(Derrida’nın
Dostluğun Siyaseti’ndeki Nietzsche Okumasına Karşılık)
PAUL J.M. van TONGEREN
Bu makale, Nietzsche’nin, kişinin kendisiyle dost olmasının
imkânsızlığını temel alan sinik dostluk anlayışına odaklanmak suretiyle
Derrida’nın “ütopik” Nietzsche okumasına karşıt bir okuma önerir. İnsanın
siyasi tabiatını paylaşılan rasyonalitede ve ortak dostluklarda temellendiren
Aristoteles’in aksine Nietzsche, sadece siyasetin değil, aynı zamanda bizzat
insanın kendisinin de şiddetli bir teslimiyet ediminde kurulduğunu ve
süregelen bir iktidar mücadelesi üzerinden tanımlanabileceğini öne sürer.
Bu makale, dostluk ve siyaset
üzerine iki farklı düşünce geleneğini incelemektedir. (Esas olarak Aristoteles
ile bağdaştırılan) ilk gelenekte, ikisi (dostluk ve siyaset) arasında pozitif
bir ilişki vardır ve gerçek bir gerilimin varlığından söz edilemez. Öte yandan
(esas olarak Montaigne ile bağdaştırılan) diğer geleneğe göre dostluk siyasetle
uzlaştırılamaz.
Dostluğun radikal aldatıcı
tabiatını kabul edilmez bulduğundan aynı derecede katlanılmaz bir yalnızlığa
doğru yol alan Nietzsche’de bu iki geleneğin unsurlarına da rastlamak
mümkündür. Çünkü inzivanın, kendini kendisinin başkasına dönüştürdüğünü ancak
bir keşiş bilir, bu da gerçek dostluk için bir gerekçe, yalnız keşişi kendi
kendini sorgulamanın derinliklerine dalmaktan kurtaran bir üçüncü unsurdur.
Makalede, Nietzsche için
dostluğun, bütünüyle gerçekleştirilmiş bir dostluğa -yani içsel bir farklılık
veya çoğulluğun dostluğuna- ulaşma yolunda, (insanlık halinin tümüyle ötesinde
olan şeye, “Üstinsan'a götüren yolda) sadece bir aracı işlev görebileceği
gösterilecektir.
1. Giriş:
Derrida’nın dostluğun siyaseti üzerine kitabındaki Nietzsche
Derrida’nın kitabını doğru bir biçimde, bütünüyle ele almak,
en azından benim açımdan imkânsız; kitap motifler, iddialar ve farklı
doğrultularda uzanan yan yollar bakımından öylesine zengin ve dolu ki, hakkını
vermek için bir dizi makaleye ve hatta ciltlerce kitaba ihtiyaç olduğuna şüphe
yok. Benim burada yapmayı hedeflediğim, Derrida’nın kitabına dair birtakım
özetlerle işe başlamak (ki bu özetler, her şeyden önce, kitabın ne kadar azını
anladığımı da kaçınılmaz olarak göstermiş olacak) ve esas yazarın Nietzsche
olduğu bölümler üzerinde yoğunlaşmaktır.
Kitap, esas kökeni bilinmemesine
rağmen kültürümüz tarihinde çokça tekrarlanmış ünlü bir alıntıyla açılır. Bu
alıntıyı kullananlardan biri de Nietzsche’dir. Ama Nietzsche bu alıntıyı
devrimci bir şekilde tekrarlar, yani onu tersyüz eder:
“Belki de herkesin şöyle
diyeceği bir neşeli gün de gelecek: ‘Dostlarım, dost yoktur!' diye haykırdı
ölmekte olan bilge; 'Düşmanlarım, düşman yoktur’ diye haykırıyorum ben de,
yaşayan budala.” (İPİ I, 376)
Derrida’nın bu ters çevirme
üzerine düşünme yollarından biri de onu, Nietzsche’nin dışlayıcı karşıtlıklara
dair metafizik inanca ya da -Nietzsche’nin ifadesiyle- “değerlerin karşıtlığına
dair inanç’a (İKÖ 2, s.18) yönelik eleştirisiyle ilişkilendirmektir, bu inanç,
metafizikçilere, her kim bir şeyin karşıtından doğacağına inanıyorsa (hayal
ediyorsa, der Nietzsche) o “bir budaladır”, bir delidir, dedirtendir. Derrida,
dosttan düşmana geçişin, salt, bir şeyden onun karşıtına geçme anlamında bir
ters çevirme olmadığını, dışlayıcı karşıtlıklar üzerinden düşünmekten başka bir
düşünce biçimine, karşıtlık ve dışlayıcılık mantığından, farklı bir mantığa
geçiş olarak da algılanması gerektiğini öne sürer.
Bu bir yandan radikal bir çatlak
veya yarılma, diğer yandan da yarılma kavramıyla bağını koparan bir kırılmadır.
Böyle bir kırılma veya kırılmama, tersine çevirme veya çevirmeme durumu
(Nietzsche’nin gerçek dünya ile görünen dünyadan bahsettiği noktada muhtemelen
en açık hale gelen düşünme biçimi) Nietzsche tarafından sıklıkla kullanılan şu
sözcük aracılığıyla ifade bulur: "vielleicht", “belki",
"peutetre”. Nietzscheci düşünme biçimi “belki’nin düşünülmesidir. Bu
düşünme biçimi radikal bir yeniliği, yeniliği ya da farklılığı metafizik
karşıtlıklar mantığı uyarınca düşünülemeyecek olan şeyi duyurur ve
gerçekleştirir. Nietzsche "belki"yi -kelimenin Heideggerci manasıyla—
bir olaya dönüştürür. Derrida, bu belki kullanımını, tipik Nietzsche
cümlelerindeki teleiopoietik (veya auto-teleiopoietik)* biçim diye nitelendirdiği
yapıyla ilişkilendirir. Bu cümlelerin çoğunda Nietzsche dostlarına: “meine
Freunde...” [dostlarım] diye seslenir.
Dolayısıyla, başlangıçta
bahsettiğimiz terse çevirme -yani, dosttan düşmana, bilgelikten deliliğe
çevirme (“Dostlarım, dost yoktur!" diye haykırdı ölmekte olan bilge;
“Düşmanlarım, düşman yoktur” diye haykırıyorum ben de, yaşayan budala)- aynı
zamanda bir bağlantı, henüz orada olmayıp da bu duyurma sırasında gerçekleşen
bir bağlantı olarak da düşünülmelidir.
Dost ve düşman arasındaki ilişkinin,
halihazırda bir geleneği olduğu herkesin malumu. Bu geleneğin önemli bir
unsuru kutsal metinlerde geçen şu ifadedir: “Düşmanını sev!” Fakat bu ifade,
dostluk ya da sevgi ile düşmanlık arasında bağlantı kurmanın oldukça farklı
bir yoludur. Çünkü buradaki bağlantı veya geçiş, sadece dışlamayı dışlamakla
kalmaz, aynı zamanda tüm karşıtlığı da ortadan kaldırır; ayrımı nötrleştirir.
Sevilen bir düşman, artık düşman sayılamaz. Düşmanlarını sevenlerin düşmanları
yoktur. Farkın, ertelemenin, teleiopoiesis kavramındaki "tele"
unsurunun bu yok edilişinin aksine, Derrida, farklılığı ve mesafeyi kurtaracak
bir devrime, bir ters çevirmeye başvurma konusunda Nietzsche’nin yanındadır:
aranan, orantısızlığı kurtaracak bir dostluk, oikeiotessiz bir
philia ve salt farklılığın değil ayrılığın da siyasetidir.
Bu dostluk arayışı Nietzsche’nin
dostluk imgesiyle, aslen inzivanın dostu olan dostlar ya da “dayanışma içinde”
değil de "bir başına” olan dostlar imgesiyle mümkün kılınır: Bunlar birbirleriyle özellikle dost olarak ilintili değildir ve demokratik bir
topluluk oluşturmak bir yana, bir topluluk bile oluşturmazlar; bunlar, öylesi
dostlardır ki geleceğin filozofları olarak, hakikatin müşterekleştiği andan
itibaren hakikat olmaktan çıktığını düşünürler.
Nietzschenin yazılarında bu topluluk olmayan topluluk tasvir
edilir ve bizlerden -aidiyet olmayan bir aidiyet içerisinde- ona ait olmamız
beklenir. Öte yandan, hitap edilenler olarak bizler, kendimizi, bu garip
dostlarla dost olmuş buluruz - ya da ortaya böylesi bir görüntü çıkar.
Derrida'nın ütopik Nietzsche yorumu
Derrida’nın Nietzsche okumasının (ne oranda benim yorumumdan
kaynaklandığını bilemesem de) az çok iyimser-kehanetvari ve hatta ütopik tonu
beni oldukça şaşırttı. Derrida'nın da kabul ettiği bazı korkutucu olasılıkları
muhtemelen hafife aldığımın farkındayım. Ancak Derridanın “belki”ye atfettiği
önem de azımsanamaz: “belki”, bütün güvenceleri ve tahminleri aşan bir
olasılığın ilanıdır. Derrida, Nietzschenin hitap ve duyurularındaki teleiopoietik
yapıyı işaret eder; bu yapıda uzakta-olan eşzamanlı olarak hem gerçekleştirilir
hem de belli bir mesafede tutulur. Derrida, bu teleiopoiesisi mesihsel bir yapı
olarak nitelendirir.
Derrida, Nietzschenin
okuyucularını -onlara doğrudan hitap edip- kendisiyle beraber, olacak
olanların habercisi veya selefi yaparak, onları (yani, bizi) ilan edilen şeye
karşı yüklenilen sorumlulukta pay sahibi yaptığını gösterir-diğerlerinin
(geleceğin filozoflarının) önünü açma, onların ortaya çıkmasına müsaade etme
sorumluluğudur bu. Ve Nietzsche bunu, bize dost diye hitap edip, bizleri kendi
dostuna dönüştürerek yapar. Derrida, 317. sayfada, Zerdüşt’ün dost ve komşu
üzerine olan sözlerini ele alır ve onları İncil deki komşu sevgisi üzerine
sözlerle ilişkilendirir; Zerdüşt'ün İncil deki bu deyişi saptırdığını kabul
eder, fakat bunu "pour en tenir la promesse” (vaadini yerine getirmek
için) yapar.
Derrida, bu kehanetvari ve ütopik
bakış açısından, bir topluluğa ait olmayanların oluşturduğu topluluk içinde
bir dostluk imgesi seçer; hediyenin mantığı ve başkanın indirgenemez
önceliğinin hükmettiği, dostluğun ve sevginin ötesinde bir sevme (ainıance), bir “olay” imgesidir bu sevgi. Ve Derrida karşılıklılık ve eşitlik idesinden bu
ayrılmanın siyasal sonuçları ve imalarını sorgular,
siyasal
kavramını değiştirecek bir imkân arayışına girer.
Derrida'nın bu tavrı beni hayli
şaşırtmıştı çünkü benim Nietzsche okumalarıma göre -özellikle Nietzsche’nin
dostluk üzerine yazdıklarında- asıl ön-plana çıkan, dostluğun imkânsızlığıydı.
Bu makale aracılığıyla açıklamak istediğim de Nietzsche'de bulduğum bu zorlu
dostluk imgesidir. Ve tartışmanın ilk bölümünde, bu iki Nietzsche okuması
arasındaki farkı incelemeyi öneriyorum.
Bu hususta nasıl yol alacağıma
gelince: Ütopik bir dostluk imgesinden yola çıkarak benzer şekilde ütopik bir
siyasete varmaktan ziyade, Nietzsche’nin siyaset üzerine düşüncelerinin bazı
yönlerini sunacağım ve sonrasında Nietzsche’nin dostluk üzerine yazdıklarına
geçeceğim. Bu noktada ikinci bir soru veya başka bir tartışma konusu ortaya
çıkacak: Ben bu aşamada, Nietzsche’nin sinik dostluk görüşüne temel
oluşturanın, kişinin kendisiyle dost olmasının imkânsızlığı olduğunu
önereceğim. Fakat öncelikle, sıradaki konuyu inceleyelim:
2. Nietzsche’nin siyaset üzerine düşünceleri / Bir
siyaset felsefecisi olarak Nietzsche
Nietzsche’nin siyaset üzerine ne yazdığını incelerken,
normalde “siyaset” diye adlandırılan kalıba kolayca sığmayacak türden
söylemlerle karşılaşmaya hazırlıklı olmalıyız. J. Derrida'nın ifadesiyle:
Burada bulacağımız şey, siyasetin kendini artık standartlaşmış olan terimlerle
tanımlama biçiminden çok "siyasal olan’la ilgili olabilir; hüküm süren
siyaset geleneğinden belli bir mesafede olabilir. Bütün bunları aklımızda
tutarak, Nietzsche’yi siyasi bir düşünür olarak değerlendirmemizin mümkün
olduğunu düşünüyorum. Ne demek istediğimi açıklamak adına, Nietzsche’nin
Ahlakın Soykütüğü Üzerine adlı eserini kendime başlangıç noktası olarak
belirledim.
Nietzsche; soylu ya da efendi
ahlakı ile köle (veya sürü, ya da Hıristiyan) ahlakı arasındaki tipolojik
ayrıma soykütüksel bir temel oluşturması bağlamında insanlık tarihinde önem
arz eden bir olaya dikkat çeker. Bu olay, bahsi geçen tipolojik ayrımın esas
unsuru olarak bile değerlendirilebilir ve hayvanlarla insanlar arasındaki ilişkiyle
de alakalıdır.
Modern zamanlardan itibaren
birçok ahlak ve siyaset filozofu, düzenli toplumumuzun kökeninde bir tür
uzlaştırma eyleminin yer aldığını düşünmüşlerdir: Yani, evvelinde
birbirleriyle savaşan grupların veya bireylerin bir arada var olmalarını
sağlayacak bir toplumsal sözleşme. Thomas Hobbes ve John Locke bunun en açık
örnekleridir. Nietzsche ise bunun tam tersi bir doğrultuda ilerler. O, ahlak ve
siyaset tarihin başlangıcına şiddete dayalı bir boyun eğmeyi yerleştirir:
“Bir sarışın yırtıcı hayvanlar sürüsü, fetheden, efendi bir
ırk, bir örgütlenme yeteneğiyle savaş için örgütlenmiş, gözünü kırpmadan
korkunç pençelerini nüfus üstüne atan, belki de sayı olarak muazzam bir
üstünlüğe sahip, ama hâlâ biçimi olmayan bir göçebe ırk" (ASÜ II 17, s.
83)
Ahlakın Soykütüğü Üzerine de, bu asli boyun eğişin vicdan
azabının temeli olduğu söylenir. İyinin ve Kötünün Ötesinde’de (257. bölümde)
ise bu şiddete dayalı boyun eğmenin aristokrasinin kökeni olarak belirlendiği
benzer bir metne rastlarız:
“Diyelim hadi, sözümüzü esirgemeden, şimdiye dek yeryüzünde
daha yüksek kültürlerin başladığını. Hâlâ doğal yapısında olan insanlar,
sözcüğün bütün korkunç anlamıyla barbarlar, hâlâ parçalanmamış isteme gücüne ve
güç isteğine sahip yırtıcı insanlar, kendilerini daha zayıf, daha uygar, daha
barışsever ırkların üzerine attılar; belki de ticaret yapan, hayvan yetiştiren
ırkların ya da eski yumuşak kültürlerin, son yaşama güçleri ruhun ve
kokuşmanın son parıltılı fişek eğlencelerinde ışıldayan.” (İKÖ 257, s. 189)
Görünen o ki, aristokrasi ve kölelik aynı soykütüksel temele
sahiptir: şiddetli bir boyun eğme. Bu asli boyun eğiş, iki tarafın iki ayrı
insan tipi olarak ayrıştırılmasına neden olmuştur: Tabi kılınanlar, vicdan
azabının yeşerebileceği insanlara dönüşürken, boyun eğdirenler de güçlü insan
tipinin gelişeceği bireylere dönüşmüştür. İkisinin de kökeninde şiddete
dayanan bir mücadele vardır.
Şimdi soykütüksel bir “temel”den
bahsedebiliyor oluşumuzun nedeni de açıklık kazanır - her ne kadar soykütük,
fenomenlerin -doğru yoruma karar kılmak için sağlam bir temel sunulmaksızın
yorumlanmasında başvurulan- farklı ve çelişen yollarla dolu bir tarihin ürünü
olarak tanımlanmasına yarayan yöntem olsa da. Bu soykütüksel temel, bütün
yorumların ötesinde konumlanmış bir asli hakikat değildir ama belirli bir
şekilde bu yorumların önkoşuludur. Nietzsche’nin soykütüğü de her durumda,
mevzubahis konunun kökeninde mücadele olduğuna işaret eder.
O halde, burada değerlendirildiği şekliyle mücadele,
neredeyse insanın tarihinin başlangıcı olarak kabul edilir. Nietzsche onu,
hayvan yaşantısının evrimindeki belirleyici anlarla mukayese eder. İnsanlık
tarihi ancak bu noktada başlar; insan, ancak burada “hayvansı geçmişinden”
(ASÜ II, s. 16) öteye atlayabilir. Saldırıyı gerçekleştirebilenler “insanlar”
diye nitelendirilir, fakat bunlar “hala doğal yapısında olan insanlar” ve
"daha tamamlanmış insanlardı (her düzeyde ‘daha tamamlanmış hayvanlar’
anlamında da)” (İKÖ 257, s. 189-90). Onlar, hiçbir kısıtlama olmadan, tamamen doğaldır;
onlar daha “henüz saptanmamış” değildir (Nietzsche'nin insan tanımı: “Henüz
saptanmamış hayvan’dır). Onlar bir şeyden önce gelen varlıklardır. Dolayısıyla,
Nietzsche terminolojisinde, insanlara olduğu kadar hayvanlara da göndermeler
yapılır: tıpkı “yırtıcı insanlar” tanımında olduğu gibi (İKÖ 257, s. 189).
Ahlakın Soy kütüğünde “vahşi doğaya, savaşa, sinsice hareket etmeye, maceraya
güzelce uyum sağlamış, yarı-insan”dan bahsedilir (ASÜ II 16).
Şiddete dayalı boyun eğme
eyleminde -yaşama istenci anlamına gelen- güç istencinin bu apaçık tezahüründe
(İK.Ö 259), insan ve insanla hayvan arasındaki ayrım kökenlenir. Başka bir
deyişle: insanlar, her yerde bir güç ilişkisi üzerinden var olmaya başlar; bu
ilişkide ya emredendir ya da itaatkâr olan. Daha açıkça: İnsan ortaya çıktığı
anda ya hem emredip hem de itaat edebilen olarak var olur ya da sadece itaat
edebilen olarak. Bu ilişki hiçbir zaman sabit veya durağan değildir; her daim
değişebilir. Bu farkın öncesinde ise hiçbir insan gerçekten var olamaz.
“Sadece itaat eden” olarak ayırt edilenler bütünüyle belirlenmiş olma
tehlikesiyle, yani hayvana indirgenmiş olma, “hayvanlaşma” tehlikesiyle karşı
karşıyadır (İKÖ 203, s. 117). İnsan olmanın en uygun hali, hâlâ ya da tekrar
tümüyle belirlenmiş olma arasında bir yerdedir. İnsan, henüz-tamamlanmamış
hayvandır.
Nietzsche burada kendi soykütüğünü,
"yeryüzünde ‘devletin nasıl başladığı” üzerine geliştirilmiş bir hipotez
olarak sunmaktadır ve bu hipotezi, açıkça, siyaset felsefecilerinin toplumsal
sözleşme hipotezlerinin karşısında konumlandırır (ASÜ II 17). Bu açıdan
bakıldığında, bir siyaset felsefecisi olarak diğer siyaset felsefecileriyle
tartışır. Şu ana kadar söylenenleri ciddi bir biçimde ele aldığımızda ve
dahası siyaseti (veya “siyasi olan”ı) insanlar arası bir güç dağılımı veya
düzeni olarak değerlendirdiğimizde, Nietzsche'yi siyaset felsefecisi olarak
adlandırmak son derece anlamlı olur. Çünkü: ona göre, insan sadece boyun
eğenler ve eğdirenler ayrımı üzerinden var olur. Toplumsal sözleşmeci siyaset
felsefecilerinin hepsi, siyasal olmayan insanlardan yol çıktıkları için
siyasete bir köken icat etmek durumunda kalmışken, Nietzsche siyaseti insan
kavramının içine sokar. İnsanın "doğası gereği” siyasal bir varlık
olduğunu (tıpkı, doğası gereği başka insanlarla dost olması gibi) savunan
Aristoteles ile benzer biçimde Nietzsche de insanı tarihe dahil edenin siyasal
bölünme ve güç örgütlenmesi şeklindeki doğal olgu olduğunu savunur. Fakat
Aristoteles, insanın siyasal doğasının temelinin rasyonellik (insanların
"logos sahibi olmaları”) ve insanların birbiriyle dost olması olduğunu
savunurken, Nietzsche daha çok insanların birbirine düşman olmasına, şiddete
davalı bir boyun eğmeye, başka bir deyişle "güç istenci"ne işaret
eder.
Toplumsal sözleşme üzerine
anlatılar nasıl tarihsel bir kökene atıfta bulunmazsa, aynı şekilde
Nietzsche’nin köken miti de tarihteki belirli bir ana atıfta bulunmaz. Ezilmek
(Overpowering), boyun eğmek ve mücadele insan gelişiminin ilk basamakları
olmaktan ziyade, onun süreğen ilkeleridir. İnsanlar başlangıçtan itibaren, her
daim, bu farklılıkla halihazırda tanımlanmıştır (bu nedenle, bu farkın
cinsiyet farklılığından bile daha temel olduğu düşünülebilir). İnsan sadece
kökeni itibarıyla değil, gelişimi itibarıyla da siyasal bir varlıktır:
Aralarındaki bu gerilim-dolu ayrım üzerinden, mücadele ve kavga üzerinden (İKÖ
262) gelişir; güç ve asaletini arttırır (İKÖ 257).
Nietzsche’nin siyasal bir düşünür
olduğunun görülmesinin tek nedeni - başka birçok şeyin yanı sıra- siyasal bir
kuram geliştirmesi değildir, bunun da ötesinde, tepeden tırnağa siyasal bir
felsefedir onunki; güç istencinin siyasal “ontolojisi” üzerine temellenmiş
siyasal bir antropoloji geliştirir. Fakat burada “siyaset”, Nietzscheci manada
ele alınmalıdır. Ecce Homo da (EH: Yazgı 1) Nietzsche, kendisiyle birlikte
şunların olacağını yazar: “Siyaset kavramı o gün bir düşünceler savaşı içinde
yok olup gidecek tümden, havaya uçacak eski toplumun tüm siyasal kurumları.”
Siyaset bundan böyle, insanın toplumsal hayatının örgütlenişi değil, aksine
kavgacı, gerginlikle dolu kavganın veya savaşın ilkesi olacaktır. Siyaset
birleştirici değil, çoğaltıcı bir güç; uzlaştırıcı değil, savaş çıkartıcı bir
gerçektir. Alıntı şöyle devam etmektedir: "Dünyada şu ana kadar hiç görülmemiş
türden savaşlar olacak."
Bu savaş iyi tanımlanmış,
belirlenmiş taraflar arasında bir savaş değildir (“havaya uçacak eski toplumun
tüm siyasal kurumları"); aksine bu savaşta, tarafların kendileri
çözülerek hayalete dönüşeceklerdir ("Geisterkrieg”). Bu, Nietzsche’nin
“kleine Politik” (küçük siyaset) adını vereceği, uluslar ya da insanlar
arasındaki bir savaş değildir. Aksine “büyük siyaset” (“Gıosse Politik”) ya da
“Heimatlosen” siyaseti, yani evsiz insanların, belirli ve sabit bir kimliği
olmayanların siyasetidir. Görünen o ki, Nietzsche’nin "Kleinsta- aterei
Europas” ("Avrupa’nın küçük ülkeler sistemi”) eleştirisinin hedefi birleşmiş
bir Avrupa veya evrensel barış değil; savaşın (çelişkili bir biçimde) evrenselleştirilmesi
ve farklılaşan, çelişen tarafların sonsuzca çoğalmasıdır.
Siyaset ve Dostluk
“Avrupa’nın küçük ülkeler sistemi’ne dair son alıntı, Şen
Bilimin "Biz Evsizler” başlıklı 377. bölümünden; bu bölüm Nietzsche’nin
dostlarına seslendiği metinlerden biridir. Yani, Nietzsche’nin dostlarına hitap
ederken kullandığı sözcükler, geriye sadece düşmanların kaldığı bir durumu
işaret eder; bu durumda her tür ahenk ya da topluluk, kavga (agon) ve
mücadelenin içerisinde çözülür. Nietzscheci siyasetin, dostluğa veya kardeşliğe
dair bir demokrasi siyaseti olmadığı açıktır. Onun, anti demokratik
düşüncelerini ve demokrasi eleştirisini hepimiz bilmekteyiz (Nietzsche’ye göre
demokrasi, farkın yıkımıdır; demokrasi, İyinin ve Kötünün Ötesinde’nin
önsözünde yer aldığı şekliyle, savaşa en uygun panzehirdir: “Almanlar barutu
buldular. - Vebali onların boynuna! Ama sonucu dengelemek için basını icat
ettiler”. Nietzsche’ye göre, “basın” veya “gazete-okuma ve basın özgürlüğü”,
“demokratik aydınlanmanın” asli aracıdır).
O halde, Nietzscheci siyasetin dostluğa
dair bir siyaset olmadığı sonucuna varabiliriz. Peki, öyleyse Nietzsche’nin
evsiz kardeşlerine, vatan-sevmez yandaşlarına dost diye hitap etmesi ne anlama
gelmektedir? Görünen o ki, bu soruyu sorarak Derrida’nın (ele aldığımız
kitabında) yönelttiği sorulardan hiç değilse birine ulaşmış bulunmaktayız.
Fakat bu soru -Derrida’nın da büyüleyici bir biçimde ortaya koyduğu gibi- öyle
kolayca cevaplanacak türden değildir.
3. Siyaset ve dostluk ilişkisi üzerine düşünmenin iki yolu
Dostluk üzerine düşüncenin tarihi boyunca çekilebilecek
hatlardan biri, dostluk ve siyaseti ilişkilendirmenin iki farklı yolunu ayırt
etmemize yarayacaktır. Bu yollardan birinde dostluk ve siyaset, neredeyse
özdeşleştirilme derecesinde, olumlu bir biçimde ilişkilendirilir; diğer yolda ise
ikisi negatif bir özdeşleşmeye tabi tutulur — biri diğerinin yerine konabilir.
Aristoteles şüphesiz ilk yolun
temsilcisidir (ve hatta standardıdır): Sadece, dostluk bir topluluk biçimi
olduğu ve her topluluk kapsayıcı siyasal topluluk içerisine gömülü olduğu için
değil; bunun yanı sıra, her topluluk sadece adalet ve yasayla kurulmakla
kalmayıp -daha temelde- dostluk ve doğal akrabalıkla kurulduğu için.
Aristoteles'in siyasal örgütlenmenin çeşitli biçimleri ve her birindeki
sapmalar arasındaki ayrımı, çeşitli aile-ilişkileri ve onların temsil ettiği
(veya yoksun olduğu) dostluk türü üzerinden yapması -benim fikrimce- bir
analojiden daha fazlasına işaret etmektedir. Siyaset, her daim, dostluğun öyle
ya da böyle gerçekleşmesidir ve dostluk da her daim, öyle ya da böyle
siyasaldır. En azından ikisi arasında hiçbir zaman gerçek bir gerilim söz
konusu olamaz.
Olası bir gerilimin ilk işaretini
şu Aristotelesçi soruyu, dostun siyaseten doğruculuğu açısından ele alan
Cicero’da görürüz: Bir dost, dost olarak sevilmesini sağlayan özelliğini
yitirince dostluk da sonlanır mı? Cicero'nun yanıtı sorunu doğrudan çözer:
Siyasi ahlaksızlığın olduğu yerde dostluk olamaz. Siyasal topluluğun aksi
yönünde hareket eden bir dostun desteklenmesi hususunda hiç kimse haklı
gösterilemez. Ya da aşina olduğumuz modern bir cümleyi ters çevirerek söylemek
gerekirse: Cicero'ya göre kamusal ahlaksızlıkların içerisinde dostluğun şahsi
erdemine yer yoktur. Fakat durumu bu şekilde ifade etmek yanlıştır; çünkü
dostluk şahsi değil, aksine kamusal ve siyasal bir erdemdir.
Montaigne açısından ise durum
farklıdır. Montaigne, denemesinde La- elius’un sorularını cevaplarken
tapınakları yakmayı teklif etse dahi dostu Gracchus’a itaat etmekten geri
kalmayacağını söyleyen Cajus Blosius’u savunur. Montaigne’in duruma ilişkin
yorumu şöyledir: "Vatandaştan önce dosttular; ülkelerinin dostu veya
düşmanı olmaktansa birbirlerinin dostu oldular."
Dostluk, siyaseti geride
bırakabildiği bir şeye dönüşür. Montaigne’in yaşam öyküsünü -yani, denemelerini
yazmadan önce siyaseti ve kamusal hayatı geride bırakmasını-insanın kabuğuna
çekildiği bir sığınak anlamına gelen bir dostluk imgesi üzerinden değerlendirme
fikri cazip görünür.
Bu iki satır, hiç şüphesiz,
siyasetin gelişme safhalarındaki doğasına ilişkindir. Siyasi bir topluluk var
olduğu sürece dostluk benzeri bir şey de var olacaktır. Ancak siyaset birinin
ötekine güvenemediği, barışın sadece koşullu ve geçici bir dağılma figürü
olduğu bir unsura dönüştüğünde, insanlar da bu vahşi siyaset cangılından kaçıp
"gerçek toplum'un tecrübe edilebileceği bir sığınağa saklanmak
isteyeceklerdir. Siyasete Eris'in hükmettiği yerde dostluğun Erosuna
sığınacaklardır. Fakat bu, —onların gözünde— bir topluluk oluşturması icap
eden (ama bunu yapmayan) siyasetin insanları hayal kırıklığına uğrattığı
anlamına gelir. Ne var ki bu teşhis, dostluk ve siyaset ilişkisi üzerine
düşünmenin iki yoluna istinaden, Nietzsche’nin konumunu belirlemeyi pek de
kolaylaştırmaz.
Bir taraftan: eğer Nietzsche'ye
göre siyasal olanı, düzensiz gruplaşma üzerinden tanımlamakta haklıysam, o vakit
Nietzsche’nin, tıpkı Montaigne ve kimi romantik yazarlar gibi dostluğu
siyasetin karşısına koyması beklenir. Öte yandan, Nietzsche’nin siyaseti bu
türden bir mücadele olmasından ötürü eleştirmediğini ve hatta ortaya
konulanın, tersi yönde bir eleştiri olduğunu da kabul etmeliyiz: Nietzsche
siyaseti, “demokratik aydınlanma” diye adlandırdığı süreçte de görüldüğü gibi,
gerilimi çözmeye teşebbüs ettiği anda eleştirir (İKÖ önsöz, s. 14). Üstelik Nietzsche’nin
-dostluk üzerine yazdıkları ele alındığında-dost topluluğundaki barış,
durgunluk ve istikrar konusunda son derece eleştirel bir yaklaşıma sahip
olduğu da kolaylıkla görülebilir. Nietzsche, Eros ve Eris arasındaki zıtlığı
yok etmekle kalmayıp onları bir özdeşleştirme üzerinden kavramış gibi görünür
ve bu doğrultuda dile getirilmesi gereken soru, Nietzsche’yi (daha önce
özetlenen) iki ayrı düşünce çizgisinden herhangi birine dahil etmenin ne
derece mümkün olduğudur.
Şahsi görüşüm, Nietzsche'de bu
iki geleneğin de izlerinin belli oranda görülebileceğidir. Dostlar, bir
açıdan, Nietzsche’nin çağdaş toplumdan uzaklaşırken kaçtığı sığınaktır:
İKÖ'nün sonunda yer alan şiir çok uzaklardan, (şiirin başlığında da
vurgulandığı gibi) "yüce dağlardan” dostlara atılan bir çığlıktır. Öte
yandan Nietzsche, -henüz- bir topluluğa sahip olmayanların topluluğundan;
(hayali de olsa) böylesi bir topluluğun varlığından söz edermiş gibi
durur-kısaca, evsizlerin topluluğundan.
Biraz önce alıntıladığım ibare
(ŞB, Bölüm 377), Şen Bilim’in beşinci kitabından alınmıştır; bu kitap,
Nietzsche'nin, dostlarına -diğer metinlere kıyasla (belki Zerdüşt’ü hariç
tutmalı) daha sık- hitap ettiği eserdir. Aynı zamanda da diğer yazılara oranla
“biz”in en çok kullanıldığı yazıdır (buradaki “biz” belirli bir kimlikten
yoksun olan “biz”dir). Şen Bilim'in beşinci kitabında bu “biz”e pek çok farklı
ad verilir; bunlardan sonuncusu da “biz, isimsizler’dir: Onlar artık
başkalarının olduğu şey değil ve henüz gelecek-tekilerin olacağı şey de değil;
onlar (bizler) arada kalanlar (bugün ve yarın, burası ve orası arasında
kalanlar); görünen o ki, bu “biz”, “Biz kimiz?” sorusunu soranlar. [Heidegger
bu soruyu felsefe meselesini, felsefenin esas konusunun ne olduğunu ele
almanın bir yolu kabul eder: Beitrâgenin 19. Bölümünün başlığı
“Philosophie”dir (zur Frage: \ver sind wir?)]. Başkalarının her şeyi sorgusuz
sualsiz kabul ettiği yerde bizler sorgulamaya başlarız, örneğin, bu soru soran
bizin kim olduğunu sorarız. Bütün bunlara rağmen, bu “biz”in bir topluluğu var
gibidir - her ne kadar bu topluluk, kendine hitap eden bu “biz” söylemi
içerisinde (“oto-teleiopoietically") hem gerçekleşip hem de ertelenen bir
topluluk olsa da.
Bu “biz”, çok sayıda insandan
oluşmasa dahi söz konusu sayının bir ya da ikiden fazla olduğu kesindir.
Nietzsche hitabında zamirlere çoğul eki getirerek konuşmakta, dostlarına çoğul
olarak hitap etmektedir. Bir topluluğa ait olmayanların oluşturduğu bu
topluluğu “siyasi” bir topluluk olarak adlandırıp adlandıramayacağımız ise hâlâ
net değildir. Ama daha önce de belirttiğim gibi, Nietzschenin siyaset (veya
siyasal olan) kavramı, farkın ilkesi olarak okunabildiğinden bunu yapabiliriz.
Bu topluluğun siyasal olup olmadığını sorgulamadan önce, bir topluluk olarak
adlandırılıp adlandırılmayacağı sorusunu sormak gerekmektedir.
Şimdi, Nietzschenin dostluk
üzerine yazdıklarına geçelim.
munch
4. Dostluk Üzerine Nietzsche:
Dostluk Kılık
Değiştirme ve Hilekârlık Gerektirir
Eğer bütün insanlar birbirleri hakkında söylenen her şeyden
haberdar olsalardı, koskoca dünyada dört tane dosta bile zor rastlanılırdı,
diye yazar Pascal. Bu, aynı zamanda, Nietzsche'nin dostluk üzerine savlarından
biridir: Dostluk, ancak maskeleme, kılık değiştirme ve hatta hilekârlık
üzerine temellendirildiğinde mümkündür. Nietzsche Tan Kızıllığı’nda (TK 335),
başkalarına yönelik iyiliğin ve sevginin, insansever bir ikiyüzlülük pratiği
gerektirdiğini yazar. Burada söz konusu olan, en geniş anlamıyla, farzı mahal
“kamusal dostluk” anlamıyla dostluk ağacıdır, çok sayıda insanın dostluğudur,
Aristoteles’e göre her cemaatin kuruluşunun temelindeki dostluğa benzer bir anlamda
kullanılan dostluktur; ama aynı zamanda, dar anlamıyla, yani sadece birkaç
dostun söz konusu olduğu dostluk ağacı da kastedilmektedir. Çok kişinin ya da
sürünün demokratik dostluğu, sahtelik ve hakikat-dışılık üzerine inşa
edilmiştir. Eğer-Aristoteles’in yanı sıra- bizim dostluk tanımımız da kral ya
da aristokratlar ile onların hükmettiği insanlar arasındaki ilişkiyi betimler
nitelikteyse, bunun temelinde de bir yalan yatmaktadır: Nietzsche, burada,
Platonun büyük yalanına gönderme yapar. Fakat aynısı, iki kişi arasında
kurulan yakın dostluk ağacı için de geçerlidir. Bu kaçınılmaz yalanın kaynağı,
başkalarının daima kötü niyetli olmasından ziyade “yanlış anlamalara,
düşmanlıklara ve sosyal kırılmalara mahal verecek durumların” çokluğudur. (Bu
alıntı da İPİ 376’dandır; bu bölüm Nietzsche’nin, Aristoteles'e atfedilen o
ünlü alıntıyı tekrarladığı bölümdür ve -salt bu sebepten ötürü olmamakla
beraber- Derrida’nın yorumu açısından son derece önemlidir.)
“Yanlış anlamalara, düşmanlıklara
ve ilişkinin bitmesine mahal verecek durumlar" ve ilişkilerimizin
insanca, pek insanca özellikleri üzerine düşünen herkes şunu kabul etmek
durumunda kalacaktır: “Böyle ilişkiler hemen her zaman, bir iki şeyin asla
dile getirilmediği veya onlara değinmenin bile söz konusu olmadığı gerçeğine
bağlıdır” (alıntı aynı bölümden). Fakat Nietzsche'nin buradaki çıkarımı,
Aristoteles'e atfedilen çıkarımla örtüşmez. Bir kez daha aynı bölümden alıntı
yapıyorum: “İnsan kendine itiraf edecektir: evet dostlar vardır, fakat onları
sana yönelten senin şahsına dair yanılgılar ve aldatmacalardır ve seninle
dostun kalmayı sürdürmek için sessiz kalmayı öğrenmiş olmaları gerekir.”
Nietzsche'nin şu cümlesi ise bir tür boyun eğişi çağrıştırır: “En iyileri de
dahil, tanıdıklarımızın hiçbirine değer vermemek için haklı sebeplerimiz var
fakat aynını kendimize yöneltmek için de eşit derecede haklı sebeplerimiz var.
Dolayısıyla, mademki kendimize tahammül edebiliyoruz, o halde başkalarına da
tahammül ediverelim” (age.) Fakat dostluk söz konusu olduğunda varılacak sonuç
neredeyse siniktir: Dostluk, gerçekte, gösterilmeye çalışıldığı gibi bir şey
değildir; dostluk kılık değiştirme ve hilekârlık temeli üzerine kuruludur.
Hilekârlığın gerekliliğine yönelik farkındalık inzivaya
götürür Kendi pratiklerimizin hakikatsizliğinin farkında oluşumuz ya da ona
vakıf oluşumuz hep bir nebze çelişki barındırır. Bunun tek nedeni, bu türden
vukufun kendi kendini baltalama eğilimi değildir (bütün Giritlilerin yalan
söylediğini ileri süren Giritli); aynı zamanda, eleştirilen pratikleri sürekli
“arındırmaya” ve dolayısıyla muhafaza etmeye uğraşmamız ve buna rağmen, kaçınılmaz
olarak, neredeyse her seferinde başarısız olmamızdır. Örneğin arkadaşlığın
eleştirel bir yaklaşımla tamlanması, sadece eleştirmenin ideale bağlı oluşunun
bir ifadesi olmakla kalmaz; eleştirmeni de kendi kriterlerini karşılayamayacak
hale getirir (bunun en açıkça görüldüğü yer, Nietzsche’nin filozofun
hakikatperestliğine yönelik eleştirisidir.
Bana kalırsa, bu çelişki,
Nietzsche’nin yazılarının en ıstırap verici özelliklerinden birinin nedenidir:
Nietzsche’nin; insanın, bilmesini ve eylemlerini giderek daha da radikal bir
yaklaşımla ve temelini çürütecek biçimde sorgulayışının kendisini daha da ayrık
ve yalnız yaptığı gerçeğine dair farkındalığı. İnsanca, Pek İnsanca’da (İPİ C.
1, bölüm 65) “evrensel sır hakkında sessiz kalamayışı ve herkesin görmekten
kaçındığını görmek gibi sorumsuz eğilimi nedeniyle (...) hapse giren ve
vakitsiz ölen” "biri’nden bahseder Nietzsche (bu kişi Sokrates olabileceği
gibi Nietzsche’nin kendisi de olabilir). Nietzsche’nin ahlaki maskelere,
dinsel putlara, bilimsel ve felsefi önyargılara dair eleştirisi, her zaman özeleştiriyle
-veya da, (Nietzsche’nin) eleştirdiklerinin bizatihi kendinde de mevcut
olduğuna dair farkındalığıyla- beraber yürütülür. Dolayısıyla Nietzsche’nin
eleştirisi; bütün bu inançlara, önyargılara ve uygulamalara kolayca boyun eğmesine
mahal vermez ve onu, başkaları ile paylaştığı bir hayata yabancılaştırır.
Nietzsche’nin yaşam öyküsü bunu açıkça ortaya koyar ve yaşamının -fikirlerinin
gelişmesiyle beraber- nasıl gitgide daha da ıssızlaştığını gösterir: Kurulu
ilişkiler kopar ve yeni dostlar edinmeye çalıştığı noktada başarısız olur. En
son notlarından birinde (Aralık 1888/ Ocak 1889), Nietzsche, (benim de makalemin
başlığında vurguladığım) şu sözleri kaleme alır: "leh bin die Einsamkeit
als Mensch” (Ben yalnızlığın insan haliyim; KSA 13, 2517], 641).
Yalnızlık, dostluğa dair özlem ile ifade bulur
Nietzsche’nin dostlarına hitap ettiği birçok metin (bu
metinleri daha önce belirttim; Derrida, Nietzsche’nin sayıları lOO’ü geçen
böyle metinlerinden sadece birkaç tanesine başvurur) böyle bir arka plan
üzerinden anlaşılmalıdır. Bu metinlerin, birkaç istisna dışında, hemen hepsinin
Böyle Buyurdu Zerdüşt’te ve ondan sonraki eserlerde yer alması, bence önemli
bir ayrıntıdır. Nietzsche’nin yalnızlığı gelişimiyle beraber büyür.
Nietzsche’nin kitaplarının çoğu zaman bir yalnızlık ya da dost özlemine dair
bir ifadeyle son bulması da dikkat çekicidir. İnsanca, Pek İnsancanın ilk
cildinin son bölümü "Kendiyle yalnız kalmış insan” başlığını taşır.
Filozof, kitabın son aforizminde kendini çölde yürüyen, -insanlar
arasındayken- çölü daha da sık gören ve benzer ruhlardan oluşan bir topluluk
hayaliyle avunan biriyle mukayese eder (İPİ I, 638). Kitap, “Dostlar Arasında”
başlıklı bölümle tamamlanır; bu bölümün, faydasız olduğu halde teşvik edilen
bir yanılsamayı ifade ettiği düşünülebilir. İyinin ve Kötünün Ötesinde de böyle
bir sonsöz içerir. İlk olarak, “bir keşişin arzuları” diye adlandırılmış olan
bu sonsöz beyhude bir dostluk özleminin lirik ifadesidir: "Gündüz gece,
hazır dostlarımı bekliyorum ben: Nerede kaldınız, dostlar? Zamanıdır,
zamanıdır gelin!’ (İKÖ, s. 217)
Nietzsche, geç dönem yazılarında
dostlarına hitap ederken, aslında orada olmayanlara seslenmektedir -
"henüz olmayan” da denilebilir. Fakat Derrida’nın iddiasına göre;
Nietzsche bu hitaplarında, arzulanan topluluğu teleiopoietik bir biçimde
gerçekleştirir. Bana kalırsa bu ifadedeki “tele kısmının ve içerdiği
ertelemenin altı özellikle çizilmelidir. Bu hayali dostlar, kendilerini
arzulayanın yalnızlığını vurgularlar; hele de arzulayan kişi, şu gerçeği kavramış
bir filozofsa:
“Dost özlemimizdir bizi ele veren.” (Zerdüşt I, Dost)
Bazen yalnızlıktan şikâyet etme
ve dostluğu arzulama içsel bir diyalog formuna bürünür: bu diyalog gezgin ve
gölgesi arasında (İPİ’nin son bölümünün başı ve sonu), kitabın yazarı ve
ruhları arasında (ŞB 383) veya filozof ile kendi düşünceleri arasında
gerçekleşebilir (İ KÖ 296) ya da Zerdüşt’ün kendi içsel diyalogu olabilir.
Birazdan göreceğimiz gibi, bu içsel diyaloglar da -son kertede- inzivanın
belirtileridir ve başlangıçta sözünü ettiğimiz alaycı dostluk anlayışının
açıklanmasına katkıda bulunurlar.
İnziva “ikiye dönüşür"
Nietzsche, bazen, kendi yarattığı dostlarıyla -ister özgür
ruh olsun (İPİ Önsöz 2. Bölümü) ister Zerdüşt-dostluk benzeri bir duygunun
keyfini sürüyormuş gibi durur. ("Derken, birden, hanım dostum birken oldu
iki - Sonra Zerdüşt nasıl da önüme çıkıverdi" [ŞB, “Prens Serseri Kuşun
Şarkıları: Sils- Maria”, s. 191]) Fakat nasıl ki dostlar sadece görüntüden
ibaretse, dostluk da salt görünürdedir. Kendi yarattığı dostlarla temas ve
içsel diyaloglar inzivanın Nietzsche'nin de bilhassa aşina olduğu bir
özelliğini açığa çıkarır. Nietzsche, bir keşiş olarak, sadece inzivaya dayanmanın
zor olduğunu bilmekle kalmaz, aynı zamanda bireyin -gerçek anlamda- kendisiyle
yalnız kalmasının imkânsızlığını da kavramıştır. Keşiş yalnızlığın kendini
kendinin ötekisi kılacağını bilen kimsedir (Aristoteles’in "öteki kendi”
kavramı veya Ricoeur’ün “başka olarak kendi” kavramı değil; kişinin kendisinin
bir başkasına karşı oluşudur söz konusu olan). Bu “ iki ”si her zaman iyi bir
ilişki içerisinde değildir. Söz konusu keşiş bir eleştirmen, maske düşürücü
(yapısökümcü) bir filozof olduğunda bu yargı daha da gerçeklik kazanır.
Burada, evvelce bahsettiğim eleştiri ve özeleştiri arasındaki ilişki gelir
akla. Nietzsche’nin eleştirisini genişleterek, kendisine dair özeleştirel bir
sorgulamaya dönüştürmesi birçok örnekle ortaya konabilir. Burada kastettiğim,
Nietzsche’nin, ahlaklılık eleştirisinin ahlaki motifleri (bkz. Tan Kızıllığı
Önsöz 4) veya din eleştirisindeki takvayı (bkz. ŞB 344) ya da hakikat eleştirisinin
hakikate bağlılığını (İKÖ 1) araştırma biçimidir, [ayrıca krş. Derrida, s.
188]. İnsanın-buradaki gibi-baltayı kendine vurmasının arkasındaki anlam,
Dionysos Dityramboslarındaki “Zwischen Raubvögeln” (“Yırtıcı Kuşlar Arasında”)
adlı şiirde açığa çıkar:
“Yalnız!
(...)
Şimdi
tek başına kendinle
iki başına kendini bilmenle,
yüzlerce aynayla çevrili
kendine sahte,
yüzlerce anıyla çevrili
belirsiz,
yaralardan bezgin,
üşümekten soğuk,
kendi iplerine dolaşmış,
kendini bilen!
kendini asan!”
(Dionysos Dityrambosları, s. 45-9)
Bu kendine-bölünen inziva, “gerçek” dostluğun bir motifine
dönüşür. Böyle Buyurdu Zerdüşt’teki “Dost Üzerine" başlıklı (Derrida'nın
da alıntıladığı) bölüm, şu içsel çatışmayla açılır:
“Biri hep fazladır çevremde” diye
düşünür keşiş. “Hep bir kere bir - iki olur çıkar sonunda!” (Zerdüşt, s. 58)
Ben ve kendim hep çok derin bir söyleşi içerisindeyiz: hiç dostu olmasa insan
buna nasıl dayanır ki? Keşiş için dost, her zaman üçüncü bir kişidir: iki
kişinin söyleşisinin derinlere batmasını önleyen tıpa, üçüncü kişidir."
Dost, içsel ve hayali diyaloğu
sürdüren iki kişinin ardından gelen üçüncüdür. Bu üçüncü kişi, yapayalnız
keşişi günlük yaşamın yüzeyselliğinde tutmak ve onun, kendine yönelik bir
sorgulamanın derinlerine batmasını engellemek adına gereklidir. Zira anlam
karışıklığına mahal vermeyen her ilişkilenme, her alenî bağlılık ve dolayısıyla
kararlı bir şekilde yürütülen her yaşam farklı roller arasında parçalanmış
birey için imkânsızlaştırılmıştır.
Dost, yalnız kalmış insanın inzivadan kaçıp dinleneceği ada,
birkaç dakika için batmadan suyun üzerinde yüzmesini ve günlük hayatın gerçeği
içerisinde kalmasını sağlayan tıpadır.
Daha önce de gördüğümüz üzere, bu
hayati dostluk kılık değiştirmeyi gerektirir. Bunun nedenlerinden birini daha
önce de ortaya koymuştuk ama şimdi bu neden bize daha anlaşılabilir hale gelir:
Yanlış anlamalara mahal veren birçok olasılık vardır. İnsanın kendine
katlanabilmesi için, başkalarının ona yakıştırdığı imgeye (veya imgelere) de
katlanması gerekir. İnsan, dost sayesinde diğerlerinin arasına katılmak için
“bizden biri”ymiş gibi davranabilir. İşte bu nedenle kılık değiştirmesi
gerekir. Ancak burada farklı bir nedenden daha bahsedebiliriz (veya belki de şu
şekilde açıklamalıyım: Burada aynı nedenin farklı bir yönü de mevcuttur) - ve
bu neden bizi gene siyaset konusuna sürükler.
Öncelikle Zerdüşt'teki dost
bölümünden birkaç satır daha okuyalım:
“Dostunun önünde çıplak durmak mı
istersin? Kendini olduğun gibi göstermen, dostunun şerefine midir? Ama bu
yüzden, şeytan görsün yüzünü, der sana dostun! Kendisini hiç gizlemeyen, kişiyi
deli eder: öylesine çekinmeniz gerekir çıplaklıktan. Evet, Tanrı olsaydınız, o
zaman utanabilirdiniz giysinizden.” (Zerdüşt, s. 58)
Kılık değiştirme, dostun üçüncüden
ziyade ikinci haline gelmesini; ikinci bir ego anlamına gelecek bir İkinciye
dönüşmesini engellemek adına gereklidir: Yani, beni sorgulamayı bırakıp beni
onaylamaya girişmiş başka bir ben. Dostlar birbirinden herhangi bir sır
saklamadığı zamanlarda dostluğun bizatihi kendisi kılık değiştirme riskiyle
karşı karşıya kalmaktadır: çelişkili hakikatliliğin maskesini düşürmeyi
ortadan kaldıran, kendini olumlayan bir aynaya dönüşmektedir. Giydiklerinden
sadece tanrılar utanabilir: sadece onlar kendilerini tek bir kimlikle
sınırlamadan, tüm çıplaklıklarıyla ortaya koymaya kabildirler. Tanrılar,
insanların aksine, her daim değişken olan ve dolayısıyla gizli kalması
gerekendir. İnsan ise sürekli tek bir değişmez biçimin içine sabitlenme
tehdidiyle karşı karşıyadır.
Kılık değiştirme, başkalarıyla
kurulan ilişkileri kurtarmakla kalmaz; aynı zamanda insanı, dostunun gözündeki
imgesiyle özdeş olmaktan korur. Kendini saklamak, kendini dosta bir şeyin
özdeşliği olarak göstermektir; bu sadece bir şeyi başka bir şeyden farklı
kılmaya yarayan özdeşliktir; fakat bu özdeşlik bir kılık olarak kişinin bu
kimlikle çakışmasını, bu kimlikle bir olmasını ve kendi içinde taşıdığı -onu
insan olarak karikatürize eden- farklılığı kaybetmesini engeller. Böylece
insan, kendini saklı tutarak farklı kalmayı başarır; bu farklılık, sadece
başkalarından farklı olmayı değil, kendinden de farklı olmayı içerir. Bunu
biraz daha detaylandırmak için -sonuç kısmında- Nietzsche’yi bir siyaset
düşünürü olarak tasvir etme çabama geri döneceğim.
5. Siyaset ve “birey”
Şimdiye kadar oluşturduğum siyaset tasvirime eklemem gereken
bir unsur daha var: İnsanın gelişiminde asli roller üstlenen farklılık ve
mücadele, sadece insanlar arasında değil; insanın kendi içinde de vuku bulur.
Nietzsche’ye göre, “birey” (bu kelimenin bu bağlamda tırnak içine alınması
gereklidir) bireyler arası gerilimin, bireyin kendi içsel gerilimine dönüştüğü
noktada köklenir (İKÖ 262) ve en önemli bireyler, “zıtlık ve savaşın”
doğalarında "yaşama dürtüsü ve hevesi yaratma etkisi’ne sahip olduğu
bireylerdir; onlar “kendine savaş açmada ustalık ve incelik” geliştirirler (İKÖ
200, s.111-2). Böylece bireyin kendisi siyasal bir gerçeklik olarak
şekillenir-ya da “birçok ruhtan oluşan toplumsal yapı” olarak. (İKÖ 19, s. 33,
buradaki alıntı aslen bedene ilişkindir).
Daha önce de söylediğim gibi,
Nietzsche’nin zaman zaman adına konuştuğu bu “biz”; kim olduğunu sormaya hazır
olan ve bu nedenden ötürü de salt olduğu kişi olmayan; sabit bir kimliğe takılı
kalmayan; kimliği, kendi kimliğini sorgulamasına dayanan ve bu yüzden de bir
topluluk oluşturmaya (bu oluşum, çelişkili manada ele alınmadığı sürece) kabil
olmayanlardır. Burada eklenmesi gereken, "biz"den kastın,
“birey"in içinde düzensizce öbekleşmiş zıt güçlerin çoğulluğu da
olabileceğidir. Dolayısıyla, kendi çoğulluklarını muhafaza edenler; farklılık
politikasını gerçekleştirmeyi bir “birey”den ziyade politik yapıya dönüşene dek
sürdürenler ve bu sayede “bir toplum için materyal” olmayanlar, bu bahsi geçen
"biz’e tekabül ediyor olabilirler: Bundan böyle kurulmayacak ve hatta
kurulamayacak olan şey, -kelimenin eski anlamıyla- bir toplumdur; onu kurmak
için gereken her şey, en çok da materyal, eksiktir. Çünkü hiçbirimizin toplum
için materyal olmadığı bir gerçektir ve bu gerçeğin vakti gelmiştir (ŞB 356).
Nietzsche’nin “toplum”.
“Gesellschaft" için söyledikleri, ne yazık ki, “Gemeinschalt” ya da
cemaat/topluluk için de geçerlidir; ikisinde de dostluğa pek yer yoktur.
Dostluk, bahsi geçen içsel farklılığın ya da çoğulluğun bütünüyle
gerçekleştirilmesi yolunda sadece aracı işlevi görebilir. Başka bir deyişle,
insanın tamamen ötesinde olan “üst-insan”a doğru yol alırken “çünkü sen onun
[dostun] için, bir ok ve bir özlem olmalısın Üstinsana." (Zerdüşt)
Bu idealin, insanın ötesinde bulunan ‘‘Üstinsan” adını
alması içsel çoğulluğun kendisinin, bir dostluk biçimine dönüşme olasılığını
dışlar gibidir.
Aristoteles, insanın kendi
kendisinin dostu olup olamayacağını sorgular. Bu soruya net bir cevap vermese
bile, kötü bir insan için bunun imkânsız olduğunu, çünkü kötü insanın kendi
içinde ya da kendine karşı bölünmüş olduğunu söyler. Bu çoğulluğun Nietzsche
tarafından tamamen farklı bir yönde ele alınıp yüceltildiğini, fakat ilhamını
hâlâ Eros’tan ziyade Eis'ten aldığını gördük çünkü Nietzsche için farklılığın
doğası sevgiden ziyade mücadeledir.
Bize gelince, kendi içimizdeki bu
gerilim dolu çoğulluktan zevk almak adına, belki -bir ihtimal- deli veya budala
haline gelmeliyiz: ‘“Düşmanlarım, düşman yoktur!’ diye bağırıyorum ben, yaşayan
budala.” (İPİ 1 376, s. 266)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder