Jim Morrison yazılarında depresif yaşantısının acı dolu
havasını ifade eder. Onun öznelliği yıkım ve terk edilme duygularının izini
derinden taşımaktadır (Freudcu hilflosigkeit bebeğin başlangıçta hissettiği
yıkımı da ifade eder).
Moırison’un duygu yoğunluğu ve
bunları ifade tarzı döneminin gençliği içinde yankı bulmuştur: Tüketim
toplumunun yapay politik idealleri ile Vietnam Savaşı’nın dehşetinin şiddeti
arasında bocalayan bir gençlik. Ama döneminin ötesinde, sonraki kuşaklar da
Morrison’un yıkım çığlığını ve bunun yanı sıra müthiş özlemini, çılgınca
umudunu işittiler: olasılıklar alanını, gerçekliğin sınırını daima daha öteye
itme yönündeki anlamsız fikir.
Karanlık fikirler onun şiirinde
defalarca ifade bulmuştur.
uBir Amerikan
Duası”nda şunu belirtir:
“We’re perched headlong
on the edge of boredom
We’re reaching for death
On the end of a candle
We’re trying for something
That’s already found us.”
“Baş aşağı tünemişiz
sıkıntının kıyısında
Ölüme ulaşmaya çalışıyoruz
Bir mumun ucunda
Bir şey bulmaya çalışıyoruz
O bizi buldu çoktan.”
Ölüme olan ilgisi süreklidir;
sanki var olmak için ölümle yan yana gitmek, sürekli ölümü düşünmek zorundaymış
gibi hisseder.
Marazi olan şeyden aldığı hazzın
ötesinde, bu, onun çöken öznelliğinin temelini, yani intihar fikrini ifade
etmektedir. Şiirsel üslup ve metaforlarla bu fikirleri süsleyerek bir anlamda
yüceltiyordu.
Yaşam ile ölüm arasındaki bu
hududun, ancak bir kez aşılabilecek bu eşiğin esiri olmuş, bu hudut onu
büyülemişti. Canlılar dünyasıyla ölüler dünyasını birbirinden ayıran Antik
Yunan’nı mitsel ırmağı olan Styx ancak tek bir yönde geçilebilirdi; ırmağın kayıkçısı
Kharoon hariç.
Ama Morrison’un sorunsalı her
şeyi araştırmak istemesiydi: Ruhsallığının gizleri, başkalarıyla
ilişkilerindeki gizler; gerçekliğin ve yaşamın sınırlarını, ölümün hudut
bölgesinin hemen yakınına dek, görünürün, olasının ötesinde geriletebilecek
olan şeylerin gizleri.
Geri dönüşsüz bölgeye yaklaşmak
her zaman mümkün olsa da, aşılmaması gereken nihai bir sınır vardır.
Bu bastırılamaz ölüm içgüdüsünün
dolaylı olarak “elini ateşe sokma” tavrında ifade bulup bulmadığını bu bakış
açısından sorgulamak yerinde olur... Morrison’un ölümü kesin olarak hangi
koşullarda gerçekleşmiş olursa olsun, onun gündelik hayatı yaşayış tarzının,
sonuçta yaşama ve önüne çıkan her şeyden haz alma yönündeki korkunç açlığına
baskın çıkan bu kendini yok etmeye varabileceğini düşünebiliriz.
Bu yoğun yaratıcılık yıllarından
sonra Jim, Miami davası
dolayısıyla gerçekle yüz yüze gelir. Kimi zaman düşmanı olarak
gördüğü ama yaratıcılığını daha da geliştirebilmek için aldatmayı bildiği bu
dünyada neler olup bittiğini artık anlayamamaktadır. İlgisiz olmadığı başarı
onu muhtemelen bir süre ayakta tutacak kadar yeterli narsistik tatmini
sağlamaktadır.
O, sözcüklerin kıyısında
durmaktadır. Özel bir işlev taşıdığına inandığı sözcüklerin sembolik yapısının
eşiğine yerleşir. Bu özel işlev, onu temsil etme eğilimi, özellikle de var
edebilme eğilimidir, yani onun bir bilinçdışı öznesi olarak kalmasını
sağlamaktır. Eğer yazı bir dayanak olmazsa, hem narsistik düzlemde hem de
kişilik düzleminde çökebilir.
Lacan James Joyce’un yazısında
kendine özgü ve tuhaf şeyler saptamıştır. Bunlar onun biricik yazısının hem
dilbilgisi yapıları içerisinde hem de metnini renk renk süsleyen dilsel icatlar
ve uydurmalar içinde tekilliğini, aynı zamanda da özelliğini oluşturmaktadır.
Lacan, bu sözcük kuyumcusunun
yazısındaki özel bir işlevi bir yana ayırdı. Ona göre Joyce’u temsil eden şey
yazısıdır. Anılan özelliklerle birlikte yazısı olmasa, James Joyce, kişiliğinin
dayanaklarını ciddi olarak tehdit eden psikoza karşı kendini savunamazdı.
Lacan’a göre bir özne ancak
gerçek, sembolik ve hayali kayıtların çok belirgin biçimde düğümlenmesiyle
tutarlılığa kavuşuyorsa, bu durumda, kimi öznelerde bütünlüğü koruyan ilave
bir öğe gerekir ki, Lacan da bunu semptom sözcüğünün eski yazılışıyla sinthomc
olarak niteler. Bu sembolik eksikliği, yapı içinde kalabilmek için, yani özel
bir psikopatolojik duruma yol açacak şekilde dengesizliğe düşmemek için bazı
öznelerde temel önem taşır. Hatta Lacan Borromea düğümlerinin uzaydaki
figürasyonu yoluyla matematik bir modellendirme de önermiştir. Bu düğümler,
kendi aralarında işbirliği yaparak, ancak eğer üçü birden -yani hayali,
sembolik ve gerçek düzlemler-bağlıysa bütünü koruyabilecek şekildedir. Dahası,
sirıthome kavramı üzerinde çalışarak, yeni bir düğümlenme biçimi keşfetmiştir;
bu, üç yerine dört yuvarlaklı bir model- biçimidir.
Joyce örneğinde, onun bütünlüğünü
koruyan şey yazısı, yazılı dille ilişkisiydi. Edebi yaratıya bu şekilde
bağlanmasaydı, deliliğin kıyılarına erişme riski içinde kalırdı.
Ama James Douglas Morrison
hakkında ne denebilir? Yapısının aynı türde olduğu ve yazıya yaşamsal bir
zorunluluk olarak başvurduğu söylenebilir.
Bu ise, tersine, yaratıcılık ile
psikopatolojik yapı arasındaki ilişkilerin sorgulanmasını gerektirir. Bu özneyi
yazmaya, yaratmaya, tek kelimeyle yüceltim yolundan geçmeye iten şey nedir?
Morrison sürekli yaratma
durumundaydı. Tüm defterlerini dolduruyor, metinleri daktiloda tekrar tekrar
yazıyordu. Meçhul kişilerden oluşan bir kitlenin kahramanı olan Morrison, kendisini
yazmaya yönelten, yaşamsal bir aciliyet, hayatta kalma hali içinde çalışmaya
yönelten bir çatlak, bir kırılganlık taşıyordu içinde. Hayalgücünü dolduran
iblisler birçok açıdan son derece tehditkâr görünüyordu. O, düşme tehdidi her
gün biraz daha belirginleşirken, uçurumun kenarında olmanın rahatsızlık verici
konumunu tanımlamaya ve yazmaya çalışıyordu. Günün birinde aşmak zorunda
olduğunu bildiği bu dar kapıyı tanımlamak istiyordu. Bu sonla yüzleşme ânını
sürekli erteliyordu; o ânın kendi ölümüyle randevusu olmasından çekiniyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder