"Öteki, yani derinlerdeki Leonardo, tablolarındaki uçucu melankoliden, kadınlarının... müphem ve hafifçe şeytani gülümsemesinden sezebildiğimiz kadarıyla, büyük bir meçhuldü."
Otoportre, 1512 dolayları
"... Ve ruh, kendine özgü yazgı uyarınca
işte bu tende böylece ortaya koyar kendini; hem kendi hapishanesi, hem de
yegâne varolma imkânı olan bu tende... ”
İnsanlara ilişkin olarak kullanıldığında hiçbir kelime
“tanımak” fiili kadar aldatıcı olamaz. Günlük yaşantımız tanıdık simalarla
dolup taşar da, içlerinde en saydam görüneni bile düşlerinin anlaşılmaz derinlikleri ve ucubeleriyle bizi şaşkınlıktan
aptala çeviriverir. Bu şartlarda, erdemleriyle de kusurlarıyla da bunları kat
be kat aşan bir dahiden ne bekleyebiliriz?
Leonardo güzel bir delikanlıydı,
zarif kadife elbiseler giyer, toplantılarda konuşmayı severdi:
"fu nel
par iare eloquentissimo”; flöreyi mükemmele varan bir ustalıkla kullanırdı; en
azından o çılgın gençlik yılları boyunca da müthiş kibirliydi, gösterileriyle
çevresindekileri şaşkına çevirmeye bayılırdı.
Herkesin tanıdığı Leonardo böyle
biriydi işte.
Öteki, yani derinlerdeki adamsa,
tablolarındaki uçucu melankoliden, kadınlarının ve azizlerinin müphem ve
hafifçe şeytani gülümsemelerinden, Günlük’ünde yüksek sosyete mensuplarına ve
onların toplantılarına ilişkin kimi gözlemlerinden fışkıran derin aşağılamadan
belli belirsiz sezebildiğimiz kadarıyla, büyük bir meçhuldü. Kierkegaard'ın
bir gece, dehasıyla ortalığı ışıl ışıl aydınlattığı bir şölenden dönerken
içinden geçirdiği şeyi, yani intihar isteğini, o kim bilir kaç kez duydu yüreğinde?
O, yalnızlığına gömüldüğünde,
çehresi nasıl olurdu acaba? Yalnızlığı içinde korkunç, hatta biraz da trajik
bir çehreye büründüğünü düşünebiliriz. Çünkü hepimiz her zaman bir maske
taşırız yüzümüzde; günlük hayatta oynamak zorunda olduğumuz rollerin her biri
için ayrı bir maske: Şerefli aile babasının, gizli âşığın, baston yutmuş
öğretmenin ya da her türlü alçaklığı yapmaya hazır aşağılık herifin maskeleri.
Ama, günün sonunda, nihayet yapayalnız kaldığımızda, son maskeyi de çıkarıp
attığımızda hangi ifade kalacaktır peki yüzümüzde? Kimsenin ama hiç kimsenin
sorgusuna, sualine, baskısına ya da saldırısına hedef olmadığımız zaman?
Kara Ludovico’nun hizmetinde
çalıştığı dönemde atölyesine ayak bastığınızda, avlunun üslubu konusunda her
türlü bayağı yoruma karşı ziyaretçiyi daha baştan uyaran iki pano karşılardı
sizi; soldakinin üzerinde bir ejderha görülürdü; sağdakinin üzerinde ise
İsa’nın kırbaçlanması sahnesi. Ve bir kez içeri girip onu çalışırken
seyretmeye koyulduğunuzda da karmaşık bir ikilem çıkardı ortaya: Bilim adamı
aklın ışığını kullanırken, sanatçı da karanlık ve açıklanamaz bir evreni yoklamaktaydı
yalnızca şiirsel bir sezgiyle yoklanabilen bir evreni; girişteki iki simgeyle
bildirilen bir evrendi bu: Ölümlü insanların yalnızca düşlerinde
keşfedebileceği görüntüleri onun gündüz-körü gözlerinin anında yakalayıverdiği
bir ülke. Bu ülkede Leonardo’ya ıstırap çektiren şeyler kötülük ve onun metaforlarıydı:
Tüm efsanelerde kahramanın yere sermek zorunda olduğu ejderha; ve işkence
çekenlerden bir başkası olan Baudelaire’in "Ce qu'il ya d’etrange dans la
femme-predestination, c’est Qu’elle est â lafois le peehe et l’Enfer” diyen
anlamlı cümleciğini hatıra getiren kızgın yılan saçlı Meduza.
Leonardo da Vinci’yi tanımak
gerçekten çok zordur ama onun şifresini çözme konusunda gene de bize en çok
yardımcı olabilecek şey, onun o muğlak hiyeroglif vari işaretleridir şüphesiz.
Morgların ve kabul salonlarının
gediklisi olan bu adamın muamması, daha fizik öğrencisi olduğum yıllarda
büyülemişti beni; çünkü bana öyle geliyordu ki, bu muamma, zifiri
karanlıklardan en parlak ışıklara, düşlerin gece âleminden aydınlık
düşünceler diyarına, metafizikten fiziğe, ya da vice versa, geçip duran insanın
paralanmasını ortaya koyuyordu. Düşünüyordum ki ister iyiye doğru olsun, ister
kötüye, bir çağın kapanışıyla bir başka çağın açılışını aynı anda yaşamaya
yazgılı olan insanların (özellikle de dahilerin) başına gelen o ıstıraplı kopuş,
hiç kimsede olmadığı ölçüde Leonardo'da ortaya koyuyordu kendini. O’nun
varlığının Ortaçağ'da kalan bölümünde büyücülüğe ilişkin bir şeyler, bir
cehennemi mucize duyusu, İyi ile Kötü konusunda da şiddetli bir takınak göze
çarparken, kişiliğinin öteki bölümü Modern Çağ’ın ilk bilimsel ve teknolojik
zihniyetini ortaya koyar.
Arka ayakları üzerine dikilen
tuhaf hayvan, metafizik mutsuzluk âleminin açılışını yapmak üzere zoolojik
mutluluğu ebediyen terkeder. Ölüme adanmış zavallı bedenin içindeki gülünç
sonsuzluk özlemidir bu. Sadece kendi sonlarının farkında olmayanlar
kurtulacaklardır bundan: Yani biricik ölümsüzler olan çocuklar.
Dünya üstündeki herşey zamanın
acımasızlığına boyun eğer. Binlerce kölenin kanıyla inşa edilmiş o kibirli
firavun piramitleri bile, sonunda çölün fırtınasıyla kumuyla aşınıp giderler
ve sonsuzluğun birer taslağından başka birşey olmadıklarını gösterirler. Bu
yıkıcı güçler karşısında sapasağlam ayakta kalan, ağırlığı olmayan geometrik
şekildir yalnızca, o firavun piramitlerine matematik iskeletini veren de odur.
Calabria’nın berrak gökyüzü altında. sanatların en gayri maddi olanının
armonilerini dinleyen Kroton'lu Pytagoras üçgenlerin, beşgenlerin ve
çokgenlerin ebedi evrenini sezen ilk insan oldu.
Bundan birkaç yüzyıl sonra da
kötü kalpli bir dahi, bedeninin geçici oluşundan derin (ve belki de dramatik)
bir ıstırap duyan bir adam, kendi payına bu kusursuz evreni düşler, ve
öğrencilerine, bu evrene geometri yoluyla ulaşmaları için baskı uygular. Onun
en ünlü öğrencisi de, ölümlülerin bu 'topos uranos ’a varma yolunu bir
eğretilemeyle açıklamayı dener: Bir başka zaman diliminde, kanatlı iki at, ruhu
Mükemmel Biçimler Ülkesi'ne götüren bir arabayı çekmekteydi tanrıların
eşliğinde; ne var ki ruh, bu görkemli parlaklığı farketmeye başladığı anda, ve
belki de bu yüzden, atların denetimini yitirdi ve kendini yerde buldu; o gün
bugündür, zamana boyun eğmiş evrenin çalkantılarıyla oradan oraya itilip
kakılan bu biçimlerin kaba saba maddeleşmelerinden başka birşey görmemeye
mahkumdur. Buna karşılık, tanrılarla yoldaşlığından da birşeyler kalmıştır ona:
Zekâ ve zekânın en mükemmel başarısı olan geometri kasırgaların öfkesinin,
birbirini seven ve yok eden varlıkların, gururla yükselip rezilce yıkılan
imparatorlukların ötesinde sonsuz ve yıkılmaz bir evrenin var olduğunu olanca
sessizliğiyle gösterir ona.
Bundan bin yıl sonra da bir başka
dahi (ki, tıpkı öbür insanlar gibi, ama dâhîlere özgü bir şiddetle, aşkın ve
dostluğun geçici mutluluklarını tadıp zamanın kaçınılmaz mutsuzluğunun
acısını çekmişti), gene matematiğin yardımıyla, yalnızca gücü değil,
sonsuzluğu da aradı; ve matematiğin yeterli olmadığı noktada, üzerinde zamanın
geçmediği sanata başvurdu. Melankoli anlarında şöyle konuşacaktı bu adam: “ O,
tempo consunıatore delle cose; o, invidiosa antichita, per la quale tut te le
cose sono c onsuma t o dai dur i den t i de ıl a vecchiezza, poco apoco, con lenta morte!”
Kayalıklar Bakiresi
Bu narin imgelerin altına nasıl
olur da geometri'nin ebedi şekillerini yerleştirmezdi? Kayalıklar Bakiresine
bir göz atalım: Buğulu maviliği ve yeşilliği içinde, dünyanın
korkunçluklarından usulca uzaklaşmış bu gizli dolomit mağarada giysilerin
zarafeti ve davranışların dilsiz inceliği altında sade, süssüz üçgenleri,
ebediyetin iskeletini bulup çıkarırız.
To the Lighthouse başlıklı
romanda bir kadın ressam “herşeyin hafif ve en ufak bir esintide sallanmaya
hazır görünmesini, ama altta demirden bir yapı bulunmasını” ister.
Virginia Woolf'un uyguladığı
estetiktir bu; ve Leonardo’nunkinin aynıdır.
Olağanlıkların bu reddiyesi ile,
notlarında gönderme yaptığı bu necessita: Meleğin uzattığı gizemli işaret
parmağı, gereksiz ya da sadece süs için oraya konmuş bir öğe değildir;
tablonun öğrencileri ya da taklitçileri tarafından yapılmış olan ve- National
Gallery’de bulunan kopyasında bu jest kaldırılmıştır ve tablo da bu yüzden
garip bir şekilde niteliğinden birşeyler yitirmektedir.