yürüyen adam:
alberto giacometti
Olivier Cena
Yapıtını sevmeden önce sevdim onu; bir gün yapıtını seveceğimi bilmeden önce, hatta-günün birinde sanattan başlanacağını bilmeden önce sevdim. Hani şu ilk karşılaşmada binde bir ortaya çıkan yakınlaşma olur ya... O, beklediğimdi.
Giacometti. benim büyükbabama benziyor ya da ben öyle sanıyorum. Kuşkusuz hiçbir zaman tanışamayacağım şu insanla aramda doğan dostluk ve benim uydurduğum gizli ahbaplık duygum buradan geliyor. Çalışma masamın tam karşısındaki duvarda asılı kaldı fotoğrafı. Yüzü daha içeri girerken gözüme takılıyor, yerime yerleşirken ona bakıyor ve çalışmaya başladığım andan itibaren sık sık "N'aber?" diyen bakışlar gönderiyordum ona. O ise sonsuza bakıp duruyordu.
Konuşuyordum onunla bazen. Sorular soruyordum ona, karşılaştığım geçici güçlükleri anlatıyor, yeni yazmış olduğum iki-üç cümleyi okuyordum. O ve ben, konuşuyordum. O, bir dost!
İlk gerçek karşılaşmamızı anımsıyorum: Jean-Marie Drot’nun Giacometti’yle Paris'te Hippolyte-Maindron Sokağı’ndaki atölyesinde söyleşi yaptığı bir televizyon yayınıydı. Darmadağınıklığı, tozu, bitmemiş heykelleri, taslak halindeki tabloları, sıvaları dökülmüş duvarları kaplayan hiyeroglifleri, loşluğu, sigarasını, dumanını, boya ve alçıya bulanmış gereçleri, eski bir kanepe üstüne saçılmış kitapları, alamadığım o ekşimsi kokuyu anımsıyorum-, çocuk gözlerim ekranda ressam Ali Baba’nın harika mağarasını tarıyor, her şeyi anımsıyorum.
Bir de elleri kalmış aklımda, elbette, ellerini de anımsıyorum: Kuşkusuz kamera ve mikrofon yüzünden çekingen, huzursuz, konuşurken hiç durmadan ovuşturuyor ellerini. Onları kafamda nasırlı, pütür pütür ve bazen de duyarlı hayal ediyorum: Masal devinin elleriyle melek elleri. Büyükbabamınkiler de öyle olmalıydı, hep aynı erkle donanmış, malzemeyi yoğuran ve Dünya’yı okşayan erkle.
İnsandan söz ediyorum, hep insandan söz ediyorum, ama tozlu atölyenin yarı aydınlığında, alçıyla kaplı ellerinde usul usul yapıtı beliriyor. Orda, gözleri ellerinin biçimlendirdiği çamuru dikkatle inceliyor. Yine aynı soru: Çalışan, gözlerin denetlediği el mi? Yoksa bakış mı ele yol gösteriyor? İmgeliyorum onu, gülümsüyor:
"Heykel yapıyorsam hiçbir bey anlamadığımdandır. Şu işi bir güzel anlayabilmeyi ve ondan yakamı sonsuza kadar kurtarmayı çok isterdim."
Giacometti gülümseyince, derin çizgilerin belirginleştirdiği yüzü aydınlanıyor ve o an, bakışının derinliğinde yatan kara kaygı yok oluyor. Konuşuyor; halen kulaklarımda sesi, hoş, çekici, yumuşak ve buyurgan, kısık bir ses, eski bir porselen çanak gibi çizikli, 1891’de dünyaya ilk gözlerini açtığı Tessin Dağları gibi boğuk. Konuşuyor; yarı şarkı söyler, yarı tıslar gibi, o tuhaf İsviçre-İtalya aksanıyla, halen kulaklarımda. Anlatıyor:
"Arıyorum, ama hiçbir zaman bulamayacağımı çok iyi biliyorum. Neye bakarsam bakayım, her şey beni aşıyor, hayrete düşürüyor. Çok karmaşık. O halde, gördüklerimizi biraz olsun kavramak için yalnızca kopya çalışmalı. Ama o şeye ne kadar yaklaşırsam, o benden o kadar uzaklaşıyor. Modelle aramdaki uzaklık hiç durmadan artıyor. Sonu gelmez bir arayış bu."
Ama ne görüyor Giacometti? Okuduğum bir yazıdan belleğimde tesadüfen kalmış bir cümleyi anımsıyorum: "Bakış ’ı yontmak için, gözü yontmak, yalnızca gözün biçimini yontmak yeterlidir" Fotoğraflarından Giacometti’nin gözünün biçimini inceledim hep. Düşmüş gözkapakları ve gözaltındaki torbacıklar ona hep düşünceli bir hava veriyor, yokluk belki de; aynı yokluk, annesinin bakışında da var. Ne görüyor Giacometti? Şimdi burada, onun yüzünde, heykellerinde beni altüst eden o şeyi okumaya çalışacağım.
Büyükbabam böylesine benzediğinde, yetişkin yüzünde, sonra da çocukluk yüzünde arıyorum bunu. 1909 tarihinde köyde çekilmiş, Giacometti kabilesini tanıtan eski bir aile fotoğrafı. Büyük oğlan Alberto sekiz yaşına gelmiş olmasına karşın bir kız gibi garip bir biçimde taranmış; Diego ondan bir yaş küçük, saçlar kısa, alın kaygılı; hüzünlü küçük kız kardeş Ottilia ve en küçükleri iki yaşındaki Bruno, baba Giovanni’nin dizleri üzerinde. Anne, Annetta, ötekilerin yanında durmasına karşın, ailenin öteki bireylerine yabancı gibi geliyor bana. Yalnızca Alberto’ya bakışmaları bağlıyor onu topluluğa. Gülümsüyor. Alberto ise ciddi.
Ne görüyor Giacometti? Fotoğrafçıya, bakışındaki tüm hüznü armağan eden Ottilia, birkaç yıl sonra, dünyaya bir çocuk getirirken ölecektir. Bruno mimar olacak, Diego mobilyalar üretecek, Alberto ise heykeller yapacaktır. Baba Giovanni, o yıllarda tanınmış küçük bir post-empressionisttir. Bruno’ya sevecenlikle bakıyor fotoğrafta. Büyük oğlunu heykeltraş olma yolunda yüreklendirecek, Bourdelle’in Grande Chaumiere’deki derslerini izlemesi için Paris’e gitmesini öğütleyecektir. Onu titiz ve zayıf biri olarak tasarlıyorum kafamda. Niye zayıf? Bilmiyorum.
Bu aile fotoğrafına bakarken aklıma yaşam öyküsünden birkaç küçük bölüm geliyor. Diego ve Alberto (fotoğrafta: Oğlan ve kız) hiç ayrılmayacaklar, Paris’te aynı atölyeyi paylaşacaklardır. 1949’da Alberto Annette’le evlenecektir. Fotoğraf Giacometti’lerin yaşadığı Stampa’da çekilmiştir. Ötekinden yana söylenecek bir şey var mı? Stampa aynı zamanda Annetta’nın kızlık soyadıdır; Birde şu var. Annetta'ya erkek kardeş gibi benziyor. Annesini ululaştırıyor ve tüm yaşamı boyunca aralıksız çiziyor onu. Annetta Ocak 1964’te ölür, Alberto ise Ocak 1966’da, Stampa’da küçük bir İsviçre mezarlığında aynı mezara gömülürler.
Halen heykelden ve resimden söz etmediğimi biliyorum. Annette’in portrelerinden 1961’de yapılmış olan birisini ele almak istiyorum örneğin. Sanrılı gözlerine iri, etobur dişlerin üzerindeki yarı aralık dudaklara bakıyorum ve Diego'nunkilerde ya da James Lord'unkilerde, Michel Leiris’inkilerdeki aynı sanrılı gözleri düşünüyorum. Aynı soru tekrar geliyor aklıma o zaman: Ne görüyor Giacometti?