Ben etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ben etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

KULÜBE GÜNCESİ (Kasım 2020 - Temmuz 2021)


Bu kadar uzun soluklu bir Thoreau okuması yapacağımı düşünmüyordum, Thoreau birkaç sene önce Walden ve birkaç seçki kitabı ile birlikte karşıma çıktığında şöyle bir göz atmak ve burun kıvırmakla yetinmiştim. Yaşlı dostum, değerli büyüğüm Zeki Z. Kırmızı da Thoreau okuduğunu ve çok buluşamadığını söylemişti. Hoş, ben onun yanlış kardeşiyim: yemyeşil bir devrimciyle buluştum en nihayetinde.

Thoreau okumalarım ile birlikte iki Henry portresi çıktı karşıma, ilki sıkça öne çıkan ve anılagelen haliyle Korkunç Henry (Everybody hates Henry); ve onun ilham verici karakterinin ve yaşamının bizatihi tanığı olan dostlarının Sevgili Henry'si. Kuşkusuz bir başka iyi tanık da Thoreau'ya dair dokunaklı, özel bir portre çizen Ralph Waldo Emerson. Üçüncü Henry ise burada karşınıza çıkacak olan benim Henry'im: İngilizce kaynaklara çoğu zaman serbest çevirilerle sokulabildim, ama bu kısa not dizisi ve yazılar Türkçe'de ilham verici bir doğabilimci ve düşünürle tanışmak ve yaşamına tanıklık etmek için umarım iyi bir referans ve başlangıç noktası olur. 


Kulübe deneyimim en başta bir okuma tasarısıydı ve hep olduğu gibi tutkuyla sürdürdüm bu işi. Psikanalizin mekâna eğilmesini yer-deşmek diye açıklamış Bachelard (E.B.): "Bir oda ya da bir ev okunur, tıpkı bir kitap gibi." Aslında her şey okunur: bir iğne deliğinden yola çıkar, tüm evrene (hakikate) varırız. 

Kulübe okumalarım ve kulübe deneyimim Walden kitabı ya da Thoreau düşünceleri ile ortaya çıkmadı ama yadsınamaz bir etki yarattı. Belki Thoreau ile Walden göletinden uygarlığa aynı uygun adım uzaklıktaydık ve duyduğumuz herkesten başka bir davulcunun sesiydi; ve bir gün benim de Thoreau gibi bir kış günü ormanda bir başına yürürken terk edilmiş bir kulübe çıktı karşıma: Tesadüf olduğunu kim söyleyebilir?

Thoreau'nun fakirliğe övgüsü ve basit yaşam fantezilerinin gerçekliği ile hiç ilgilenmedim,
kendimi ve kitaplarımın kafasını sokacak bir çatı, bir masa ve bir yatak bulduğum için mutluyum. Daha fazlasına ihtiyacım olmadığını söylemek fantezi olurdu işte. Bugün bile onun Walden deneyiminden çok daha çarpıcı örnekler var. Bütün bir okuma deneyimim kendimi Thoreau'ya benzetmek değil Thoreau'yu kendime benzetme çabasıydı ve ondan, ilham verici yaşamından almam gerekeni aldım. Bu anlamda okuma konusuna Heidegger'in getirdiği yaklaşım örnek alınabilir: "Fakat okumak, toplamaktan başka ne olabilir?: Söylenenden söylenmeyeni çıkarıp toplamak için, kendini toparlamak gerek."


Kendi kulübem ve Thoreau'nun kulübesi dışında, düşünme ve inziva mekanları olarak Heidegger'in, Wittgenstein'ın, Arne Naess'in, Kama no Chomei'nin kulübeleri, Oğuz Atay'ın dağ evi hayali, Enis Batur'un kulübe düşü ve Corbusier'in şatafatlı le Cabanon'u da okumalarımda yer buldu. Mimarinin başlangıcına dair Laugier ve Vitrivius'un ilkel kulübesinden, Tiny House hareketine ve kimi sıradışı kulübe örneklerine de yer verdim. Her şey gibi bu konu da pornalaşmış (cabinporn) durumda ve elimden geldiğince varlığa komşu kulübe örnekleri paylaştım. 


Keyifle okuduğum üç Gaston Bachelard kitabı kulübe okumalarım boyunca başlıca kaynaklarım oldular ve ateş yakarken, mum alevinde, tahta kurularının kemirdiği, içten içe çürüyen kulübemin tahtaları arasında düşlere dalarken beni yalnız bırakmadılar: Mekanın Poetikası, Mumun Alevi, Ateşin Psikanalizi. 

İsmini unutmadan anmak istediğim bir başka isim de Oruç Aruoba. 

Pier Vittorio Aureli'nin Az Yeterlidir metni de oldukca keyifli bir başka okumaydı.

Birkaç Thoreau çevirisi ve arkadaşlığı için Elif'e teşekkür etmeden olmaz. 

Okumalarım sürecek, Mum Yakana Kılavuz dosyasındaki tüm fotoğraf ve videolar bana ait. Kulübe Güncesi etiketi içinde yer alan paylaşımlar Thoreau okumalarımı da iceriyor.  Mum yakmayı, Divan ve Fars Edebiyatından Şem ve Pervane örnekleri paylaşmayı sürdüreceğim. Okumalarım sürecek, hiçbir okuma bitmez, vakit buldukça da blogda paylaşım yapmaya devam edeceğim. 

kaotikbenlik@

XXX🕯️🕯️



"benim ruhumdur bu alev"

N.

Korkunç Henry I



Kathryn Schulz'un 2015'te New Yorker'da yayınladığı Pond Scum başlıklı Thoreau yazısı bir dönem epey tartışma yaratmış. Schulz'un Thoreau'dan çıkardığı portre öncekilerle benzer ama daha saldırgan. Thoreau savunması yapmayacağım, bir doğabilimci olarak önemi açık; kişiliği tartışma konusu olabilir, Walden bir kurgu ve "aşılmaz bir çelişkiler çalılığı" da olabilir, basit yaşam fantezilerinin gerçekliği ile hiç ilgilenmedim, bugün bile onun Walden deneyiminden çok daha çarpıcı örnekler var.
Bütün bir okuma deneyimim kendimi Thoreau'ya benzetmek değil Thoreau'yu kendime benzetme çabasıydı ve ondan, ilham verici yaşamından almam gerekeni aldım. Bu anlamda okuma konusuna Heidegger'in getirdiği yaklaşım örnek alınabilir: "Fakat okumak, toplamaktan başka ne olabilir?: Söylenenden söylenmeyeni çıkarıp toplamak için, kendini toparlamak gerek."

Kulübe okumalarım ve kulübe deneyimim Walden kitabı ya da Thoreau düşünceleri ile ortaya çıkmadı ama yadsınamaz bir etki yarattı. Belki Thoreau ile Walden göletinden uygarlığa aynı uygun adım uzaklıktaydık ve duyduğumuz herkesten başka bir davulcunun sesiydi ve bir kış günü ormanda bir başına yürürken terk edilmiş bir kulübe çıktı karşıma. Tesadüf olduğunu kim söyleyebilir?

Tinyhouses hareketi ile de ilgileniyorum son zamanlarda ya da karavanda yaşam düşünceleri ile. Kendimin ve kitaplarımın kafasını sokacak bir çatı, bir masa ve bir yatak için. Daha fazlasına ihtiyacım olmadığını söylemek fantezi olurdu işte. (Mesela Walden seyahati için iyi bir sponsor fena olmazdı :)

Schulz'a gelirsek, Thoreau'nun pek de bilinmeyen bir anlatısı, Cape Cod'dan bir anısı ile başlıyor. Thoreu! nun karşılaştığı bir gemi enkazındaki cesetlere karşı kayıtsızlığı ile:

"Genel olarak, beklediğim kadar etkileyici bir sahne değildi. Kumsalda ıssız bir yerde bir ceset bulsaydım, beni daha çok etkilerdi. Daha ziyade rüzgarlara ve dalgalara sempati duydum, sanki bu zavallı insan bedenlerini sallamak ve karıştırmak günün emriymiş gibi. Eğer Doğa yasası buysa, neden zamanınızı huşu veya acıma ile harcayasınız ki?"

Korkunç Henry II


Toplum Thoreau'dan korkunçtu. Thoreau'yu eleştirenler Thoreau'dan da korkunç. Bu düşmanca tutumlar önyargılarla dolu, tanıyorum böylelerini edebiyat çevrelerinde, kültür soytarıları, Thoreau'yu elestirmeden önce kendi yaşamlarınına baksınlar. Henry, Dear Henry, beni ikinci sandalyesinde her zaman konuk ederdi. Biz, Thoreau'nun, Korkunç Henry (Everybody hates Henry) portresine devam edelim:

"İnsan kitlesi ve onların sessiz çaresizlikleri hakkında hiçbir şey bilmiyordu. O dünyaya bakan ve kendi yansımasını gören bir narsistti. Sağlıksız bir zihni vardı ama başkalarına ilaç yazmaya başladı."

"Thoreau, ödünç alınmış bir baltayla inşa edilmiş bir evde, ödünç alınan arazide basit yaşam oyununu oynadı ve çamaşırlarını yıkadığı için annesine teşekkür etmeyi unuttu."

"Ormandaki el yapımı kulübesinden sıcak yemeklerin tadını çıkarmak ve çamaşırlarını aile evine bırakmak için kaçıyordu. Bu, küstahça kendi kendine yeterli olduğunu ilan ettikten sonra."

"Bir gölün yakınında kendisi için inşa ettiği bir kulübede maceraya atılan bir adam olan Walden'in önermesi , nihai çocuğun fantezisi gibi görünüyor ve Thoreau'nun kulübesinin arkadaşlara ve komşulara yakınlığı, biraz alaycı bir şekilde bir çocuğu hatırlatabilir: ailesinin arka bahçesinde bir çadır kuruyor.

Ayrıca;

"Kibirli, tembel, egoist. Başarısız, kendi kendine yeten, işe yaramaz, hayal gücü olmayan, taşralı, sahtekar, mizantrop.

Son olarak elbette Emerson:

"Henry'yi seviyorum ama ondan hoşlanmam"


Otuz Asır

 



Pasolini'nin Marilyn Monroe siiri üzerine hoş bir sohbet. Ne iyi oldu hatırladığım Pasolini'yi. Beni ondan daha çok etkileyebilmiş bir tek komünist var mı? Katilleri benim de katillerim, Ostia'daki parçalanmış o ceset benim cesedim. Coil'in şarkısı dolanmaya başladı bile aklımda:

 "...And murder me in Ostia"

Pasolini'nin Türkçe'den çeviri mısraları dolanıyordu uzun zamandır aklımda: 

Tanrım, yalnızız biz, arama bizi gün be gün ay be ay, yıl be yıl, hiçbir şey değişmedi, otuz asırdan bu yana, hiçbir şey..."

Belki kendi ömrüme denk hissettiğim için bu otuz asrı. Belki, gerçekten de otuz asırdan bu yana hiçbir şey değişmediği için.

*


Yakından Bakmak: Thoreau

          


"It was no longer beans that I hoed, 
nor that I hoed beans…” (Walden)


  Demek ki mesele sadece fasulyeler değilmiş.

 Bu kadar uzun soluklu bir Thoreau okuması yapacağımı düşünmüyordum, birkaç sene önce Walden ve birkaç seçki kitabı ile birlikte karşıma çıktığında şöyle bir göz atmak ve burun kıvırmakla yetinmistim. Yaşlı dostum, değerli büyüğüm Zeki Kırmızı da Thoreau okuduğunu ve çok buluşamadığını söylemişti. Hoş, ben onun yanlış kardeşiyim; yemyeşil bir devrimciyle buluştum en nihayetinde.


Yürüyüşlerimde duyularıma dönmeye bayılırdım. Ormanın dışında bir şey düşünüyorsam, ormanda ne işim var?


Doğada ince bir manyetizma olduğuna inanıyorum ki bilinçsizce ona teslim olursak bizi doğru yönlendirecektir.


Oraya ruhen ulaşmadan bedensel olarak ormanın içine bir mil yürüdüğümde paniğe kapılıyorum.


Bacaklarım hareket etmeye başladığında düşüncelerimin akmaya başladığını düşünüyorum.




Kulübe Güncesi: Kulübe Yapmak

 


Dost Oktay, Dersim'de kırk haneli köyündeki evinin bahçesine, hemen yukarısında aile mezarlığının bulunduğu meşe ağaçlarının altına ahşap bir kulübe yapmaya karar verdi; ve geçen günler kulübeyi yapacağı yerin fotoğraflarını yolladı. Bu kararında ne kadar etkili oldum bilmiyorum, çoğu zaman bu etkiler konusunda oldukça çekingenizdir, ama çok sevindim kararına.

İki Ekim önce, tam da ceviz toplama zamanında, elimizde uzun sırıklar, iki hafta boyunca bahçesinde hoş vakitler gecirmiştik. Kapkaraydı Margek geceleri, yıldızlarla iç içeydi; ve karanlıkta gerillaların gozüpek hayaletleri dolaşıyordu kurak toprakların bitip yerini meşeye bıraktığı yerlerde. Şafak çabuk söküyordu Margek'te, bir an sabah oluyordu bir an akşam, ve ateşler yakılıyordu kapkara geceler için, o günler ateşe bakarken bilmem, neydi, kimdi karşısına koyduğum bu ateşlerin, çabucak kül olan geçmişim gibi bencileyin savrulan.



Kulübe Güncesi: Odun Kesene Kılavuz

Odun kesene kılavuz:



Odun kesene Bernhard'tan daha iyi bir kılavuz tanımıyorum...


Kulübe Güncesi: Serüven Yoktur


"Yalnızım şimdi. Ama yapayalnız değilim. O düşünce var karşımda, bekleyip duruyor. Koca bir kedi gibi tostoparlak olmuş. Bir şey açıkladığı yok, kıpırdamıyor da. ''Hayır" demekle yetiniyor.
Hayır, benim başımdan serüvenler geçmedi."

Bulantı'nın başat temasıdır serüven. Kitabın ilk ismi Melankoli yayınevi tarafından beğenilmeyince Sartre, Antonie Roquentin'in Olağanüstü Serüvenleri ismini önerir, altbaşlığını da Serüven yoktur diye koyar. Sonunda Gallimard'tır Sartre'ı Bulantı'nın yazarı yapacak olan.


Kulübe Güncesi: Çekiç

 

Kimseyi yanıltmayayım, 

Thoreau'nun çapasını almadım hiç elime, çekiçle felsefe yapıyorum hala!

Kulübe Güncesi: İkarus


Önümde denize açılan bu zeytinlik dolu manzaraya baktıkça sık sık aklıma Van Gogh'un bir dizi zeytin ağacı resmi düşüyordu. Bugünlerde Brueghel'in İkarus'u da onlara eklendi, mitin çağdaş bir yorumu, Herbert List'in etkileyici bir İkarus fotoğrafı ile birlikte. 



Ara sıra kulübede başıma açtığım işlerden yorgun düşmüş, manzaradan habersiz çalışırken, kafamı her kaldırışımda İkarus düşerken işine devam eden Brueghel'in köylüsü gibi hissediyorum kendimi - ki Auden'in çok güzel bir şiirine konudur:

(...)
#Brueghel 'in ikarı'nda meselâ, bana mısın bile demeden nasıl Her şey sırtını çeviriyor felâkete?İşitmiş olmalı pekâlâ Suyun şapırtısını rençber, ümitsiz haykırışı, "Kulak asma" deyip geçti herhalde; güneşse şöyle bir rasgele Vurdu ak pembe ayaklar gömülürken yemyeşil suya; Kibarişi çıtkırıldım yelkenli merak etmesine etmiştir ya Gökten paldır küldür düşen çocuğu görünce; Acele işi vardı zahir, uzaklaştı bozmadan istifini bile. (cev. Can Yücel)


I go a-fishin’ in….

Time is but the stream I go a-fishin’ in….

 Henry David Thoreau Walden (1845-1847) 




*

Kulübe Güncesi: WALDEN


Harika bir basım, kıymetli bir hediye. 
Mutlu ettiniz beni, çok teşekkür ederim*


"Sağlığı toplumda bulamaz, doğada bulursunuz. Ayaklarımız doğanın ortasına basmadığı sürece, yüzümüz sararıp solacaktır. Toplum hep hastalıklıdır, en iyi toplum en hastasıdır. Onda ne çamların esenlik dolu kokusu vardır, ne de yüksek çayırlardaki içe işleyip tazeleyen ölmezotu kokusu. Kendi adıma yanımda hep, bir nevi hayat iksiri olarak, okumam sayesinde bünyemi kendine getirecek olan bir doğa tarihi kitabı bulundururum."

Walden / Henry David Thoreau


  



 

Kulübe Güncesi: "Eğer kitaplar olmasaydı, yağmurlu günlerde ne yapacağını bilemezdi."

 



"Eğer kitaplar olmasaydı, yağmurlu günlerde ne yapacağını bilemezdi." 

Thoreau'dan (1817 - 1962), Walden anılarından, çapa ile felsefe yapışından çok hoşlandığımı söyleyemem, ama yine de okudum. Walden Gölü'nün kıyısında, en yakın eve bir mil uzaklıkta yer alan ıssız bir ormanda inşa ettiği kulübede iki yıl iki ay kadar yaşamış. Kasabalılardan en çok da ne yiyip ne içtiği, yalnızlık çekip çekmediği ya da öyle ıssız bir yerde korkup korkmadığı gibi sorulara maruz kalmış. Benim de geçen haftalarda benzer türde sayılabilecek sorulara acemi bir muhataplığım olmuştu. Ormanda yapabilir misin, diye sormuştu genç bir arkadaşım. Yapamam demiştim, nasıl, neyle yapılır, nereye sıçılır bilmem çünkü. Bazı kaprislerim var ki vazgeçemem, doğru, düzmece biriyim ben ama ikiyüzlü değilim diye de eklemiştim. Thoreau bile Walden'daki yaşamına iki yıl dayanabilmiş: ("Ormanı tıpkı oraya gidişiminki gibi iyi bir sebeple terk ettim. Belki de bana öyle geldi; yaşayacağım birkaç hayat daha vardı ve bu bir tanesi için daha fazla zaman kalmamıştı.") Parasız yapabilir misin, diye sordu. Yapamam. Thoreau'nun anlatısında uzun uzun söz ettiği yirmi sekiz yaşında odunculuk ve direkçilik yapan Kanadalı genç bir işçi var: "günde elli direk dikebilen, dünkü yemeğinde köpeğinin yakalamış olduğu bir dağ sıçanını yemiş olan biriydi. O da Homer'i duymuştu ve "eğer kitaplar olmasaydı, yağmurlu günlerde ne yapacağını bilemezdi."  Ne hakkında yazdığını bilmese de, ona göre Homer büyük bir yazardı. Daha basit ve doğal birini bulamazdınız. Yabancı birine, genel olarak hiçbir şey bilmiyormuş gibi görünürdü. Fakat onda bazen daha önce hiç görmemiş olduğum bir adam görürdüm. Bu adamın Shakspeare kadar bilge mi olduğunu yoksa bir çocuk kadar basit ve cahil mi olduğunu, ondan ince ve şiirsel bir bilinç mi yoksa aptallık mı beklemem gerektiğini bilemezdim. Birleşik Devletler'de çalışıp sonunda, belki de kendi ülkesinde, bir çiftlik alacak kadar para kazanmak için on iki yıl önce Kanada'dan ve baba evinden ayrılmıştı." 


Thoreau bu genç işçiye Parasız yapabilir misin diye sorduğunda, genç işçi ona paranın sağladığı kolaylıklardan söz etmek için şöyle bir örnek verir: Eğer bir öküz sahibi olsaydı ve dükkandan iğne iplik almak isteseydi her seferinde alacağı şeylere karşılık hayvanın bir kısmını ipotek etmek önce oldukça zahmetli, daha sonra ise imkansız hale gelecektir." :) (Pecunia sözcüğünün Latince para anlamına geldiğini ve sığır anlamına gelen pecus sözcüğünden türemiş olduğunu da öğrenmiş oldum böylelikle.)

Aşkın da payı var
Güneşin
parıltısında
ve erdeminde

Sappho



  -Ey Venüs, ey Tanrıça!


Nerde eski çağların gençliği, kutsal ece,

O peri kızlarının öptüğü nilüferler,

Ağaçları kemirip duran yarı tanrılar!

Kösnülü satyre’ler yok, kır tanrıçaları yok,

Irmağın dalgaları o besi suları yok.

Pan’ın damarlarına koca bir evren  sunan,

Teke ayaklarında toprağı canlandıran

O yeşil ağaçların kırmızı kanı nerde?


*

Güneş ve Ten

Rimbaud

Geçmiş

2015 / Çanakkale



Hani yaşamının hesabı, nerde? (Trakl)

Belki de gerçeği tüm çıplaklığıyla dile getirmek her zaman iyi bir çözüm değil, hele ki sözkonusu gerçek geçmişe aitse ve geride bırakıldıysa. Tek bildiği, hayatını bir kez heba ettiysen geri dönüşün olmadığı; geçmişe müdahale edilemeyeceği, geçmişin telafi edilemeyeceği ya da düzeltilemeyeceği; merhamet yok; daha önce hiç farkında olmadığı kadar farkında şimdi insanın yaptığı ya da yapmadığı “şey”in nihai olduğunun, her hatanın ya da her ihmalin ve evet, burada oturmanın bile bir tekrarının, telafisinin olmadığının ve bunun durdurulamayacak bir şekilde süregittiğinin - insan neden yerinden kımıldaması gerektiğini bilmese de böyle bu.


İnsan hayatım dediği şeyin içini pek az doldurur, hem de gülünç derecede az. Bu, yitik günlerden oluşan bir zincirden başka bir şey değildir, diyor dağcı, her daim planlanan şeylerin gerisinde kalan günlerden başka; aylar yıllar geçer, insan anlamaz, sanki her şey sadece tek bir günden ibaret diye düşünür çoğunlukla; uzun, sıradan bir gün, hep diğerinin aynısı: Soyunur, dişlerini fırçalarsın, tıpkı dün ve yıllardır yaptığın gibi, sonra bir süre yatağın ucunda oturur, inkâr edilemeyecek bir gerçeğin farkına vararak çalar saati yavaşça yeniden kurarsın, işte bir kez daha bir şey başaramamışsındır, dolduramamışsındır hayat dediğin şeyin içini, tıpkı dün ve yıllardır olduğu gibi. En nihayetinde o ıstırap dolu doğum anına ya da ölümün bir başına yaşanan dehşetine denk düşen tek nefeslik bir hayatın bile olmaz...

Ardından gülüyor: Buna hayat mı diyeceksin, diye soruyor, insanın sakalının ve tırnaklarının uzamasını izlemesine? Kim ki otuz yaşına gelip henüz bir seyler başaramamışsa gönül rahatlığıyla gidip ilk ağaca asabilir kendini... Aslında en başından beri nasılsa öyle kalmış, başka biri olma hayali mahvolmuştu. Her şeyin, bir zamanlar ettiği yeminden, bir zamanlar gençken inandığı, tutkuyla inandığı şeylerden farklı geliştiğini düşünüyor. 
Rüzgârlar gibidir hayatımızın imkânları, yine de insan neden cesaret etmez ki yelken açmaya? Her şey yaşanmamış bir hayattan daha iyidir, hatta felaket bile - acı, ümitsizlik, cürüm, her şey ama her şey boşluktan daha iyidir!

Sessizliğin Yanıtı / Max Frisch

SANA

 


Ey muamma, üç kere atılmış düğüm, derin kara gölcük,
her şey çözüldü, aydınlandı her şey!
Ah erişmek o ferahlığın, yeterli havanın olduğu yere
sonunda!
Ah kurtulmak o eski bağlardan ve kurallardan, 
ben benimkilerden, siz sizinkilerden! 
Doğanın en iyi yönlerinde akla gelmemiş bir kayıtsızlık bulmak!
Çıkarmak ağzındaki o tıkacı!
Hissedebilmek yeterli olduğumu şu halimle bugün ya da bir
başka gün.

Ey o kanıtlanmamış şey! Esrime halindeki!
Kurtulmak tamamen diğerlerinin payanda ve 
prangalarından. 
Özgür yaşamak hayatı! Özgür sevmek! 
Atılmak ileriye gözü kara ve korkusuz! 
Alayla çağırmak, flört etmek ölümle!



...

İyi kulak ver sözlerime, iyi dinle fısıldadıklarımı
Seni seviyorum, Ey sen, gelip ele geçir beni
Ah senle ben kaçalım başkalarından uzaklara, özgür,
kanunsuz,
Havadaki iki şahin, denizde yüzen iki balık daha kanunsuz 
değildir bizden

...

Ah, razıyım, her şeyi göze alırım senin için
Ah kaybolayım gerekirse!
Senle ben! Ne önemi var geri kalanın ne düşündüğünün?
Bize ne başka her şeyden? birbirimizi sevmek ve gerekirse tüketmek dışında



...

Ah bir gemide denize yelken açmak! 
Geride bırakmak bu tekdüze çekilmez diyarı, 
Geride bırakmak can sıkıcı bir örnek sokakları, kaldırımları, evleri,
 Geride bırakmak seni ey Katı, hareketsiz diyar, atlamak bir gemiye, 
Yelken açıp gitmek, gitmek, gitmek! 
Ah bundan böyle yeni neşelerin şiirinden bir hayatı yaşamak! 
Dans etmek, el çırpmak, bağırmak, süzülmek suyun yüzünde! 
Bütün limanlara kayıtlı bir dünya denizcisi olmak,
 Bir gemi olmak, (baksana güneşe, havaya karşı gerdiğim şu yelkenlere,) 
Hızlı, rüzgarla şişen bir gemi, ağzına kadar zengin sözcüklerle, neşeyle dolu.


Walt Whitman

Anı

"Balıkçı dediğin içinden konuşan adamdır, diyeceğim ama yanlış olur. Balıkçı kendi kendisine bile geveze değildir. Balıkçının gevezesine hiç rastlamadım. İnsan geveze ise balıkçı değildir. Balıkçı ise geveze değildir. ... Balık sükûndan hoşlanır. Kendisi gibi ağzı var dili yok insandan haz eder." 

(Ermeni Balıkçı ile Topal Martı)



Babam geldiğinden beri, bir hafta olacak, aralıksız her gün kalamara çıktık. Hava kararmaya yakın gidiyor, gece yarısı dönüyorduk. Ada kenarlarında, elli yüz metre açıklarında, bazen akarak, bazen de çapa atarak avlanıyorduk. Bir de zevkli oluyor ki tutması bu mereti, alışınca sen diyorsun gidelim diye, hava da güzel, iki tek rakı atarız, biraz da deniz ortasında balık tutarken hulyalara dalarız. Böyle demiyoruz tabi, babamla ne hulyası kuracağım, sus da diyorum bazen şu adayı dinleyelim, bak gün batmaya yakın dönüyor martılar, ada yamacına yuvalanmış hepsi, benek benek, çığlık çığlık ötüşüyorlar, dinle, ne güzel deniz, meltem, biz! Babam ne anlar, martı dinlemek istiyorsan buraya kadar gelmene gerek yok, git Ayvalık çöplüğü var orda dinle diyor.

Kapkara bir karanlık çöküyor denize geceleri, uzakta Ayvalık'ın ışıkları, daha uzakta Midilli, kalamara çıkmış birkaç teknenin pancar motorunun gürültüsü yarıyor karanlığı ortasından. Tekne sallanıyor, rakı midemizde yolunu buluyor, biraz kavun, biraz peynir var, başlarımız ve midelerimiz, ayaklarımız ve kollarımız var sonra. Canı yazmak istemediğinde balığa çıkan adam düşüyor aklıma ikide bir, onu düşünüyor, ona içiyorum.

Dibe zoka dedikleri sahte balık atıyor, bir elimizde misinayı birkaç saniyede bir sertçe yukarı doğru çekiyoruz, poşet gibi takılıyor şaşkın, bazen de aynı familyadan başka bir deniz canlısı sübye geliyor zokaya, kaplumbağaya benziyor bu, kalamar gibi değil, sevimli mahluk, ama para etmiyor, babam küfrediyor görünce, ben üzülüyorum, gizlice teknenin bordasında can verişini izliyorum.  

Babamın emeklilik uğraşısı bu tekne, milllet iki elinde olta harıl harıl çalışırken bizim bir elimizde rakı bir elimizde sigara, oltalar suda, açmışız Ahmet Kaya'dan bir parça (babamla ne dinleyeceğim), dalıyoruz zokalar kadar derinlere. Hele bugünkü gibi elimiz de boş dönüyorsak, küstürdüysek denizi, içmeye veriyoruz kendimizi. Rakı şişesinde kalamar oluyoruz, sohbet koyulaşıyor, anılar yüze çıkıyor, birbirimizi hiç sevmediğimiz kadar çok seviyoruz.

Saat on ikiye yaklaşınca bazen ben diyorum dönelim diye, bazen, kalalım diyorum, deniz güzel, rüzgar kesti, tek tük alırız belki, eve gidip de ne yapacağız. Sahi, eve gidip de ne yapacağız, bırak beni denizin ortasında, yanaştır tekneyi limana kendi başına, bağla iplerini, bin arabana, git eve, benim gücüm kalmadı yaşamaya, yalnız dön bugün.

İkimiz de yorgun oluyoruz eve döndüğümüzde, çapa çekmekten kollarım uyuşuyor benim, üstüm başım mürekkep lekesi, parmak uçlarım balık kokuyor. Yatağa atıyorum kendimi ama içimde bir deniz salınıyor, ortasında tekne, içinde biz, uyuyor, sabaha kadar ancak buluyorum karayı. 

(7.6.2020)