Jim Morrison etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Jim Morrison etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

JM


           Rue des Ecoles’de, bir kahve masasında, açık havada oturuyorum. Önümden yanılmıyorsam 1957 model bir Thunderbird geçiyor, salınarak: Uçuk mavi, pırıl bir kuş. Kelebek camları kapalı yalnızca. Sonra, Champo’nun afişine takılıyor gözüm: Marx Brothers'dan Duck Soup -  görmediğim bir filim. İçeriden, radyodan, Jim Morrison'un sesi geliyor. Neden Paris'te ölmüş olduğunu bilmiyorum, seçimden çok yazgıydı sanıyorum.

Bazan zaman, kendi içinde kayboluyor.

Varolmak İçin Yazı




Ergenlikte yazının taşıdığı özel öneme çok sayıda psikana­list eğilmiştir. Bu sözcük açlığına, hissedilen şeyi sözcüklere tercüme etme yönündeki bu ihtiyaca, bu aciliyet duygusuna ve -kimi zaman işitilmeyen, bilinmeyen— bu hissedilenlere eğilmişlerdir. Ergenlik döneminde yazı, yaşanmış olanın en sadık ifadesi olarak görülür. Çocukluktan bu kopuş ve bilinmeze doğru bu büyük sıçrayış karşısında herkes kendi nirengi noktalarını bulmaya çalışır. İnsanın kaygılarını ve kuşkuları­nı, sorularını ve korkularını, dünyada varolma ve konumlan­ma güçlüğünü yazı yoluyla kaydetmekten daha iyi ne olabilir ki? Bir dönem günlük tutmaya ya da az çok mutlu bir halde şiir yazmaya kalkışmamış ergen var mıdır? ilk deneyimlerin ve başlangıçların çağına dair bu çiftanlamlı anıyı her birimiz kendi içimizde taşırız.

Yazı, çocukluğun bilinen dünyası ile uyanmakta olan ergenliğin bilinmeyen dünyası arasındaki eşiği saptamaya çalışır. Yazı, kişinin kendisiyle sürdürdüğü tekil bir diyalogdur; burada sır açma, umutsuzluk, tespit, düş ve hayal alanı, en çılgın ve en gizli arzular ifade bulabilir.

Oidipus yasasının ifade bulduğu dil olan anne dili. Ergenin kendini ayırmak zorunda olduğu bir başka istikrara kavuşur. Böylece, başka bir yerde başka bir dil, başka bir açıklama, yeni bir vaat aramak mantıklı gelir. Ergen, yazı aracılığıyla, anne babasının üstben kaydından, dönemin kültüründe cisimlenen kolektif üstbene geçer. Ütopyaların alanı, kimi zaman parçalanma yaratan bu “iki aradalık” içinde bulunur.

Psikanalist Moustafa Safouan şunu söylemektedir: "Yazı, sözün bir ediminden başka bir şey asla değildir.” Morrison sözünü yazıya bağladığından ve yazı kaydından söz kaydına geçtiğinden bu açıklama akla yatkındır. Ama yazı ergenin bir geçitten geçmesini sağlar ve böylelikle itkisel bir değişikliğe yol açarken, Morrison, çok zengin hayal gücünü sergileyerek, sanki sembolik kayda istiflenmek ihtiyacı içindeymiş gibi ya­zıya dahil olmuştur. Çünkü “sembolik olanla bir ilişki içinde yeniden doğabilmek için nesneyle belli bir hayali ilişki içinde ölmek” gerekir diye belirtiyor Jacques Lacan. Biz bunu, kişi­nin kendini yaratmasının zorunlu yolu olarak anlayabiliriz. Ama Morrison özellikle semboliğe bu geçişe gelip çarpar. Düşünmeyi ve yazmayı öğrenmek, yerleşik kural ve yasalar karşısında konumlanmayı kabul etmektir. Yazı gerçeğin ala­nına dahil olur ve kimi zaman orada semptom oluşturur. Şiir ise sözcüklerin müziğinden yararlanır, imleyen bileşimlerinin ürettiği anlamsızlık etkilerinden yararlanır. Bu anlamsızlıklar başlı başına bir semptom oluşturmaz, semboliğe katılımı en­gelleyici noktaları belirtirler, gerçeğin uçlarını yaratırlar. Bu nedenle şiir evrensel ve ebedidir. Shakespeare ebedi ergen Hamlet’e “Words, words, words...” (“Kelimeler, kelimeler, keli­meler...] dedirtmişti.

Ergen James Douglas’ın özel kişiliği açısından bu saptama­lar akla yatkındır. Ama kişiliğinin derinliklerine girebilmemiz ve tüm karmaşıklığı içinde kavrayabilmemiz için bir adım daha atmamız gerekiyor.

James Douglas’ın fazla eklektik okumaları muhtemelen yazısının niteliğini saptırmıştır; onun edebi ve şiirsel referanslar bütünü, düşüncesine olduğu kadar yazısına da etkide bulun­muştur. Kendi sorgulama ve özlemlerine yakın bir edebiyat türü onu çok erken yaşlardan beri cezbetmiştir. Şiirden besle­nir, aralarında ezoterik ya da felsefi kimi akımların da bulun­duğu birçok edebi türe girip çıkar. İçgüdüsel olarak araştırıcı ve meraklı ruhu onu son derece çeşitli türlerdeki metinleri okumaya yöneltir.

Bilgiye sınırsız bir açlık duyar. Yeni dünyalar keşfetmek ister ve bu araştırmayı öncelikle okuma ve yazmada gerçekleştirir. Daha ilerde, gerçeklik içindeki deneyimlere yönelecek ve kendi kanatlarını yakmaya dek varan, vazgeçemeyeceği bir hareketlik içine atılacaktır. Okumalarına paralel olarak, bütün varlığıyla yazıya doğru kaygı verici bir gerilim içinde yönelir.

Her ergen için yazı önemli bir dayanak ve güçsüz kalan sö­zün yerini tutan bir ifade tarzı olsa da, James için, daha acil koşullarda, yaşamsal bir zorunluluk söz konusudur: Hayat tehlike altındadır, ölüm kol gezmektedir. Onu, kendisine rağmen yazıya iten şey bir tür hayatta kalma güdüsüdür. Kimi ki­şilerin içlerinde dayanıksız, kırılgan bir hal vardır ve bu onları bastırılamaz bir yönelimle yazıya doğru iter. Kişide çok erken nüksetmeye başlayan kendine zarar verme ve özkıyım itkileri­ne kısmen de olsa karşı koymanın bir yolu olduğu hipotezini ileri sürebiliriz.

Şiirin Yasadışılığı

Depresyon Cehennemi




Jim Morrison yazılarında depresif yaşantısının acı dolu havasını ifade eder. Onun öznelliği yıkım ve terk edilme duygularının izini derinden taşımaktadır (Freudcu hilflosigkeit bebeğin başlangıçta hissettiği yıkımı da ifade eder).

Moırison’un duygu yoğunluğu ve bunları ifade tarzı döne­minin gençliği içinde yankı bulmuştur: Tüketim toplumunun yapay politik idealleri ile Vietnam Savaşı’nın dehşetinin şid­deti arasında bocalayan bir gençlik. Ama döneminin ötesin­de, sonraki kuşaklar da Morrison’un yıkım çığlığını ve bunun yanı sıra müthiş özlemini, çılgınca umudunu işittiler: olasılık­lar alanını, gerçekliğin sınırını daima daha öteye itme yönün­deki anlamsız fikir.

Karanlık fikirler onun şiirinde defalarca ifade bulmuştur.
uBir Amerikan Duası”nda şunu belirtir:

“We’re perched headlong
on the edge of boredom
We’re reaching for death
On the end of a candle
We’re trying for something
That’s already found us.”

“Baş aşağı tünemişiz
sıkıntının kıyısında
Ölüme ulaşmaya çalışıyoruz

Bir mumun ucunda
Bir şey bulmaya çalışıyoruz
O bizi buldu çoktan.”

Ölüme olan ilgisi süreklidir; sanki var olmak için ölümle yan yana gitmek, sürekli ölümü düşünmek zorundaymış gibi hisseder.

Marazi olan şeyden aldığı hazzın ötesinde, bu, onun çöken öznelliğinin temelini, yani intihar fikrini ifade etmektedir. Şi­irsel üslup ve metaforlarla bu fikirleri süsleyerek bir anlamda yüceltiyordu.

Yaşam ile ölüm arasındaki bu hududun, ancak bir kez aşılabilecek bu eşiğin esiri olmuş, bu hudut onu büyülemişti. Canlılar dünyasıyla ölüler dünyasını birbirinden ayıran Antik Yunan’nı mitsel ırmağı olan Styx ancak tek bir yönde geçilebilirdi; ırmağın kayıkçısı Kharoon hariç.

Ama Morrison’un sorunsalı her şeyi araştırmak istemesiy­di: Ruhsallığının gizleri, başkalarıyla ilişkilerindeki gizler; gerçekliğin ve yaşamın sınırlarını, ölümün hudut bölgesinin hemen yakınına dek, görünürün, olasının ötesinde geriletebilecek olan şeylerin gizleri.

Geri dönüşsüz bölgeye yaklaşmak her zaman mümkün olsa da, aşılmaması gereken nihai bir sınır vardır.

Bu bastırılamaz ölüm içgüdüsünün dolaylı olarak “elini ateşe sokma” tavrında ifade bulup bulmadığını bu bakış açı­sından sorgulamak yerinde olur... Morrison’un ölümü kesin olarak hangi koşullarda gerçekleşmiş olursa olsun, onun gün­delik hayatı yaşayış tarzının, sonuçta yaşama ve önüne çıkan her şeyden haz alma yönündeki korkunç açlığına baskın çı­kan bu kendini yok etmeye varabileceğini düşünebiliriz.

Bu yoğun yaratıcılık yıllarından sonra Jim, Miami davası
dolayısıyla gerçekle yüz yüze gelir. Kimi zaman düşmanı ola­rak gördüğü ama yaratıcılığını daha da geliştirebilmek için aldatmayı bildiği bu dünyada neler olup bittiğini artık anlaya­mamaktadır. İlgisiz olmadığı başarı onu muhtemelen bir süre ayakta tutacak kadar yeterli narsistik tatmini sağlamaktadır.

O, sözcüklerin kıyısında durmaktadır. Özel bir işlev taşıdığına inandığı sözcüklerin sembolik yapısının eşiğine yerleşir. Bu özel işlev, onu temsil etme eğilimi, özellikle de var edebil­me eğilimidir, yani onun bir bilinçdışı öznesi olarak kalması­nı sağlamaktır. Eğer yazı bir dayanak olmazsa, hem narsistik düzlemde hem de kişilik düzleminde çökebilir.

Lacan James Joyce’un yazısında kendine özgü ve tuhaf şey­ler saptamıştır. Bunlar onun biricik yazısının hem dilbilgisi yapıları içerisinde hem de metnini renk renk süsleyen dilsel icatlar ve uydurmalar içinde tekilliğini, aynı zamanda da özel­liğini oluşturmaktadır.

Lacan, bu sözcük kuyumcusunun yazısındaki özel bir işle­vi bir yana ayırdı. Ona göre Joyce’u temsil eden şey yazısıdır. Anılan özelliklerle birlikte yazısı olmasa, James Joyce, kişiliğinin dayanaklarını ciddi olarak tehdit eden psikoza karşı kendini savunamazdı.

Lacan’a göre bir özne ancak gerçek, sembolik ve hayali kayıtların çok belirgin biçimde düğümlenmesiyle tutarlılığa ka­vuşuyorsa, bu durumda, kimi öznelerde bütünlüğü koruyan ilave bir öğe gerekir ki, Lacan da bunu semptom sözcüğünün eski yazılışıyla sinthomc olarak niteler. Bu sembolik eksikliği, yapı içinde kalabilmek için, yani özel bir psikopatolojik duru­ma yol açacak şekilde dengesizliğe düşmemek için bazı özne­lerde temel önem taşır. Hatta Lacan Borromea düğümlerinin uzaydaki figürasyonu yoluyla matematik bir modellendirme de önermiştir. Bu düğümler, kendi aralarında işbirliği yapa­rak, ancak eğer üçü birden -yani hayali, sembolik ve gerçek düzlemler-bağlıysa bütünü koruyabilecek şekildedir. Dahası, sirıthome kavramı üzerinde çalışarak, yeni bir düğümlenme biçimi keşfetmiştir; bu, üç yerine dört yuvarlaklı bir model- biçimidir.

Joyce örneğinde, onun bütünlüğünü koruyan şey yazısı, yazılı dille ilişkisiydi. Edebi yaratıya bu şekilde bağlanmasaydı, deliliğin kıyılarına erişme riski içinde kalırdı.

Ama James Douglas Morrison hakkında ne denebilir? Ya­pısının aynı türde olduğu ve yazıya yaşamsal bir zorunluluk olarak başvurduğu söylenebilir.

Bu ise, tersine, yaratıcılık ile psikopatolojik yapı arasındaki ilişkilerin sorgulanmasını gerektirir. Bu özneyi yazmaya, ya­ratmaya, tek kelimeyle yüceltim yolundan geçmeye iten şey nedir?


Morrison sürekli yaratma durumundaydı. Tüm defterlerini dolduruyor, metinleri daktiloda tekrar tekrar yazıyordu. Meçhul kişilerden oluşan bir kitlenin kahramanı olan Morrison, kendisini yazmaya yönelten, yaşamsal bir aciliyet, hayatta kal­ma hali içinde çalışmaya yönelten bir çatlak, bir kırılganlık taşıyordu içinde. Hayalgücünü dolduran iblisler birçok açıdan son derece tehditkâr görünüyordu. O, düşme tehdidi her gün biraz daha belirginleşirken, uçurumun kenarında olmanın ra­hatsızlık verici konumunu tanımlamaya ve yazmaya çalışıyor­du. Günün birinde aşmak zorunda olduğunu bildiği bu dar kapıyı tanımlamak istiyordu. Bu sonla yüzleşme ânını sürekli erteliyordu; o ânın kendi ölümüyle randevusu olmasından çe­kiniyordu.

Aşırılık Peşinde


Morrison sınırlara, aşırılıklara, neredeyse tekrar tekrar ve hep aynı düzenlilik içinde gidip gelir. Sanki yaratıcı potansiyeli tah­rip eden, ama aynı zamanda kişiliğini imhaya da onu yönelten görünmez bir çizgiyi takip ediyor gibidir. İşlenen bir cinaye­tin sorumluluğu ya da suçluluk duygusu için kişinin kendini Tanrıya teslim ettiği ortaçağ uygulamaları misali, ölüm riskini göze aldığı davranışları deneyimler. Sahnede olduğu gibi gün­delik yaşamda da, ölüm riskine koşturan bu davranışları temsil eden şey, risk almaya yönelik içgüdüsel eğilimidir.

Aralarında amfetamin, kokain, LSD ve afyonun da bulun­duğu çok sayıda uyuşturucu dener. Bunların düzenli ve aşırı kullanımı onun için hem bir esin kaynağıdır, hem de özyıkımını hızlandırmanın bir biçimidir, ihlal edici boyut, bütün bu yasadışı maddelerin kullanımında elbette mevcuttur. Baudelaire ya da Rimbaud gibi bazı yazarlarla özdeşleşmesinde afyon önemlidir ve bunları idealleştirir. Paris’te Baudelaire'in tarif ettiği afyon tekkesinin yerini bulup ziyaret eder. Bu ko­nudaki edebi göndermelere her yerde rastlanır. En başta da
Aldous Huxley’e, keza eski ve çağdaş çeşitli şair ve yazarlara başvurur.

Yeni fiziksel ve psişik duyumlar peşinde sürekli koşarak, toksik maddelere bu başvuru yoluyla “algının kapıları’ nı aşmaya çalışır.

Morrison, yazgısının yolu üzerinde, asla geri dönmeden ilerler. Çılgınca koşusunun, aynanın ötesinde, semboliğin öte tarafında umutsuzca mutluluk arayışının kendisini nereye götürdüğünü bilmekte midir? Her türlü heyecanı fazlasıyla deneyimlemiş, yaşamış, tecrübe etmişti; duyumlarının polifonisinin ve bilincin sınırlarına dek varmıştı. Bununla birlikte, yaşamama, ölümün yakınından geçme ve kendini yok etme içgüdüsü bir an bile gözünü üzerinden ayırmıyordu. Tespitte bulunmak kolaydır, ama bu yıkım arayışına olası bir psikolo­jik köken ileri sürmek için henüz çok erken. Freud'un ölüm itkisi olarak tanımladığı bir itki vardır ama bu klinik olarak her zaman saptanamaz çünkü ender olarak açıkça işler. Ge­nellikle dolaylı biçimde ifade bulur. Oysa Morrison'da mevcut bir dizi argüman bu ilkinin onun kişilik yapısındaki varlığını ve önemini açıklamaktadır.

Böylece Morrison’un düşkünlüğünün tayfının kendini gösterdiğini görürüz.



Düşkünlük Tayfı

Alaycı kahkahalar, oturaklı tavırlar, tehlikeli tutumlar Moırison’un gündelik yaşamını doldurmaktadır. Her türden aşırılıklarına gelince, o da çoğu insan gibidir: bunlar hakkın­da hiçbir şey bilmek istemez. Zaman zaman bilincinin anlık olarak berraklaştığı görülür ama hatalarını inkâr hızla baskın çıkar. İlk gençlik çağından beri yaptıklarını tekrar eden, dokunduğu şeylerin çoğunu, özellikle de duygusal alanına girebilecek olan varlıkları yok eder.

Kadınlar konusundaki tutumu hep aynıdır: Onları küçüm­seyerek ya da değersizleştirerek işe başlar, sonra da yumuşak ve sevgi dolu görünür. Beklenmedik şiddet ya da saldırganlık krizlerine girdiği de oluyordu ve bu durum çevresindekileri şaşırtıyordu.

Niçin sahneye tek başına, kendi adına çıkmaz? Artık Doors’un parçası olmamak ve tek başına şarkı söylemek ko­nusunda niçin tereddüt etmektedir? Bu yönde ona birçok öneri yapılmış ve her zaman reddetmiştir. Güvenli bir yerde kalmaya, hayalgücünün eşiğinde, ama aynı zamanda deliliğin kıyısında, onu destekleyen ve ona eşlik eden başka kapıların ortasında bir kapı olmaya can atar.

Müzik onun açısından olmazsa olmazdır. Ancak bu sayede yıkıcılığının tersi yöndeki bir şeyin içinde serpilip gelişebi­lir. Yaratıcı yan sanatının yüceltilmesinde cisimlenir. Sesinin pes tınısı çok çeşitli duygu düzeylerini aktarsa da, birçok kişi tarafından istisnai lirik yeteneği olmayan bir şarkıcı olarak kabul edilir. Bununla birlikte tartışmasız sanatsal niteliklere sahiptir, duyguları kitleye ya da dinleyicilere aktarma yönün­de inanılmaz bir yeteneği vardır. Bu karizma onu sahnede gö­rülmek istenen bir şarkıcı yapar; bunun nedeni yalnızca pro­vokasyonları ve tuhaflıkları değil, özellikle ortaya koyduğu, sesindeki ve müziğindeki şiir dolayısıyla aktarmayı başardığı bu enerji ve güçtür.

Yaşamındaki bu varolma eksikliğini, ham haldeki duygu­lanım aktarım yoluyla geçirebilir. Totem hayvanı olan ker­tenkeleyle özdeşleşmesi, kendini -nörobiyologların dediği gibi sürüngenlere özgü olan- derin bir belleğin sahibi olarak düşündüğünü göstermektedir. Çok sayıda hayvan türüyle paylaştığımız bu sürüngen beyni, her birimizin içinde yatan evcilleştirilmemiş, vahşi yanı temsil eder.


This is the End

Sondan Önce

Gelişimini gerçekleştirdiği çevreden uzaklaşma kararı uzun bir düşünme sürecinin meyvesidir.

Morrison Doors üyelerinden büyük ölçüde uzaklaşmıştı. Sözleşme yükümlülükleriyle bağlı olduğundan, onlarla bir­likte L. A. Woman adlı son bir albümün kaydını bitirdi. Da­valarının neden olduğu sıkıntılardan, özellikle onu özgürlü­ğünden neredeyse yoksun bırakacak olan Miami davasının sıkıntılarından kısmen kurtulmuştur. Artık ne kendine ne de geleceğine büyük bir güven duymaktadır. Rock starı olarak geleceğine dair tam bir kuşku içindedir. Bıkkınlık ve tükenme hissi içindedir; bu dönem ve karşılaştığı şey onu çökertmiştir. Kaynaklarına dönmek, bir süredir ihmal etmiş olduğu şiirsel ufuklara doğru yeniden açılmak istemektedir. Eşi, öfkesini ve alkol bağımlılığını artıran bu kısır gürültü patırtıdan uzaklaş­maya yöneltmektedir onu. Hayran olduğu sayısız şairin şehri olan Paris’e gitmeyi önerir. Paris onun için şiirin kökenlerine geri dönüş yeri olacak, yazıyla yeniden bağ kurma imkânı sağlayacaktı.

"Road days” adlı bir şiir bu dönem ki ruh halini ifade etmektedir.

“Fear of plane death
And night vvas Night
Should be
A girl, a bottle, blessed sleep

I have ploughed
My seed thru the heart
Of the nation.
Injected a germ in the pyschic blood vein
Now 1 embrace poetry
Of business and become for
A time a - “Prince of industry”

A natural leader, o poet,
A Shaman, w/the Soul of clown.

What am I doing
İn the Bull Ring
Arena
Every public figüre
Running for Leader

Spectators at the Tomb -
riot watchers
Fear of Eyes
Assassination
Being drunk is a good disguise

I drink so I
Can talk to assholes
This include me.

The horror of business
The problem of Money
Guilt
Do I deserve it?

The meeting
Rid of t he managers agents
After four years. I’m left w/a
Mind like a fuzzy hammer

Regıet for wasted nights
wasted years
I pissed it all away
American music.

End w/fond goodbye
plans for the future -
 not an actor
writer- filmmaker
Which of ıny cellves
Will be remember’d
Goodbye America
I loved you

Money from home
Good luck
Stay out of trouble.”

Otobiyografik ve trajik yanı nedeniyle bu şiiri eksiksiz çevirmek gerektirir.

Yol Günleri
“Uçak korkusu
ve gece geceydi yalnızca
olmalıydı
bir kız, bir şişe ve mutlu bir uyku

Daldırdım
Tohumumu kalbine dek
Ulusun
Ruhsal kanın damarına enjekte ettim bir tohum.
İş hayatının şiirini
Kucakladığım şu anda
ve ben oluyorum -bir
süreliğine- bir “sanayi prensi.”

Lider doğmuş biri, bir şair,
Bir şaman, donanmış
Bir soytarı ruhuyla.

Ne
Yapıyorum ben
Bu boğa güreşinde
Her kamusal insan
Özlem duyar iktidara

Mezar seyircileri
- tuhaf isyanlar

Gözlerde korku
Cinayet
Sarhoş olmak iyi bir kisvedir.

İçiyorum
Kıç deliklerinden söz edebilmek için
Ben dahil.

İş hayatından korku
Para sorunu
Suçluluk duygusu
Bunu hak ediyor muyum ben?

Toplantı
İş adamlarından ve görevlilerden kurtulmuş

Dört yıldan sonra beraberim
Ruhla flu bir çekiç gibi

Pişmanlık dolu geceler
Ve heder edilmiş yıllar
Hiç işim olmaz
Amerikan müziğiyle.

Yumuşak bir hoşçakalla sonuçlandırmak
Ve gelecek projeleri
- tek bir aktörü
yazarı-sinemacıyı
“Benleı im”den hangisi
hatırlanacaktır?

Hoşça kal Amerika
Sevdim seni

Para sorunu yok
iyi şanslar
Sakin ol.”

Kopuş

Morrison Amerikan endüstri ve toplumuyla, artık istemedi­ği, kendisine benzemeyen bu imgeyle hesaplaşır. Morrison bu aydınlamış üslupla kendini defalarca ifade eder.

Şiir prensi haline geçişinden açıkça söz eder ve farklı ödünç kişiliklerini yeniden ele alır: lider, şaman, hokkabaz, sarhoş adam ve de şair.

Paranın, iktidarın, show-business’in ve kişiliği ortadan kal­dırıcı sanayisinin güçlerinin hizmetinde geçirdiği dört yılı, bu kuruntuların içine sürüklenmenin pişmanlıklarıyla birlikte, açıkça yeniden yerli yerine yerleştirir.

Şiirin sonunda, cellves uydurma sözcüğü özel bir tuhaflığı barındırır. Morrison, birçok figür halinde kırılıp parçalanmış kişiliğine dair açık seçik bir bilince sahiptir. Aynı zamanda, başkalarına bırakacağı anılarla, eli kulağında bir ölümü hatır­latmaktadır.

Bu sorgulamayı bir başka düzlemde, Morrison’un öznelli­ği düzleminde de anlamak gerekir. Öznel bir düzeyde, kendi kendini sorguladığını düşünebiliriz. Bağdaşık bir kişilikte in­san kendini nasıl bulabilir? işleyen bölünme mekanizmaları kuşkusuz ki kendini bulmayı engellemektedir. Onun farklı kişilik düzlemlerinde işlemesine imkân tanıyan şey, tersine dönerek ona geri döner. Başkaları beni farklı farklı yerlerde düşünüyorsa ben kimim?

Tüm bu nedenlerle, Jim Morrison, yukardaki şiirde görülen
umutsuz bilinç açıklığının ötesinde, nerede olduğunu bile­mez. Kendini yeniden bulmaya çalışmak, kendiyle barışmak için Jim Morrison, gözden kaybetmiş gibi gözüktüğü James Douglas Moırison’u aramaya gider.

İstikamet Paris’tir ve bu onun sonuncu istikameti olacaktır.
Morrison eşi Pamela Courson’la Paris’te Mart 1971’de buluşur. Doors’un son albümünün kaydını tamamladıktan sonra Los Angeles’ı terk eder. Grubun diğer üyeleriyle ilişkiler son derece gerilimlidir, kopma noktasındadır. Ne miksajı bekler, ne de kaydın son halinin verilmesini. Paris’e bu kaçış, kendini bulma, yeniden inşa etme yönünde bir teşebbüstür; çünkü yıllardır kendini yok etmeye çabaladığının bilincindedir. Şi­irin ülkesine geri dönmek, yaratının kaynaklarına geri dön­mek, onun için son bir şans ve son bir hamle olacaktı.

Yazar ve sinemacılarla ilginç bazı buluşmaları olur. Agnes Varda ve Jacques Demy ile birlikte, yaratı, sanat ve edebiyat üzerine fikir alışverişlerinde bulunur. Fas’a, Ispanya’ya bir iki seyahate çıkar. Ancak içki alışkanlığı hiç eksilmez; uyuştu­rucu alışkanlığı da öyle. Genellikle hep bitkin bir haldedir, bütün gecelerini çeşitli birahanelerde içerek geçirir.

Bir gece hastalanır, Pamela Courson’la birlikte dairelerine dönerler. Kusar, sonra eşine duş alacağını söyler. Pamela gidip yatar ve birkaç saat sonra Jim’i banyoda ölü olarak bulur. Şaşkınlık içerisinde bir arkadaşlarını çağırır, o da gelip ölümü saptar ve önce bir doktor çağırır, sonra da yetkililere haber verir. Ölüm ilanı kendi adıyla verilir, ama önadlarının sıra­sı tersine çevrilerek en azından birkaç gün daha kimliğinin saptanamaması ve kamusal cenaze törenlerinden kaçınmak sağlanmaya çalışılır.

"Douglas James Morrison, Amerikalı şair,
yirmi yedi yaşında, 3 Temmuz 1971 yılında vefat etti."




Ölümünün Gerçeği

Sonun Ötesinde


Bu eşsiz sanatçının yazıları ve yaşamı modernitemizi temsil eden patoloji konusunda -sınır patolojisi- bizi aydınlatmaktadır. Dalgalı, kenarı ya da kıyısı olmayan, her türlü hudut, sınır, tutarlılık fikrine yabancı bir toplum olduğumuzu söy­lemek, sınır durumların yoğun biçimde olarak ortaya çıkma­sını anlamaya yetmez. Jim Morrison’un sınır konumu, onun mitolojisinin kurulmasına katkıda bulunmuştur. Yaratıcı gü­cüyle olduğu kadar ölümcül içgüdüleriyle de büyülemekte­dir. Önemli olan şey bu şairde belirgin bir patoloji saptamak değil, onun varolma güçlüklerinin onu, hem yaratıya hem de çevresindeki her şeyi yıkma eğilimine ve ender şiddette bir özyıkım mekanizmasına nasıl yönelttiğini görmektir.

En azından görünüşte ölümden çekinmeyen biri karşısında nasıl ilgisiz kalabiliriz? Morrison ölüler diyarının salcısıydı, bir dünyadan ötekine, karanlık yanına, bilinmeyene, görün­meyene geçen biri. Bu mitsel ülkeye, dünyanın asıl gerçekliği­ni göstereceği ve eksiksiz mutluluğa erişilebilecek bu yalancı cennete erişmeye çalışıyordu.

Bu hayali ülke ile Morrison’un bireysel ruh hali arasında kesişme noktaları muhtemelen vardır. O, kendi içindeki bu mücevherin, onu aynanın öte tarafına, ön-yansıcı evreye, ayna öncesine; anneden ayrımın açıkça oluşmadığı bir döne­me, ideal bir dünyaya inanmanın hâlâ mümkün olduğu bir döneme iten bu duyum ya da bu buluşmanın peşindedir. Bu dönemin, kaynaşınalı olarak adlandırılan belli bir gerçekliği kapsaması gerekir. Ama kaynaşmanın tersi de vardır ve çok sayıda kaygıyı barındırır: yenilip yutulma, yok edilme, öte­kinin içine alınma. Kaynaşmanın bu iki çehresi, yani yutulma-tutku, kendinin ve yakınlarının yaşamını riske atan sınır durumda yaşayan kişilerde görülür.

Bu delilikten kaçabilmek için Morrison yaratının kıyıla­rında bir yol açabildi kendine. Kültürümüzün patolojileriy­le rezonans içinde, kendi çağını, kusurları, başıboşlukları ve açmazlarıyla modernitemizi, kültürün majör imleyenleriyle geçirgenlik sayesinde, herkesten daha iyi temsil etmeyi bildi. Böylece bunları yeniden ifade edebildi, sözlere tercüme edebildi, müziğini yapabildi, sahnede yaşayabildi ve çağdaşlarına allak bullak edici bir hakikat aktarmayı bildi.

Fantasmalarının imgelerine vücut veren Jim Morrison, gün ortasında düş gören biridir. Ama bu fantasmalar, Freud’un gayet iyi bildiği gibi, zamanlarla ustaca oynayarak, gerçek çev­reyle eklemlenirler: “Geçmiş, şimdiki zaman, gelecek; sanki bunları kat eden arzunun düz çizgisi üzerinde dizilmiş gibidirler.”
Sınır durum, sembolik düzendeki derin çatlakları ortaya çıkarır. Morrison’a göre onun tekilliği, kuşkusuz ki, sanatını çağının kültürüyle böyle bir sintoni içinde ifade etmesine imkân tanımış olan şeydir. Ama yazıda bulduğu sembolik koltuk değnekleri yalnızca bir süre işlevsel olmuştur. Gerçekle ve ha­yalle kalıcı bir kenetlenme olmadığından, bu koltuk değnekleri ona gerçeğin içinde istikrarlı bir dayanak getirmeyi başa­ramamışlardır. Bağların kopması ve özkıyım süreçleri baskın gelerek, ölüm itkisinin yeraltında ama korkunç derecede etki­li çalışmasına tanıklık ederler.

Düzen çocuğu Morrison daima dengesizlik içinde yaşadı, kaosa ve düzensizliğe içgüdüsel bir eğilim gösterdi.

Onun meteor yazgısı modernitemizin açmazları bakımın­dan simgesel niteliktedir.

Onun içsel çatlaklarının, sınır durumdaki kahraman tutumunun, uygarlığımızın gizli hakikatinin kalbini, dile getirilemez terörlerini, bastırılmış sırrını kavramasına imkân tanıdığına kuşku yoktur. Çünkü, bir dönemin patolojisiyle rezonansın ötesinde, Morrison, aşk, ölüm ve yaşam üzerine sorgulamaları içinde insanlığın çağlar boyunca yaşadığı endi­şe ve kaygılarını ifade etmiştir. Kitleler bunun karşılığını ona gayet iyi verdi, çünkü onu idol haline getirdikten sonra, modernitemizin kahramanı mertebesine, aklı başında bir dünyanın sunağında kurban edilen, kültürün lanetli evladı mertebe­sine yükseltti.

Morrison dolu dizgin haz arayışıyla yalnızca imkânsıza vardı. Morrison öznel başıboş dolanmaları, kişisel sembolik çatlakları sayesinde, başka yerde, yani kitlenin içinde, uötekiler”i, çağ­daşlarını, bir dayanak noktasını buldu. Ama bu nedenle, onun yaratısı doğrudan doğruya bizim çağdaş dünyamızın sembolik boşluğuna; etik bir ölçütü artık olmayan, otoritenin ve baba ya­sasının çatlakları dolayısıyla sembolik aktarımdaki başarısızlık­ları temsil eden tüketimcilige gönderme yapıyordu.


*
Kahramanın Sınır Durumu
Didier Lauru

" C'est la fin, mon merveiileux ami " (Patti Smith'den Rimbaud)


Rimbaud'nun biyografi yazarı Enid Starkie'nin rehberliğinde Rue Racine'deki Hotel des Etrangers'e vardım. Enid'in yazdıklarına göre Arthur bu otelde, besteci Cabaner'in odasında uyumuştu. Ayrıca lobide uyurken de görülmüştü; üzerinde kocaman bir palto ve ezik fötr bir şapka ile, haşhaş kafasının son safhalarını üzerinden atmaya çalışırken...

Yağmurluğumu geçirip Charleville sokaklarına daldım. Şansıma Rimbaud Müzesi kapalıydı; sessiz bir atmosferin içinde, bilinmedik sokaklarda yürüyüp mezarlığa çıktım. Kocaman lahanalarla dolu bir bahçenin ardında Rimbaud'nun ebedi istirahatgahı duruyordu. Uzunca bir süre orada durup mezar taşına baktım; isminin üstüne Priez pour lui kelimeleri kazılıydı. "Onun için dua edin." Mezarı oldukça ihmal edilmişti; üzerine düşmüş yaprakları ve moloz parçalarını elimle temizledim. Harar'dan gelen cam boncukları mezar taşının önündeki taş vazoya gömerken küçük bir dua okudum. Madem Harar'a dönmeyi başaramadı, o zaman ben Harar'ı ona getirirdim, diye düşünmüştüm. Bir fotoğraf çekip veda ettim.


Müzeye geri dönüp basamaklara oturdum. Rimbaud burada durmuş ve gördüklerinden hoşlanmamıştı; taş değirmen, kireçtaşından bir köprünün altından akan nehir... Onun nefret ettiği manzaranın karşısında saygıyla eğiliyordum. Müze hala kapalıydı. Hüzün içindeydim ki, yaşlıca bir adam, belki de hademeydi, bana acıyıp o ağır kapının kilidini açtı. O işlerini hallederken, Rimbaud'nun mütevazi eşyalarıyla vakit geçirmeme izin verdi: coğrafya kitabı, valizi, teneke içecek kabı, kaşığı ve kilimi... Çizgili ipekten fularında tamir ettiği yerleri görebiliyordum. Küçük bir kağıt parçası vardı; üzerine, onu kayalıkları aşıp sahile, ölmekte olan bedenini Marsilya'ya götüren gemiye taşıdıkları sedyenin resmini çizmişti.

O gece yahni, şarap ve ekmekten oluşan basit bir akşam yemeği yedim. Odama geri döndüm ancak orada tek başıma kalmaya katlanamadım. Yıkanıp kıyafetimi değiştirdim, yağmurluğumu giydim ve Charleville gecesine adım attım. Oldukça karanlıktı; geniş ve bomboş Rimbaud rıhtımında yürüyordum. Biraz korkmuştum. Daha sonra ileride ufak bir neon tabela gördüm: Rimbaud Barı. Durdum ve bir nefes aldım; şansıma inanamıyordum. Ağır ağır bara doğru yürüdüm; çöldeki bir serap gibi ortadan kaybolmasından korkuyordum. Tek bir küçük penceresi olan, beyaz alçı sıvalı bir bardı. Etrafta kimse yoktu. Çekinerek içeri girdim. İçeride loş bir ışık vardı ve müşterileri, müzik kutusuna yaslanmış genç delikanlılar ve öfkeli suratlı adamlardı. Arthur'un birkaç soluk resmi duvarlara asılmıştı. Bir Pernod ve su sipariş ettim; absinte en yakın budur, diye düşündüm. Müzik kutusu Charles Aznavour, halk müziği ve Cat Stevens'tan oluşan çılgın bir mix çalıyordu.Bir süre sonra bardan ayrılıp otel odamın ve içindeki kır çiçeklerinin sıcaklığına geri döndüm. Duvarlara serpilmiş küçük çiçekler, tıpkı gökyüzüne serpilmiş tomurcuk yıldızlar gibi. Bu defterimdeki yegane girdiydi. Sinirleri bozacak, Rimbaud'yu onurlandıracak ve bana güvenen herkesi haklı çıkaracak bir şeyler yazmayı ummuştum, fakat öyle olmadı.

Ertesi sabah hesabı ödedim ve çantamı lobide bıraktım. Pazar sabahıydı; çanlar çalıyordu. Beyaz gömleğimi giyip siyah Baudelaire kurdelemi taktım. Gömleğim biraz buruşuktu ancak ben de öyleydim. Müzeye geri döndüm, neyse ki açıktı, ve biletimi satın aldım. Yere oturup küçük bir kara kalem çizim yaptım. St. Rimbaud, Charville, Octobre 1973.


Görüntü Üzerine Notlar - Jim Morrison


Kamera. her şeyi gören tanrı olarak, bilgelik arayışımızı tatmin eder.
Bu yükseklik ve bu açıdan başkalarını gözetlemek: Yayalar gelip geçerler, nadir deniz böcekleri gibi lenslerimizin önünden!

Yoga güçleri.
Kendini görünmez ya da ufacık kılmak için.
Devleşmek ve en ufak şeylere erişmek için.
Doğanın işleyişini değiştirmek için. Kendini boşluk ya da zaman içinde herhangi bir yere yerleştirmek için...

Pusuda yatan adamın tüfeği gözünün uzantısıdır...

Rahimde hepimiz kör mağara balıklarıyız.

Her şey belirsiz ve şaşırtıcı. Deri şişer ve bedenin organları arasında hiçbir fark kalmaz.
Tekdüze sesler çıkaran korkunun her şeye burnunu sokan sesi.
Bu yutulmanın korkusu ve çekiciliğidir.


Rüyanın derinliklerinde, uykuyu geçir bedenine bir eldiven gibi tıpkı. Yer ve zamanın dışındasın artık. Özgürsün artık, akıp giden yazın içinde çözülüp dağılmak için. Uyku her gece içine dalınan okyanus derinlikleridir. Sabah uyanırsın, üstünden sular damlayarak, nefes nefese ve gözlerin yanarak.

O çirkin kabuğu içinde
Bayağı bakar göz.
Açık havaya çık.
Tüm parlaklığınla

...

Bir kır manzarası üzerinde dolaşır bir kamera, aklı yok edip imgeyi şaşkına çevirerek. Gri bir fil eriyerek gözlerden
yanaklara doğru süzülür. Elveda.

Modern yaşam trenle bir yolculuktur. Yolcular pis kokulu koltuklarında alabildiğine dönüşüme uğrar
ya da vagondan vagona sallanarak dolanırlar; bitmeyen bir dönüşümün esiri olarak...


Çatıları yık, duvarları yık, bütün odaları aynı anda gör.



30 Haziran

Çatı katında. Birden uyandı. Aynı anda başının üstünden hava üssünden bir jet süzüldü. Sahilde çocuklar hızla geçen gölgesine atlamayı deniyorlar uçağın.

Yanlışlıkla bir odaya giren ve camı bulamayan bir kuş ya da bir böcek.
Çünkü ne olduğunu bilmezler camın.

İnsanoğlu binaları yaptığında hapsetti kendini odacıklara,
ilk ağaçlar ve mağaralar.



(Camlar iki yönlü çalışır, Aynalarsa tek yönlü.)
Aynaların içinden yürüyüp gidemezsin ya da camın içinden süzülemezsin.
Dikizci, röntgenci karanlık bir komedyendir. Bilinmeyen kimliğiyle, gizli istilasıyla iticidir. Acınası bir yalnızlık içindendir. Fakat garip bir biçimde, aynı sessizlik ve esrar sayesinde görüş alanı içindeki herhangi birinin ortaklığını kazanabilir. Bu onun korkusu ve gücüdür.

Röntgenci masturbasyoncudur; ayna madalyası, cam ise avı.
 
...
 
Sindirip içselleştirerek Dışarısı ile yüz yüze gel.
Ben dışarı gelmeyeceğim sen içeri gelmelisin.
Gözetlemeye yattığım rahim bahçeme.
Gerçekle savaşmak için kafamın içinde bir evren yaratabileceğim o yere....


İmge yoksunluktan doğar...

Uzaktan zevk alabilirsin yaşamdan. Her şeye bakabilir fakat tatmayabilirsin. Sadece gözlerinle okşayabilirsin anneni istersen.
Dokunamazsın bu hayaletlere.






Filmler yapay olarak döllenmiş ölü fotoğraflar bütünüdür.

Sinema, sanatların en totaliter olanıdır. Bütün enerji ve heyecan kafatasının içine emilir, bir tür zihinsel ereksiyon; kanla şişer kafatası. Caligula tüm tebaası için tek bir boyun arzulardı, tek bir vuruşta tüm imparatorluğun başını uçurabilmek için. Sinema bu dönüştürücü araçtır işte. Beden, gözler uğruna var olur sadece; bu iki yumuşak aç gözlü mücevheri ayakta tutan kuru bir sapa dönüşür.


Film bir çeşit sahte ölümsüzlük bahşeder. Sinemanın çekiciliği ölüm korkusunda yatar.

Sinema iki ayrı koldan gelişti.

Birincisi görsel. Phantaasmagoria gibi, amacı tamamen taklit, duyusal bir dünya yaratmak
Diğeri ise röntgencilik. Tebaasına hem erotik hem de kurcalanmamış
gerçek yaşam görüntüsü vaad eden ve renge, sese, ihtişama hiç gerek
duymadan anahtar deliğini veya röntgencinin camını taklit eden.

Sanatın varolabilmek için seyirciye ihtiyacı olduğunu sanmak yanlıştır. Film gözler olmadan da oynar, seyirci ise onsuz varolmaz. Film onun varlığını garantiler.

Yabancı en büyük tehdit olarak algılanırdı eski topluluklarda.

Dönüşüm: Bir nesne, adından, alışkanlıklarından ve çevresinden koparılıyor. Sadece ve sadece kendisi oluyor. Bu parçalama, saf varlığı elde edinceye kadar sürdürüldüğünde artık özgürdür nesne, sonsuza kadar herhangi bir şey olmak için.
Çıplak gözün ve kameranın bize sunduğu kadarıyla nesneler "Görme" tarafından yanılgıya düşürülmeden.


Henüz hiçbir nesne yokken ortada.


Kamera androjen bir makine, bir tür mekanik hünsadır.

Film ete barırılan bir iğnenin yabancı bir başkentte patlamalar yaratabileceği varlık zincirini aydınlatamadığı sürece bir hiçtir.


Sinema bizi hayat kaynağına, madde dinine geri götürür; tek tek her şeyin kutsal sayıldığı ve her şeyde ve her canlıda tanrıların görüldüğü.


Sinema; simyanın mirasçısı, 
erotik bir bilimin son üyesi.


Islak sahilde boylu boyunca yatar alık aslanlar.
Tüm evren diz çöker bataklıkta,
merakla gözlemek için kendi çürüyüşlerini
insanoğlunun bilinç aynasında
Boş ve dolu ayna, yutucu, edilgen
her gelene ve her ilgisini çekene karşı.
Karşı yakaya giden geçit kapısı, ruh özgür bırakır kendini hızla


Aynaları çevir duvara
yeni ölünün evinde.




(HWY: An American Pastoral)
by Jım Morrıson