Shoah etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Shoah etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Shoah: Dehşetin Anısı



Claude Lanzmann, çekimlerini 11 yılda tamamladığı ve ilk kez 1985'te gösterime giren 566 dakikalık filmi
Shoah'ta.  

Shoah’dan söz etmek kolay değil. Bu filmde bir büyü var, büyü de açıklanamaz. Savaştan sonra, gettolar hakkında, soykırım kampları hakkında bir sürü tanıklık okuduk; altüst olmuştuk. Ama bugün, Claude Lanzmann’ın olağanüstü filmini gördüğümüzde, hiçbir şey bilmediğimizi fark ediyoruz. Tüm öğrendiklerimize rağmen, o korkunç deneyim bize uzak kalıyordu. Onu, ilk kez, kafamızda, yüreğimizde, bedenimizde yaşıyoruz. Bizim deneyimimiz oluyor. Ne kurgu ne de belgesel olan Shoah’nın, geçmişi böyle yeniden yaratmayı başarırken kullandığı olanaklar şaşırtacak denli kısıtlı: yerler, sesler, yüzler. Claude Lanzmann’ın, büyük ustalığı, yerleri konuşturmakta, onları sesler aracılığıyla diriltmekte, bir de, sözlerin de ötesinde, söylenemezi yüzlerle anlatmakta yatıyor.

 Yerler. Nazilerin önemli kaygılarından biri bütün izleri silmek oldu ama, tüm anıları yok edemediler ve Claude Lanzmann, gizleme çabalarının –genç ormanlar, yeni biten otlar– altındaki korkunç gerçekleri ortaya çıkarmayı başardı. Bu yeşermiş çayırlığın altında, kamyonlarda yolculuk boyunca gazla zehirlenmiş Yahudilerin getirilip boşaltıldığı huni biçiminde çukurlar vardı. Bu güzelim ırmağa, yakılmış cesetlerin külleri saçılıyordu. İşte Polonyalı köylülerin kamplarda olup bitenleri duyabildikleri, dahası görebildikleri sakin çiftlikler. İşte, bütün Yahudi nüfusun toplanıp kamplara götürüldüğü güzel eski evleriyle köyler.

 Claude Lanzmann bize Treblinka, Auschwitz, Sobibor tren garlarını gösteriyor. Bugün otlarla kaplanmış olan, yüz binlerce kurbanın gaz odasına doğru sürüldüğü “rampaları” eşeliyor. Kimi basit, kimi daha gösterişli, hepsinin üzerinde isimler ve adresler yazılı, üst üste yığılmış valizler, benim için bu görüntülerin en yürek parçalayıcılarından biri. Anneler onların içine özenle süttozu, talk pudrası, Blédine unlu mamaları yerleştirmişlerdi. Daha başkaları da, giysiler, yiyecek içecek, ilaçlar. Ama hiç kimsenin hiçbir şeye ihtiyacı olmadı.

 Sesler. Anlatıyorlar; filmin en uzun bölümü boyunca, hepsi aynı şeyi söylüyor: trenlerin gelişi, açılan vagon kapılarından yere yıkılıveren cesetler, susuzluk, korkuyla delik deşik bir her şeyden habersizlik, soyunma, “mikroplardan arındırılma”, gaz odalarının açılması. Ama bir an olsun, aynı şeylerin yinelenip durduğu izlenimine kapılmıyoruz. Öncelikle, seslerin farklı oluşu yüzünden: Treblinka’daki SS subayı Unterscharführer Franz Suchomel’in, soğuk, nesnel –olsa olsa en başta heyecandan bir iki kez titreyen– sesi var: Her kafilenin yok edilişiyle ilgili en kesin ve en ayrıntılı açıklamayı yapan o. Bazı Polonyalı köylülerin biraz huzursuz sesi var: Almanların votka vererek destekledikleri ama susamış çocukların çığlıklarına zor dayanan lokomotif sürücüsü; yakındaki kampın üzerine birden çöküveren sessizlikten kaygı duyan Sobibor istasyon şefi. 

Ama, köylülerin sesleri çoğunlukla duyarsız, hatta biraz alaycı. Bir de sağ kurtulmuş çok az sayıda Yahudinin sesleri var. İçlerinden ikisi üçü, serinkanlı kalmayı başarabilmiş görünüyor. Ama birçoğu konuşmaya zor katlanıyor; sesleri kısılıyor, gözyaşlarına boğuluyorlar. Anlattıklarının birbirine benzemesi insanı asla bıktırmıyor, tersine. Müzikal bir temanın ya da bir nakaratın bile isteye tekrarlanışını düşündürüyor insana. Çünkü, dehşetin doruk noktasına ulaştığı anlarıyla, dingin manzaralarıyla, yanık ezgileriyle, donuk anlarıyla, Shoah’nın incelikli yapısı bir besteyi çağrıştırıyor. Bütün bunlara ritmini veren de, kamplara doğru ilerleyen trenlerin dayanılmaz denebilecek gürültüsü.



 Yüzler. Çoğu zaman sözcüklerden çok daha fazlasını söylüyorlar. Polonyalı köylülerin yüzlerinde göstermelik bir merhamet var. Ama çoğunluğu ilgisiz, alaycı dahası hoşnut görünüyor. Yahudilerin yüzleri, sözleriyle uyum içinde. En tuhafı, Almanların yüzleri. Franz Suchomel’inki, Treblinka’ya övgüler düzen bir şarkı söylediği ve gözlerinin parladığı anların dışında, duygusuz kalıyor. Ama ötekilerin yüzlerindeki sıkıntılı, sinsi ifade, her şeyden habersiz oldukları, masum oldukları yolundaki karşı çıkışlarını yalanlıyor.

Shoah (1985, Claude Lanzmann)


Bedenin devinimi, bakışın devinimi.

Bu filmdeki tek akarsu Rhin suyudur. Diğer ırmaklar ve nehirler kımıltısızdır, ya da öyle görünürler. Örneğin Bug. Ya da diyelim Ner.

Ve Auschwitz'teki kül gölünün yüzeyini hiçbir şey dalgalandıramaz.

Yaşam ve devinim, ölümü getirenlerin, insanları nesnelere çevirenlerin yanındadır.

Bu filmde kendi ülkesinde kendi dilini konuşan yegane insanlar Nazilerdir.
Onlar hala Almanya'da Almanca konuşurlar.

Kamplardan sağ çıkabilmiş Çekler, Polonyalılar bugün Newyork'ta İngilizce, İsrail'de İbranice, Bale'de Almanca konuşurlar.

Süreklilik ve kökleşme, yıkımı, sürgünü, kıyımı getirenlerin yanındadır.

Bu filmde sözcüklerle muhteşem bir ilişki kuran yegane insanlar, -Raul Hilberg'in deyişiyle- kıyımı söze dökenler, daha dün, insanları figüren, mal ya da bok diye adlandırmış olanlardır. Bugün sözcüklerini seçerken özen gösteriyorlar. Tarihe hizmet etme arzusundaki insanların kusursuz nezaketini sergiliyorlar.
Ama tam tersine Shoah'da konuşan her yahudinin dilinde bir maraz var.

Franz Suchomel, hatıraların tadından başka ne ki.

Filip Müller, belleğin dehşeti.

Shoah, işte böyle, dillerin ve yerlerin, sözcükler ve seslerin, kasabalar ve kentlerin birbirlerine karşılık verdikleri bir partisyon gibi kurulmuştur.

Sonsuz küçüklükte bir şey uçsuz bucaksız bir dünyayla boy ölçüşür.

Shoah yeni bir dünyanın senfonisidir.

Ama bu dünya, soykırımdan sonraki dünyadır.

Filmin mutlak şiddeti, daha ilk saniyelerde tüm beklentileri boşa çıkarmasından kaynaklanır. Açılış sözlerle ya da sessizlikte değil, bir ölüm sessizliğinde yapılır.

"Olay" diye yazar Lanzman, günümüzde, Chelmno sur-Ner'de başlıyor." Dolayısıyla Shoah bir kurmaca. Gerçeğin kurmacası elbet, ama kurmaca. Üstelik hiçbir kara filmin asla bir araya getiremediği bir oyuncu kadrosu var (yalancılar, katiller, azizler, çarmıha gerilenler, belleğini yitirenler...)

Franz'ın sözleri üzerine Treblinka'yı, Buchenwald'dan gelen bir melodiyi mırıldanmaya başlayan bir SS subayı yaratma cesaretini kim gösterebilirdi ki? 

Yönetmen Lanzman bir lokomotif kiralıyor, ve aracı Treblinkalı eski bir demir yolu görevlisine kullandırıyor.
Emekli bir berberi kiralanmış bir salona getirtiyor. Ve Abraham Bomba, makaslar elinde, onun saçlarını düzeltirken, Treblinka'da, gaz odasında çalışıyormuş gibi yapmaya dayanamıyor; ağlayıp af dilediğinde Claude Lanzmann şu yanıtı veriyor: 

"Devam edin Abe. Buna mecbursunuz."

Lanzmann korkunç. Sert olduğundan değil. Asla sert değil.
Korkunç olan dinginliği.

Gözyaşlarını sonrası için saklamış.

Abraham Bomba, Filip Müller, Mordechai Podchlebnik, Jan Karski devam edemeyecek duruma geldiklerinde, sorular devam ediyor. Çekim durmuyor. Asla söylenemeyecek asla filme alınamayacak olanı kaydetmenin mutlak aciliyeti.

   Lanzmann çalıştırmaya başladığı makinelerin hiçbir bahaneyle durdurulmaması gerektiğini biliyor. Onları çalıştırmaya bir daha kimsenin gücü yetmeyecek çünkü. Dolayısıyla aciliyet her saniye hissettiriyor kendini. Ama aciliyet büyüdükçe yaratıcı da zamanını dilediği gibi kullanıyor.

Shoah'dan göze ya da kulağa değil, bedene seslenecek bir film yapmak istedi çünkü.
Ve gerçeğin bedenlere yavaş yavaş işlediğini biliyor.

İşe başlarken kendine yöneltmiş olabileceği soruları kestirebiliyoruz.

Sinemada nasıl anlatılır bu. Bu: trende geçen günler, geceler. Sonra açılan vagon kapıları. Ve iki saat sonra da, küller.

Evet, bu gerçeği izleyicilere nasıl anlatmalı?

Kendilerini toparlayamamaları için, o ıstırabı hep içlerinde taşımaları için ne yapmalı?

Lanzmann olası yegane yanıtları buldu.

Öncelikle sürekli kaydırma.
Kaydırmayı seçmiştir, çünkü gözlerin devinimi olan çevrinmenin tersine, bedenin devinimidir o.

Kaydırma,  müstehcen kameranın bu devinimi, her türlü ahlaka karşı, neye olursa hizmet eden, sinemanın utancı, gedik kapayıcısı olup çıkmış kaydırma, burada yepyeni biçimde, olanca yalınlığıyla, bir zorunluluk olarak yeniden çıkıyor karşımıza. 

Trenler Polanya'yı dört bir yandan durmaksızın katediyor. Bugünün trenleri; Çestokova, lodz, Theresienstandt, Varşova, Riga,  Berlin, Korfu, Selanik trenleri...
Treblinka garına, Sobibor, Belzek, Malkinia, Auschwitz garlarına geliyorlar...

Tren düdükleri, buharlar, raylar üzerindeki dingillerin gürültüsü ve frenlerin gıcırtısı defalarca sanki burgularla deliyor kafamızı, bu hikaye ister istemez içimize işliyor.

Sanrılı bir mantık içerisinde, Claude Lanzmann bu görsel ve işitsel partisyona sağ kalanların efsanevi anlatılarını kaydediyor, Nazilerin hatıralarını, köylülerin tanıklıklarını, tarihçi Raul Hilberg'in anlatımını.
Kimi zaman yavaşlıyor devinim, duruyor. Nakil yok, gaz odaları boş. Ölü mevsim.

Ölü mevsim.

Ama geliş gidişlerin sonsuz devinimi yok yalnızca. frenler ve kamyonlar, raylar, yollar, köy sokakları, kamplardaki rampalar, krematoryumların çukurlarla dolu toprağı yok yalnızca.

Çevrinmeli devinimlerin de önemli bir yeri var Shoah'da.
Çevrinmelerle, suskun alanların kaşifi oluyoruz. Toprak, duyarsız suskunluğa geri dönüyor. Çevrinmeler, bilgisizliğin, lüzumsuz bakışın, beyhude arayışın devinimlerinin ta kendisi.

Kamera ekseni etrafında dönüyor, tarlalar, huzur dolu ormanlar keşfediyor... ya da dikenli teller. Ekseni etrafında dönüyor kamera. 20, 30, 40, derecelik ya da daha büyük bir açıyı tarıyor. Görünürde bir şey yok. Kesinlikle hiçbir şey yok. Bu arada, Polonya topraklarından kullanılmayan bir parça gibi koparılıp alınmış bütün bu uzam kesitleri, gizemli bir şekilde işliyor içimize, değiştiriyor bizi, filmin hedeflediği ve başaracağı şeyi kavramaya hazırlıyor hepimizi.

Çevrinmeli tam bir devinimi, çıkış noktasına dönüşü, 360 derecelik bir dönüşü (buna devir deniyor) kamera gerçekte asla tamamlanmıyor, ama dokuz buçuk saatlik gösterimin ardından, filmin kendisi, etrafımızda ve içimizde kusursuz bir çember oluşturuyor. Bilgi ve gerçeğin çemberi. Bu bilgi ve bu gerçek merkezden gelmiyor; çevre çizgisinde yavaş yavaş beliriyorlar. Bir varsayımdan peydahlanmıyor, zorlu bir arayışın sonucunda ortaya çıkıyorlar.

Shoah'ın deviniminin ta kendisi olan bu çemberin, baş dönmesine karşı garantisi yok, ama en azından bir kesinlik sunuyor bize: Kötülük sonsuz değil, sınırsız ve akıl almaz değil.

Evet, tüyler ürpertici yanı ne olursa olsun, kötülük her zaman küçük.

Her zaman için Suchomel, Stier, Schalling ya da Grassler gibilerin yüzlerine ve seslerine bürünecek.

Bunu kavramamızı sağlamak için Shoah yalnızca mutlak umutsuzluğun filmi olamaz. Kesin  yatışmanın filmidir belki de. 

Kimi zaman yüzlerce saat sürebileceğini söylüyorum kendime, başka şeyler de öğreneceğim diyorum, başka şey bilmeyeceğim ama.





Shoah Üzerine (Lanzmann & Batur)



Beş yıl olmuş olmalı, bu fotoğraf çekileli; İstiklal Caddesine bakan odadaki yuvarlak masadayız, konuşuyoruz. 6 Şubat 2008 günü,  akşamüstü saatları, Rue de l'Odeon'u katederken karşılaşıyoruz: "Enis Batur", diyor: "Neden uzattınız sakalınızı?". Elini sıkarken: "Bilmem", diyorum: "Paris'te bir slav keşişine dönüşüveriyorum". Mektuplarını yanıtlayamadığım için hayli kalaylıyor beni. Geçen hafta katarakt ameliyatı geçirmiş, artık bir kartal gibi görebiliyormuş. Mehmet Demirbaş'ı soruyor: "Nasıl ama isim hafızam?!". Gerçekten de dehşet. Ona, iki gece önce kendisini Baauvoir belgeselinde izlediğimi söylüyorum. Claude 27'sinde, Simone 44'ündeymiş Rue de la Bucheria'da yaşamaya başladıklarında. Sekiz yıl sürmüş ilişkileri. Les Temps Modernes'e yazı borcum olduğunu hatırlatıyor: Arayacağıma söz veriyorum - bilmem yapar mıyım? Smart'ına binerken uğurluyorum onu. Yoluma döndüğümde, onca yıldır sürüncemede bekleyen "Fotoğraf ve Suç-lu-luk" denememi artık bitirmem gerektiğini düşünüyorum.     


Shoah Üzerine:

Toplama Kamplarındaki Çıplaklık

Duş için sıra beklerken, çıplaklığımızı iliklerimizde duyumsamıştık: Artık çıplak vücutlarımızdan başka gerçekten hiçbir şeyimiz kalmamıştı; tüyümüz bile yoktu: sahip olduğumuz tek şey, kelimenin tam anlamıyla çıplak varoluşumuzdu. Viktor E. Frankl




Kaynağı belirsiz bir fotoğraf; ilk bakışta sürrealist bir filmden seçilmiş kareyi anımsatıyor - maket-figürler! Hayır, kaçınıl­maz sonun eşiğinde, düpedüz gerçek insan bunların hepsi; can­lı, ama nicedir hiçbiri hayatta değil.

Toplama kampına düşen insan hep iki defa ölür; biri türsel, diğeri fiziki. Önce kendi türüne veda etmek zorundadır insanoğlu; gaz odasında son soluğunu veren kişi, çoktan insan olma­nın ayrıcalığını yitirmiştir bu cehennemde; çünkü daha ilk gün­den numaralanmış bir yaratıktır buraya düşen kurban. Her tu­tuklu, vücuduna dövmeyle kazınmış numaradır ilkin: SS görevlisi, tutuklu hakkında herhangi bir işlem söz konusu olduğunda, mahkûmun yüzene değil, numarasına bakar sadece. SS subayı ya da tutukluların en acımasız ve hayvani olanları arasından bir işkence makinesi olarak seçilmiş kapo, karşısındaki insanı kâh soyup, kâh diri diri yakan amansız bir cellattır.

Soymak, kendi bedenine fırlatılmış insanı orada ezip yok etmenin en emin yoludur toplama kampında; çıplak beden, böylelikle önce sahibine yabancılaşan dayanılmaz bir acı kayna­ğına dönüşmüştür, çıplaklık, kayıtsız teslimiyetin tenden aldığı intikamdır şimdi.

Fotoğrafa baktıkça, ilençli bir dünyanın simgesini çağrıştıran bu çıplak bedenlerde, kendi varoluşumuzdan utanmaya baş­lıyoruz. Academie'de güzellik ideasının rehberi olan çıplak vücut, mahremin zorla teşhiri ile utanç vesilesidir artık. Bu bağlamda, çaresizliğin göstergesi olarak çıplaklığa mahkûmiyetin teşhiri, seyredilen için katıksız bir cehennem mezalimidir hiç kuşku­suz. Dolayısıyla, bu apaçık olgu, izleyenin de çıplağa farklı göz­le bakmasını önler; zorla soyunmuş olanda orası kendiliğinden kaybolmuştur; bedenin önce mahrem yerlere yıkılması nede­niyle, hazza aracılık eden her şey çöküntü altında kalmıştır, böylece baskı yoluyla teşhir edilmek zorunda bırakılan vücut, bir seyir objesi bile olmaktan çıkan hiçtir sonuçta.

Az sonra nefesini verecek olan bu masum insanlar, çıplak olduklarının bile farkında değiller artık; soyunmuş olmalarını büsbütün acıklı hale getiren de bu zaten. Ölüm korkusu hepsinin yüzünde tuhaf, açıklamakta zorlandığımız bir apathia'ya dö­nüşmüş; edep yerlerini çoktan unutup, birazdan SS subayının vereceği komutu bekliyorlar: marş, marş!

NIETZSCHE VE NASYONAL SOSYALİZM


NIETZSCHE VE NASYONAL SOSYALİZM
Georges Bataille



Nietzsche idealist ahlaka saldırmıştır, iyilik ve acımayla alay etmiş ve insancıl duyarlılık altına gizlenen ikiyüzlülüğün ve erkeklik eksikliğinin maskesini çıkarmıştır. Proudhon ve Marx gibi, savaşın yararlı yönünü onaylamıştır. Döneminin siyasi partilerinin çok uzağında, “dünyanın efendileri” aristokrasisinin ilkelerini dile getirmiştir. Fırtınalı ve tehlikeli yaşam için tercihini kullanarak bedensel güzelliği ve gücü övmüştür. Liberal idealizmin tersine, bu kesin değer yargıları, faşistleri ona başvurmaya ve anti-faşistleri de onu Hitler’in habercisi olarak görmeye yöneltmiştir.

Nietzsche, şiddete karşı uzlaşımsal sınırların aşılacağı, gerçek güçlerin ölçüsüz yoğunluktaki uyuşmazlıklar içinde çarpışacağı, varolan her değerin maddi açıdan ve kabaca yadsınacağı zamanın yakın olduğunu sezmişti. Sertliği sınırları aşacak bir savaşlar döneminin yazgısını düşündüğünde, ne bu savaşlardan ne pahasına olursa olsun kaçınılması gerektiği, ne de deneyimin insani güçleri aşması gerektiği fikrinde değildi. Ona göre, bu felaketler bile, durgunluğa, burjuva yaşamın yalancılığına, ahlak hocaları sürüsünün mutluluk yalancılığına tercih edilebilirdi, ilke olarak şunu koyuyordu: Eğer insanlar için gerçek bir değer varsa ve basmakalıp ahlakın ve geleneksel idealizmin hükümleri bu gerçek değerin gelişini engelliyorsa, yaşam basmakalıp ahlakı altüst eder. Aynı şekilde Marksistler, bir devrimin şiddetini reddeden ahlaksal önyargıların yüksek bir değer (proleterlerin özgürleşmesi) karşısında boyun eğdiğini biliyorlar. Nietzsche’nin olumladığı değerin, Marksizmin değerinden farklı olarak, evrensel değeri az değildir: İstediği özgürlük bir sınıfın diğerleri karşısındaki özgürlüğü olmayıp, en iyi temsilcilerinin oluşturduğu tür içinde insan yaşamının geçmişin ahlaksal köleliklerine karşı özgürlüğüdür. Nietzsche, artık trajik yazgıdan kaçmayacak, bu yazgıyı sevecek ve bunu tamamen isteğine uygun biçimde temsil edecek, artık kendisine yalan söylemeyecek ve toplumsal köleliğin üstüne çıkacak bir insanı düşlemiştir. Bu tür insan, genelde bir işlevle yani insansal olabilirliğin yalnızca bir bölümüyle aynılaşan güncel insandan farklı olacaktı: Bu kısaca, bizi sınırlayan köleliklerden kurtulmuş bütün insan olacaktı. Modern insanla üstün insan arasında olan bu özgür ve egemen insanı Nietzsche tanımlamak istemedi. Çok haklı olarak özgür olan şeyin tanımlanamayacağını düşünüyordu. Hiçbir şey, henüz olmamış bir şeye yer vermekten ve onu sınırlamaktan daha boşuna olamaz: Bunu istemek gerekir ve geleceği istemek, her şeyden önce, geleceğin, geçmişle sınırlanmama ve bilinenin aşılması olma hakkını tamamıyla tanımaktır. Üzerinde ısrarla durduğu geleceğin geçmişe üstünlüğü ilkesiyle, Nietzsche, ölüm sözcüğü altında yaşamın ve tepki sözcüğü altında düşün lanet okuduğu şeye en yabancı olan insandır. Gerici bir faşistin veya başka bir gericinin fikirleriyle Nietzsche’ninkiler arasında bir farktan daha fazla bir şey vardır: Kökten bir uyuşmazlık. Nietzsche, her hakka sahip gördüğü geleceği sınırlamayı reddetmekle birlikte, bu geleceği belirsiz ve çelişkili önermelerle çağrıştırmış, bu da aşırı karışıklıklara neden olmuştur: “Dünyanın efendileri”nden söz ettiğini ileri sürerek, ona, seçimle ilgili politik terimlerle, ölçülebilir bazı eğilimler atfetmek boşunadır. Onun açısından burada söz konusu olan, olabilirliğin rastlantısal bir canlandırılışıdır. Görkemli olmasını arzuladığı bu egemen insanı, çelişkili olarak, kimi kez zengin ve kimi kez bir işçiden daha yoksul, kimi kez güçlü, kimi kez köşeye sıkıştırılmış biri olarak kafasında canlandırmıştır. Ona, kurallara karşı gelme hakkı tanıdığı gibi, ondan, her şeye katlanma erdemini istemiştir. Zaten onu genel olarak, iktidardaki insandan ayrı tutuyordu. Hiçbir şeyi sınırlandırmıyordu, bir olabilirlikler alanını yapabildiği kadar özgürce betimlemekle yetiniyordu.

Nietzscheciliği tanımlamak gerekirse, yaşama, idealizme karşı çıkma hakkı veren doktrinin bu bölümüne takılıp kalmanın çok az ağırlığı olduğunu zannediyorum. Klasik ahlakın reddi, Marksizmin, Nietzscheciliğin ve Nasyonal Sosyalizmin ortak fikridir. Temel olan tek şey, yaşamın büyük haklarını olumlamasını sağlayan değerdir. Bu yargı ilkesi oluştuktan sonra, ırkçı değerlere mal edilen Nietzscheci değerler bütün olarak tam zıt konuma yerleşmektedir.

- Nietzsche’nin ilk girişimi, entelektüel olarak tüm zamanların en üstün insanları olan Greklere duyduğu bir hayranlıkla başlamaktadır. Üçüncü Reich’da küçültülen kültürün amacı askeri güçken, Nietzsche’ye göre her şey kültüre bağımlıydı.

- Nietzsche’nin yapıtının pek anlamlı özelliklerinden biri, diyonizyak değerlerin, yani sınırsız sarhoşluğun ve heyecanın yüceltilmesidir. Rosenberg’in XX. Yüzyılın Miti adlı yapıtında Diyonizos dininin Ari ırkla ilgisi olmadığını söylemesi rastlantı değildir!... Hızla bastırılan eğilimlere rağmen, ırkçılık yalnızca askeri değerleri kabul ediyor: “Gençliğin kutsal tahtalar yerine stadyumlara gereksinimi vardır”, diyordu Hitler.

- Geçmişin gelecekle olan zıtlığından daha önce söz etmiştim. Nietzsche tuhaf bir şekilde kendini geleceğin çocuğu olarak gösteriyor. Kendisi bu adı vatansız varlığına bağlıyordu. Aslında vatan geçmişin içimizdeki payıdır ve Hitlercilik değer sistemini bunun üzerine, dar olarak yalnızca bunun üzerine inşa etmiştir. Hitlercilik yeni bir değer getirmemiştir. Dünyaya Almanların Basitliğini ilan eden Nietzsche'ye hiçbir şey bunun kadar yabancı değildir.


- Nasyonal Sosyalizmin Chamberlain’den önceki iki resmi habercisi de Ntetzsche'nin çağdaşlarıydılar: Wagner ve Paul de Lagarde. Nietzsche takdir edildi ve propaganda tarafından öne çıkarıldı, ama Üçüncü Reıch onu, diğer ikisine gerektiğinde yaptığının aksine, kendi bilginlerinden biri olarak değerlendirmedi. Nietzsche Wagner’in dostuydu, ama onun Fransız sevmez, Yahudi düşmanı şovenizminden tiksinerek ondan uzaklaştı. Pangermanist Paul de Lagarde’e gelince, bir metin bu konudaki kuşkuları yok ediyor. Nietzsche, Theodore Fritsch’e şöyle yazar: “Geçen ilkbaharda Paul de Lagarde adındaki bu duygusal ve kendini beğenmiş dikkafalının yapıtlarını okurken ne kadar güldüğümü bir bilseydiniz... ”

- Bugün, Yahudi karşıtı aptallığın Hitlerci ırkçılık için sahip olduğu anlama dayanıyoruz. Hitlercilikte Yahudi nefretinden daha temel hiçbir şey yoktur. Nietzsche’nin şu davranış kuralı buna karşı çıkıyor: “Irkların bu küstah üçkâğıtçılığı içinde olan kimseyle görüşmeyin." Nietzsche, hiçbir şeyi Yahudi karşıtlarına olan nefreti kadar açık dile getirmemiştir.

Bu son nokta üzerinde durmalıyız. Nietzsche’nin Nazi pisliğinden temizlenmesi gerekir. Bunun için bazı komedileri ortaya koymalıyız.

Bunlardan biri, filozofun bu son yıllara kadar yaşayan (1935’de öldü) kız kardeşinin işidir. Nietzsche soyadıyla doğan Elisabeth, 2 Kasım 1933’te, Yahudi düşmanı Bernard Foester ile 1885 yılındaki evliliği nedeniyle erkek kardeşiyle arasında doğan sorunları unutmamıştı.

Nietzsche'nin kız kardeşine, eşinin partisine olan ve mümkün olduğunca vurguladığı tiksintisini ilettiği bir mektup yayınlanmıştı. Oysa 2 Kasım 1933’te Bayan Elisabeth Judas Foerster, Weımar’da, Nietzsche’nin öldüğü evde, Üçüncü Reich'in Führer’i Adolf Hitler’ı kabul ediyordu. Bu görkemli ortamda, bu kadın Bernard Foerster’in bir metnini okuyarak ailenin Yahudi düşmanlığını kanıtlıyordu!

4 Kasım 1933 tarihli Temps gazetesi şöyle yazıyordu:


“Şansölye Hitler, Essen’e gitmek için Weimar’ı terk etmeden önce ünlü filozofun kız kardeşi Bayan Elisabeth Foerster Nietzsche’yi ziyaret etti. Yaşlı kadın ona, kardeşine ait olan bir kılıçlı bastonu hediye etti. Ona Nietzsche’nin arşivini gösterdi.

“Bay Hitler, Almanya’da Yahudi zihniyetinin yayılmasına karşı çıkan, Yahudi karşıtı eylemci doktor Foerster’in 1879’da Bismarck’a hitaben yazdığı makalenin okunmasını dinledi. Bay Hitler, elinde Nietzsche’nin bastonu ile alkışlar arasında kalabalığın içinden geçti.” 

Nietzsche, 1887’de Yahudi-karşıtı Theodore Fritsch’e yazdığı küçümseyici mektubu şöyle bitiriyordu:

“Ama son olarak, Zerdüşt adı Yahudi-karşıtı insanların ağzından çıktığı zaman ne hissetmemi isterdiniz?”

Nietzsche ve Nazizm




Nietzsche öldükten sonra "Güç İstenci"ni yayıma hazırlayan kız kardeşi Elisabeth, onun düşüncelerini kendi görüşüne uydurup bozarak nasyonal sosyalizme yol verdi. İşte bu çarpıtmanın öyküsü...

Nietzsche, Nuremberg Mahkemesi'nin suçlu sandalyesinde mi? Fransa Cumhuriyetinin geçici hükümet delegesi Fraçois Menthon'a göre, onu gerçekten burada düşünmek çok doğal. 17 Ocak 1946'da oturuma başlangıç konuşmasında Menthon, nasyonal sosyalizmin "uzak ve derin" kökenlerini araştırır. Fichte'nin savaşı savunmasından, Hegel'in "kaba Darwincilik"i ve Devleti kutsamasından, "ırk birliği"ni ve yeni bir "yaşam alanı"nın fethini yücelten bir propagandadan söz eder, sonra "güç istenci" üzerine kurulu "son Nietzsche felsefesinin "baskın" etkisinden dem vurur. Ona göre "insanüstülük"ü öğütleyen Nietzsche, sonunda bir "güçler seçimi"ne ve böylece "zekâ ve iradi enerji bakımından üstün, uzlaşımsal ahlakların hepsinden sıyrılmış modern bir barbar" a varır.

Menthon, her ne kadar Nietzsche felsefesinin Hitler'in ırkçı kuramlarından ve onların kötü taklitlerinden daha ince, daha karmaşık olduğunu kabul etse de onun felsefesinde gördüğü kötülüğü bağışlamaz: "Kuşkusuz bu felsefe ile nasyonal sosyalizmin hoyrat darkafalılığını birbirine karıştıramayız. Ancak Nietzsche nasyonal sosyalizmin sahip çıktığı atalar içinde sayılabilir pekala, çünkü o, bir yandan hümanizmanın geleneksel değerlerinin eleştirisini haklı olarak tutarlı bir şekilde ilk ifade eden biri oldu ama öte yandan da onun yığınların yönetimiyle ilgili görüşleri Nazi rejiminin daha önce hiçbir engel olmadan egemenlerce ilan edilmesinde etkili oldu. Nietzsche zaten üstün bir ırka inanıyor ve genç bir ruh, bitmez tükenmez olanaklar gördüğü Almanya'ya üstünlük tanıyordu"

Parlak bir denemeci olan Bertrand d'Astorg, Terör Dünyasına Giriş adlı yapıtında, 1945 yılında, Nietzsche'den hesap sormanın olanaksız olduğuna dikkati çeker. Onun yapıtlarından biri Almanların beklediği "çağrı"dır, "olayların içinde Nazi Almanyası'nın bütün düzeni olabilecek bir yeni düzen"i esinleyen bir çağrıdır ona göre. Bu yapıt "Terör Dünyasının esas ocağı"nı temsil eder. Nietzsche'nin nazizmi tanımış olsaydı, ondan tiksinmiş olacağı ve SS'lerde somutlaşan üstinsanı reddetmiş olacağı -çömezleri emindir bundan- görüşüne ne yanıt verebilir? Tek yanıtı vardır bunun: ''Bir yazar sadece söylediği şeyden değil bütün okuyucularının onun söylemek istediğini bıkıp usanmadan araştırıp incelediği şeyden de sorumludur."

Savaş sonrası ansızın başlayan bütün bu suçlamalarda, bıkıp usanmadan başvurulan kaynağın Güç İstenci olmasıdır esas sorun. Oysa, 1959'dan itibaren Weimar'da Nietzsche'nin elyazmaları üzerinde çalışan Giorgio Colli ve Mazzino Montmari'nin gösterdikleri gibi, bu kitap ona atfedilen yazarı tarafından asla tasarlanmadı. 1887 güzünden 1889 ocak ayına kadar olan parçalar notlar halinde kaldılar. Belirsiz tasarı aşamasından öteye geçmediler. Bu parçaların arasında, 1888 ilkbaharına kadar olan ilk bölüm için, Nietzsche bir sıralamaya girişir ancak bu sıralama hazır bir yapıya tümüyle uymaz. Bu malzemeler, 1901'de keyfi ve korkunç bir geleceği çağrıştıran bu başlık altında yayımlanması için düzenlendiler, bölümlere ayrılıp tanınmaz hale getirildiler: Güç istenci böyle çıktı ortaya. Bu ihtilâsların başında filozofun kız kardeşi, Nietzsche arşivlerinin kurucusu Elisabeth Förster-Nietzsche gelmektedir.

Tarihin cilvesi herhalde; bu düzmece kitap en çok yorumlanan kitaplardan biri oldu. Hemen hemen bütün yorumcuların dörtte üçü süresince, ona "Nietzscheci felsefenin esas izleği" gözüyle baktılar. Bu süreçte Fransa'da ne oldu? 1904'te Henri Albert tarafından yayımlandı, 1936'da Gallimard yayınlarında yeniden çevrildi, bu son yıllara kadar sayısız elkitaplarında ondan alınan parçaları saymazsak, aşağı yukarı otuz civarında yeni baskıya ulaştı. Kitabın ikinci çevirisine değinen ünlü Cermen dilleri uzmanı Genevieve Bianquis, onun girişinde şunu yazmakta hiç duraksamaz: "Nietzsche, yapıtlarının en önemlisi olarak Güç İstenci'ni, kendisi belirtmektedir" Ancak şurası gerçek ki felsefi olarak çok daha nitelikli bir uzman olan Gilles Deleuze 1968'de hâlâ bu küstahça derlemenin sonucunu ''çarpıtma" olarak adlandırmayı reddediyordu.


1904 yılında ağabeyine adadığı yaşamöyküsünde, Elisabeth Förster-Nietzsche, Güç İstenci'ni ağabeyinin gerçek felsefesinin bir hazinesi olarak gördüğünü yazar. Kardeşinin bu yapıtı, 1870 savaşı sırasında bozguna uğrayan ama yine de saldırıya geçmek için hiç tereddüt etmeyen Prusya alayının tepkisi karşısında geliştirdiğini açıklar. Onun temel dünya görüşü Darwin'in dünya görüşü yani hayatta kalmak için zorunlu bir savaş düşüncesi değil "güç istenci"dir. Bu anlamda, o bir Prusyalı tipinin ta kendisiydi, diye belirtir. Bir vatansever, bir savaşçıydı o.

Doğal olarak, olayların devamının da bunu gösterdiği gibi, Nietzsche kız kardeşine güvenmiyordu. Budala ırkçı Bernhard Förster ile evlenebilmiş olması onun körlüğünü yeterince gösteren bir işaretti. Onun darkafalı yobaz karakteri tedirgin ediyordu Nietzsche'yi. 21 Nisan 1883'te Heinrich Köselitz'e, kız kardeşinin ona, eğer Katolik olsaymış, "onun düşünme tarzından doğacak olan kötülüğü bağışlatmak için hemen bir manastıra kapanırdım." dediğini yazar. Kız kardeşinin ona, "tamamen değişene kadar ve gerçekten iyi bir kişi olmaya gayret edene kadar açık bir düşmanlık" ilan ettiğini söyler Nietzsche. Annesine yazdığı bir mektubun başında "böyle acımasız bir yaratıkla akraba olmaktan" tiksinti duyduğunu açıklar.

Kısa zamanda, ne yazık ki kız kardeşine karşı kendini savunamayacak bir duruma düşer Nietzsche! Dul Elisabeth ilkin ona göz kulak olmak için ortaya çıkar. Sonra, ağabeyi öldüğünde onun bütün belgelerine el koyar. İmgesini ve entelektüel mirasını kendine mal eder. Guillaume II'nin hayranı, nasyonalist ve coşkulu bir savaş yanlısı olan kız kardeş, imparator tarafından da horlanmış olan ve onu küçümseyen ölmüş ağabeyini aynı yolu izlemeye sürükler. 1914 yılında, onun Kahramanlar Kütüphanesinde tutulan ilk yazarlardan biri olması için kendine bir çekidüzen verir. Savaşı haklı gösterenlerin yanına onun metinlerini de koyar. 1915'te, tüm enerjisini hazırlanmasına katkıda bulunduğu yirmi binden fazla nüshası olan örnek bir alıntılar dergisini yayımlamak için kullanır. Sertlik, irade, vatanseverlik, kahramanlık - bütün bu erdemler, "bu yüce çağın yol arkadaşında keşfedilecektir, okuyucuları bu keşfe çağırır Elisabeth.

1918'den sonra, aynı sahteci çalışmasını sürdürür. Aşırı sağın yandaşı, Frank Müfrezelerinden yana, milliyetçi-halkçı partinin üyesi ve aşırı sağın yandaşı olan Förster "arkadan hançerleme" efsanesine, Almanya'nın "içerden" ihanete uğradığı için yenilmiş olduğuna inanır kesinlikle. Weimar Cumhuriyeti onun için bir korkunçluktur, demokrasi korkuluğudur. 1922'de Almanya'nın dirilmesi için verdiği savaşa bir kez daha katar kardeşini: Demokratik sisteme karşı metinlerden bir seçki oluşturur (Devletler ve Halklar Üzerine).

Mussolini'nin, İtalya'yı ele geçirirken, Nietzsche'yi üstadı olarak tanımasını da böyle bildirir! Elinden gelen şey, ona olan hayranlığı konusunda Mussolini'ye güven vermek için Nietzsche'nin kalemine dört elle sarılmaktır. Arşivlerden fotoğraflar gönderir ona. Gazetelerde kendini faşizmin yandaşı olarak ilan eder. Berlin'de, ona para yardımı yapan İtalya Büyükelçiliği ile temasa geçer. Bizzat Dük, onun bunca coşkuyla yönettiği kuruma toplam yirmi bin liret bağışlar. Karşılık olarak Elisabeth'in sıcak teşekkürleriyle karşılaşır. Teşekkürler, kardeşinin her zaman "tercih ettiği ülke", böyle diyor Elisabeth, İtalya için olduğu gibi, bizzat Dük içindir de.

raylar

Lindenstrasse'deki Jüdisches Museum Berlin, yukarıdan bakıldığında kırılmış bir Davud yıldızını anıştırsın istemiş Daniel Libeskind. Shoah'nın toplam karabasanını simgeleyen acı açılarla, eğimlerle, sivri, batıcı çizgilerle hareket eden yapının dış cephelerinde,  pencere düzenlemelerinde de sürüp gidiyor çizgilerin çekişmeleri. Çektiğim karelerden birini yerleştiriyorum buraya, çizme beceriksizliğimin kuyusuna daha fazla düşmemek için: Kamplara yönelen, tek yön rayların paramparça karşılığını okudum onlarda -

Enis Batur / Siyah Sert Berlin



Claude Lanzmann’ın Shoah belgeseli, geniş kitlelere, II. Dünya Savaşı boyunca yaşanan soykırım kâbusunda trenlerin oynadığı rolü gösterdi. Avrupa’nın dörtbir yanından toplanan Yahudiler, Çingeneler, Komünistler, Eşcinseller istasyonlara yığıldılar. Yük vagonları tıkabasa dolduruldu. Nihai hedefin ‘nihai çözüm’ olduğunu bilmiyorlardı. Raylar onları Dachau’ya, Auschwitz’e, Treblinka’ya, başka toplama kamplarının kapılarına götürdü.

Raul Hilberg’in araştırmaları, ‘sistem’in nasıl çalıştığını aydınlatıyor: Büyük, karmaşık bir kara dul ağını çağrıştırıyor ölüm trenlerinin güzergâhları. Kendi kendini besleyen, yöneten, masraf yükü bindirmeyen özel bir ekonomi bekliyor demiryolu örgüsünün arkasında.

Tren, ona ırkçı Azrail ordusunun biçtiği bu rolle yaralı, tarihinin silinmez sayfaları arasından son istasyona varıyor.

Ondan mıdır, trenden korkanlar vardır: Siderodromofobi, Freud’da da varmış!


Enis Batur / Başkalaşımlar  XXI - XXX



Le Dernier des Injustes (2013, Claude Lanzmann)


Shoah için:

Hitler ve Nazi Almanyası

Hitler with Bleeding Eyes, 1993. Erwin Blumenfeld

30 Nisan 1945'te Hitler, sığınağında bir Alman köpeği üzerinde etkin mi değil mi diye denediği Prusya asitini metresi Eva Braun'la evlenmesinin ardından, önce ona içirip sonra da kendisi içerek kafasına bir kurşun sıktı. Hemen arkasından Magda Gobbels onu taklit etti. Magda Gobbels aynı zehirle 4 - 12 yaşları arasındaki altı çocuğunu serinkanlı bir şekilde öldürdü. Ardından kocası Joseph Gobbels'le birlikte intihar etti. Niçin ortada bir köpek vardı? Niçin altı çocuk söz konusuydu? Niçin bu maskaralıklar sergileniyordu? Bu soruların yanıtı bu ölüm sahnesinin temel oyuncusu tarafından verilmiştir. Kavgam'daki (Mein Kampf) bir takım lanetleri vasiyetnamesinde yeniden tekrarlayan Hitler, savaşın çıkmasından ve Almanların yenilgisinden Yahudilerin sorumlu olduğunu açıklıyor ve sonucunda da Son Çözüm'ün bütün kurbanlarının, aslında Nazilere atfedilen suçun gerçek sorumluları olduğunu iddia ediyordu. Bolşevikleşmiş bir Yahudi dünyasının egemen olduğu bir gelecekte yaşamamak için, o sadece kendi kendine köpeğiyle birlikte ölmeyi değil aynı zamanda karısının ve kendisinin vücudunun yakılmasını emrederek işlediği cinayetin izlerini de silmeyi planlamıştı. Gobbels ve karısı da kendi çocuklarını aynı asit yardımıyla -Ziklon B adında gaz odalarında kullanılan bir asittir bu- öldürerek aynı şeyi yapacaklardır. Buradaki intihar başka birtakım intiharlara hiçbir şekilde benzememektedir. Ne Emma Bovary'nin gururlu ve umutsuz intiharıdır bu, ne de işkence altında konuşmaktansa kendilerini öldürmeyi tercih eden direnişçilerin. Ne kamplardan geldikten sonra kendilerini öldürenlerin ne de İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra kendilerini öldüren Japon generallerin seppukisi'ne benzetilebilir. Çünkü onlar halklarının yenildiklerinden dolayı imparatordan özür dilemek adına bunu yapmışlardır.

Kasti olarak kendini öldürmenin diğer biçimlerinin aksine, Nazilerin intiharı Yahudilere karşı işlenilen soykırımın gülünç derecede eşdeğerli bir eylemiydi. Onlar bunu sadece yahudilere karşı değil aynı zamanda saf olmadıkları söylenen ırklara karşı da gerçekleştirmişlerdi. Buradaki intihar, sapık bir intihardır. Minyatür haline dönüştürülmüş şekilde bir kendi kendine soykırıma uğratmaktır; hiçbir şekilde bir kurtarılışa başvurmadan yapılan bir eylemdir. Bu eylem bütün Almanya'ya sanki model olarak ama beyhude bir şekilde kendini gösteriyordu. Kadınlar, erkekler, insanlar, çocuklar, yaşlılar, yaralılar, ölmeyip yaşayanlar, hayvanlar hepsi şereflerinin örneğini izlemek ve bir daha ortaya çıkmamak üzere kaybolmak zorundaydılar. "Sonuç olarak Hitler'in kendisiyle birlikte yok olmaya hazır olarak gördüğü Alman halkı" diye yazacaktır Ian Kershaw "Hitler'den daha fazla yaşama becerisi gösterebildi." Eski Almanya onunla birlikte ölmüştü. Onun doğurduğu, vizyonunda geleceğini gördüğü ve ona gönüllü olarak hizmet veren, kısacası onun hybrisine (ölçüsüzlüğüne) katılan Almanya, şimdi onun Nemesis'ini paylaşmak zorundaydı.

Elisabeth Roudinesco

* nemesis: Yunan mitolojisinde gecenin kızı olan nemesis tanrılardan insanların 
ölçsüzülüğünü ve deliliğini cezalandırmalarını isteyen tanrıçadır. 





Nazizm için bir çentik

Nazilik, 20. yüzyılda Eros'un büyük çılgınları tarafından değil, küçük burjuvalar tarafından icat edildi; insanın aklına getirebileceği en berbat, en görgüsüz ve tiksindirici küçük burjuvalar tarafından. Himmler, bir hemşireyle evlenmiş olan bir tür ziraatçiydi. Toplama kamplarının, bir hemşireyle, bir tavuk yetiştiricisinin ortak fantezilerinden fırlamış olduğunu kavramak gerek. Hastane artı tavuk kümesi; işte toplama kamplarının ardındaki hayalet. Milyonlarca insan öldürüldü orada; toplama kampı denilen girişime karşı yöneltilen suçlamaları geçersizleştirmek için söylemiyorum bunu; tersine, tam da toplama kamplarını, onlara atfedilmek istenen erotik değerlerin büyüsünden arındırmak için söylüyorum.

Naziler, kelimenin en kötü anlamıyla, ev kadınıydılar. Ellerinde bezler ve süpürgelerle ortalıkta koşuşturup duruyor ve toplumu, dışkı, toz ve pislik olarak gördükleri her şeyden -haz düşkünleri, eşcinseller, Yahudiler, kanları saf olmayanlar, siyahlar ve delilerden - arındırmaya çalışıyorlardı. Nazi düşünün temelinde, tam da ırksal saflığa ilişkin, o zehirlenmiş küçük burjuva düşü yatar. Eros'un izine bile rastlanmaz. Önce bunun açıklığa kavuşturulması şartıyla, bu yapı içinde, yerel düzlemde, bir çakışma sonucu, kurbanlarla cellatların gövdelerini birbirine bağlayan, deyim yerindeyse erotik ilişkilerin gerçekleşmiş olması pekala mümkündür. Ancak bu rastlantısaldır.

Michel Foucault

(bkz: http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/09/national-sozialismus-1933-1945.html

Adolf Hitler (Tarihten Bir uyarı)

Adolf Hitler.








Avrupa'nın kalbinde, zengin kültüre sahip bir ülkenin lideri. Normal insan ilişkilerinde beceriksiz, merhametsiz, nefret dolu ve önyargılı biri. 

"Belki de bazılarınız beni asla affetmeyecek...
 çünkü Marksist partiyi yok ettim. Fakat dostlarım, 
aynı zamanda bütün diğer partileri de yok ettim. Hepsi gittiler."


Hitler'in nefreti Yahudi soykırımına rehberlik edecekti.
Fethetme arzusu, Avrupa'nın büyük kısmını mahvedecekti.

Hitler, öyle bir karizmaya sahipti ki insanlar söylediği her şeye inandılar. Ancak şu da bir gerçek ki, Hitler Alman halkını hipnotize etmemişti. O, karizmanın ilişkileri nasıl etkilediğini gösteren bir örnektir. Hitler Almanlara, önemsediği saf ırkın geri kalan herkesten daha iyi olduğunu söyledi ve pek çok Alman ona inandı. Hitler her zaman nefret doluydu ve bunu milyonlarca Almanla bağ kurmak için kullandı. Ve bu süreçte, bu alışılmadık kişilik tarih boyunca yaşanan benzer olaylardan farklı olarak yüksek bir karizmatik çekicilik oluşturdu.