Self-Portrait with a Bottle of Wine (1906)
Norveçli ressam Edvard Munch (1863-1944), modern ekspresyonizmin iki baba figüründen biri (diğeri Van Gogh) olarak kabul edilir genellikle. İlk natüralist resimlerinden sonra, 1890’larda sembolik/psikolojik bir evreden geçmiş ve daha sonraki yılların parlak renkli, dinamik tablolarına varmıştır.
Munch’un sanatını incelemek, çok canlı ve dokunaklı bir güncenin sayfalarını çevirmeye benzer. Munch yalnızca kendi yaşadığını, ya da en azından kendi deneyimi olanı resmetmiştir. Yaşamı resmine yansır. Kısacası, insan Munch’la sanatçı Munch birbirinden ayrılamaz.
“Yapıtlarımda, hayatımı ve hayatımın anlamını dile getirmeye çalıştım. Böyle yapmakla, başkalarının da kendi hayatlarını anlamalarına yardım edebileceğimi düşünüyorum.”
Bir sanatsal niyet, bundan daha açık seçik anlatılamaz sanırım.
Munch’un hayatını incelemek, tek bir günün geçişini izlemek gibidir: gençliğinin kasvetli şafağından sonra, sabah güneşinin iç ısıtan ışınlarıyla karanlık bulutlar yavaş yavaş dağılır ve hayatının günbatımındaki pırıl pırıl renklerle son bulur.
Munch, tüm yalnızlığına karşın, hayattaki nihaî misyonunu hemcinslerine uzanmak, onlara yaklaşmak olarak görüyordu: sanatının gücünü gayet iyi biliyor ve kendine bir tür “nebi” olarak bakıyordu. Bu nedenledir ki, yapıtları kendi hakkında uzun bir itiraflar dizisidir; Özünü tanıma gereksiniminin sonucudur.
Ama sanatçı Munch, insan Munch’ u açığa vursa bile, aynı zamanda kendi iç bütünlüğünü korur ve düşgücümüzü büyüleyen gizemli yanını kolayca ele vermez. Bu “öz-incelemeleri” kendi söyledikleriyle birlikte, onun dünyasının kapılarını aralar bize. Bir dâhi ile karşı karşıya olduğumuzu duyumsarız. Öyle bir dâhi ki, tüm yalnızlığı içinde, bir kez olsun fildişi kulesine kapatmamıştır kendini.
*
Ragna Stang