Resim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Resim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Kulübe Güncesi: İkarus'un Ölümü

he-fall-of-icarus-1558-brueghel (detay)



Doğum çoğuldur, ölüm tekil
Mumdandı aç tutkumun kanatları
Uçuyordum sevinç içinde.

Herkes işinde gücündeydi
Yok olmuş damlar ki unuttum.

Ve güneşin basamağından döndüm geri
Üfür üfürü uçardı yalnızlık
Zamansızlığın kanadı yalnızlık.

Hiç yıldız doğmadı ben gökte iken
Ne düşlediğimi unuttum.

Çift sürüyordu bir köylü iki büklüm
Kalkmak üzereydi ak bir gemi limandan
Denize düşeni kimse görmedi.

Herkes işinde gücündeydi
Ve acı çekmeği unuttum.

Belleğimde hâlâ gökyüzü dünya
Yüreğin yaban arısı yalnızlık
Yaşantısız daldı yalnızlık.

Kulübe Güncesi: The Studio Boat




Monet'nin yüzer stüdyosu, The Studio Boat (Le Bateau-atelier)

1872'de Paris'e kısa bir uzaklıktaki Seine nehrinin kıyısında yer alan Argenteuil kasabasına taşındıktan sonra Monet eski bir balıkçı teknesini satın alır.


"A fair wind has brought me enough money to buy a boat at a time and build a wooden cabin big enough to install an easel on it."

Su üzerinde resim yapmasına da olanak tanıyan yüzer stüdyosu Monet'yi aynı zamanda Seine'in erisilemeyen manzaralarına da taşıyan bir ulaşım aracı olur.

Resimler:

The Studio Boat (Le Bateau-atelier) 1876
The Studio Boat, 1874
The Studio Boat, 1876
The Studio Boat, 1875
Edouard Manet - Monet Painting on His Studio Boat, 1874

Kulübe Güncesi: İkarus


Önümde denize açılan bu zeytinlik dolu manzaraya baktıkça sık sık aklıma Van Gogh'un bir dizi zeytin ağacı resmi düşüyordu. Bugünlerde Brueghel'in İkarus'u da onlara eklendi, mitin çağdaş bir yorumu, Herbert List'in etkileyici bir İkarus fotoğrafı ile birlikte. 



Ara sıra kulübede başıma açtığım işlerden yorgun düşmüş, manzaradan habersiz çalışırken, kafamı her kaldırışımda İkarus düşerken işine devam eden Brueghel'in köylüsü gibi hissediyorum kendimi - ki Auden'in çok güzel bir şiirine konudur:

(...)
#Brueghel 'in ikarı'nda meselâ, bana mısın bile demeden nasıl Her şey sırtını çeviriyor felâkete?İşitmiş olmalı pekâlâ Suyun şapırtısını rençber, ümitsiz haykırışı, "Kulak asma" deyip geçti herhalde; güneşse şöyle bir rasgele Vurdu ak pembe ayaklar gömülürken yemyeşil suya; Kibarişi çıtkırıldım yelkenli merak etmesine etmiştir ya Gökten paldır küldür düşen çocuğu görünce; Acele işi vardı zahir, uzaklaştı bozmadan istifini bile. (cev. Can Yücel)


Kulübe Güncesi: Lakeside Cabin



Belki de şurada küçük, şirin bir kulübe vardır...


  


Romantik bir özlem: Kulübe

( Kitsch mi demeliydim?)

Bob Ross'un resimlerinin yaklaşık yüzde 18'inde bir kulübe yer alır. Ross'un kulubesinin bir gölde olma ihtimali yüzde 35 ve yerde kar olma ihtimali yüzde 40. Kulübelerin yüzde 72'si iğne yapraklı ağaçlarla aynı tablodayken, yüzde 63'ü yaprak döken ağaçların yakınındadır. (Kaynak: Walt Hickey)

Kulübe Güncesi: Saint Victoire Dağı / Heidegger


 Heidegger Aix toprağının aydınlığında ve kayalara tırmanan tarlalarının sarısında kendini Yunan ülkesinin kıyısında gibi hissediyordu. 1958'de Aix-en-Provence Üniversitesi'nde verdiği "Hegelve Yunanlılar" konulu konferansın girişinde, Aixois Dağı'nda duyduğu hayranlığı şöyle dile getiriyor:


...Neden burada, Aix-en-Provence'ta konuşuyorum?

Bu bölgenin ve köylerinin tatlı havasını seviyorum

Tepelerindeki sarplığı seviyorum.

Bu ikisinin uyumunu seviyorum

Aix'i, Bibemus'yi, Sainte-Victoire Dağını seviyorum

Burada kendi düşünme yolumun

baştan sona bir ölçüde örtüştüğü,

Paul Cézanne'in yolunu buldum.

Bu bölgeyi denizinin kıyısıyla seviyorum,

Çünkü Yunan ülkesiyle yakınlığı ortada.

Bütün bunları seviyorum çünkü kuşkum yok,

Tinin esaslı bir tek yapıtı yok ki kökleri

üstünde dik durmak gereken öz sel bir toprağa dalmasın.



Cezanne, Saint Victorie Dağı, 1887

Heidegger, Cézanne üzerine yazdığı şu şiirini Rene Char'a ithaf etti:

Passages / H.R.Giger



 HR Giger: A long time ago I used to have nightmares, they were, I was stuck in a kind of oven with my hands drawn up and I couldn't get any air, and that was probably a dream, which , from my mother... mine was a difficult birth, you see, that's what my mother told me, I didn't want to come out and of course I couldn't get any air and that happened again and again, and then from far away, I would see a light and then it would become dark again, couldn't get any air and so on, and these unpleasant dreams stopped when I began to paint those passages which actually represent that condition. At the time, I didn't notice that at all, but well it's turned out to be true because I haven't had any of those dreams since then.



The initial "Passages" paintings were created in 1969 following a series of dreams, I was in a large white room with no windows or doors. The only exit was a dark metal opening in which, to make things worse, was partially obstructed by a safety pin. I usually got stuck when passing through this opening. The exit at the end of a long chimney which could be seen only as a tiny point of light, was, to my misfortune, blocked by an invisible power. Then I found myself stuck as I tried to pass through the pipe, my arms pressed against my body, unable to move forward or backward. At that point I started to lose my breath and the only way out was to wake up. I have since painted some of these dream images in the "Passages" series (Passages I-IX) and as a result have been freed from recurring memories of this particular birth trauma. But the "Passages" which for me symbolize maturity and decay, with all the accompanying stages of pleasure and pain, have not released their hold on me

Cihat Burak & Lautreamont

 


...Mustafa Irgatla başbaşa demlendiğimiz Cumhuriyet Meyhanesinde ikimizi masasına davet etti. Biz epey "yüklü"ydük ya, Cihat beyin de ayık olduğu söylenemezdi. Erotik eksenli konuşmalar taşıyordu masamızdan, bir ara konu otuzbir çekmeye geldi, hemen dipsiz bir kuyuya düşmekte gecikmedik. Mustafa'yla ben işin mavrasındaydık, buna karşılık Cihat bey oldukça ciddiydi. 31'den 301'e geçiş tekniği üzerinde bir monolog, Onanizmin tartışılmaz en büyük avantajına sıçramasını sağladı: Kişi, o durumda sonsuz bir özgürlüğe sahipti, hayâl perdesine kimi isterse yerleştirebiliyor, onu dilediği gibi becerebiliyordu: Kleopatra'dan Grace Kelly'ye açık yelpazeydi. Çıkışta hep beraber^tagiliz Konsolosluğunun duvarına siğmiştik.

Günlüğünde, Tomris Uyar, Cihat beyin kendisine çıplak poz vermesini istediğini aktarır. TanıdığımTomris bundan çekince duymazdı gibi geliyor bana ama, sözü geveliyor biraz defterinde; anladığım yanaşmamış. Cihat bey bir fotoğrafından hareketle portresini yaptığını söylemiş, hiçbir zaman görememiş sözkonusu portreyi, biz de görmedik; Ben, ölümünden sonraydı, Cihat Burak'ın yayıncısı oldum; yayımlanmamış metinleri yayıma hazırlarken, düşlü fanta-zinalarından birinde Nezihe Meriç'le ilgili oldukça hard bölümlere bakıp ne yapacağımızı şaşırdık — o sırada Nezim hayattaydı, durumu hoş karşılamayabilirdi. 

Cihat beyle son görüşmem, Gergedan döneminde gerçekleşti. Dergide Lautreamont'un bir gençlik fotoğrafının bulunduğu haberine (fotoğraf eşliğinde) yer vermiştim. Telefonla aradı, haberin güvenilirliğini sordu, Dali'nin kurmaca Lautreamont portresinden sözettik, sonunda dayanamadı: "Yarın atölyeme gelebilir misiniz?"

Hayatımın en dağınık döneminden geçiyordum, öyle ki belli bir ikâmet adresim bile yoktu —- ertesi günkü ziyaretimi birkaç tutuk cümleyle geçiştirmişim günlüğümde: Hayatın nedenli ne denli sebepsizliği vardır. Oysa, altı saati bulmuş bir karşılaşmaydı.

Bir atölye ne kadar sahibinin sesi olabilirse o kadar: Benzersiz bir derbederliğin ortasında oturup konuştuk. Koltuklardan birine dayadığı tablosunun adı Comte de Lautreamont'du. İlk versiyonunu 1942'de yapmış, taşınma sırasında kaybettiği için, "aklımda kaldığı hali"yle tam yirmi yıl yanılmıyorsam Paris'te, tabloyu yeniden yapmıştı. Tabii, içinde birlikte uzun uzadıya dolaştık, Maldoror'un Şarkıları'na girdik çıktık, karşılıklı Paris anılarımızı tokuşturduk. Tablo'nun fotoğrafını çektirtme isteğimi gönüllü biçimde kabul etti "bir şey" (ama ne?) yazabileceğimi sezdirdim, küçük bu açıklama notu düştü pırtık bir kâğıt parçasına: 

"Duralit üzerine yağlıboya, 121 cm, 1942-1962", böyle tarih düştü.

HİÇ / Andy Warhol

Uyanıyorum ve B'yi arıyorum. B vakit öldürmeme yardım eden herhangi biri. B herhangi biri ve ben hiç kimseyim. B ve ben Aynaya bakınca HİÇ göreceğime eminim. İnsanlar beni hep bir ayna diye isimlendiriyor, peki bir ayna aynada kendine bakarsa ne görür? (. .. ) Eleştirmenin biri beni cisimleşmiş HİÇ diye isimlendirmişti, ama bu bana varoluşun anlamı konusunda pek yardımcı olmadı. Sonra varoluşun kendisinin hiç olduğunu anladım ve kendimi daha iyi hissettim. 

İş, hiçbir şey düşünmemekte ... hiçbir şey çekici değil, hiçbir şey seksi değil, hiçbir şey olay yaratmıyor. 

HERŞEY HİÇTİR.

Piss Paintings / Andy Warhol


Andy Warhol / Piss Paintings (1977 - 78)

'The last time I saw Dali in New York he was so nice... I told him that I was doing piss paintings. And he said Pier Paolo Pasolini had an artist pissing on a painting years ago in his movie Teorama. I lied and said I did mine before that."   Andy



 "I'm pretty sure that the Piss Paintings idea came from friends telling him about what went on at the Toilet, reinforced perhaps by the punks peeing at his Paris opening. He was also aware of the scene in the 1968 Pasolini movie, Teorema, where an aspiring artist pisses on is paintings. 'It's a parody of Jackson Pollock,' he told me, referring to rumours that Pollock would urinate on a canvas before delivering it to a dealer or client he didn't like. Andy liked his work to have art-historical references, though if you brought it up, he would pretend he didn't know what you were talking about... Nonetheless, the true muse of Andy's sexual works in 1977-78 was Victor Hugo.

"By 1977, Manhattan boasted at least a dozen thriving gay bathhouses, although they were considered a bit passé compared to the backroom bars of the far West Village... The Anvil was famous for its fist-fucking stage show. The Toilet featured tubs and troughs where naked men lay for other naked men to urinate on them... Andy only went to the Anvil once, as far as I know, and he never went to the Toilet, though he also once went to the Eagle's Nest... where he was fascinated, he told me, by a man who urinated in an empty beer bottle and left it on the bar for someone else to to drink. 'They were all fighting over it,' he said. 'It was so abstract.'" 

Bob Colacello


 



 




*

Teorema: 

Bugünkü Ayvalık Ne işe Yarar?



Fikret Mualla ne yapsın Ayvalık'ı, dayanamamış, kaçmış:

 "Okul müdürünü kovdum, geldim. Zeytinyağı, zeytinyağı... Neredeyse salata olacaktım! Kaçtım, geldim!"

 1934'te Ayvalık'ta bir ortaokulda resim öğretmenliği yaptığı sıralarda Ayvalık'tan kaçışını İstanbul'da Petrograd'ın Kahvesinde arkadaşlarına böyle anlatıyor. (Kaynak: Salah Birsel / Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu) 

Fotoğraf Ayvalık günlerinden, en üstteki kaşkollu adam Fikret Mualla.



İkinci görsel Bugünkü Ayvalık Ne işe Yarar başlıklı bir eskizi ve onun sıkça kullandığı deyimiyle Ayvalık'ın leblebici güruhu olsa gerek çizimdekiler. 

EROS


...Depresyon narsisist bir hastalıktır. Depresyona yol açan şey, aşırı abartılı, hastalıklı bir şekilde çarpıtılmış bir "kendini referans alma"dır. Narsisist-depresif özne kendinden bitap düşmüş, yıpranmıştır. Dünyasız kalmış, Başka tarafından terk edilmiştir. Eros ve depresyon birbirinin karşıtıdır. Eros özneyi kendinden çıkarıp Başka'ya yönlendirir. Depresyon ise onu kendine doğru fırlatır.  

Lars von Trier’in Melancholia filmi kıyamet benzeri bir olayın, bir felaketin bildirilmesiyle başlar. Felaketin lafzi anlamı Unstern (Lat. Des-astrum) — kötü yıldızdır. Justine kız kardeşinin evinde gece gökyüzüne bakarken, daha sonra lanetli olduğu ortaya çıkan, kırmızı ışıklar saçan bir yıldız keşfeder. Melancholia, bütün uğursuzlukları harekete geçiren bir desastrum' dur. Bir yandan da iyileştirici, ıslah edici etkiye yol açan bir negatiftir. Melancholia bu bakımdan paradokslu bir addır çünkü gezegen, melankolinin özel bir türü olan depresyondan iyileşmeyi de beraberinde getirir. Justine’i narsisist bataklıktan çekip çıkaran atopik Başka olarak tezahür eder. Böylece ölüm getiren gezegenin etkisi altında serpilip gelişir Justine.

Eros depresyonu alt eder. Aşk ve depresyon arasındaki gerilimli ilişki başından itibaren Melancholia'nın film söylemine hâkimdir. Filmin müzikal çerçevesini oluşturan Tristan ve Isolde prelüdü aşkın gücünü çağırır. Depresyon kendini aşkın imkânsızlığı olarak sunar. Ya da, imkânsız aşk, depresyona yol açar. Justine’de erotik bir arzunun alevlenmesine yol açan atopik Başka da, Aynı’nın Cehennemine zorla giren “Melancholia” gezegenidir. Nehrin kenarındaki kayalıklardaki çıplak sahnede âşık insanın şehvetle parıldayan bedeni görülür. Justine ölüm getiren gezegenin mavi ışığı altında beklentiyle kıvranmaktadır. Bu sahne Justine’in aslında atopik gökcismiyle ölümcül bir çarpışmayı arzuladığı izlenimi uyandırır. Yaklaşmakta olan felaketi, âşığıyla mutlu bir birleşme gibi beklemektedir. Burada kaçınılmaz olarak Isolde’ nin Liebestod'u gelir akla. Yaklaşan ölüm karşısında Isolde de şevhetle “dünyanın soluğunu üfleyen evrene” vermiştir kendini. Filmin tek erotik sahnesinde tekrar Tristan ve Isolde prelüdünün çalması tesadüf değildir. Bu prelüdde Eros ile ölüm, kıyamet ile selamet büyülü bir şekilde yan yana gelir. Yaklaşan ölüm, paradokslu bir şekilde Justine’i canlandırır. Onu Başka’ya açar. Narsisistik esaretinden kurtulan Justine şefkatle Claire’e ve oğluna yönelir. Filmin gerçek büyüsü Justine’in bir depresiften seven bir insana mucizevi dönüşümüdür. Böylece Başka’nın atopisi Eros’un ütopyası olarak çıkar ortaya. Lars von Trier filmin söylemini yönlendirmek ve özgül bir semantikle beslemek için maksatlı olarak ünlü klasik tablolara başvurmaktadır. Filmin sürrealist jeneriğinde, izleyiciyi derin bir kış melankolisine sokan Pieter Bruegel’in Karda Avcılar tablosunu gösterir. Tablonun arka planında, tıpkı tablonun ön planındaki Claire’in arazisinde olduğu gibi, kara parçası suyla birleşir. İki sahnenin benzer topolojisi Karda Avcılar tablosundaki kış melankolisinin Claire’in arazisine yayılmasını sağlar. Koyu giysili avcılar iki büklüm halde eve dönmektedirler. Ağaçlardaki kara kuşlar kış manzarasına daha da kasvetli bir görünüm verir, “Zum Hirsehen" adlı hanın, üzerinde bir azizin resmi olan tabelası yamulmuş, neredeyse yere düşmek üzeredir. Bu kış- melankoli dünyası tamamen ıssız bir yer etkisi bırakır. Sonra Lars von Trier’in gökyüzünden yağdırdığı kara döküntüler tabloyu adeta kundaklayarak kül eder. Bu melankolik kış manzarasının ardından Justine’in John Everett Millais’nin Ophelia ’sı gibi göründüğü, insanda tablo etkisi bırakan bir sahne gelir. Elinde bir çiçek demeti, güzel Ophelia gibi suyun üzerinde süzülmektedir.











Zeytin Ağaçları / Yıldızlı Gece

Van Gogh'un 1889'da Saint Remy'de kaldığı sıralarda yaptığı Yıldızlı Gece ve Zeytin Ağaçları tabloları birbirinin tamamlayıcısı iki resim olarak görülüyor.





Ben hürriyetimi çok severim... / Fikret Mualla


“Ben hürriyetimi çok severim. Bunu naçiz sükutumda bulurum. Resim yaparken, ibadet eder gibi sükûneti beynimin tepesinde, saçlarımın dibinde hissedemezsem, o zaman bilirim ki bir yanlış işle meşgulüm veya işgal edilmişimdir. Bu yanlış meşguliyetten kurtulmak için gider, evvelâ üç beş kadeh rakı içerim. Eğer bu yanlış meşguliyet daha sürerse, fitil gibi olur, çatacak, kavga edecek adam ararım."




“Alemi nizama sokmak, fikrimden geçen şey değilse de, lâfın kısası, sükûtumu resmen severim ve dediğim gibi, ibadet eder gibi resim yapmayı ister, ruhî istirahatimi ancak bu tarzda temin ederim. Bu da benim hakkımdır.



 Bu sırada bana neler söylemezler: İşte zavallı yine resim yapıyor, para kazanacağı yerde boyalarla, fırçalarla uğraşıyor, sonra ekmek parası bulamıyor! Doğru. Bu bezirganların hakları var. Resim yapmak, resim yaptırmak zengin cemiyetlerin lüksüdür ve ben leblebiciler arasında bir ucubeyim. Ben bu kitle içinde onlarca bir deliyim. Nitekim, bence de, beni resim yapmaktan uzak tutan herhangi bir kimse de benim düşmanımdır ve ben de ruhen fakir bir cemiyetin ve tufeyli zenginliğinin müthiş düşmanıyım."


 "Pentürle hayatımı kazanıyorum. Daha ziyade kendimi öldürüyorum. Elimdeki avucumdaki ne ölecek, ne de yaşayacak kadardır. Üstüm başım bitik, ne elbisem kaldı, ne de çamaşır, kış fena halde geldi. Müsait ve biraz sehavetli bir satış yapmak çarelerini arıyorum.  Ömrüm pentür yapmak, desen çizmekle geçiyor. Paris'in ücra bir köşesinde dünyadan uzaklaşmakla uğraşıyorum. Maddi mücadele yoruyor. Sanat bu vaveylalı âlemde tıpkı bir kedi miyavlaması gibi geliyor bu âlem insanlarına. Süksem olmuyor sanma, fakat mânevi. Şöyle bir gökyüzü açılıp yüzbin franklık bir portföy inmiyor yanıma. Borç içerisindeyim, benzim sararıyor."


"Fakirlik, dünyanın en büyük kabahatiymiş meğerse,
mektepte bizlere bunu vaktiyle öğreteceklerdi.




"Derdim günüm bu sıralarda yeni bir elbise ve temiz çamaşır. Seni düşündüm. Acaba bana taahhütlü bir paketle gönderemez misin? Eski olsun razıyım."

 (Mektuplarından)


Bermutad meteliksiz vaziyetlere berdevam olup... (Hıfzı Topuz'a / Fikret Mualla)



"Pek muhterem ve sevgili Hıfzı Topuz, Dün Unesco'ya size telefon ettim, ya meşgul idiniz, ya da büroda değildiniz, görüşemedik. Şimdi tahrisen arz'u hal ederken yakın bir günde sizi görmeyi ve üç beş çene çalmayı son derece arzu ederim.

Gazete arzu eder, beklerim.

Bir paket Bafra veya Birinci isterim
 Mek şişe Club rakısı dilerim.
(Şiir böyle olur)

Fikret Mualla, Paris, 30 Ağustos 1960

"1960'ı ne ise atlattık. Hak teâlâ cümlemiz için inşallah bu sene biraz daha iyi olur, amin. Vaktin olursa bir telefoncuk çek. Üç beş laf edelim bir akşam üstü..." (11.1.1961)

"Bermutad meteliksiz vaziyetlere berdevam olup gözlerinizden öper ve hatmi kelâm ederim. Amin. Beni unutma." (3 Şubat 1961)

*Demin Dr. Safder'e bir mektup attım. Beraber mevsimin son istiridyelerini, kafayı çekip mezelendiğimizden bahs eyledim.

Afrikaya azimetten evvel tekrar üç beş laf atmak için beni görmeden gitme. Biliyorsun burada son derece yalnızım. (18 Mart 1961)

Şimdi ya Afrika'ya gittin veya gitmek üzeresin. Ben burada mahsur, metelik yok cepte... Vatan mahzun, ben mahzun. Beni unutma, bana gittiğin yerlerden güzel pullu kartlar gönder." (8 Mayıs 1961)


"On gündür gazete gelmez oldu, ya postanede kayboldu, ya da hergelenin biri arakladı... Parasızlıktan imanım gevriyor. Neyse, Allahaısmarladık." (10 Haziran 1961)

"Kaç zamandan beri zatınızı görmek bir türlü, görmemek bir başka türlü. Abdi aciz ise 3-4 aydan beri fü-lus'u ahmer'e muhtaç. Türkçesi, zil vaziyetteyim. Sen de beni unutma!!.." (31 Aralık 1961)

İmdat Mektupları / Fikret Mualla

"Dostlar olmasa eyvah ki ne eyvah.
Mangır bitti, bana az destek ol ulan, borcum olsun.
İmdat."



*söz konusu tin tin, Abidin Dino