Çağımızın en büyük oyuncularından Philip Seymour Hoffman trajik ölümüyle, geride kimi karizmatik, kimi komik, pek çoğu da karanlık sayısız rolü barındıran zengin bir karakterler galerisi bıraktı.
Oynadığı her filme kendi hissiyatını katan, filmde kendi varlığını hissettiren oyunculardan olan Philip Seymour Hoffman artık aramızda değil. 2 Şubat günü –bir pazar günü– evinde, kolunda bir şırıngayla ölü bulundu. Malum, aşırı doz. Bağımsız Amerikan sinemasının anaakım sinemayla da flört etmekten çekinmeyen bu kalender ve mustarip figürünün bu şekilde, henüz kırk altı yaşındayken ölmesi üzücü fakat şaşırtıcı değil. Canlandırdığı hafiften kaybeden, hayatın kenarında duran, trajik ve krizli karakterlere uygun bir son. Yani bir bakıma Hoffman yaşadığı gibi oynamış, oynadığı gibi de hayata veda etmiş oldu.
Hoffman-severlerin, hatta bir filmde belirdiği zaman sırf onun varlığı yüzünden o filmi seven Hoffman düşkünlerinin sayısı hiç az değil. Hatta bu düşkünlüğü mübalağa edip Hoffman’ın oynadığı filmleri ‘bir Hoffman filmi’ diye ananlar da var –bendeniz de bunlardan biriyim. Bu anlamda Hoffman gerçek bir ‘yıldız’dı ama ‘yıldız’ sistemine uygun bir tavra ve duruşa sahip değildi. Aslında ‘silik’ olabilecek olağan hatları, hafif tombulluğu, hantallığı ve döküklüğüyle sorunlu ‘yan komşu’ tiplemesine ve genel olarak yan rollere uygundu. Ama yan rollerde belirdiğinde bile insanın aklına bir çengel gibi takılıyor, başrolden ‘rol’ çalıyordu. Kendisinin karizması (ya da aurası) ultra-etkileyici hatlardan ve ultra-havalı bir duruştan değil, gayet insani, gayet sıradan ve sahici bir portre çizmesinden kaynaklanıyordu. İnsanda hayran olunan, ulaşılmaz bir figüre duyulan saygıyla karışık mesafeli bir sevgi değil, içten, samimi bir sevgi yaratmasının nedeni de buydu herhalde. ‘Hayattan büyük’ ama yapay, iki boyutlu bir personası değil, hayatın içinde, biraz da hayatın hırpaladığı hakiki bir personası vardı.
Bu hakikilik sayesinde ‘iyi insan’ rollerini de ‘kötücül’ karakterleri de müthiş bir sahicilikle canlandırıyordu. Aslında tıpkı yan rol/baş rol ayrımını ortadan kaldırdığı gibi iyi/kötü ayrımını da ortadan kaldırıyordu. Belki de bu yüzden, bir kategoriye kolayca atılıp üstü kapatılamadığı için filmlerdeki varlığı seyircilerin hep aklında kalıyordu.
Canlandırdığı rolleri şöyle bir hatırlayalım. Şahsen hafızama en çok kazınan rolleri Paul Thomas Anderson’ın Manolya’sındaki iyi niyetli, fedakâr, kalender erkek hemşire rolü ve Todd Solondz’un Mutluluk’undaki krizli ve biraz da patetik yalnız adam tiplemesi olmuştu. Buna hemen Vahşiler’de canlandırdığı krizli, biraz insan sevmez, ‘mağrur-bezgin’ tiyatro profesörünü, Synecdoche, New York’ta canlandırdığı buhranlı oyun yazarını ve elbette Capote’de sergilediği şahane Truman Capote performansını eklemek lazım. Bu yazar-çizer rollerine Şöhrete Bir Adım’da canlandırdığı müzik eleştirmeni Lester Bangs’i de ekleyebiliriz. Sıkı bir edebiyatsever olduğu bilinen Hoffman’ın bu kadar çok ‘edebî’ karakteri canlandırması da rastlantı olmasa gerek. O mustarip ama yine de mağrur ifadesinde, yaşadıklarıyla arasına yazıyı ve hikâyeyi koyabilen ‘yazı üstatları’na has bir şey de vardı.
Acı Bir İroni
Bu yazar-çizer karakterlerin yanı sıra Hoffman’ın ete kemiğe bürüdüğü müptela ve kötücül karakterler de vardı. Kumar Tutkusu’nda yıkıma giden bir kumar bağımlısını, Paul Thomas Anderson’ın son filmi The Master’da da manipülatif, hipnotik ve kötücül bir tarikat liderini canlandırmıştı. Bilhassa Anderson’ın filmi Hoffman için hayati bir hikâye barındırıyor: Hard Eight’ten itibaren Anderson’ın neredeyse bütün filmlerinde kadrolu oyuncu olan Hoffman’ın oynadığı son Anderson filminin, sonunu hazırlayan bir olaya vesile olması son derece ironik. Corinne Van Vliet’in yazısına göre, Hoffman en son 1989’da veda ettiği madde bağımlılığına, The Master’ın 2012’de yapılan galasında kendisine ikram edilen bir kadeh içkiyle geri dönmüş. Daha doğrusu şöyle: tam yirmi üç yıldır alkolden ve uyuşturuculardan uzak duran Hoffman ilk kez bu galada alkolü tekrar bünyesine sokmuş ve işte o alkol damlası Hoffman’ı tekrar bağımlılığa götüren yolun başlangıcı olmuş. Hızla nükseden eski bağımlılık Hoffman’ı iki seneden kısa bir süre içinde aşırı dozdan ölüme götürmüş. Bu son filmin adının ‘Usta’ olması da Hoffman’a atfedilebilecek bir unvan olması sebebiyle hoş (ve acı) bir ironi içeriyor.
The Master’da Hoffman’ın oyunculuk geçmişini özetler gibi duran bir sahne var. Joaquin Phoenix’in canlandırdığı, savaşın travmasını atlatmaya çalışan denizci, Hoffman’ın canlandırdığı karakterle ilk karşılaştığında “Neler yaparsın?” diye soruyor. Aldığı cevap şu: “Birçok şey… ben bir yazarım, doktorum, nükleer fizikçiyim, teorik filozofum.” Evet, Hoffman da ‘birçok şey’ oldu ve gerçekten oldu. Sanki onlarca farklı hayat yaşamış da büründüğü rollere bu hayatlardan parçalar katıyor gibi bir his yaratıyordu. Trajik ve erken ölümü de filmlerle geçen hayatına bir film sahnesi gibi eklenmiş oldu.
Huzur içinde yatsın.
(Ahmet Ergenç - Altyazı)