Van Gogh etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Van Gogh etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Zeytin Ağaçları / Van Gogh


Saint- Remy
Kasım ortası / 1889

Sevgili Theo,

Bütün ay zeytinliklerde çalıştım,

Zeytin ağacı bizim Kuzey’deki söğüt kadar değişken. Bilirsin söğüt, ilk ağızda monoton görünmesine karşın çok çarpıcı bir ağaçtır ve içinde yetiştiği yöreyle tam uyum içindedir. Şimdi, bizim oralarda söğüt neyse, zeytin ile servi de burada aynen o anlama geliyor. Onların soyutlamalarının yanında benim yaptıklarım oldukça sert ve kaba bir realizm gibi duruyor ama, resimlerin kırsal yörenin tam havasını verdiği, hattâ toprak koktuğu kesin.

Kendimi soğukta çalışmaya alıştıracağımı umuyorum -sabah erken saatlerde çok güzel sis ve beyaz kırağı oluyor. Sonra, zeytin ağaçları üstüne yaptığım çalışmaları dağlar ve serviler üstüne de yapmayı çok istiyorum. Şimdi mesele şu: Bunların -yani zeytin ve servi ağaçlarının -pek az
yağlıboya resminin yapılmış olması...

Gün ışığının, gökyüzünün değişimlerine göre zeytin ağacından sayısız çizim çıkarılabilir. Ben, yapraklarda gökyüzünün tonlarına göre değişen kontrastları inceledim. Kimi zaman, ağaç solgun çiçeklerle doluyken ve etrafında kocaman mavi sinekler, zümrüt yeşili mayısböcekleri ve elbette sayısız ağustosböceği uçarken, her şey saf bir maviliğe bürünür. Sonra, bronzlaşan yeşillik daha olgun renkler alır; aydınlanan gökyüzü yeşil ve turuncu çizgilerle bölünür; veya son bahar iyice ilerledikçe, yapraklar belli belirsiz olgun bir inciri hatırlatan morumsu tonlar alır, açık, solgun limon rengindeki halesiyle bembeyaz parıldayan kocaman güneşin yarattığı kontrast sayesinde daha da belirgin bir hale gelir morluk. Kimi zaman sağanak sonrası, bütün gökyüzünün pembe ve açık turuncu renklere büründüğünü gördüm, bu, gümüşi gri yeşillere farklı bir değer, enfes bir renk katıyordu. Ve bu manzara içerisinde, meyve toplayan pembeli kadınlar vardı.


Hiç çaba göstermemiş olmak da istemedim gerçi denemelerim sadece iki şeyden - servilerden – zeytin ağaçlarından ibaret. Sembolik dilini aktarmayı da benden daha iyi, daha yetenekli ressamlara bıraktım. Millet, buğdayın sesidir, Jules Breton da öyle. Bense, sizi temin ederim ki, Puvis de Chavannes'ı düşündükçe bir gün belki onun veya başka birinin zeytin ağaçlarını nihayet bizlere açıklayacağını hissetmeden edemiyorum.






















Zeytin Ağaçları / Yıldızlı Gece

Van Gogh'un 1889'da Saint Remy'de kaldığı sıralarda yaptığı Yıldızlı Gece ve Zeytin Ağaçları tabloları birbirinin tamamlayıcısı iki resim olarak görülüyor.





Giacometti's Van Gogh

 1961

Giacometti bir sanat kitabının üstüne, Van Gogh'un bir otoportresinin yer aldığı sayfanın tam karşısına bir kopyasını çizmiş.




Van Gogh / John Berger

Van Gogh’un mektuplarında, kendisinin kalıplaşmış kavramları ne yoğun bir biçimde bilincinde olduğunu görüyoruz. Bütün hayat öyküsü sonsuz bir gerçekliği yakalama özleminden başka bir şey değildir. Renkler, Akdeniz iklimi, güneş onu bu gerçekliğe götüren araçlardı; bunların hiçbiri onun için yalnızca amaç değildi. Bu özlem, gerçeği kurtarmayı hiç başaramayacağını sandığı zamanlarda daha da yoğunlaşırdı. Bu bunalımların bugün şizofreni ya da sara olarak tanımlanması hiçbir şeyi değiştirmez; onların patalojik özellikleri dışındaki içeriği gerçekliğin kendi kendini bir çeşit anka kuşu gibi yok etmesiydi.

Van Gogh’un mektuplarından onun çalışmasından daha kutsal bir şey tanımadığını da biliyoruz. Van Gogh çalışmanın fiziksel gerçekliğini, aynı zamanda hem bir zorunluluk, hem bir haksızlık, hem de insanın özü olarak görüyordu. Sanatçının yaratma eylemi, onun için, eylemlerden yalnızca
biriydi. Gerçekliğin kendisi bir üretim biçimi olduğu için, gerçekliğe en iyi yaklaşım yollarından biri de çalışmaydı.

Resimleri bunu sözcüklerden daha açık seçik anlatıyor. Resimlere yakıştırılan kalın ve kaba çalışma yöntemi, tualin üstüne boyayı sürerken aldığı tavır, paletteki renkleri seçip karıştırırken yaptığı, bizim görmediğimiz, ama kolayca kafamızda canlandırabileceğimiz hareketleri, görüntüyü yaratırken ellerini kullanışı, resmini yaptığı şeylerin varoluş etkinliğine benzer. Van Gogh’un resimleri betimledikleri şeylerin bir varolma uğraşıdır.

Kargalar'dan. (detay)

Van Gogh'un Son Günleri

Hastaydı» yoksuldu, dertliydi. Ama her zamankinden daha büyük bir coşkuyla çalışıyordu: Canına kıymadan önceki son durağı olan Arles kasabasında tam 82 tablo yapmıştı.

1890 yılının ya 20 ya 21 Mayısıydı. 37 yaşındaki Vincent van Gogh Auvers-sur-Oise kasabasında on hafta sonra duvarları arasında son nefesini vereceği çatı katındaki odaya yerleşiyordu. Gene de otuz kiloyu bulan eşyasıyla gelen sanatçının ne hastaya benzer bir durumu vardı, ne de yaşamından bezmiş gözüküyordu. Yengesi Jo bir keresinde onu “iri yapılı, geniş omuzlu, neşeli bakışları olan yüzü sağlıklı bir renkte ve davranışlarında kararlılık sezilen genç bir adam...” olarak tanımlamıştı. Rahatça resim yapmaya elverişli çevreyi inceliyor, saz damlı evlere sevinçle bakıyor ve büyük bir kararlılıkla resim yapmaya başlamak, istiyordu.

Bunu yapmaya da hemen koyulmuştu. Sabah saat beşte kalkıyor, resim takımlarıyla araziye çıkıyor ve başka zaman aynı sürede üreteceğinden iki kat fazla resim yapıyordu. İstatistiklere göre 840 yağlıboya tablosu vardı, bunun yarısına yakınını yaşamının son iki yılında yapmıştı — ve Auvers’de geçirdiği 69 gün içinde yaptığı tabloların sayısı ise 82’yi buluyordu. Hem de hiçbir resim türünü geri bırakmadan: Her gün yeni portreler, natürmortlar, ırmakları, köyleri, ormanları, tarlaları konu edinen manzaralar birbiri ardına kurumak üzere karanlık bir ahıra bırakılıyordu. “Bütün bu resimleri hâlâ görür gibi oluyorum...” diye anlatıyordu tanıklardan biri aradan yıllar geçtikten sonra, “şimdi büyük bir özenle el üstünde tutulan bu yapıtlar renkli bir yığın gibi insanın düşünebileceği en pis köşeye atılıyorlardı...”

Van Gogh’un yaşam öyküsü yazarı Marc Edo Tralbaut onun bu aşamasını “sanat açısından en formda olduğu zaman” olarak nitelendirmektedir. Tüm yaşamı boyunca para sıkıntısı çekmiş, kişiliğini bulma bunalımları içinde olmuş olan bu yalnız sanatçının buradaki günlük yaşamının da güney Fransa’dakinden daha rahat geçtiği anlaşılıyor. Orada çok içiyordu, güneşli Arles’de arkadaşı ressam Paul Gauguin’le aralarındaki bir tartışmadan sonra kulağıyla ilgili o olay başına gelmişti. (Bunun da bugüne kadar niteliği bilimsel olarak saptanamamıştır — sanatçı kulağının tümünü mü, yoksa kulak memesinin ucunu mu kesmiş, belli değildir.) Tam sağlığına kavuşmuşken bu kez de seksen bir yurttaşın topladığı imzalar tehlikeli olduğu gerekçesiyle yeniden göz altına alınmasına neden olmuştu. Gene burada klinik özellikleri belirlenememiş yedi ruhsal bunalım geçirmişti, son üçü de 1889’da kendi isteğiyle yattığı Saint-Remy Akıl Hastanesinde olmuştu. Bir yıl sonra iyileştiği gerekçesiyle taburcu edilmiş ve Auvers’e gitmişti.

Van Gogh / Arnulf Rainer



Deli Vincent

Wheat Field with Crows
Deli Vincent dizlerini göğsüne çekmiş sarı sandalyesinde oturuyor. Kaçık. Boş kapta ay çiçekleri solmakta, kupkuru, iskelet gibi, siyah çekirdekler cadılar bayramındaki balkabağının boş bakan yüzüne dönüşüyor. Köşede ayakta duran Mavi'nin farkında değil. Hummalı gözler sararmış mısıra takılmış, sarıda helezonlar çizen kapkara kargaların gaklamaları… Köşeye atılmış istenmeyen tuvallerin içinden limoni bir cin bakıyor. Mızmız bir intihar kötülük çığlıkları atıyor korkakça yakalıyor Ödlekliği, gözleri birer çizgi.


Van Gogh & Gauguin



 Van Gogh'un Sandalye ve Pipo'su  iki kanatlı bir tablonun bir kanadıdır. Öbür kanat ise Van Gogh'un arkadaşı, ömrünün son yılında Arles'te kısa süreliğine birlikte yaşadığı sanatçı Paul Gauguin'in sandalyesinin resmidir. Resimler, yan yana asıldıklarında iki sandalye karşı karşıya gelecek şekilde çizilmiş ve sandalyelerin sahipleri sanki karşılıklı sohbet edeceklermiş gibi düzenlenmişler. 
Van Gogh'un üzerinde piposu duran sandalyesi hürmetkarlık derecesinde bir özenle çizilmiştir. Öyle ki, sandalyenin sazdan yaygısının dokumasındaki paralel çizgilerde olduğu gibi, ayrıntılara dikkat
edildiği açıkça görülüyor. Van Gogh için önemli olan şey pek de ucuz sandalyenin kendisi değil,
sandalyeyi kullanan ve piposundan ve tütün kesesinden hemen fark edilen kişidir. Bir nesne olarak sandalyenin önemi tamamen üzerine oturan insandan kaynaklanmaktadır. Sandalye öyle bir açıyla çizilmiş ki, sanki yaklaşıyormuşuz ve sandalyeye oturacakmışız, dolayısıyla pipo içmeye ve konuşmaya başlayacakmışız -öbür kanattaki Gauguin'in sandalyesinin yaygısında iki kitap ve yanan bir mum duruyor ve sanki Gauguin sadece bir an için sandalyesinden kalkmış görünüyor- gibi sandalyeye yakından ve yukarıdan bakıyoruz. Birlikte düşünüldüklerinde iki resmin, sadece iki ayrı kişiye değil aynı zamanda ikisi arasındaki toplumsal ilişkiye de gönderme yapan bir anlamı da var. Diğer bir deyişle, sandalyelerin sıradan maddeselliği insanların birbirlerini insanlaştırmalarında yani birbirleriyle ilişkiye girmelerinde (Van Gogh ile Gauguin'in fırtınalı dostlukları bir yana) kullanılan başlıca araçlardan birinin sağlanmasına yardım ediyor.

*
Richard Lepp

*
ilgili okuma:

KARGALAR ÇIĞLIK ÇIĞLIĞA

" Sevgili Theo,

Senin dostluğun olmasaydı, vicdanım rahat bir şekilde intihar edecek noktaya gelebilirdim, ne kadar korkak olsam da sonunda bunu yapardım."



Sonunda bu işi gerçekten yaptı. Bu noktaya nasıl geldiği bilinmiyor. Karga avına çıkmak için bir tüfek (yada bir altı patlar) ödünç aldığı söyleniyor. Bu olsa olsa işin bahanesi olabilirdi. 1888 Temmuz’unda Arles’ten, zevk için ava çıkan budalalara göre tavşan avı neyse, resim yapmanın da kendisi için öyle eğlendirici bir iş olduğunu yazıyordu. Onun avı güzellik peşindeki avdı ve doğaya bakıştan, ruhsal-manevi alanlara uzanan resimler çıkarabilmeyi gitgide daha büyük bir kolaylıkla başardığından, bu iş ona zevk vermeye başlamıştı. Dünyayı gökle, dünyevi olanı dünyaüstüyle birleştiriyordu. Böylece Hollanda dilinde “düşünce resimleri” adı verilen temaları işledi. Bunlar -ilk ağızda saçma görünen bir soru- doğadan tüfek zoruyla elde edilebilir miydi?

Vincent’in bunu bir defasında denediğini sanıyorum. Varsayımımı inandırıcı kılabilmek içinde yeniden Buğday Tarlası ve Kargalar adlı resme dönmem gerekiyor. Psikanalist Nagera, henüz 1973 yılında yayınlanmış olan kitabında, bunun van Gogh’un yaptığı son resim olduğunu iddia ediyordu. Ancak Vincent 9 Temmuz 1890’da Theo’ya yazdığı bir mektupta bu resmin sözünü ettiğine göre bu resmi ölümünden, yani 27 Temmuz’dan yaklaşık bir ay önce yaptığına kesin gözüyle bakabiliriz. Jacob Baart’de La Faille’in kronolojik sırayla düzenlenmiş resim kataloguna güvenebilirsek, yanlışlıkla hâlâ Vincent’in eserlerinin sonuncusu sayılan bu tablodan sonra yaklaşık 40 resim doğdu. Buğday tarlasından havalanan bu kara kuşlar herhalde birçok gözlemci üzerinde sanki ölümün habercisiymişler gibi ürkütücü bir etki bırakıyordu. Bu yüzden resmin kendisi ölümün habercisi şeklinde yorumlandı.

Irving Stone, van Gogh hakkındaki romanının son sayfalarından birinde şunları yazıyordu:

 “Öğle olmuştu. Alev alev yanan güneş tepesindeydi. Birden gökten kapkara kuşlar çıkarak üzerine atıldılar. Havayı doldurdular, güneşi örttüler. Onu yuttular, saçlarına, burnuna, ağzına, kulaklarına kondular, onu çarpan kanatlarıyla kalın kapkara bir bulut halinde gömdüler.” 

Tabloya ilk bakışta anlaşıldığı gibi, burada anlatım özgürlüğü haddinden fazla vurgulanmıştı. Kuşlar bir bulut oluşturmuyorlar, gökten aşağıya doğruda atılmıyorlardı, aksine havalanıyorlardı. Güneşi ise hiç örtmüyorlardı. Resme bakan başka kişilerin sözlerine göre, gerçekte güneşin bulutların arkasında gizlenmiş olmasına rağmen, gökte aynı anda iki güneş birden görünmekteydi. Vincent tek kelimeyle bile kuşların kendisine saldırdığından söz etmemişti. Bütün hikâye, hastalığa varan bir hayal gücünün ürünüdür. Ancak bu resmin buna sebep oluşturmuş olması ilginçtir. Ve roman yazarının olayı, sanki Vincent kendisini aynı gün öldürmüş gibi anlatması şaşırtıcı değildir.

Resmin özenle incelenmesi halinde, bambaşka bir tahmin yapmak mümkündür; fakat olgu yetersizliğinden bu tahmin spekülasyon olarak kalacaktır. Vincent muhtemelen, intiharından birkaç hafta önce karga avlamak amacıyla değil, onları ürkütmek için bir tüfek almıştı. Bildiğimiz gibi, resimleri kâğıda dökmeden önce ”kafasında olgunlaştırıyordu.” Yerle göğü kuş sürüleriyle birleştirme fikri, yerden yükselen bir selvinin göğe uzandığı Yıldızlı Gece'yi hatırlatıyordu. Ama fikir tek başına yeterli değildi. Ancak gördüklerinin bıraktığı etki ifade etme isteğini ortaya çıkarıyordu.

Vincent önünde gereçleriyle, ufka doğru yükselen iki yeşil toprak yolun böldüğü buğday tarlasının karşısında çökmüş ve önce sola, sonra sağa iki kere ateş etmişti. Bu, resimde oldukça belirgin olarak canlandırılıyor. Soldaki kuş sürüsü yere inmeye hazırlanırken sağdaki kuşlar koyu bir bulut halinde kaçışıyorlar. Gökteki iki parlak leke, doğal olarak güneşi değil, daha ziyade atışların yol açtığı duman bulutlarını gösteriyor. Soldaki dağılırken, sağdaki henüz yayılıyor. Sol el ile sağ arasındaki ilişki, tarlanın canlandırılışında da görülüyor. Sol tarafta yatay fırça darbeleri, sağ yanda ve özellikle ön plânda neredeyse dikey fırça darbeleri hâkim. Bir yanda başaklar neredeyse yere değerken, öte yanda doğruluyorlar. Kompozisyon örnek bir düzene sahiptir ve ancak tarlayı hareketlendiren rüzgârın etkisini yansıttığı ölçüde “kargaşa”yı andırır.

Vincent, bu resimde yas ve terkedilmişliğin son kertesini ifade etmekten çekinmediğini yazarak, yanlış anlaşılmaya katkıda bulundu. Bu cümle sık sık alıntı olarak kullanılır, oysa bu cümleyle çelişir görünen bir sonraki cümle dikkate alınmaz. Vincent yakında Paris’e geleceğini yazıyordu. Bu resmi ve hemen hemen bununla aynı zamanda yarattığı Fırtınalı Göğün Altındaki Manzara resmini götürerek manzaralarda sağlıklı ve iyileştirici olarak neler gördüğünü göstermek istiyordu. Nitekim Theo'ya Taş Ocağı'nın Girişi hakkında, kendisini bekleyen bir krize rağmen tamamladığı bu resmi sevdiğini yazıyordu... çünkü kanımca somurtkan yeşil renkler toprak rengi tonlarıyla iyi bir uyum içinde; bunda sağlıklı ve bu yüzden itici bulmadığım bir üzüntü havası var. Ancak üzüntünün iyileştirici olduğu, Vincent’in en eski inançlarından biriydi. Her zaman için havari St.Paul'ün şu sözünü benimsemişti: “üzgün, yine de her zaman neşeli”. Amentüsü ise şuydu: “Üzüntü gülmekten iyidir, çünkü üzüntü yüreği arındırır.”

Kara kuşlar ölüm düşüncelerinin simgesi olsalar bile, göğe doğru yükselmeleri önemli. Oysa bu resim hiçte bir ağıt değildir. Hem anlamı yalnızca kendi yalnızlığının ifadesinden ibaret olsaydı, onu doğanın şifa gücünün kanıtı olarak Paris’e götürme fikri Vincent’in aklına bile gelmezdi. O zaman sanatçı, değer verdiği resimlerden birkaç değişik örnek yapardı. Havalanan kargaların görüntüsünden ilham almak için tüfeği ikinci bir defa ödünç almış olması mümkün. Silahı neden kendisine çevirdiğini bilmiyoruz. Belki ölüm ona, varoluşunun veremediği mutlak şifa olarak göründü. Bu denli sevdiği hayatı terketmedi, ”hayatın öteki yarısına” giden yolculuğa çıktı, isteyen buna delilik diyebilir.

Kaldığı hana, vücudundaki kurşunla güçlükle yürüyerek geldi. Ne oldu sorusuna ise şu cevabı verdi: “Hiç birşey. Kendimi yaraladım.” Yemeğe gelmeyince, meraklanan hancı, onu odasında kan kaybederken buldu. Yetişen Dr. Gachet’ye kardeşi Theo’nun adresini vermek istemiyordu. Theo olayı antikacı dükkânına gelen bir mektuptan öğrendi, ama ancak ertesi gün gelebildi. Vincent ilk başlarda çektiği acılardan sonra, herhangi bir acı duymaz olmuştu, Theo, sevdiği piposunu içerek yatan ağabeyinin yatak ucuna oturup, onun elini tuttu. Kendisiyle birlikte bir dünya yaratmış olan adam böylece âdeta gülümseyerek öldü.

*
Herbert Frank

The Starry Night (1889, Vincent)


1889'da St Remy-de-Provence'taki bir akıl hastanesinde kalırken arada yaptığı Yıldızlı Gece, van Gogh’u Hollanda’daki fakirleri çizmekten ileri götüren, Japon baskılarıyla ve Paris İzlenimciliğiyle karşılaştığı yoldan geçip Güney Fransa'da ışık ve rengin ateşli birleşmesine taşıyan ruhsal çalkantının doruk noktası gibi gözükmektedir. Bu tablonun önünde durup, “hayali”, hatta “sanrısal” diyebiliriz. Ama tutkulu mektupların oluşturduğu bir güzergâhta Vincent’ın en büyük dert ortağı olarak kalan sanat tüccarı kardeşi Theo van Gogh’a göre, hayali bir Hollanda köyü üzerine kurulmuş Provence Dağları üzerine çizilmiş bu galaksi girdapları manzarası, daha çok salt “üslubun” uydurma bir karışımıydı. Theo, kardeşinin hemen önünde olan çiçeklerle, tarlalarla ve suratlarla giriştiği acılı, gergin cebelleşmeleri tercih ederdi. İki kardeş arasında eleştiriye izin veren bir konuşma alanı açan ilişki, Yıldızlı Gece'nin pek de deli bir adamın gönülsüz iç dökmeleri ya da bir kehanet olmadığını belirtir niteliktedir. Daha olası bir şekilde, bir zamanlar arkadaşı olan Gauguin’in, arkaik mitolojilere düşmeden ürettiği imgeler kadar kapsayıcı bir simge yaratma kararlılığının sonucuydu. Boyasının çentikleri ve çıkıntıları ile birlikte gökyüzüne tutunan van Gogh, “trompe l’oeil (göz aldanması) kesinliğinden çok, daha kasıtlı bir tasarım” diye adlandırdığı projeyi, 19. yüzyılın pervasız değişimlerine bağışık olan salt gerçekliğe uyguladı. Ölümünden sonra, yaptığı kâinatın ritimlerine dalma eylemi, çağın en coşkun ikonası olarak yükselecektir.

Julian Bell

Theo & Vincent


Söyle bana Theo diye yazıyordu van Gogh, Haag’dan kardeşine, gerçekten içinde harikulade bir manzara ressamı saklı olup olmadığını hiç düşündün mü? Biz ikimiz de ressam olmalıydık. Hayatımızı böyle de kazanabilirdik. 

Bir can sıkıntısı anında yazmamıştı bunu. Israrla tekrar tekrar bunu söylemiş ve ciddi olduğunda hiç bir şüpheye yer bırakmamıştır. Bir sonraki mektubunda ise şöyle diyordu: 

Daha sonra düşündüm ki, son mektubumda yazdıklarım sana herhalde komik gelmiştir. Şimdiye kadar hiç bahsetmediğim bir konuda, üstelik de kararlı bir tonla aşağı yukarı şöyle bir şey yazmıştım: “Theo, dükkanı bir yana bırak ve ressam ol. Senin içinde büyük bir manzara ressamı gizli. ” 

Aylar sonra Heideland Drenthe ’de yalnızlığın da etkisiyle önerisi bir yakarışa dönüşüyordu:

 Ama gelecekte yalnız kalmayacağımı bilakis seninle birlikte iki ressam ve dost olarak bu bataklıklar ülkesinde çalışabileceğimizi düşünüyorum. 

Ve sonra düşüncesinin kanıtlarını tek bir cümlede toplamak istermişçesine şöyle yazıyor: 

Ne istiyorsun - huzur - düzen - zanaat - sanat -iyi, o uyduruk dükkanı terk et ressam ol.

Vincent’in, sözleriyle sık sık kendini sürüklediği saçma durumlar içerisinde bu sonuncusu en saçmasıydı. Yaşamının sonuna kadar olduğu gibi o sıralarda da kardeşinin parasal desteği ile yaşıyordu. Sanatsal çabalarının ürünleri ise sanat galerisi Goupil’in yöneticisi Herr Tersteeg’in çok kez tekrarladığına göre hiç bir sanat değeri taşımıyordu. Eğer Theo işini terketse, kendisi para kazanmadığına göre, Vincent yaşamım nasıl sürdürecekti? Adeta kendi bindiği dalı kesmeye hazırlanıyordu.

Şüphesiz burada söz konusu olan Theo’ya duyduğu sevgiydi, kardeşini yakınında görmek ve onu işgüzar patronlarından ve sözde “sanat çevresi”ne lâyık olmadığı şekilde bağlayan yerinden koparmak istiyordu. Vincent kardeşi ile birlikte içine atılmak istediği durumun ümitsizliğini açıkça değerlendirebilecek yetenekteydi. Ancak her zamanki gibi, önüne geçemediği, insana acı veren arzusu bütün düşüncelerini bastırıyordu. Bundan başka -kendi deyimiyle yarı sanatçı, yarı rahip olarak- ızdıraptan zevk alabiliyor, kendini yoksulluk ve ızdıraba çözülmez şekilde bağlı hissediyor ve karanlık bir suçluluk duygusu ile kendini cezalandırmanın yolunu arıyordu.

Bir evangelist olarak Borinage kömür madenlerinde bütün yoksullar içinde en yoksul oldu, yamalı giysiler giydi, ekmek ve suyla, insana yaraşmayan evlerde yüzü kurum içinde yaşadı, hristiyanlık yolunda en uç noktaya vardı. Latince ve Yunanca öğretmeni Mendes’in söylediğine göre başarısızlığını hoşgörüsüzce yargılayarak, Amsterdam’da kimi zaman kendini cezalandırır, “kapı dışarı eder”, geceyi dışarıda açıkta geçirirmiş. Desen çizmek için gölge yerine yakıcı güneş altına “sanat için acı çekmek” amacı ile çıkarmış. Yaşamına bir kurşunla son vermeden önce kendi vücuduna pek çok işkence yapmış ve yaralar açmıştı. Geriye, sevgili kardeşini ortak etmek istediği yoksul yaşamına Theo dayanabilir miydi sorusu kalıyor.

Patates Yiyenler (1885, Vincent)

"Patates yiyenler"i Vincent Paris’e beraberinde götürmüş ve resmin bir taş basmasını ressam dostu von Rappard’a göndermişti. O da fikrini şöyle belirtmişti: 

“Böyle bir çalışmanın ciddiye alınmayacağı konusunda bana hak verirsin umarım. Çok şükür ki bundan daha iyilerini yapabilecek durumdasın. Ama sanki neden her şeyi üstünkörü inceledin? Neden hareketleri daha titiz çalışmadın? Resimde insanlar sanki poz veriyorlar; arkadaki kadının nazlı elceğizi ne kadar da gerçek dışı, kahve tası, masa Ve kulbu tutan el arasında nasıl bir uyum var? Allahaşkına bu tas ne yapıyor, masada durmuyor, elle de tutulmuyor, öyleyse ne olmuş? Ya sağdaki adamın neden karnı, dizleri, akciğerleri yok, yoksa sırtında mı gizlenmiş bunlar? Neden kolu bu kadar kısa? Burnunun yarısı neden eksik olmak zorunda? Neden soldaki kadının, üzerinde zor duran pipoya benzer bir burnu var? Ve böylesine bir çalışma için Millet ve Breton’un isimlerini ağzına almaya hâlâ cesaret edebiliyor musun? Sanat, insanın onu gelişigüzel uygulamasından daha yüce bir şeydir."


Doğaldır ki bugün bir sanat tarihçisi, yapıtı bir ustanın elinden çıkmış olarak tanımlayacaktır. Usta işi olsun olmasın, gerçekte Vincent Hollanda’daki öğrenim yıllarını bu eserle noktalamıştı. Paris’te kimse onu Rappard gibi acı bir katılık ve bir çeşit düşmanlıkla yermediyse de, hayran olan da çıkmadı. Herkese büyük bir anlayış gösteren Camille Pissarro resmin anlatım gücünden çok etkilenmişti, Hollanda da yaptığı eserlerini inceleyen Emile Bernard, van Gogh hakkında şu satırları yazmıştı; 

“Bu karmakarışık resimde, ürkütücü bir kulübenin içindeki zavallı insanların, ölü bir lâmbanın ışığı altındaki sofraları beni şaşkına çevirdi. Ona Patates yiyenler adını vermiş, ama çirkin ve huzursuz bir yaşamı anlattığı kesin."

Theo çok önceleri Vincent’e arkadaşı ressam Serret’in, resmi incelediğini ve birçok eksik bulduğunu yazmıştı. Vincent’in cevabı ise:

 "Serret’e söyle, eğer figürlerim iyi olsaydı şaşardım, söyle ona, resimlerimin akademik açıdan hatasız olmalarını istemiyorum... Bütün istediğim hatalar yapmayı, gerçeklikleri farklılaştırmayı, bozmayı, değiştirmeyi öğrenebilmektir, -isterlerse yalancı desinler ama- bunlar salt gerçekten daha gerçektirler." 

Eski dostu von Rappard’ın mektubuna haklı olarak üzülmüştü. Figürlerinin çizgilerinin zayıf kaldığını, ona yolladığı taş basmadaki ”yanlışların” ise “kompozisyon” dediği yapıtından çok daha belirgin ortaya çıktığını kabulleniyordu. Hatta şu satırlarla da ona hak veriyordu. Mutlaka içinde hatalar vardır, ama yaptığım için pişmanlık duymamı engelleyecek şeyler de var.

Bu yapıtın ona çok şey ifade ettiği kolayca anlaşılabilir. Aylarca üzerinde çalışmış, kompozisyonuna katmak için sayısız portre çalışmaları yapmıştı. Ama daha sonraları da bu resmi övmüş, göklere çıkartmıştı. Onun başarılı eserlerinden biri olan Gece Kahvesi'ni bile Patates Yiyenlerle “eş değerde” görüyordu. Bu son resminde çizgileri gerçeklere daha yakın ve basitti, ama bunun için lokal renkler yerine tamamen farklı renkler kullanmış, bunların uyumu ile elde etmek istediği “gerçeği” vurgulamıştı. Her iki resimde de optik gerçeklerden kasıtlı bazı sapmalar vardı. Anlamlı “deformasyon” kelimesinin kullanılmasının zorunlu olduğu Patates Yiyenler tablosu için Vincent hatalardan söz ediyordu. Bu kelimeye katlanması, Vincent’in vazgeçemediği özgürlük tutkusundandı.

Resimde anlatılmak istenenler renklerle de ifade edilmelidir. Genç Bernard resmin olağanüstü çirkinliğinden söz ederken bunun nedeni olarak empresyonist anlayışla yetişmiş kişileri şaşkına çeviren renkleri görüyordu. Bu arada Vincent hakkında şu görüşbirliğine varıldı. Paleti önceleri Rubens’in, daha sonraları Paris’te empresyonistlerin etkisiyle “aydınlanmıştır”. Bu doğrudur; ama açık renklerin kullanımının pek o kadar değer taşımadığı da hatırlanmalıdır. Sanat tarihçisi Bruckhardt’m, İtalyan resim sanatının temiz renklerinde bir zariflik algılayabilmesi, ama buna karşılık Rembrandt’ın “sıradan kahverengisinden söz edebilmesi anlamlıdır. Werner Haftmann kitabında “renklerin gerçek ifadeleri ortaya konulmak istenirse, pis çalışılmamalıdır” demiş ve Vincent’inde bunu bildiğini belirtmiştir.

Şüphesiz Patates Yiyenler pis bir çalışma değildi, Vincent’in Theo’ya, kullanılan boyaların kalitesizliğinden dolayı renklerin yansıtılmasındaki yetersizliği savunmak için gösterdiği çaba onun aşağılık kompleksindendi. Vincent resim yaparken Milet’nin köylü figürlerini örnek olarak benimsemiş ve bunlar hakkında söylenen şu sözleri beğeniyle not almıştı: Onun köylüleri ekin ektikleri toprakla resmedilmiş gibiler. Kendi resminden bahsederken ise, tozlu patatesin rengini neredeyse elde edebildiğini söylüyordu. Tabii ki soyulmamış diye de çocuksu bir ifadeyle ekliyordu. Tabii ki soyulmamış! Bütün resme hâkim renk yabani otlardan arınmış, hâlâ üzerinde topraklar olan bir patates rengi idi. Bu durumda Vincent’in çizgilerinde ve renk kullanımında özgür davrandığı, görünen gerçeklerden kendine özgü bîr şekilde uzaklaştığı ortaya çıkmaktadır.

*
Herbert Frank
Van Gogh

Vincent


Vincent, Kuzey Brabant’ta yer alan Groot-Zundert kasabasında doğdu. Babası Theodore, burada, yirmi yıl boyunca küçük bir Calvin’ci cemaatin rahibiydi. 30 Mart 1852 tarihinde, yakışıklı rahibin karısı Anna Cornclia Carentus, Willem Vincent adı verilen bir ölü çocuk doğurdu. Bir yıl sonra, aynı gün sağlıklı bir erkek çocuk daha dünyaya getirdi: aynı zamanda da büyük babası ve amcasının isimleri olan aynı ismi alan geleceğin ressamını. Otuz yedi yıl sonra, 31 Ocak 1890’da, ressamın ölümünden birkaç ay önce, bir başka Willem Vincent Van Gogh, çok sevgili erkek kardeşinin, Theo’nun oğlu dünyaya gelecektir. Bu yeğen, annesi Jo Bonger’in ardından, amcasının anısının ve yapıtlarının sadık koruyucusu olacaktır. Amcasının, bugün Amsterdam’daki Van Gogh müzesinde hayranlıkla seyredebildiğimiz satılmamış sayısız desen ve yağlıboyalarını Van Gogh Vakfı’na armağan edecek olan da odur. Böylece Vincent’in yaşamı, sanki ödünç bir yaşammışçasına, küçük erkek kardeşi ile yeğeninin yaşamları arasına sıkışmıştır. Demek ki Vincent kendi varoluşuna sahip olamayacak ve kaderin eliyle, silinmek zorunda kalacaktı. Pascal Bonafoux şöyle yazmaktadır:

 “Otuz yedi yıl, Vincent kendinden başka birinin ismiyle yaşadı, ve bir başkası onun resimlerini imzaladığı bir ismi taşımaya başlıyor... Fazladan bir Vincent Van Gogh vardır” 

 Viviane Fıddester’ın psikanalitik yorumu da aynı doğrultuda ilerler. Vincent muhtemelen “bu ölü yaşamın (ölü doğan çocuk) mührüyle derinlemesine bir şekilde işaretlenmiş” olmalıydı. “Farkında bile olmadan, en iyi koşulda onun yerini aldığını, en kötü koşulda onun katili, ama her zaman için eklenti olduğunu düşünmektedir, öyle ki kendini sonsuza kadar bir davetsiz misafir, bir kırıntı gibi hissetmektedir.”

1 Ekim 1864’te, Vincent, M. Provily’nin Zevenbergen’de yönettiği yatılı okula girer. 15 Eylül 1866’da Tilburg’daki Hannik enstitüsüne gönderilir. 30 Temmuz 1869’da, La Haye’deki Goupil sanat galerisi şubesinde çalışmaya başlar. 1873 Mayıs’ında Vincent Londra’da Goupil’in bir başka şubesi için çalışmakta ve bayan Loyer’nin evinde kalmaktadır. Bayan Loyer’nin kızı Ursula, aşkını reddeder. Kısa bir süre Paris’te ve doğduğu ülkede yaşadıktan sonra, eski işinde çalışmak üzere yeniden Londra’ya döner ve bir oda kiralar. 1876 Nisan’ından itibaren, Ramsgate’deki küçük bir okulda kalır ve Metodist rahip Jones’un yardımcı vaizi olur. Amsterdam’daki verimsiz ilahiyat öğreniminden ve Brüksel’de aldığı din derslerinden sonra, 1878-1880 yılları arasında, Wallonie’deki bir maden bölgesinde, din adamı olarak görev yapar, Ellikle Wasmes ve Cuesmes’de hastalarla ilgilenir, Kutsal Kitap’tan dersler verir ve yoksulların sefaletini paylaşır. 1880 yılı sonunda yorgun ve bitkin bir durumda Brüksel’e döner ve burada ressam G.A. van Rappard’la dostluk kurar. 1881 Nisan’ında, babasının Etten’deki papaz evine girer ve kuzini Kate’e aşık olur, ama bu genç dul ona yüz vermez. La Haye’de ressam Tersteeg ve Mauve ile tanışır ve ilk yağlı boya resimlerini yapar. Sien lakabıyla tanınan Maria Hoomk isimli, bir çocuk annesi alkolik bir fahişeyle birlikte yaşamaya koyulur ve ona bağlanır. 1883’te, ailenin, özellikle de babanın baskısıyla, babasının Nuenen’deki papaz evine girmek üzere anneyi ve çocuğunu terk eder. Schafrath kasabasındaki Katolik kilisesinin görevlisinin evinde bir atölye kurar, köylülerin ve dokumacıların karanlık kulübelerinde, kendini tutkuyla sanatına verir. Patates Yiyenler ismiyle bilinen ve dekorunun sadeliği, jestlerin simgeselliğiyle insanı büyüleyen tablosu o dönemde gerçekleşmiştir.

Bu konuda şöyle yazar:

 “Lambanın altında, tabağa koydukları patateslerini elleriyle yiyen bu insanların, aynı zamanda toprağı da sürmüş oldukları düşüncesini titizlikle vermeye çalıştım, dolayısıyla tablom onların el emeğini ve kendi başlarına namusluca kazanmış oldukları nimeti yüceltiyor” (Theo’ya mektup, 30 Nisan 1885, Verzamelde Brieven..'de, a.g.e., İÜ, s. 22).


 Margot Begemann’la bir aşk ilişkisine girer ve kadın, ressamla yakınlığı yüzünden kız-kardeşleriyle çatışarak bir intihar girişiminde bulunur. 1885’te, Vincent’ın babası papaz evinin kapısının önünde bir beyin kanamasından ölür. O yılın sonunda, Vincent Anvers’e taşınır, burada, Rubens’i ve Japon estamplarını keşfederek renklere yönelir. Güzel Sanatlar okuluna kaydolarak okul müdürü C. Verlat’nın derslerini izler. 1886 yılı Şubat ayında yorgunluktan hasta düşerek kardeşi Theo ile buluşmak ve Montmartre’daki Cormon atölyesine girmek için Paris‘e gider. Tholouse-Lautrec, Emile Bernard, Pissaro, Degas, Lenoir, Monet, Sisley, Seurat ve Signac gibi izlenimcilerle dostluk kurar. Paris günlerinden bize, beyazların, pembelerin ve mavilerin tazelikleriyle hayranlık uyandırdığı son derece canlı ve neşeli yapıtlar bırakmıştır: portreler, kahvehanelerin iç mekanları ve Montmartre manzaraları... 1888 yılında Arles'a giderek “sarı ev”i kiralar; burada Gauguin'i konuk etmekten ve onunla ortak bir atölye kurmaktan mutludur. Bu şamatalı beraberlik Noel’den hemen önce, Vincent’ın kesik kulağını bir fahişeye götürdüğü ünlü olay sırasında sona erer (Kesik Kulaklı Otoportre). 

Theo'ya

"Aşk, olumlu bir şey, kuvvetli bir şey, öyle gerçek bir şey ki seven bir insan için bu duyguyu silmek tamamen imkânsız; insanın kendi hayatına son vermesi kadar imkânsız... Doğrudur, bir insan eğer hayatında gerçekten ciddi olarak seviyorsa bu, onun için yeni bir kıtanın keşfi demek."

Vincent

Sunflowers (Van Gogh, 1887 - 1889)




Van Gogh'un Ayçiçekleri bugün sanatın ikonu sayılmaktadır. Öylesine ki yalnızca bir değil on bir yorumu vardır. Dördü 1887’den, beşi 1888’den ve ikisi 1889’dan. Ama Ayçiçekleri sözcüğünü her okuyan, şu anda Londra'daki National Gallery’de sergilenen resmi düşünür. Bu eser, 1888 yılının Ağustos ayında (Van Gogh’un kendisini alıntılayacak olursak) “balık çorbası yiyen bir Marsilyalı’nın hevesiyle” yapılmıştı. Van Gogh, sonra iki versiyon daha yaptı. Biri şu anda Tokyo’daki Seiji Togo Memorial Sompo Japonya Güzel Sanatlar Müzesi’nde diğeri de Amsterdam’daki Van Gogh Müzesi’ndedir.


vincent


Korfman Kütüphanesi’nde (12.4.2013)

Vincent Van Gogh & Paul Gauguin

Vincent Van Gogh, Portrait of Gauguin, 1888
Uzun süre Van Gogh hakkında yazmayı istedim, o ruh haline girdiğim güzel bir günde bunu yapacağım. Size onun hakkında, daha doğrusu bizim hakkımızda birkaç yerinde söz söylemek istiyorum. Bazı çevrelerde dönüp duran birkaç yanlışı düzeltmek için.

Benimle arkadaşlık eden ve benimle konuşup tartışmayı seven birkaç kişi delirdiğinde böyle oluyor.
Van Gogh kardeşlerin durumunda da böyle oldu ve belli bazı kötü niyetli kişiler çocukça onların deliliğini bana atfettiler. Kuşkusuz bazı insanlar arkadaşları üzerinde az çok etkilidir, fakat  delinmekle bunun arasında büyük bir fark vardır. Felaketten uzunca bir süre sonra Vincent, bakıma alındığı özel akıl hastanesinden bana yazdı. "Paris'te olduğun için ne kadar da şanslısın. Orası insanın en iyi doktorları bulabileceği yer, sen de kesinlikle deliliğinin tedavisi için bir uzmana danışmalısın. Hepimiz deli değil miyiz?" diyordu. 

İyi bir tavsiyeydi, bu yüzden de kulak ardı ettim. Galiba tersine gitme ruhuyla ... Mercure'ün okuyucuları Vincent'ın birkaç yıl önce yayımlanan mektuplarından birinde, yöneteceğim bir atölye bulma düşüncesine kapılarak beni Arles'a getirmek için ısrar ettiğini görmüşlerdir. O zamanlar Brötanya'da Pont - Aven'da çalışıyordum. Ya çalışmalarım beni oraya bağlamaya başladığından ya da güçlü bir sezi beni olağandışı bir şeylere karşı uyardığından uzun zaman direndim, ta ki sonunda Vincent'ın samimi, dostça coşkusuna yenilip yola koyulduğum gün gelene kadar. Arles'a sabaha doğru vardım ve bütün gece açık olan küçük bir kafede şafağı bekledim. Kafenin sahibi bana bakıp "Siz o dostsunuz, sizi tanıdım," demişti. Vincent'a göndermiş olduğum kendi portrem, kafe sahibinin bu sözlerini açıklıyor. Vincent portremi göstererek yakında dostlarından birinin geleceğini söylemişti.

Vincent'ı kaldırmaya gittiğimde ne çok erken ne de çok geçti. O gün benim yerleşmemle, bol sohbetle, ben Arles'ın ve Arles kadınlarının güzelliğine hayran kalayım diye yaptığımız yürüyüşlerle
geçti. Bu arada hiçbirinin beni çok heyecanlandırmadığını söyleyeyim.

Ertesi gün çalışmaya koyulduk, o başladığı işe devam etti, ben yeni bir şeye başladım. Başkalarının zahmetsizce fırçalarının ucunda buluverdikleri zihinsel kolaylığa sahip olmadığımı belirtmeliyim.
Bunlar trenden inerler, paletlerini alırlar ve size bir anda bir gün ışığı yaratırlar. Kuruyunca Lüksemburg'a gönderilir ve Carolus-Duran diye imzalanır. Resmini beğenmiyorum, ama adamı beğeniyorum. Ne kadar güvenli, ne kadar serinkanlı. Ben ne kadar kararsız ne kadar tedirginim. Nereye gitsem bir kuluçka dönemine ihtiyaç duyuyorum, bitkilerin ve ağaçların özünü anlayabileyim, kısacası asla anlaşılmak ya da kendini vermek istemeyen doğayı öğrenebileyim diye. Yani Arles'ın ve civarının fark edilir derecede keskin kokusunu kapabilmem için birkaç hafta geçmesi gerekti. Fakat bu yoğun çalışmamızı engellemedi, özellikle de Vincent'ı. Biri esaslı bir yanardağ olan onunla içten içe kaynayan benim gibi iki varlık arasında bir tür mücadele hazırlığı vardı. Öncelikle her yerde
ve her şeyde beni dehşete düşüren bir düzensizlik görmüştüm. Hiç kapanmayan boya kutusu bütün o tüplerle karmakarışıktı. Bu kargaşaya rağmen tuvallerinde ve sözlerinde bir şeyler parlıyordu. Daudet, Goncourt, İncil onun Hollandalı beynini ateşlemişti.




 Arles Manzaraları - Gauguin

PEMBE KARİDESLER

Kar yağmaya başladı, mevsim kış. Size kefen ayıracağım, kardır o kefen. Yoksullar cefa çekiyor. Toprak sahipleri bunu pek anlamaz. Bu Aralık gününde, güzel kentimiz Paris'in Lepic BulvaRI'ndan
geçenler her zamankinden daha büyük bir acele içinde, gezinmeye hiç niyetleri yok. içlerinden biri, acayip giyimli titreyen bir adam, bulvara çıkma telaşı içinde. Koyun derisinden bir kabana sarmalanmış, şapkası kuşkusuz tavşan kürkünden ve diken diken kızıl bir sakalı var. Sığır tüccarına benziyor. Öyle yarım yamalak bir bakış fırlatıp geçmeyin; soğuksa da, o beyaz, zarif eli ve berrak, çocuksu mavi gözleri dikkatle incelemeden yolunuza devam etmeyin. Emin olun ki, zavallı bir dilenci o. Adı Vincent Van Gogh.

Aceleyle eski demir işleri, vahşilere ait oklar ve ucuz yağlı boya resimler satılan bir dükkana giriyor. Zavallı ressam! Satmaya geldiğin o tuvale ruhundan bir parça koydun sen!

Küçük bir natürmort; küçük pembe bir kağıt üzerinde, pembe karidesler. "Kiramı ödeyebilmem için bu tablo karşılığında bana biraz para verebilir misiniz?" "Mon Dieu, dostum benim de işlerim çok bozuk. Benden ucuz Millet'ler istiyorlar! Biliyorsunuz," diyor dükkan sahibi. Ekliyor: 'Tablonuz pek neşeli değil. Bugünlerde Rönesans ilgi çekiyor. Yetenekli olduğunuzu söylüyorlar, ben de sizin için bir şey yapmak istiyorum. Buyrun işte yüz metelik."


Yuvarlak para tezgahın üzerinde tıngırdar. Van Gogh söylenerek alır parayı, dükkan sahibine teşekkür eder ve çıkar. Kederle Lepic Caddesi'ne geri döner. Evine yaklaşmıştır ki, St. lazare'ın hemen önünde yoksul bir kadın yardım elini uzatacağı ümidiyle ressama gülümser. Güzel beyaz el çıkar paltonun cebinden. Van Gogh bir okuyucudur, Elisa isimli kızı düşünüyordur o ve topu topu beş franklık parası mutsuz kadının olur artık. Çabucak, sanki yaptığı yardımdan utanmış gibi, boş bir mideyle yola düşer.

Bir gün gelecek biliyorum, sanki zaten gelmiş gibi görüyorum o günü. Müzayede galerisinde 9 numaralı odaya gireceğim. Ben girerken müzayedeci bir tablo koleksiyonu satıyor olacak. " 'Pembe Karidesler'e 400 frank, 450! 500! Haydi beyler, daha değerlidir bu tablo!" Kimse bir şey demeyecek. "Sattım! Vincent Van Gogh'un 'Pembe Karidesler'i."

*
Paul Gauguin

The Painter of Sunflowers: Portrait of Vincent van Gogh (1888, Paul Gauguin)



 Gauguin, Vincent’in yüzündeki gerginliğe bilhassa dikkat ederek, Hollandalının birkaç resmini çizdi. Birkaç gün sonra da tabloya başladı. Vincent’in, sehpasının önünde, elinde palet, ay çiçeklerini resmederken gösterecekti bu eser.

Gauguin, portre üzerinde çalışırken, bir taraftan da Vincent’in deliliğinin kaynağını araştırıyordu. Vincent'in çehresindeki ifadeden, adamın iç dünyasındaki fırtınayı anlıyor ve bu deliliği tuale geçiriyordu. Gauguin, deliliğin resmini yaptığı takdirde, bunu iyice anlayacağına kanaat getirmişti.

Bu işte ne kadar muvaffak olduğunu portre bitip Vincent resme bakıncaya kadar pek farkına varmadı. Vincent boyalı çehreye baktı. Yaklaştı, geriledi. Tıpkı avının üzerine atılmağa hazırlanan bir vahşi hayvan gibi bütün vücudu gerilmişti. Parlak yeşil gözlerini tualin üzerinde dolaştırıp duruyordu. Birdenbire kendisini müdafaaya hazırlanan bir insan tavrı takındı.

— «Bu benim,» diye bağırdı. «Bu benim çıldırmış halim.»

Boğazı sıkılmak suretiyle boğulan bir insan gibi garip bir inilti çıkardı. Elini gömleğinin yakasına götürerek çekiştirmeğe başladı. Gauguin bir an onun sara nöbeti geçireceğini zannetti. Sonra Vincent, sanki elektrik çarpmış gibi titredi. Elbiseleri rüzgâr esiyormuş gibi sallanıyordu. Bir müddet böyle titredi durdu. Sonra tekrar sakinleşerek sehpasının başına döndü. Fakat o gün akşama kadar Gauguin'in tualinin arkasına endişeli nazarlarla baktı durdu. Sanki Gauguin’in yaptığı portrenin canlanarak kendisini boğmasından korkuyordu.

O akşam yemekten sonra kahveye gittiler. Vincent hafif bir absinthe ısmarladı. Fakat, buna elini sürmedi bile. Gözleri içkide oturuyordu. Sanki tablonun bu yeşil sıvıdaki aksini görmeğe çalışırmış gibi bir hali vardı. Sonra birdenbire kadehi yakalayarak içkiyi Gauguin’in suratına fırlattı.

Gauguin, çevik bir hareketle yana kaçtı ve içki yüzüne gelmedi. Sonra Vincent’i ceketinin göğsünden tutarak sanki Hollandalı bir köpek yavrusuymuş gibi şiddete sarstı. Nihayet onu ayağa kaldırarak kapıya götürdü.

Sarı eve geldikleri zaman Vincent âdeta uykuda yürüyormuş gibi bir haldeydi. Gauguin, onu yukarıya çıkardı ve şefkatle yere bıraktı. Sonra Vincent’i soyarak yatağa yatırdı. Gauguin’de sarhoş arkadaşını soyan bir insanın acaip şefkati vardı o anda.

Vincent'in kendinden geçmiş çehresine bakarak,
"Yarın buradan gitmeli. Vincent’le beraber yaşamak kıskanç bir kadınla birlikte oturmaktan daha da feci."

*
Altın Vücutlar kitabından,
Charles Gorham


Portrait of Vincent van Gogh (Henri de Toulouse-Lautrec, 1887)