMALAR (2016 - 2019) / Zeki Z. Kırmızı

2016 yılının ortalarından beri yazışıyoruz, tanışıklığımız ise daha da geriye, 2015 yılının ortalarına kadar gidiyor. İlk Yüksel Arslan buluşturmuştu bizi, sonra Stendhal. Sonra içine çokça edebiyatı, azıcık da hayatı kattığımız mektup-maillerimiz uzun yazışmalarımızın başlangıcını oluşturdu. Size siz demekten hiç vazgeçmedim; en azından beyi kaldırdık; Zeze diyebildim; ve en nihayetinde hitap etmekten büyük bir mutluluk duyduğum ve çok sevdiğim haliyle, doğru büyüğüm demeyi uygun buldum. Çok hoşlanmasam da yaşlı dostum dediğim de oldu.

Birbirimizi hiç görmedik, siz yaşamımın olanca gerçekdışılığı içinde, ince bir çizgiden ibaret olan düşle gerçek arasında bir yere konumlandınız. Unamuno'nun olağanüstü güzellikteki kısa anlatısındaki gibi, benim uçurum kıyısındaki yaşlı bilge meşe ağacım ve yalnızca düşlerimde gerçek ve geçerli olan Don Sandalio'm oldunuz. 

Yaşlarımızı hiç dert etmedik; ama gençliğimden benim kadar siz de çok çektiniz. Demek istediğim insan aynı şeylerden kaç bin milyon kez daha yakınabilir ki? Bir mektuptan ötekine sıçramış hırçın sözcükler; öfkeler; kaygılar; pişmanlıklar; hüzün gösterileri ve karamsarlık nöbetleri bir hastalık gibi nüksetmiş. Sabırla dinlediniz, tebessüm ettiniz; beni hiç yanıtsız ve yalnız bırakmadınız. Çıktığım bu yolda azıcık şaşırdıysam da, benim kendime olan inancımdan, inadımdan ve ısrarımdan hiç vazgeçmeyeceğimi bildiğinizden siz de benden hiç vazgeçmediniz.

Şaşırdığım, utandığım, üzüldüğüm, kendimi olduğu kadar sizi de üzdüğüm yazışmalarımız olmuş. Bazıları karşısında hala mahçubum. Büyük laflar da etmişim, daha iyi açıklayamazdım dediğim doğru sözler de söylemişim: bir büyük yazgı benim için olsa olsa ele geçirilecek bir büyük yalnızlıktır derken ya da beni hayatta esenliğe kavuşturacak tek görevimin yazmak olduğunu söylerken; nasıl olduysa bu ülke bütün düşlerimin dışında kaldı diye yazarken; eldivenlerimi (birçok dost birçok eldiven: uyuz korkusundan - Baudelaire) ve maskelerimi ihmal etmezken ve tanıdığım herkesi en derinlerimdeki sularda boğarken. Yaşama sanatında hala Nietzsche'den ve ötekilerden yardım alırken... Düşlerimde öyle sahici gülerim ki, çoğu zaman gözlerimden yaş gelir demişim bir keresinde, daha iyi anlatamazdım. 

Bu yazışmalarda sizi, sizi olduğu kadar kendimi de çok karşılayabildiğim düşüncesi içinde değildim. Bu yüzden "saçmalıklarımı" yayınlamayı düşünmüyorum. Düzeltilmeye muhtaç çok fazla şey var. Bununla birlikte dolaysız bir iletişim kurduğumuzu, ıskalamadığımızı belirtmeliyim. Dilimin ucundaki sözcükler oldunuz. Kurduğumuz bu iletişim gözyaşlarımıza gelip dayandı mı?  https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/09/imkansz.html En uc nerede? Rimbaud'yu iletişim kurmaktan vazgeçiren tiksinti miydi? Güçsüzlük mü? Utangaçlık mı? Umutsuzluk mu? https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/05/iletisim-georges-bataille.html Ne kadar kaybolduk, kirlendik; ne türden bir cinayet işlemeyi göze aldık?
 https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/03/iletisim-georges-bataille.html Artık çokça eskimiş olan bu okumalara döndükçe beni ben yapan şeyin sınırlarını kestiremiyorum. Bu uçurumlara dalmayı nasıl ve ne pahasına göze alabildim? Bugün bunu daha sık düşünür oldum.  

Yesenin haksızdı, Mayakovski haksızdı, Plath, Marmara haksızdı, haksızdı bu güzelim insanlar derken haklıydınız. Nietzsche'nin yanıldığını, Dostoyevski'nin, Balzac'ın yanıldığını söylerken; Kafka, Pessoa yine de niye yazdılar derken haklıydınız; Amerika konusunda haklıydınız. Şiir duygularla yazılmaz, imza kanla atılmaz derken ve şiirinin Rimbaud'dan önemli olduğunu söylerken haklıydınız.

Bu mektuplarda sevdiğim, unutamayacağım çok fazla şey var. Bir başkasının abartılı bulabileceği övgüler, alkışlar, takdirler bir yana ki bütün bunların bir yüreklendirme çabası olarak okunmaları daha doğru olur; beni keskin bıçak sırtında gezinen gecikmiş ya da geç kalmış bir gezgin olarak tarif etiğiniz cümleleri yeniden okurken,"Bir yanın kimsenin düşlemeye bile cesaret edemediği yaşamları (ülkeleri, anıları, kurguları…) dolduruyor içine, öbür yanın bunun olanaksızlığının ölümcül göçüyle boşaltıyor kendini kendinden." ve her zaman bir aşağılama ve hakaret nedeni olmuş olan uzun saçlarımı kestirmek zorunda kalacağımı öğrendiğinizde yazdıklarınızı okurken duygulandım: "Saçların için üzgünüm, öyle sanıyorum onları bir dünya armağanı, sana bağışlanmış bir şey gibi (ırmak, ağaç, at, vb.), senden bile ayrı, senin ötekin gibi taşıyorsun. Onlar bana öyle geliyor ki seni hem örtüyor, hem açıyor. Anlamı sandığımdan da büyük olmalı."

Ayvalık hakkındaki son mektubunuz da dahil beni bunca çıplak gözle görüşünüzle ürkütüp kaçırabilirdiniz de... Ama son mektubunuzda gözden kaçırdığınız bir şey vardı: en az savrulan dallar, yapraklar, kitaplar ve sigara dumanı kadar saçlarım da bu hikayenin parçasıydı. Ayvalık henüz kendimi hazır hissetmediğim bir deneme, sınama olduğu kadar hem kendime hem de Ayvalık'a bir vedaydı. 

Yayınladığım bu mektuplar da son zamanlardaki vedalarımın bir başkası. Rimbaud gibi, Zeki Z. Kırmızı Okumaları gibi. Blogu uzun zaman önce terk ettim. Eskisi gibi okumuyorum, izlemiyorum, düşünmüyorum. Eski alışkanlıklarımı sürdürmek zorlaştı, bizi bir araya getiren nedenler azaldı. Size benzemekten korktum, düş kurmaktan yorgun düştüm. Sayısız bahane sıralayabilirim. Bir yandan da daha yüce bir şeylerin peşine düştüm.  

Benim için çok kıymetli olan bu yazışmaların siz tarafını Yansımalar (2016 - 2019) başlığı altında, birkaç mektuplaşma sürecini dışarıda tutarak, toplu halde ilk kez paylaşıyorum:


SELAM

2 Mayıs 2016

Selam için teşekkür ederim. İncelikli bir dost selamı.
Ben de blogun için benzer şeyi söyleyebilirim. Bir okyanus gibi. Dolayısıyla onun kadar da ürkütücü. Bir okyanusla nasıl bağ kurulur.

Düzenlemesi, yüksek içeriği, inanılmaz zenginliğiyle ilgiyi ve cesareti başta kırıyor. Ancak inatçı, emek vermekten çekinmeyen, niteliğe bedel ödeyebilecek insanlar bu okyanusa kıyısından dalmayı göze alabilir. Aynı yılgınlığı Aziz Yardımlı'nın sitesinde yaşamıştım.

Şöyle bir göz attım ve en iyisi sorayım dedim:

Özellikle özgün, sana ait ve değerini kavrayabilecek birilerinin okumasını istediğin alanlar, bölümler, başlıklar konusunda ip ucun var mı? Aktarımlar da kusursuz olmakla birlikte benim de doğrudan ilk kaynağa gitmeyi yeğleyeceğim şeyler... Aktarımların değerini kabul ederek (çünkü bütüne baktığımızda yapılmış seçimlerin de bir siyaseti var) bu konuda kendi seçimim özgün kaynağa, düşünceye doğrudan bakmaktan yana artık, uzunca bir süredir. Bu nesnenin arkasında nasıl biri var? Ne düşünüyor? Nasıl kendine katıyor, içselleştiriyor? Derdi ne? Blogun nefis aktarımlarından çok sana ait işaretlerinden, belirtilerinden ötürü ilgimi çekebilir (ne yazık ki), Zamanım çok az, evet. 

Sana sormamı da bağışla. Biraz zaman ayırarak ben de blogunda sana ait olanı ayıklayabilirim ama bu bile ciddi bir enerji gerektiriyor.

Sağlıcakla, dostlukla. 



 BÖYLE DURUMLARDA...

3 Mayıs 2016

Böyle durumlarda rahat bırakmakla, yani yazgıyı kendine bırakmakla denemekten vazgeçmemek arasında salınmaya başlarım. Her şeyi bilmeye yakın duyumsarım kendimi ve hiçbir şeyi bilememekle arasındaki ayrımı kaçırırım. Bilmek bir varsayımsa eğer, bilmemek de aşağı yukarı öyle. Bilmek, üstlenmek girişimi, tasarıdır. Bir tasarı, seçim ve siyasettir bilmek.

Seni ‘ciddi’ye almam için çok neden var ve biri yine de ‘paylaşma’ sevincin. Sen söylüyorsun ve ben bildiğimi sanıyorum:  Paylaşılan şeyden daha önemlisi (önemli?) paylaşmanın kendisi. O hep gizilgüç ya da gizli gömü gibi yaşamlarımızı dürtecek, hatta ölmeye bile bırakmayacak bizi.

Sana sen diyorum ve sonra yine diyorum ki, hakkın olanı (kimsenin sana vermediği, kendi yarattığın kendin olarak) iste-mekten vazgeçme! Başkalarına ödünç verdiğin zamanı… Kendi zamanını başkalarından istiyorsun gerçekte.

Bu kaygılar bana da yabancı değil. Her şeyi atlatmışın, şimdi durulmuşun yerinden (hatta iktidarından) konuşacak değilim. Beni en çok yaralamış ya da yaralayabilecek şeyi (60’ları tırmandığım bu yaşımda) söyleyeyim sana: Yoldaki bedene, bu eşsiz konuğa ihanet! Vazgeçmenin, ölü beden olmanın düşünü görmek... Böyle bir düş görülemez, düşsüzlüğün düşüdür bu. Görülen olsa olsa ölümü yaşama yedirmedir, adını ne koyarsak koyalım. Düşe bile sığmayacak bu önemsiz, anlamsız şey (ölüm) ise şarkı olamaz, yalnızca oradan, yokluğun mağarasından yansıyan kara ışığı olsa olsa yaşama sevincini parlatır. Çünkü burada olmamızın bir nedeni yoksa da (hatta olmaması iyi ve doğru: Camus) tam da bu nedensizliktir var kalmamızın, görevler üstlenmemizin, bedeni yola sürmemizin gerekçesi.

Nihil parlak bir retorikten ibaret olabilir mi? Gençliğim keskin uçurum kıyılarından dönüşlerin kendime yonttuğum coşkulu kahramanlıklarıyla süslü. Utanmıyorum. Onu da taşıyorum. Hiçbir şeye şaşırmış gibi yapamam. Rimbaud, Lautremont, Whitman, Nietzsche, Rilke, (Ama yalnızca bu pan’ik ataklar mı?) vb. ye dokundumsa bir biçimde... Daha dokunmadığım şeyler ne olacak?

Yeryüzünde yazılmış tüm kitapları okumak, yapılmış tüm resimlere bakmak, filmleri izlemek gibi bir niyetim var ve belki ancak 5-10 yılım. Böyle bir niyeti taşımayanlara da öfkeyle doluyum ama nefret ettiğim bu insanları (kendimi ve herkesi) neyi yapamamışlarsa ondan ötürü, olabilirliklerinden ötürü seviyorum. Dünyanın imkânı-yız. Ne yazık ki öyleyiz. Hiçliği bilmenin, kavramanın imkânıyız ve değerli olan şey hiçlik değil (Çünkü hiçlik hiçliktir) onun varlığa, oluşa ettiğidir (yani imkânıdır.)

Bu yaveler için özür dilemeli miyim bilmem. Tabii ki ağır basan huyum rahat bırakmaktır. İstemiyorlarsa insanlarla konuşmamalı. Konuşmamak için öyle de çok neden var ki. Ama bunların içinde en zayıf, azımsanabilir olanı, çok işim var, hiç zamanım yok, ciddiye almaya değmez, türünden olanlar.

Bir şey yapıyorsun. Bir kişi yeterli nedendir yaptığın şeyi sürdürmen için. Çünkü mesele ötekinin yüzünde senden yansıyan o bulanık imgedir. Böylece yerinde, ayaklarının üzerinde durmak için sağlam bir nedenin var demektir.

Blogun bütün olarak senin imin, izdüşümün kuşkusuz. Her satırı, her noktasında özenli bir tutku, amacı (niteliği) gözden yitirmeyen bir gerilim yatıyor, belli bu. Gergin ve inceltilmiş duyarlı bir yüzeyden söz ediyorum.

Ama bir yerde haklısın. İnsan kültürü aynı zamanda kurban kültürüdür. Hatta toplu kıyım kültürüdür. O zaman?

Cepheyi genişletmek, benzer duyarlıkları taşıyanlara ulaşmak, buluşmalardan güç, ses, edim çıkarmak ve bunu bir kez daha yapmak en doğru tutum olarak görünüyor. Yalnız değiliz ve yaşam duygumuzu bizim gibileri görmekten yükseltiriz.

Bora Abdo okudun mu? Okudunsa ne düşündüğünü soracağım.

Kendini yazmak ya da yazışmak konusunda zorunlu saymaman gerektiğini söylememe gerek yok değil mi? 


BEYİ BOŞ VER

5 Mayıs 2016


Siz diye seslenmemeyi, Bey dememeyi başarabilir misin?
Siz değil sen.
Zeki Bey değil Zeki ya da uygun göreceğin başka bir şey. Abi diyebilirsin, hiçbir şey demesen de olur.
Herhangi bir adla (takma, sevdiğin bir ad vb.) seslenmemi istersen bunu belirt yoksa Sen'le sürdüreceğim, benim açımdan sorun yok. 


Ve bir iki gün içerisinde yazacağım sana. Olasılıkla yarın...Bunu bildirmek istedim.
Son, uzun iletin için teşekkür ederim. 
Bana güvenebileceğini biliyor, hissediyorsun. Bu doğru.


DÖNÜP BAKMAK

6 Mayıs 2016

Anlaştık o zaman. En azından beyi falan kaldırdık, gerisi bize, zamana kalmış…

Bizimkisi öylece kesişen iki yaşam ve yol arkadaşlığı. Birlikte biraz yürüyebiliriz, nereye dek, ne süreyle? Bunu bilmemiz, düşünmemiz gerekmiyor. Söz alıp vermiyoruz, borçlanmıyoruz, özgür eşitler olarak karşılıklı bir insanı (daha) deneyliyor, kendimizden geçiriyoruz. Tanrısız, yasasız, abartmadan küçültmeden, kapatmadan, örtmeden, el sıkışmak gibi, biliyorum, oradaydın, der gibi.

Elbette insan hem bir vaat (müjde), hem de ölüm (bataklık, mayınlı bölge) demek. Böyle olması öyle iyi ki genç dostum, en güzel şiir olsa olsa bu aralıktan yazılmıştır. Öteki, dramatik anı getirir koyar önümüze. Öteki, acı (çekmek) demek. Bu anlar ve sahneleri olmasa ölmeyi arzulayan özneler bile olamazdık. Dram ötekiyle gelir, yaşama sevincini ve aynı zamanda kederi (yas, özlem, anı, düşlem, vb.) ötekinden getirir, sağarız tatlı ve acı süt gibi. Ötekinin bakışıdır ki ‘ölmeye karşı kendimizi, yaşamakta direnişimizi’ pozitif ya da negatif her anlamda olanaklı kılar. Ötekine borçluyuz sözün özü. Öteki her zaman dost mu peki? Ya da ötekisizlik saltık yalnızlık demek mi? Yalnızlık ne? Sorular sökün ediyor ve doğrusu yapılacak en iyi şey, şimdilik tümünü kovalamak, masanın üzerinden süpürmek aşağıya.

(İç konuşmalarımda ipin ucunu kaçırdığım olur, çok ciddiye alma derim bu arada.)

Yaşadığımız, kurup çattığımız, alttan omuz verdiğimiz bu dünya gerçekten mide bulandırıcı, tiksinç. Bize kalan ilk bakışta yalnızlık gibi görünüyor. Yakın çevremde üç beş insanıma bakıyorum, otuzlu yıllarını süren, düzenin ölçütlerine ayak uyduramamış iki kızım var. Eşim Ayvalık’ta, ben İstanbul’da yalnız yaşıyoruz. Yalnızlığın paha biçilmez değerini yeni yeni anlıyorum. Ama yalnızlık sözcüğünün geçtiği her yerde bir duralıyorum çünkü farklı içeriklerle ilişkili, bulunduğu yerde sözcük.

Dünya eşitler dünyası değil. Birlikteliği kurumsal yapılar içerisinde tanımlamak koşul gibi görünürken gönüllü ayrılma hakkı üzerinde duran yok. Karşılıklı rıza tek boyutlu çalışıyor. Biriyle olabilir de birine rağmen olmaz, bir düş ilke. Seninle diyaloğumuzun belki eksenini ‘yalnızlığı’ kavramak oluşturacak (bilemiyorum). Bu konuda öğrenebileceğim şeyler var sanki senden.

Sorun yalnızlığı nasıl üstlenmek gerektiği, bunun somut biçiminin ne olabileceği, neyi kapsayıp neleri dışladığı. Bunların yanıtı var mı? Soruları sormamın nedeni, kederin kabul edilebilir, anlamlı olabilecek tek biçiminin bununla ilgili olması. Beni kedere boğan şey, yalnızlık deneyiminde kırılganlığın derinliği, boyutu, sınırı… Ama bunları erteliyorum izninle.

Yalnızlık derken ne anlamalıyız?

Anladığım bir şey var ki bunu bilince çıkardığımda iyi ki diyorum sevinçle. Yalnız olmamak bu kalabalığa karışmak, onlar gibi yapmak, yemek, geceyi gün etmekse, iyi ki. Bu yalnızlığı artık savunuyorum. Epistemik, etik bir seçimden söz ediyorum.

Öte yandan varoluşsal (ontolojik) bir yalnızlık bilinci, kaygısı var. Bu cesaretle üstlenilecek ve eninde sonunda yüzleşmekten kaçılamayacak şey. Yalnızlık hakikate bağlanmanın yordamı ise, niye yakınıyor, bunu kayıplar hanesine yazıyoruz?

Kızlarımdan biliyorum. Bilinç, kavrayış tamam ama düzen sıkı, bön ve saldırgan... Bilgileşim, iletişim ağları yalnızlık bilincini; patoloji, sapkınlık, eksiklik, kusur, gerçekleşememek olarak pompalıyor. Sistem, sanatı, bu gürbüz oğlanı tam hizaya sokamasa da, yaşamın hemen tüm diğer alanlarında, ne yazık ki bilinç, yalnızlığı özgürlüğün bir boyutuna dönüştürme eşiğinin altında kalıyor. Bilinç kavrıyor ama toplumsallık bilinci desteksiz bırakıyor. Yalnızlığı, kusurumuz, uyumsuzluğumuz olarak deneyimlemek zorunda kalıyoruz. Sıra dışı olan, ayak uyduramayan biziz. Yıkıcı, düzen bozucu olan… Huzur için vazgeç(il)mesi gereken. Hadi canım, dedik diyelim. Faturalar yağmaya başlıyor, önümüze ödememiz gereken bedeller konuyor. Soluksuz kalıyoruz. İkiye bölündük, yarıldık ortadan işte. Ben kimim?

Arayan biri, soru soran şu uyumsuz, bundan başka da anlatılacak değerli bir öykü yok, anlam yok. Aklını bedenine, bedenini özgürlüğüne büken, kendinde kendine kulak veren, varoluşunu dürten, huzursuz, huzursuzluğunca uyumsuz, ayraca, kabına sığmamış ve sığmayacak, sözcüklerinden taşan ya da sözcükleri kendisinden taşan biri(ne kim saygı duyacak, elini tutacak)?

Elbette ki seni söylediğin ya da umduğun gibi bilinçlendiremem. Birbirimize destek veririz, yolumuz nereye çıkar asla bilemeden. Güvenilir söyleşinin, diyaloğun koşulu, görünürden çok görünmez iktidar konumlarını elden geldiğince yok etmek. Ben (birçok insanın gereksinim duyduğu) bir iktidar konumu sunma konusunda kendimi çok yetersiz bulur ve düşünürüm. Hatta daha ileri gider, elimde olmadan neden olduğum iktidar duruşlarını ayrımsadığımda kendimden tiksinir, sahtekârlığıma şaşar kalırım.

Ben sana dostum, tarihsel, yazınsal mitolojilerden, büyük örneklerin yanıltıcı sunumlarından da söz edeceğim belki, acıyla. Rimbaud’yu Rimbaud’dan arıtıp okumayı becermek de marifet desem belki kızarsın. İlgilendiğim her şeye içindeki putu kırarak başlamayı öğretti geçen zaman bana. Tanrı yoksa, her şey olabilir, (Dostoyevski) demedim, benim dediğim, Tanrı yoksa her şeyden Tanrıyı eksilterek başlayabiliriz. Yapıp ettiğimiz bu, insan kolonisi olarak. Tıpkı karınca kolonisi içerisinde Rimbaud-karıncanın yine de karınca olması gibi. Zaten büyüleyici olan da bence bu... Büyük yazgılardan, starlardan kendimi bildim bileli hep nefret ettim. Bana dayatılan ve arkasında küresel iktidarın yattığı ‘güzellik’ kavramına karşı bilincim erken yaşlarımda yokladı beni. Belki çıkış noktası tinseldi, psikolojikti ama sonra sonra buradan bir siyaset çıkarmaya başladım. Güzellik (!) ancak böyle elime geldi ya da gelir gibi oldu. Başka bir şeydi artık güzellikten anladığım. Pazarın dışına düştüm. Sen nasıl düştünse… Kendimi alıp satamaz oldum. Retorikten de düştüm bu nedenle. Dilim kaydı, görüntüm kaydı, öyküm kaydı. Efekti, başka şeymişliği yaşamımdan sildim ama bu bana özgürlük alanı açtı diyorum, savım bu. Böylece imgenin aşkla dünyayı aralamasının güzelliğini kavradım. Ama bunu da kesiyorum şimdilik.

İnsan insana gerek, iş bağlamın nasıl çatıldığında. Dünyanın bağlamı kalabalıklar içerisinde aptal tüketicinin daha yalnızlığa tutsak yalnızlığını üretmek, üstüne bir de bunu satmakla ilgili kurgulanıyor. Biz yalnızlığımızdan, bu düzene direnen yalnızlığımızdan neden bir yaşama nedeni çıkarmayalım, neden yalnızlıktan siyaset çıkarmayalım. Sorumuz bu olmalı bıkmadan. Ve bu gerekli de…

Gönderge, gösterilen ve gösterenden oluşuyor. İnsan, gönderen tek canlı türü… Kendine gönderemiyor ama. Gösteren=gösterilen özdeşliğinden özne (bilinç) çıkmıyor. Kendini bilmek için öteki şart. Yani Gösteren≠Gösterilen olmak zorunda. Ama düşünelim. Her ilişki bu denklemi taşır mı? İmgenin koşulu ötekidir. Ötekinin mesafesi, konumu, anı vb. bana göre imgelenir (öteki benim farkımdır ya da tersi). İmge bu farktır. Özlemek budur, akmak budur, yine de aramak budur, insanın insana ettiği, zavallılığımızın ve gücümüzün kaynağı budur. Ben ivmelenmekten, Tanrısız neşeden yanayım çünkü tam da bu öykünün kaynağında imgesizlik diyebileceğim saltık yokluk (ölüm) bulunmaz.

Doğrusunu istersen, uzun iletinde sarıya boyadığım noktalara giremedim bile ama bence yeter. Şimdi dönüp bu laf kalabalığı arasında anlamlı birkaç sözcük yazabilmiş miyim, buna bakacağım. 


SAYFANDAKİ DAHA NELERİ...

9 Mayıs 2016

ÖLÜMSÜZ FELİX


Felix’in Yeteneği

20 yaşında ölen İspanyol yazar Felix Francisco Casanova’nın (1956 – 1976) bir yarışmaya yetiştirmek üzere kırk dört gün içinde yazdığını söylediği tek romanı Vorace’nin Yeteneği. 17 yaşındaki bir gencin yazdığı bir roman bu, açık etkiler taşıyor: Kafka’nın Dönüşüm’ü, Camus’nun Yabancı’sı, Hesse’nin Bozkırkurdu, Rimbaud, Baudelaire, Sade... henüz taze olan okumaların etkisi ile yazıldıkları çok belli olan satırlara yansımışlar.  İspanyolların Rimbaud'su demişler onun için, şiirlerini bilmiyoruz, ama ben bu romanla Rimbaud'dan çok Lautreamont'a yakın buldum.

Roman, Bernardo Vorace’nin son intihar girişiminin ardından şakağında bir kurşun deliğiyle uyanışıyla açılıyor. Sayısız kez intihar girişiminde bulunmuş ama ölmemiş olan Vorace sonunda ölümsüz olduğunu düşünüyor ve kendinden kurtulmanın mümkün olmadığını anladığı anda (gerçekte tamamiyle istediği belleğini yitirmek ve yeniden başlamaktır) kendisini tanıyan herkesten kurtulmaya karar veriyor. "Beni bir ölümlü olarak tanıyan herkesle işim bittikten sonra, yeniden doğacağım geçmişe ait hiçbir iz taşımadan. "

Kitabı aşağıda yer alan paragrafla tanımış ve bana hiç de uzak olmayan bu hisler  karşısında meraklanmış, okumak istemiştim:  

"Zayıflıklarımı bilen herkesi ve her şeyi, geçmişin tüm izlerini yok etmeliyim. Ayın altında, sükunet içinde denize girmeliyim. Hayatımın kusurlarını bilen kişilerle dolu aşamalarını, geçmişteki insani sakarlıklarımın tanıklarını silmeliyim. Baştan başlamalıyım."

Ama kitabın kahramanına ait bu sözleri yazarının bir anlatı ve hayalgücü ile ne kadar ileri taşıyabileceğini kestirememişim.  Ölümsüzlük düşüncesi ile suça ve kötülüğe bulaşan Vorace, önce masum aptal ve zavallı aşığı Debora’yı bir köprüden aşağı atar, sonra kızı Debora’nın ölümünden sonra Vorace’ye üzüntüsüyle vicdan azabı yaşatan annesinden kurtulur. Ölmeden önce bitirmek istediği son çalışmasını daktilo etmek üzere yanında işe girdiği Hitler hayranı faşist yazar David Peces’in ölümüyle (Vorace’nin ölümsüz olduğunu söylemesine katlanamamıştır) geçmişine ait bir kişi daha ortadan kalkar. Ama Vorace tüm bunlarla yetinmemekte, geçmişinden tamamen kurtulmak için canice bir plan hazırlamaktadır: Deniz kenarındaki evinde hayvan kostümleri giymenin şart olduğu ve tüm tanıdıklarını davet ettiği bir parti düzenler: Çocukluktan beri kusurlarını bilen Damaso, sevgilisi Marta ve arkadaşları, Debora’nın arkadaşları, David'in kır evinde tanıştığı ve onu insani bir anında yakalayan hizmetçi kız; tüm tanıdıklarını ve tanıdıklarının tanıdıklarını ve hatta posta kutusuna bıraktığı davetiyeyi gördüğünde onunla dalga geçmiş olduğunu düşündüğü komşusunu.

Vorace de şeytan kostümleri içinde yer alıyor ve özenle hazırladığı bu hayvan kostümlü parti için Nuh’un gemisi gibi dolduruyor evi. “Aklımdaki fikrin daha estetik bir hal alması için hayvan kostümleri giymeleri gerekiyor." diye açıklıyor cani planını Vorace. Evi bir benzin bidonu ile ateşe verdikten sonra pencereden atlayıp kaçıyor. Bu hayvan kostümlü partiden ve bu cehennemi geceden bir Bosch tablosu yaratabildiği için mutlu, kalabalığın şaşkın bakışları arasında kahkahalarla alevleri seyrediyor: "tanıdıklarımın silüetleri kavruluyor" “Her şey planladığım gibi gelişti: insansı zayıflıklarımı bilen her kim varsa yok oldu”.

Vorace’nin kötülükle bu oynaşısı daha çocukken başlamış: 

“ Tahta kulemde mutlu muydum çocukken, gözlerken billurlara çarpan dalgaları binlerce kilometreyi sevgilisine kavuşmak için kat eden bir aşık gibi? Kartondan bir askerle oynar ve kollarını, bacaklarını, başını kesip ardından da hepsini başka bir düzenle yeniden inşa ederken mutlu muydum? Mutlu muydum kafatası kasık kemiklerinde belirdiğinde, boynun yerinde baldır yer aldığında? Hala tekrar erişmeyi başaramadığım bir zevkle bir ninenin torununu tıpkı benim askerimi parçalara ayırışım gibi kesip biçmesini yazarken mutlu muydum?  Evet, mutluydum harika Alice ile beraber labirentte, gelmiş geçmiş en etkileyici labirentte dolaştığımızı hayal ederken…” (sf. 122)

Yine aylak gezintilerinden birinde bir banka oturmuş Sade okuyan siyahlar içinde bir kadınla karşılaşıyor. Bu Vorace'ye büyükannelerini öldüren çocuklar hakkında korkunç öyküler anlatan eski hocası.

 Büyükanne’nin bir makasla torununu dilim dilim kestiği bir hikayeye rastlıyor çocukken tuttuğu defterde: 

" ilkokul zamanlarından kalma, çizgili, sarı bir defterin sayfalarını karıştırıyorum: hep sadisttim." 

“ Tıpkı doğurdukları gibi ölümü verecekler bana” diyor hapishane hücresinde idam mahkumu Vorace. Geçmiş soykırımı yaptığı o yangın gecesinin ardından bununla da kalmıyor, hücresinde, parmaklıklar arkasındayken özgürlüğünü kıskandığı bir kuşu öldürüyor.

 Ve idam sehpasında biten son, yine bir düş mü, yoksa gerçek mi? Ve Vorace gerçekten de söylediği gibi bir ölümsüz mü? Yoksa başarısız intihar girişimlerinin ardından kendini ölümsüz olduğuna inandırmış, şeytanla pazarlık içindeki bir başka faust mu? "Ben Ölümsüzlere üyeyim" diyor kitabın bir yerinde, Bach gibi, Rilke gibi…  Ölümsüz olduğunu düşündükten sonra yazmayı da bırakan Vorace'nin ölümsüzlük düşüncesi ebedi sanatçı mitinden (kaprisinden) beslenen bir tema ve bana kalırsa iyi de kullanılmış. İronik, acı ve gerçek olansa ölümsüz bir kahraman yaratan Felix Francisco Casanova’nın henüz yirmi yaşında banyo yaptığı sırada gaz kaçağından ölmüş olması. 

“Bir ölümsüzü kendisi dışında kim efsaneleştirebilir?” 

"Uyu artık uzun saçlı deli."


12

Pencere aralık, perde bir kadın başı gibi hafifçe kalkıyor. Gece bana bakıyor ve kışın nefesi dudaklarıma dokunuyor, rüzgâr beni ışığa gelen kelebekler misali saran çimen parçala­rı taşıyor. Düşünmüyorum bile. Yastık otların hiç kesilmediği bir bahçeye benziyor, başım denizin dibindeki kum gibi derine gömülüyor. Parmaklarım parmaklarımla oynuyor. Tüm tatlar dilime dolanıyor, Babil’in delisi olarak zihnimdeki dilleri karış­tırıyorum. Midas’ın dokunduğu her şeyin yaldızlarını döküyo­rum. Bir ölümsüzü kendisi dışında kim efsaneleştirebilir? Ka­ranlıkta parıldayan yarı değerli taşlar hayvan gözleridir, artık ölmüştür hepsi, sahiplerini gözlüyor ve uçuruma giden yolla­rını aydınlatıyorlardı. Marta ve binlerce ikizi yanımda yatıyor. Camda sonsuz yansımamı görüyorum. Bu gecenin tek müziği Marta’nın midesinden yükseliyor. Annemin pudralı kalçala­rımda, dövülen halı gibi, insanı hapşırtan bir toz yayarak davul çalışını anımsıyorum. Marta’cık gözlerini açıyor:

 "Uyu artık uzun saçlı deli."

*
Vorace'nin Yeteneği / Felix Francisco Casanova


Hırsızın Güzel Talanı / Zeki Z. Kırmızı'dan



Bir hırsızın talanından ancak bu kadar mutlu olunabilirdi ve kendime dün akşamdan beri, beni çokça etkileyen ve duygulandıran bu olay karşısında, bunu hak etmek için gerçekten ne yaptım ki, diye sordum durdum. 

Benimkini aratmayan ve belki de aşan senin okurluğunla onurlandığımı baştan belirtmek istiyorum, bu benim için önemli. Okurluğum ve buna bağlı gelişen yazım, dikkatli bir gözün odağında bu biçim ve içerikle hiç yer almadı, okunmadı. Hiç kimse beni, yalnızca yazımdan söz etmiyorum, senin gibi yakından ve içeriden okumadı (ki bunu kestirmek hiç zor değildi. Okuyacağım, demen yetmişti bana.) Zaten en başta ben başkasının beni, hele de böyle okuması için bir neden, gerekçe bulabilmiş değildim. 

Seni ve senin gibileri bambaşka ve özel kılan şey de tam bu. Kemiklerle, görünmez dokularla, tırnaklarla, döküntü ve atıklarla da ilgilidir bizim gibilerin yaptığı okumalar. Bütün bunlar bizde, içimizde buluşsunlar diye değil, bizden ayrı, orada var olmalarına saygı duyabilmemizden ötürü; atladığımız, kendimizi haklı görmemize yol açacak bir hafifliği bağışlayamayacağımız için  tinin boşluklarında ıslık sesi çıkararak estiği kemiklerle, kemiklerin iliğiyle de ilgiliyiz.

Kemiklerime değin okunduğumu, yazdıklarımdan öte, yazabileceklerimin, yani aslında doğrudan benim okunduğumu görüyor ve ürperiyorum. Kendimi saklamadım ama göstermeyi de istemiş değildim. Senin okumansa başlangıç imgesine, ilkörneğe (arketip) dönük bir okuma girişimi. Kusursuz, etkileyici bulduğumu söylemek zorundayım ve bunu sen yaptığın için hiç huzursuz, tedirgin olmadığımı hemen belirtmeliyim, senin röntgeninle ortaya çıkabilecek tüm olumsuz verinin bile benim için önemli, anlamlı bir girdi olacağını varsaydığımdan. 

Genç, diri ödünsüzlüğün başlı başına göz yaşartıcı bir erdem, bu erdem sözcüğü sayısız çağrışımıyla gıcık olmana yol açabilse de. Onayla(n)malarla uzaktan yakından ilgin olmaz senin. Sınırın ötesinden düşünen, yazan, seslenen birisin. Bütün bunları üçüncü kişilere anlatmak nasıl da zor. Ama gerekli mi?

Sana neden teşekkür etmeliyim? 

Bunun için gerek ve yeter nedenlerin bir çoğunu sen de kestiriyor olmalısın. Yinelemem anlamsız olur. 

Ama ayrıca teşekkür ediyorum, 66 yaşımda ilk kez kendimi saçılmış başka başka, uzam/zaman birliğinden yoksun ve dağınık yaşamlar olarak kabul etmişken, üstelik tüm bu paramparça şeyleri artık bir araya getirme çabasından tümüyle vazgeçmişken, bana yazınla bir sahici ayna tutarak kendimden bir şey anlamamı, bir imge çıkarabilmemi sağladığın için.

Ve yine teşekkür ediyorum, her ne yapmışsam ve bir şeyler yapmaktan vazgeçmezken bile yapıp ettiklerimi hiçler, önemsemezken, dahası tüm bunları yapmak için geçerli neden bulma sıkıntım giderek artarken, yalnız olmadığımı, bütün bunların bir ses, fiziksel bir alan yaratarak başka bir yerden, benzer bir ten ve tinden yankılanabileceğini bana gösterdiğin, neyi aradığımı bilmeden sürdürdüğüm arayışımda yalnız olmadığımı duyumsattığın, gösterdiğin için.

Teşekkür ediyorum, sana, senin için. Sendeki Rimbaud, sendeki Camus, sendeki adını sayamayacağım tüm ötekiler için. Evet, sen içinden çıkamadığım, yanıtını kıskançlık krizleriyle belki bulmayı olanaksız kıldığım süreğen sorumun yeni bir kanıtı olarak önüme dikildiğin için. Zaman ve su yalnızca sıralı akan bir şey değildir, bazen ters ya da beklenmedik biçimlerde sıçrayabilir, delebilir, usumuzu bir yerinden kesip kanatabilir. Belki de hazine (imge) orada gömülü, saklıdır.

Zamanın patladığı yerden yer yeniden bireşimlenebilir. Rimbaud 17-20 yaş arasında o hiçbir okumanın tüketemeyeceği Illumination'u yazabilir ve hiç kimse bu yüzden bir tansımayla, kayrayla (mucize) karşı karşıya olduğunu düşünmek gibi bir hafifliğe kapılmasın, kapılmamalı. 

Sana teşekkür ediyorum çünkü sen tanıdığım ender dil (ve düşünce) emekçilerinden birisin. Tanıdığım derken üreten, yaratan sanatçıları da içine katarak söylüyorum.

Ve sevgili Yalnız İnsan, dostum, bir teşekkür daha etmeliyim unutmadan.

Gizilgücün, yarın ortaya çıkaracağın yapıtın (nedir bunu kestirmek zor) için şimdiden teşekkür etmek istiyorum. 

ZEKİ Z. KIRMIZI OKUMALARI (BİR OKURUN OKUMA NOTLARI)

ZEKİ Z. KIRMIZI OKUMALARI
(BİR OKURUN OKUMA NOTLARI)


Sevgili Zeki Z. Kırmızı, doğru büyüğüm, haftalardır kütüphanenizde kitaplarınızı karıştırıyorum, beni hiç mi fark etmediniz? Birkaçını da çaldım üstelik: biliyorsunuz kitap hırsızıyım ben, sabıkam kabarık.

Okumalarınız nihayet bitti. Sizin okurluğunuz pek çok insanın okurluğuna haddini bildirecek cinsten. Yalnız okura değil, yazara da. En zor olanı da sizin okurunuz olmak zaten. Sorumluluk bilinciniz, sorumluluk duygularınız var. Her şeyden önce saygınız var yazı’ya, yazın’a, yazar’a, okur’a.

Kitaplarla, genel olarak okurluk ve yazarlık ile ilgili ne kadar büyük kaygılar taşıdığımı biliyorsunuz.  Size geçen sene şunları yazdığımı hatırlıyorum:

“İnsan kendi kitaplığının gönüllü tutsağı da değil midir aynı zamanda? Ben bunu istiyor muyum henüz emin değilim. Bu konuda direnmek elimde olan bir şey mi onu da bilmiyorum. Ama dışarıda yanıma içinde birkaç kitap ve defterden oluşan çantamı almadığım ve elimi kolumu sallayarak dolaşmanın keyfini çıkardığım nadir zamanlarda özgürlük hissinden keyif aldığım oluyor, sonra, çok geçmeden kocaman, büyük bir boşluğun içinde ilerlediğimi hissetmeye başlıyorum yine.”

En son Rimbaud üzerine yazarak (kaotikbenlik.blogspot.com/2018/11/rimbaud) bu kaygı ve endişelerin üzerine gitmiştim biraz da. Sizse bir ömür harcamışsınız okurluk yaşamınıza, işte, kendi kitaplığının gönüllü tutsağı olmuş bir büyük okur var karşımda.  

Etkin bir şekilde okumaya lisede başlıyorsunuz. Sık sık 60’lardan, lise yıllarınızdan, Urfa’da, Naci İpek’in Özlem Kitabevi’nden bahsediyorsunuz. Balzac’ı, Flaubert’i, Faulkner’i, Caldwell’i, Stendhal’i, Dickens’ı,Thomas Mann’i lise yıllarında okumuş, tanımışsınız. Ortaokul’da tanışmışsınız Nazım’la.  Emily Bronte’nin Uğultulu Tepeler’ini sizi siz yapan okumalardan sayıyorsunuz. Sizdeki bu erken gelişmiş okuma bilinci nereden diye de ben sormak istiyorum şimdi. Biz lisede neler okurduk bir bilseniz.

Yine lise yıllarından bir okuma: Flaubert’in Ermiş Antonious ve Şeytan’ı kırk yıl sonra tekrar elinizde.

“Çok heyecanlanmış, büyülenmiş, gençlik sorgulamalarının vahasını bulmuştum bu anlatıda sanki. Demek ki fena halde bir arayış içerisindeymişim. Hatta o zaman yazdığımı anımsadığım bir öykü-şiir demek Flaubert etkileriyle yazılmış. İnanç hesaplaşması içindeydim. On beş yıllık yaşamımın en üst hesaplaşmasını yapıyordum.”

Bir başkası, Kızıl ile Kara. “ Kırmızı ve Siyah ile buluşmamı 15 – 16 yaşlarında bir ayinsel okuma olarak anımsadım ve içimde yaşamım boyu taşıdım.”


Sizin okurluk yaşamınız, okuma tutkunuz, kitaplara olan inancınız ve sevginiz bütün kaygılarımı silip süpürdü. Bütün bu sevgiye, birikime, emeğe, özene, duyarlığa hayran kalmamak elde değil.  Bana büyük bir kılavuzluk yapacak okurluğunuz. Okuma notlarınız aynı zamanda bir okurluk dersi, okurluk okulu. Bana da okuma bilincini ve dil bilincini aşıladılar.  Ne kadar da gerisindeyim Türkçe yazınımızın, dünya edebiyatı cumhuriyetinin ne kadar uzağında bir vatandaş, bir arpa boyu yol anca almışım, ne kadar çok katedecek yolum varmış daha.

Okurluk üzerine, kişisel okurluk yaşamınız üzerine bir okur kitabı yazmalısınız Sevgili Zeki Bey,  yazılarınızın birinde söz ediyorsunuz da böyle bir tasarıdan: “ Ülkemizde okurluğun tarihini, bir manifesto, okur manifestosu biçiminde yazma düşüncesi. Okurun çilesi yazarınkinden az olmamıştır. Türkiye okur deneyimimin, gerçekte çilemin dökümünü yapmaya. İlginç, öğretici bir tanıklık olacaktır bu.”

Yazara verilen kıymeti ve değeri yazardan alıp okura verebilecek yegane insanlardansınız.

TÜRK EDEBİYATI

İlginç, 2000’li yıllarda okuyorsunuz Oğuz Atay’ı. “30 yıllık bir gecikmeyle.” Urfa’daki lise yıllarınızla, 2000’li yıllardan başlayan okuma notlarınız arasında bir büyük boşluk var zaten. Ne seksenlere ne de doksanlı yıllara dair bir değini hatırlıyorum. Oğuz Atay okur okumaz çarpmış sizi.  Onu dünya çapında bir yazar saymış, Tutunamayanlar’ı Ulyses’in yanına koymuş, Swift’le, Sterne’le karşılaştırılabilecek kerte büyük bir kitap saymışsınız.  “Kalan yaşamımın başucu kitabıdır bu kitap ve kafamla birlikte her yerde olacak, tıpkı Moby Dick, Don Quijote gibi. Bu roman benim öykümdü, Oğuz Atay’ın da, bizim gibilerin…“ Tüm Atay yapıtını Kafka’nın Değişim’i altından toplayabiliriz diyor ve soruyorsunuz: Atay’ın esini Karasu mu? Atay Leyla Erbil’e neler borçlu? “Oğuz Atay özgün bir yazar mı?” “Türk ve Dünya yazınının da hangi etkileri taşımış, kime, neyi borçlu?” “ Oğuz Atay’ınki bir Cumhuriyet hesaplaşması mı?” “ Kemal Tahir’le ilişkisi organik mi yapay mı?” “ Oğuz Atay geleneği arkasından gelen yazınımızı kimler üzerinden, nasıl etkiledi?” “Oğuz Atay modernist mi postmodernist mi”  Oğuz Atay’ın Atılgan’la yazınsal ilişkisi ne olabilir?”   

Beni edebiyatın tam ortasına bırakıp gittiğiniz bu ve benzer soru ve düşüncelerle dolu yazılarınız.

Yaşam arkadaşınız saydığınız iki ismi, Oğuz Atay ve Karasu kitaplarını yan yana diziyor, Türkçe’yi yarattığı için sırtını Dağlarca kitaplarına yaslıyorsunuz. Büyük bir dil deneyimiydi demişsiniz Karasu okumalarınıza. Ben Bilge Karasu’nun bir öyküsünü, şimdi hangisi hatırlamıyorum, ilk kez yayınlandığı Türk Dili Dergisinin sayfaları arasında okumuş, etkilenmiş ve çok sevmiştim. Keza aynı sayfalar arasında okuduğum Çeşitlemeli Korku isimli şiiri de ara sıra açıp okunacak şiirlerden sayarım. Sizin yaptığınız gibi toplu bir Karasu okumasına girişeceğim yakın zamanda. 

Bir erkek olarak pek çok kadına sahipsiniz: Nezihe Meriç en büyük aşkınız, gönlünüzün nobeli onda. Ölümü sizi derinden yaralamış. Bir doruk dil, bir dil devrimcisi olarak selamladığınız Leyla Erbil’le de büyük bir aşk yaşamışsınız, Sevim Burak’la Yanık Saraylar’la başlıyor ilişkiniz, Afrika Dansı ile sürüyor. Füruzan, onunla yaşadığınız aşk da büyük olmuş,  Ayfer Tunç’a Ömür Diyorlar Buna romanını okuduktan sonra cesaretinizi toplayıp bir mektup yazıyorsunuz. “ Benden beklenmeyecek birçok şeyi yapar oldum. Hoşuma gittiği için. Artık kendim için yaşayabilirim gibi geliyor bana.” Tomris Uyar son aşkınız, yazı eceniz.  Siz onun “yazma işini sancılı, kutsal kılan, aşka dönüştüren” okurusunuz.  Kadınlarla ilişkileriniz saymakla bitmez. Sevgi Soysal, İnci Aral, Adalet Ağaoğlu, Gülten Akın… Tezer Özlü ile beraberliğiniz ise kısa sürüyor. Anlaşamadınız belli ki. Her zaman platonik olarak kalacak aşkınızsa Türkan Şoray.

Sorry Angel (2018, Christophe Honore)


Plaire, aimer et courir vite, Beğen, Sev, ve Hemen Kaç, İngilizce başlığıyla Sorry Angel, bir Christophe Honore filmi, bir başka Fransız yapımı 120 Beats per Minute gibi 90'lı yılların Paris'inde, aids'in hala can aldığı ve act up eylemlerinin devam ettiği dönemde geçiyor. Daha önce Herve Guibert'in Hastane Günlüğünde, Derek Jarman'ın Blue'sunda ve Cyril Collard'ın Yırtıcı Geceler romanında ve aynı adlı film uyarlamasında karşıma çıkmıştı bu dönem - ki beni çok etkileyen aids kurbanı bu üç sanatçının da veda mahiyetindeki son yapıtlarıydı bunlar. Özellikle Cyrıl Collard'a blogda genişçe bir yer açmış, Derek Jarman'a ve Herve Guibert'e de elimden geldiğince dokunup geçmiştim. 

Christophe Honore ise 120'nin yönetmeni Robin Campillo gibi Sorry Angel'da geçmişe, anılarına, gençliğine dönüyor. Oldukça kişisel, yaşamöyküsel izler ve imgelerle yüklü geriye dönük bir bakış atıyor 90'lı yıllara.  Honore de filmin genç karakteri Arthur gibi Brittany'de öğrenci o dönem, çevresi aids'ten ölen insanlarla çevrili, bütün bir kuşak, birlikte korkunç bir süreci deneyimliyorlar.  Honore röportajında bunu şöyle dile getirmiş:  “It’s not normal to start out with this idea that death is intimately linked to your sexuality. And then to bury friends when you’re just 20 …  I wanted to explore my memories of being in my 20s in the ’90s. AIDS was part of our lives, so many people around me died, and at the time, AIDS and the fear of death was looming over love and sex relationships.


Sorry Angel'da, filmin merkezinde iki karakter var. Jacques, 35 yaşında hıv pozitif ve ölümün eşiğinde Paris'te yaşayan bir oyun yazarı. Arthur, cinselliğini yeni yeni keşfeden, taşrada yaşayan ve sinemacı olmak isteyen 22 yaşında genç bir Rimbaud. Bir Parisien ve bir Breton. Jacques'in bir oyunu için gittiği küçük bir Fransız şehri olan Rennes'de, Jane Campion'un Piano filminin gösterildiği sinema salonunda karşılaşıyorlar. Jacques'le Arthur arasında cinselliğin de ötesinde edebiyat ve sanat hakkında sohbet üzerine kurulu bir flörtleşme ve romantik bir aşk ilişkisi başlıyor böylece. 




Yönetmen Christopher Honore filmini "bir ilk aşk ve bir son aşk filmi, imkansız bir aşkın değil, imkansız bir hayatın filmi" diye tanımlamış.  Jacques'in son aşkı Arthur, biraz biraz Rimbaud o, yazar ve sinemacı olmak istiyor, Paris'e ilk kez gidiyor, müzeleri dolaşıyor, aids'ten ölen oyun yazarı Bernard-Marie Koltes'in, Truffaut'nun mezarını ziyaret ediyor. Truffaut'nun yanı başında aktris Dominique Laffin'in mezarına bir bakış atıyor. Muzip ve tatlı bir gülümsemesi var, iyimser, umut dolu, henüz yolun başında; güneşli ve güzel bir günde işte, walkmaniyle Paris sokaklarında, Jacques toprağın altına girecek ama o güneşte yürüyor. 




İmkansız olan, Jacques ve Arthur'da karşı karşıya geliyor,  “Ben çoğunlukla ölü yazarları okurum” diyor Arthur. “Uzun süre beklemene gerek kalmayacak” diye cevap veriyor Jacques. İlişkileri iki sevgili olmaktan çıkıp bir öğretmen ve öğrenci ilişkisine dönüşüyor zaman zaman. Filmin en keyifli sahnesi, Rimbaud'dan Walt Whitman'a, Allen Ginsberg'den Christopher Isherwood'a eşcinsel edebiyattan isimlere atıflar yapıldığı, wrong blonde diyalogunun yaşandığı uzun telefon konuşması.


Ve mavi, mavi filmin en sıcak rengi. Mavi'nin açık ve koyu tüm tonları. Jacques'in mavi takımı, mavi duvarlar, mavi yatak çarşafları, mavi kıyafetler, mavi iç çamaşırları, telefon külübesinin mavi ahizesi, banyonun fayans döşemeleri ya da hastane koridorunun kasvetli zemininde mavi. Ve kaç izleyicinin dikkatini çekmiştir bilmem Derek Jarman'ın cam bardaklardaki mavi hezarenleri. 




Some of these days,Oh, you'll miss me honey




sartre'ın özlü tanımı: tımarhaneden kaçmak için anahtar arayan hasta sonunda kendisinin anahtar olduğuna inanmaya başlar.

*
Bulantı için bak:

KIŞ MEKTUBU


Rimbaud’dan sonra bir başka giden, Sevgili Zeze, Paul Gauguin, paraya ve zenginliğe tapan tiksindiği Avrupa uygarlığını terk etmeye karar vermiş, 1889’dan itibaren Fransa’dan ayrılmak için uygun bir yer arayışına başlıyor. İlk başlarda gidiş sebebi uygarlıktan bir kaçıştan ziyade mümkün olan en düşük yaşam koşullarında, sanatın tüccarların elinde olmadığı, yalnızca resim yaparak yaşayabileceği bir yer. Yaşam maliyetlerini hesaplıyor, Madagaskar’ı düşünüyor, ama orayı uygarlığa çok yakın buluyor ve çok geçmeden vazgeçiyor. Sonunda kendini dünyanın bir ucunda, Fransız sömürgesi altındaki Tahiti’de buluyor.

Resme bir pazar ressamı olarak başlamış, işten artakalan saatlerde boya kutusu, şövalesi ve tuvalini alarak kırların yolunu tutan amatör bir ressam olarak. Gauguin’i yoldan çıkaran borsacı arkadaşı Schuff, (ki Schuff da borsadaki kazançlı işini bırakmış ve kendini resme adamış) ama en önemlisi,  Manet’nin nü’sü Olympia’yı gördüğünde tam anlamıyla baştan çıkmış olmalı. Çok iyi para kazanan bir borsacı olarak karısı, beş çocuğu ve tek güvencesi olan mesleğini bırakıyor ve kendini tamamen resme adıyor. Ailesi için gerçek bir felaket olan bu istekle resim aşkı arasında zor bir karar; karısının deyimiyle sonunda onun zalim egoizminin kurbanı oluyorlar. Borsada iyi bir işi olan, nüfuzlu, saygıdeğer ve iyi giyimli Bay Paul Gauguin yavaş yavaş bir boheme dönüşüyor, ticareti bırakıp resme başlamasıyla başlayan yoksulluğun pençesinde bohem bir kılıkta ve daima sarhoş dolaşıyor. Biraz abartıyorum tabi...

Tahiti’ye gitme fikrini Gauguin’in aklına sokan aslında Vincent (Van Gogh). Arles’te birlikte yaşadıkları dönemde Vincent’in okuduğu Pierre Loti’nin Rarahu, Loti’nin Evliliği romanı Tahiti’de geçiyor ve bu egzotik anlatı Vincent’in ilgisini çekmiş. Vincent’in duvarlarını sarıya boyadığı ve kendi tablolarıyla doldurduğu meşhur ve meşum kulak hadisesisin yaşandığı Sarı Ev’de, egzotik bir ülkede, kendilerini tamamen resme adayacakları Zevkevi ( Maison du jouir) isimli bir stüdyo, (bu tanım Vincent’e ait) bir ressamlar topluluğu hayal ederler. Bunu gerçekleştirebilmek için para bile biriktirirler.

Sonuçta Tahiti hayalini gerçekleştiren Gauguin oluyor, Vincent Avrupa hapishanesinden kaçamıyor. Arles’teki kulak hadisesi gerçekleştikten sonra Arles’i ve deliliği kesinleşen Vincent’i sonsuza dek terk eden Gauguin, çok geçmeden ondan bir mektup alıyor:

“Paris’te olduğun için ne kadar şanslısın, orası insanın en iyi doktorları bulabileceği bir yer, sen de kesinlikle deliliğinin tedavisi için bir uzmana danışmalısın. Hepimiz deli değil miyiz?”

Hepimiz deli değil miyiz Zeze? 


Gauguin sonunda Avrupa uygarlığından kaçışını dostlarına ilan ediyor. Christ and the Garden Olives tablosunda kendini havarilerin terk ettiği İsa olarak betimlemiş.

Avrupa defterini tamamen kapadığı inancıyla yanına sahip olduğu her şeyi alıyor: iki mandolin, bir gitar, eski bir tüfek, breton flütleri, birkaç parça giysi ve resim eşyaları. Gauguin’in Tahiti’ye gideceğini duyan Renoir, oysa Batignolles’de de o kadar güzel resim yapılabiliyor ki, demiş. Ama Gauguin’in gerekçeleri temelde farklıydı.  Kırlar ona yetmemişti, gerçek bir cennet bahçesi arıyordu, çürümüş Avrupa uygarlığından kaçmak ve yeryüzünün unutulmuş, yabanıl bir köşesinde özgürce resim yapmak, Martinik ve Panama seyahatlerinde keşfettiği tropik ışığı ve renkleri geri istiyordu. Aynı zamanda serüven düşkünü ve başına buyruk da bir adam. Peru kökenli, 1878'de, bir etnografya müzesinde gördüğü Peru heykelleri damarlarındaki inka kanını harekete geçiriyor,  bohem sanatçı yaşamından daha da ötesine bir ilkele ve vahşiye dönüşmeyi istiyor. 

1889?'da kırk üç yaşındayken, Marsilya’dan kalkan bir gemiyle iki buçuk ay süren bir yolculuğun sonunda Tahiti’nin Papeete kentine ulaşıyor.

*Çocuklarından Emile Gauguin’e bakılırsa bu romantikleştirilen etkileyici bir hayat öyküsü ama tam olarak doğru değil. Gauguin’in ne ressam olma kararı ne de daha sonra ressam olmak uğruna çocuklarını ve karısını terk ettiği tam olarak gerçeği yansıtmıyor. Henüz 1873 gibi erken bir tarihte karısının bir resmini yapmış, sanat uğruna işini bıraksa da bu konuda öncelikle karısına danışmış ve ailesi ile bağını asla koparmamış. Karısını ve çocuklarını yanına almak bile istemiş, sık sık onlarla mektuplaşmış ve çok sevdiği kızı Aline için Tahiti’de bir günlük tutmuş.

Gauguin, Papeete’de Avrupalılaşmış bir kent buluyor karşısında. Papeete’ye gelmeden on bir yıl önce Kral 5. Pomare yönetimi Fransızlara devretmiş. Gauguin, tam da kralın cenaze töreninde adaya geliyor. El konulmuş, zapt edilmiş bir ülkeye ayak bastığını fark ediyor. Avrupalı olan her şey burada da var: Askerler, memurlar, din adamları, ticaret, resmiyet. Para burada da insan yaşamına amansızca hükmetmekte. Tiksinti duyup kaçtığı Avrupa kültürü yeninin albenisine çabuk kapılan yerli halkın da etkisiyle öldürücü darbelerle geleneklerin içine sızıyor. Gauguin, zamanla kralın gömülüşünün adada can çekişen yerel kültürün son kalıntılarının da gömülüşü olduğunu anlıyor.

İlk hayal kırıklığını Tahiti’ye gelişinin ilk ayında yaşıyor. Nehirde çıplak yüzmeye kalkıştığında kamu ahlakının bekçisi jandarma ensesinde bitiyor.  Bu Avrupai merkezden uzaklaşmak için Papeete’yi terk etmeye ve ormanın içlerindeki küçük köylerde eski geleneklerin hala yitirilmediği yerli yaşamının arasına karışmaya karar veriyor. Papeete’den 50 km uzaklıktaki Mataeia’ya taşınıyor.

“ Yapay olan, geleneksel olan, alışılmış olan her şeyden kaçtım.
Gerçeğe, doğaya giriyorum.”