Aktif iç gözlemlere karşı bir hınç. Dün böyleydim, nedeni de
bu; bugün böyleyim, nedeni de şu gibi psikolojik açıklamalar. Doğru değil bu,
nedeni bu ya da şu değil, dolayısıyla böyle ya da şöyle değil. Vakitsiz bir
aceleye kapılmadan kendine serinkanlı katlanmak, nasıl yaşanması gerekiyorsa
öyle yaşamak, köpekler gibi ortalarda dolanıp durmamak.
Bugün Kierkegaard’ın Yargıcın Kitabı geçti elime. Zaten
önceden sezdiğim gibi onun durumu da, aradaki bazı önemli ayrımlara karşın
benimkine pek benziyor; en azından o da, benim bulunduğum tarafında eğleşiyor
dünyanın. Beni bir dost gibi doğruluyor.
Benim biricik tutkum ve biricik mesleğime ki bu da
edebiyattan başkası değil-
ters düştüğünden, işimin benim için katlanılır yanı
yok. Edebiyattan ayrı bir şey olmadığıma, ayrı bir şey olamayacağıma ve olmayı
da istemediğime göre işim asla beni kendine çekip alamaz, ama düpedüz yıkıma
sürükleyebilir. Böyle olmasına da çok bir şey kalmadı doğrusu. En berbat sinir
krizleri ardı arkası kesilmeden beni sultası altında tutuyor; kendi geleceğimle
kızınızın geleceğine ilişkin tasa ve kahırlarla geçen bu yıl içinde gerekli
dirençten yoksunluğum büsbütün açığa vurdu kendini. Peki neden bu işi bırakmadığımı
ve bir servetim olmadığına göre neden yazıp çizerek geçinmenin yoluna
bakmadığımı sorabilirsiniz. Size yalnız şu acınacak yanıtı verebilirim: Buna
gücüm yetmez çünkü; durumumu genellikle görebildiğim kadarıyla daha çok şimdiki
işimde yıkılıp gideceğim ve kuşkusuz hızla gerçekleşecek yıkılışım. Şimdi beni kızınızla,
bu gürbüz, şen, doğal, güçlü kuvvetli kızınızla karşılaştırın. Kendisine
yolladığım yaklaşık beş yüz mektupta aynı şeyi yinelememe, kendisinin ise beni
inandırıcılıktan uzak bir «hayır» ile yatıştırmak istemesine karşın doğruluğunu
yitirmeyecek bir şey var ki, gördüğüm kadarıyla kızınızın yanımda ister istemez
mutsuzluğa sürükleneceğidir. Ben salt dış koşullardan değil, daha çok
yaradılışım gereği içine kapalı, suskun, insanlardan kaçan ve hiçbir şeyden
hoşnut olmayan biriyim. Ama böyle oluşumu da kendi hesabıma bir felaket diye
niteleyemem; çünkü varmak istediğim amacın yansısından başka bir şey değildir
bu. Sanırım evdeki yaşayışımdan hiç değilse birtakım sonuçlar çıkarabilirim:
Evet, kendi ailemin bireyleri arasında, alabildiğine iyi ve sevecen bu
insanların içinde bir yabancıdan daha yabancı yaşayıp gidiyorum. Son yıllar
annemle günde ortalama yirmi sözcükten fazla bir şey konuşmadım; babamla ise
selam sabahtan öteye geçmedi konuştuklarım. Evli kızkardeşlerim ve
eniştelerimle, kendilerine bir kızmışlığım falan yokken hiç konuşmuyorum.
Nedeni de, kendiriyle konuşacak en ufak bir şeyimin açıkça bulunmayışıdır.
Edebiyata uzak her şeyden sıkılıyor, nefret ediyorum; çünkü, gerçekte öyle değilse bile beni
baltalayan ya da yolumdan alıkoyan bir şey gibi görüyorum tümünü. Oysa içimde
bir aile yaşamını sürdürmeye yönelik hiçbir eğilim yaşamıyor; yaşasa bile salt
gözlemci olarak kalmak isteyen birinin eğiliminden başka şey değil bu.
Hısım akraba duygusu nedir bilmiyor, beni
görmeye gelenlerin bu davranışına adeta beni hedef alan bir kötülük gözüyle
bakıyorum. İşim beni nasıl değiştiremiyorsa, evlilik yaşamı da yine
değiştiremeyecektir.
...
30 Ağustos 1913
Nerede bulacağım kurtuluşu? Tümüyle unuttuğum ne çok düzmecelik
birlikte su yüzüne çıkıyor. Gerçek bağlanım gerçek veda gibi bunlarla örülecek
idiyse, o zaman kesinlikle yerinde davrandım diyebilirim. Kendi varlığımda
insanlardan ilişkisiz, gözle görülür bir yalan yok. Sınırlı çemberin içi temiz
durumda."
Evlenmenin leh ve aleyhindeki nedenlerin
özeti:
I. Hayata tek başına katlanmanın
güçsüzlüğü; tek başına yaşama güçsüzlüğü değil, tam tersine; bir kimseyle
birlikle yaşayabilmem olasılığı yok; ama kendi yaşamımın üzerime çullanmasına,
kendi şahsımın gereksinimlerine, yaş ve zamanın saldırısına, içimdeki yazma
hevesinin beni belli belirsiz sıkıştırmasına, uykusuzluğa, yakın bir cinnetin
sezgisine, işte bütün bunlara tek başıma katlanacak güçten yoksunum. Belki, diye
eklemem gerekiyor kuşkusuz, F. ile hayatımı birleştirmem varlığıma daha çok
direnç sağlayabilir.
2. Her şey hemen düşüncelere
salıyor beni! Mizah dergisinde okuduğum bir nükte, Flaubert ve Grillparzer’i
anımsayış, gece için hazırlanan yataklar üzerinde anne ve babamın
geceliklerinin görünümü, Max’ın evliliği. Dün kızkardeşim dedi ki: «Evlenenlerin
(bizim akrabalar arasında) hepsi de nasıl mutlu oluyor, anlamıyorum.»
Kızkardeşimin bu sözü de düşündürdü beni, yine içimdeki o korku depreşti.
4. Edebiyatla ilişkisiz
her şeyden nefret ediyorum. Onun bununla konuşmak, edebiyata ilişkin
olsa da sıkıyor belli: onu bunu ziyaret etmek sıkıyor ve acı ve sevinçleri ruhumun derinliklerine kadar beni sıkıntıya
boğuyor. Konuşma1ar düşündüğüm her şeyin önemini, ciddiliği ve gerçekliğini
silip götürüyor..
5. Bağlanmaktan, karşı tarafa akıştan korku. Çünkü o zaman
asla yalnız kalamayacağım demektir.
6. Kızkardeşlerimin önünde -özellikle eskiden böyleydi-
çokluk öbür insanlar karşısındakinden bambaşka biri oluyorum: Korkusuz, dış
etkilere açık, güçlü, şaşırtıcı, içimde başka zaman ancak yazı yazarken
duyduğum bir heyecan. Eşimin aracılığıyla herkesin önünde de böyle olabilsem!
Ama o zaman bu, bir borç gibi yazma eyleminden düşülmeyecek mi? Eksik olsun!
Eksik olsun!
7. Yalnız
olsam belki bir gün bürodaki işimi gerçekten bırakabilirim. Evlenirsem bunu
asla yapamam.
Kafamın içindeki muazzam dünya. Ama kırıp parçalamadan nasıl
kendimi, nasıl bu dünyayı esenliğe çıkarabilirim. Onu kendimde alıkoymaktan ya
da içime gömmektense kırıp parçalamam bin kat daha iyidir. Zaten bu yüzden
buradayım ve çok iyi biliyorum böyle olduğunu.
1 Temmuz 1913
Çılgınca bir yalnızlık isteği. Salt kendi kendimle yüz yüze
olmak. Belki Riva’da kavuşabilirim buna.
İç varlığımdaki korkunç kararsızlık.
Günlük tutmam yine pek zorunlu bir durum aldı. Benim şu dağınık
kafam; F.; bürodaki perişanlık; yazma konusunda bedensel olanaksızlığım ve
yazmaya duyduğum gereksinim.
Yalnızlık her şeyden güçlüdür ve kişiyi yeniden insanlara
yaklaştırır. Kuşkusuz o zaman daha başka, daha az üzücü görünen, gerçekte henüz
bilinmeyen yollar aranıp bulunmaya çalışılır.
Pek çok günden beri yazıyorum,
böyle gitse keşke! Yirmi yıl önceki gibi tastamam korunmuş ve çalışmanın içine
girip yuvalanmış değilim, ama ne de olsa yaşamım bir anlam kazandı; düzenli,
boş, saçma bekârsı yaşamım haklı bir nedene kavuştu. Kendi kendimle yine ikili
söyleşiler yapabiliyor, dipsiz bir boşluğa gözlerimi dikip bakmıyorum. Benim
için ancak bu yoldan bu düzelmenin sözü edilebilir.
...
7 Kasım 1914
O yaman Strindberg! O hırs, yumruk savaşıyla kazanılmış o
sayfalar!
...
Edebiyat
açısından bakınca yazgım çok basit. Düşsü iç yaşamımı anlatma isteği öbür
nesnelerin tümünü ikinci plana itti, yaşamım korkunç biçimde köreldi ve
körelmenin bir türlü sonu gelmiyor. Beni memnun kılacak başka bir şey yok asla.
Gel gelelim söz konusu anlatım gücümün de hiç sağı solu belli değil; belki şu
an bir daha hiç görünmemek üzere kayıplara karıştı, belki ilerde bir yol yine
sesini duyurur içimde; ancak, yaşam koşullarım böyle bir şey için elverişli
sayılamaz. Dolayısıyla bir aşağı, bir yukarı süzülüyorum boşlukta; uçup dağın
tepesine çıkıyor, ama bir an bile orada tutunamıyorum. Benim gibi bir aşağı,
bir yukarı devinen başkaları da var, ama aşağı bölgelerde hepsi, güçleri de
benimkinden fazla; düşme tehlikesi gösterdiler mi hısım akrabaları kendilerini
tutuyor, bu amaçla da yanları sıra yürüyorlar. Bense yukarlardayım; ne yazık
ki ölüm değil benimkisi, ölmenin sonu gelmeyen acıları.
Rahat
yaşayabilmek değil, rahat ölebilmek için insanlardan kaçtığımı gözlemledim.
15 Mart 1914
Öğrenciler Dostoyevski’nin cenaze töreninde tabutun
zincirlerini taşımak istiyorlardı. Dostoyevski işçi mahallesinde, bir kira
evinin dördüncü katında ölmüştü.
Beklemek yalnızca, bitip tükenmeyen bir çaresizlik.
Odada anne ve babamla oturup iki saat boyunca dergilerin
sayfalarını karıştırdım, arada bir önüme bakıp durdum, genellikle saat ona
gelsin, gidip yatayım diye beklemekten başka bir şey yapmadım.
Fazlasıyla
yorgunum, uyuyup dinlenmem gerekiyor, yoksa her bakımdan işim bitiktir.
İnsanın kendisini ayakta tutabilmesi için bu ne çok çaba! Hiçbir anıt yoktur
ki, dikilmesi bunca gücün harcanmasını gerektirsin.
25 Eylül 1912
Yazmaktan zorla kendimi alıkoyuşum. Yatakta yuvarlanıp
durmam. Başa kan hücumu ve boşuna harcanan güçler. Bu ne olumsuzluktur! - Dün
Baum’da; Baum ve karısının, kızkardeşlerimin, Marta’nın, iki oğluyla (bir
yıllık gönüllü asker ikisi de) Bayan Dr. Bioch’un önünde okuduğum yazılar. Sona
doğru kontrolden çıkan elim yüzümün önünde ileri geri gezindi. Gözlerim
doluksadı. Öykünün içtenliğinden kuşku edilemeyeceği doğrulandı böylece. - Bu
akşam yazmaktan kendimi koparıp aldım. Landestheatcr’de film gösterisi. Loca. -
Bir ara peşine bir din adamının takıldığı Froyayn Oplatka. Evine vardığında
döktüğü ecel terinden sırılsıklam olmuştu. Danzig Kornerin yaşamı. Atlar. Beyaz
at. Barut kokusu. Lützow un çılgınca avı.
23 Eylül 1912
Yargı öyküsünü ayın 22’sini 23’üne bağlayan gece akşam saat
ondan sabah saat altıya kadar bir çırpıda yazıp çıkardım. Oturmaktan uyuşmuş
bacaklarımı masanın altından çekip alamadım adeta, öykü gözümün önünde gelişir,
ben sanki öykünün içinde ilerlerken gösterdiğim müthiş çaba, duyduğum müthiş
haz. Bu gece pek çok kez ağırlığımı sırtımda taşıdım. Nasıl her şey
söylenebiliyor, nasıl her şey için, en yabancı esinler için bir büyük ateş içte
hazırlanmış bekliyor ve esinler ateşle yok olup sonra yeniden diriliyor, nasıl
pencerenin önü bir maviliğe bürünüyor. Bir araba geçiyor yoldan. İki adam
köprüden geçiyor. Saat ikide son kez saate bakıyorum. Hizmetçinin sabah ilk
kez holden geçişinde öykünün son cümlesi yazılıyor. Lambanın söndürülüşü ve gün
ışığı. Kalp bölgesinde hafif bir sızı. Gece yarısı uçup giden yorgunluk.
Kızkardeşlerimin odasına titreyerek girişim. Öyküyü kendilerine okuyuşum. Daha
önce hizmetçi kızın karşısında gerinip uzanışım ve: «Bu zamana kadar hep
yazdım», deyişim. Sanki odaya yeni getirilip kurulmuş ve henüz el sürülmemiş
yatağın görünümü. Roman yazmaya çabalayışımın, beni yazmanın yüz kızartıcı
aşağılıklarına çekip aldığı kanısının doğrulanışı. Yazı, ancak böyle yazılabilir,
böyle bir kesintisizlik içinde, ruh ve bedenin böylesine eksiksiz bir
açılımıyla ancak.
““Kendini bil” sözü, “kendini gözlemle” anlamına gelmez. “Kendini gözlemle” yılanın söylediği sözdür. Anlamı, “ Kendini eylemlerinin efendisi yap!” Ama sen zaten öylesindir, eylemlerinin efendisisindir. Öyleyse bu söz şu anlama gelir:
“Kendini yanlış anla! Kendini yok et!” ki bu söz kötülük içerir – ama ancak iyice eğilip de ta derinlere kulak verirse bu sözde gizli olan iyiliği de işitir: “Kendini olduğun şey yapmak için””
Dahice bir yapıtın çevremizi dağlayarak açtığı oyuk, insanın
kendi lambasını içine yerleştireceği en iyi köşedir. İşte dahice yapıtın insanı
tahrik edici,'yalnızca öykünmeye özendirmekle kalmayan genel teşvik edici gücü
buradan kaynaklanıyor.
21 Ağustos 1912
Lenz’i okudum
hep ve Lenz’i okuyarak —işte bu durumdayım- kendimi toparladım.
15 Ağustos 1912
Boşa geçen bir gün. Üzerimde bir mahmurluk; ne yapacağımı bilemez
durumdayım. Altstadter Ring’te Meryem Ana şenliği. Bir adam; sesi yerdeki bir
çukurdan geliyor adeta. Hayli zaman -isimleri yazarken uğradığım bu şaşkınlık-
Felice Bauer’i düşündüm.
Kendimden uzakta tutacakken, eski günlük notlarını yeniden
okudum. Yaşayabildiğim kadar sersemce yaşayıp gidiyorum.
Şu sıra
Flaubert’in mektuplarını okuyorum: «Yazdığım roman boşlukta kendisine tutunduğum
bir kayadır ve dünyada olup bitenlerden
tümüyle habersizim. 9 Mayıs öğle öncesinde günlüğüme düştüğüm notu andırıyor.
Bir ağırlıktan, etten ve kemikten yoksun olarak iki saat
sokaklarda dolaştım ve öğleden sonra yazı yazarken neler çektiğimi düşündüm.
7 Haziran 1912
Fena. Tek satır bile yazılmadı
bugün. Yarın ise vaktim yok.
6 Temmuz 1912, Pazartesi
Küçük bir başlangıç. Uykumu pek alamadım. Bana pek yabancı
bu insanlar arasındaki öksüzlüğüm.
9 Ağustos 1912
Bunca zamandır yazılan bir şey
yok. Yarın kolları sıvayacağım. Yoksa yine önümde açılacak olan o karşı
durulmaz hoşnutsuzluk uçurumundan içeri yuvarlanırım, aslında içindeyim zaten.
Sinir krizleri başlıyor. Ama bir şey yazabileceksem, ancak batıl önlemlere
başvurmadan yapabilirim bunu.
Şimdi akşamleyin can sıkıntısından banyoya girip arka arkaya
uç kez ellerimi yıkadım.
Dün akşam Pick’le kahvede. Nasıl da tüm tedirginliklere
karşın romanıma tutunuyorum; uzağa bakan, beri yandan altındaki mermer bloka
tutunan bir heykel gibi tıpkı.
1 Nisan 1912
Bir haftadan beri ilk kez yazmada uğradığım adeta tam bir
başarısızlık. Neden? Geçen hafta da çeşitli ruh durumlarını yaşamış, yazma
eylemini ilgili durumların etkisinden korumuştum; ama Günlük’e buna ilişkin bir
not düşmekten çekiniyorum.
3 Nisan 1912
Yine bir gün geçti. - Öğleden önce büro, öğleden sonra
fabrika ve şimdi akşam vakti evin içinde sağda solda bağrışmalar; daha sonra
kızkardeşimi Hamlet oyunundan gidip alacağım ve hiçbir anından yararlanmayı
beceremeden geçip gidecek gün.
Daha kapsamlı bir çözülmeye yol
açacak daha derin bir uykuyu özleyiş. Metafizik gereksinim, ölüm gereksiniminden
başka bir şey değil.
Sözüm ona bilge idiysem, her an
ölmeye hazır olduğumdandı ve bunun da nedeni yükümlü kılındığım her şeyi yapıp
çıkarmam değil, bu konuda en ufak bir şey yapmamış olmam, ileride de en ufak
bir şey yapma umudunun bulunmayışıydı.
Cumartesi. Yeniden diriliş. Düşen ve düşerken yakalanan
toplar gibi yeniden tutuyorum kendimi. Yarın, yani bugün herhangi bir zorlama
olmaksızın yeteneklerime uygun bir akış izleyecek büyükçe bir çalışmaya
başlıyorum. Elden geldiği kadar uzun süre bu çalışmadan kendimi uzak tutmamaya
bakacağım. Böyle yaşamaktansa, uykusuz kalmam daha iyi.
_________
Kendim
tarafından, her şey tarafından böylesine bir terkedilış. Bitişik odadaki gürültü.
Bugün eskiden kalmış bir sürü iğrenç kâğıt yakıldı.
2 Mart 1912
Başkaca şeylere karşı ilgisizliğimin, dolayısıyla
kalpsizliğimin, salt alınyazımın edebiyatla uğraşmak olmasından kaynaklandığını
ya da kaynaklanabileceğini kim bana doğrulayabilir.
Adeta zahmet vermeyen bir mahmurluk içinde çiziktirdiğim bu işe yaramaz, bu yarım yamalak şeyler.
Goethe: İçimde uyanan yaratma hevesi sınırsızdı.
Beni baştan aşağı sarıp her türlü yazma eyleminden alıkoyan
bir şevkle Goethe üstüne kitapları okuyuşum (Goethe’nin Konuşmaları. Üniversite
Yılları, Goethe'yle Geçirilen Saatler, Goethe Frankfurt'ta
Yazdığım bir
şey yok. Goethe üzerine, hiçbir yerde değerlendiremeyeceğim dağınık bir
heyecanın içimde doğmasına yol açan kitaplar getiriyor Weltsch. Goethe’nin
Müthiş Doğası başlıklı bir yazıyı planlama; şu sıralar yapmayı ilke edindiğim
iki saatlik akşam gezintisinden duyduğum korku.
...
Yağmurlu sessiz pazar işte böyle geçiyor benim için;
yattığım odada oturuyorum, huzur içindeyim; ama karar verip de yazı yazmaya
koyulacakken -oysa önceki gün tüm varlığımla yazılardan içeri dalmayı
istemiştim- hanidir gözlerimi dikmiş parmaklarıma bakıyorum. Sanırım bu hafta
düpedüz Goethe'nin etkisi altında yaşadım ve söz konusu etkinin gücünü harcayıp
tükettim artık, dolayısıyla işe yaramaz duruma geldim.
Akşam evde kalmaya kesinlikle karar verilerek sırta
robdöşambr geçirilir, yemeğin ardından aydınlık masada oturularak bitiminde
adet olduğu üzere kalkıp yatmaya gidilen bir iş ya da bir oyunla vakit geçirilir,
dışarıda ise evde kalmayı pek doğal gösteren pis bir hava egemenliğini sürdürür,
artık sokağa çıkmanın herkesi şaşırtacağı kadar uzun süre masa başında sessiz
oyalanılır, bu ara merdivenlerdeki ışıklar söndürülerek cümle kapısı
kilitlenmiş olur, öyleyken içteki bir sıkıntıya karşı durulamayarak kalkılır
da ceket değiştirilir, bir anda sokak kıyafetiyle ortada boy gösterilir, dışarı
çıkmak gerektiği açıklanır, oradakilere kısaca hoşça kal denilip çıkılır,
kapının hızlı ya da yavaş kapatılmasıyla az ya da çok bir öfke geride
bırakılır, kendilerine bu geç vakit sağlanan beklenmedik özgürlüğü özel bir
çeviklikle cevaplandıran kol ve bacaklarla sokakta soluk alınır, salt bu sokağa
çıkma kararıyla karar verme gücünün içte varlığı sezilir, en hızlı değişimleri
kolaycacık gerçekleştirme ve bunlara katlanmak için daha fazla bir gücün elde
bulundurulduğunun her zamankinden büyük bir açıklıkla bilincine varılır ve böylece uzun sokaklar boyu seğirtilip
durulursa, o zaman akşam için aile çevresinden, en uzak yerlere yapılan
yolculuklarda bile daha bir kesinlikle dışarı çıkılır, aile bireyleri bir
belirsizlikten içeri yol alırken pek kesin kenar çizgileriyle donanmış olarak,
elleri yürürken kalçalarına vuran bir kişi aşamasına yücelmiş hissedilir. Öte
yandan, hal hatır sormak için akşamın bu geç vakti bir dostu gidip görmek
pekiştirir bu duyguyu.
İçimde yazma eylemi üzerinde
yoğunlaşan bir dikkatin varlığını pekâlâ görmek mümkün. Yazmanın varlığımın en
verimli yönü sayılacağı organizmamda açığa çıktıktan sonra içimdeki tüm güçler
o yana üşüştü ve cinselliğin, yeme içmenin, felsefî düşüncelerin, ama her
şeyden çok müziğin hazlarına yönelik bütün öbür yeteneklerden yüz çevirdi; sözü
geçen alanlarda yoksul duruma düştüm. Bu da benim için zorunluydu; çünkü
elimdeki güçler öyle azdı ki, ancak hepsi biraraya geldiği zaman, o da az buçuk
yazma amacına hizmet edebilirdi. İlgili amacı ben tek başıma ve bilinçli olarak
bulmadım, kendi kendisini buldu amaç ve böyle bir amacın önüne duran, ama bunu
köklü biçimde yapan bir şey varsa o da bürodur yalnız. Ancak bir sevgiliye
katlanamayışımın, sevgiden de tıpkı müzik gibi pek anlamayışımın, dolayısıyla
sevginin bana kadar gelen yüzeysel esintileriyle yetinmek zorunda olmamın,
yılbaşı gecesi ıspanakla kara otlar yiyip yanı sıra 1/4 litre Ceres içmemin,
pazar günü Max felsefi yazılarını okurken hazır bulunamamamın yasını tutamam
şimdi; bütün bunları dengeleyecek nesne açıkça ortada duruyor: Gelişme sürecim
tamamlandığı ve sanırım bu uğurda artık hiçbir şey feda etmem gerekmediği için,
yalnızca büro işini bu kalabalıktan kapı dışarı etmem gerçek hayatımı yaşamama
yetecek; öyle bir hayat ki, çalışmalarımın ilerlemesiyle sonunda doğal yoldan
yaşlanma olanağına kavuşabilecek yüzüm.
...
Bugün annemle kahvaltıda konuşuyorduk, bir ara çoluk çocuktu
ve evlenmeden söz açıldı. Hepsi birkaç kelime; ama annemin bana ilişkin
görüşünün ne denli gerçekdışı ve çocuksu nitelik taşıdığının ilk kez açıkça
bilincine vardım. Bana sağlık yönünden eksiği bulunmayan, ama işte biraz hasta
olduğu kuruntusuna kapılmış bir genç gözüyle bakıyor. Kuruntu zamanla
kaybolacaktı anneme göre; ancak bunu hepsinden köklü biçimde kafamdan silip
atmamın tek yolu evlenmem ve çoluk çocuğa karışmam. Hem o zaman edebiyata karşı
ilgim de azalacak, aydın kimseler için gerekli ölçüyü aşmayacaktı. Mesleğime,
fabrikaya ya da uğraştığım bir başka işe ilgim doğal boyutlarıyla hiçbir engele
toslamadan açığa vuracaktı kendini. Dolayısıyla, gelecekten umudumu sürekli
kesmem için ortada en ufak bir neden yoktu. Aşırı dereceye varmayan geçici umutsuzluk nöbetlerine ise bazen midemi
bozduğumu sanmam ya da çok yazı yazıp çizdiğim için yeterince uyuyamamam yol
açıyordu. Söz konusu nöbetleri silip atacak binlerce çare vardı. İçlerinde en
akla yakını ise bir daha kendisinden kopamayacak gibi bir kıza gönlümü kaptırmamdı.
O zaman, nasıl benim iyiliğimi istediklerini ve hiç kimsenin beni
engellemediğini görecektim. Ama Madrid’deki dayım gibi bekâr kalırsam, bu da
benim için bir felaket sayılmazdı; aklı başında biriydim çünkü, yaşamıma bir
çeki düzen vermesini becerebilirdim.
Öbür engellerin hepsini (vücut durumum, anne ye babam, karakterim)
bir yana bıraksam bile gene de kendimi edebiyata bütünüyle veremeyişim için şu
iki bölümlük neden çok güzel bir özür oluşturuyor: Bana tam bir doyum
sağlayacak büyük bir çalışmanın üstesinden gelemedikçe kendim için hiçbir
girişimde bulunamam. Ne var ki, bu söylediğimi yadsımak olanaksız.
Çekingen ve ürkek durumumu olduğu gibi içimden alıp yazıya
geçirme ve söz konusu durum varlığımın derinliklerinden nasıl kopup
geliyorsa, onu yine öyle kâğıdın derinliklerine yerleştirme ya da sonradan alıp
bütünüyle içime aktarabileceğim gibi yazıya dökme konusunda şu an güçlü bir
istek duyuyorum, hatta öğleden sonra içimde yaşıyordu bu istek. Sanatla da
hiçbir ilgisi yok. Bugün Löwy hoşnutsuzluğundan ve üyesi bulunduğu tiyatro topluluğunun
hiçbir davranışını artık umursamadığından söz açınca, sesimi yükselterek
durumunu yurt özlemi diye niteledim; ama açığa vurmama karşın söz konusu nitelemeyi
gene de bir bakıma vermedim ona. kendim için alıkoydum ve geçici bir süre
bundan kendi hüznüm için yararlandım.
...
S Aralık 1911
Cuma. Uzun suredir bir şey yazmadım; ancak bu kez yazmayışım
ne de olsa memnunluğumdan kaynaklandı biraz, çünkü Richard ve Samuel'in ilk
bölümünü bitirdim; özellikle başta kompartımanda uyunan uykunun anlatımı
başarılı düştü. Hatta öyle sanıyorum ki, Schiller’in sözünü ettiği duygunun
karaktere dönüşümünü pek anımsatan bir şeyler olup bitiyor bende. İçimdeki
bütün diretmeye karşın bunu not etmeden duramayacağım.
Yazmak istiyorum. Alnımda sürekli bir seyirme. Odamda,
evdeki gürültünün bu ana karargâhında oturmaktayım. Vurularak açılıp
kapandığını işitiyorum tüm kapıların. Kapı gürültüsü, ordan oraya koşuşanların
ayak seslerini işitmekten beni esirgiyor. Ayrıca mutfaktaki fırın kapaklarının
sert ve hoyrat kapandığını duyuyorum. Babam odamın kapılarını adeta göçerterek
giriyor içeri ve ropdşambrını arkasından sürükleyerek gidiyor. Bitişik odadaki
sobanın külleri kazınıyor derken. Bir Paris sokağından içeri seslenir gibi
antredeki sessizliğin koynuna seslenen Valli, babamın şapkasının temizlenip
temizlenmediğini soruyor. Bana yabancı gelmeyen ıslıksı bir ses bir çığlık gibi
yükselerek yanıtlıyor bunu. Derken kapının kaldırılan kolu nezleli bir
genizden gelir gibi bir ses çıkarıyor, kapı bir kadın sesinin söylediği kısa
bir şarkıyla aralanıp tüm gürültülerden daha saygısız, boğuk ve erkeksi bir hamleyle
yeniden kapatılıyor. Babam gitti; şimdi iki kanarya sesinin öncülüğünde daha
narin, daha dağınık ve insanı daha çok karamsarlığa sürükleyen bir gürültü
başlıyor. Önceden de düşünmüştüm, ancak kanaryaların sesiyle yine aklıma
geliyor: Kapıyı azıcık aralasam da yılan gibi sürünerek bitişik odaya girsem ve
döşemenin üzerinden başımı kaldırıp kızkardeşlerimle mürebbiyelerinden gürültü
yapmamalarını rica etsem diyorum.
Bugün öğleden sonra yalnızlığımın acısı öylesine içe
işleyici ve yoğun şekilde üzerime çullandı ki, yazıp çizmelerle elde edip böyle
bir amacın hizmetine vermeyi doğrusu aklımdan geçirmediğim güçlerin bu yolda
harcanıp gittiğini anladım.
31 Ekim 1911
Bugün Fischcr kataloğunun, İnset Almanağı'nın ve
Rundschau'nın kimi yerlerini okudumsa da, şu an bütün okuduklarımı adamakıllı
üstünkörü, ama her türlü olumsuz etkiye karşı kendimi savunarak benimsediğimin
farkındayım.
19 Ocuk 1911
Temelden işim bitik göründüğüne göre -bu son yılda beş
dakikadan fazla uyanık kaldığım olmadı-, her gün ya dünyadan yıkılıp gitmeyi
dilemem ya da, hani bunda da en ufak bir umut ışıltısı görmememe karşın küçük
bir çocuk gibi baştan başlamam gerekiyor. Sonuncu durumda bir zamankinden
kolaylaşacak işim. Çünkü bir zaman, her sözcüğüyle yaşamıma bağlı bulunup
kendisini bağrıma basacağım ve onun da beni coşkuyla önüne katıp sürükleyecek
bir anlatıyı kaleme almak amacıyla işin pek farkına varmaksızın çaba
harcamıştım. Ne perişan bir durumda (şimdikiyle kıyaslanamaz gerçi) çalışmaya
koyulmuştum o zaman. Nasıl soğuk bir hava yazdıklarımdan kopup gelmişti!
Tehlike ne kadar büyüktü ve nasıl da aralıksız varlığını sürdürmüş, söz konusu
soğukluğu duyumsamamı önlemişti. Ama bu yine de azaltmamıştı mutsuzluğumu.
Bir ara iki kardeşin birbiriyle savaşacağı
bir roman yazmaya heveslenmiştim; kardeşlerden biri Amerika’ya gidiyor, ötekisi
Avrupa’da bir cezaevinde kalıyordu. Ancak zaman zaman birkaç satır çiziktiriyordum,
çünkü yazmak hemen yoruyordu beni. Yine bir pazar günü öğleden sonra cezaeviyle
ilgili biraz bir şeyler karalayayım demiştim; büyükannemlere misafirliğe
gitmiş, onların yumuşacık ekmekleri üzerine yağ sürüp yemiştik. Belki daha çok
kendimi beğenmişliğimden olacak, kâğıdı masa örtüsünün üzerinde sağa sola itip
kurşunkalemimi tıklatmış, lambanın altında gözlerimi çevremde dolaştırarak
oradakilerden birini yazdıklarımı elimden alıp bir göz atmaya ve bana karşı
hayranlığını belirtmeye ayartmak istemiştim. Yazdığım birkaç satırda özellikle
cezaevinin koridoru, en başta koridorun sessizlik ve soğukluğu anlatılıyor,
bunun dışında Avrupa’da kalan kardeş üzerine iyi bir kardeş olduğu için acıklı
birkaç laf ediliyordu. Yazdıklarımın değersizliği konusunda belki bir an süren
bir duygu uyandı içimde; ancak o ikindi öncesinde bu gibi duyguları asla pek
umursamamış, kendilerine alışık bulunduğum akrabalar arasında (yeni şeylere
karşı ürkekliğim öylesine büyüktü ki, daha alışılmış’ın içine ayak atmam yarı
mutlu kılıyordu beni) odadaki yuvarlak masanın başında dururken henüz yaşımın
küçüklüğünü, ileride şimdiki umursamazlığımı yenip büyük işler başarmamı
sağlayacak bir yetenekle yaratıldığımı düşünmüştüm hep. Başkalarıyla
eğlenmekten hoşlanan dayım, elimde gevşecik tuttuğum kâğıdı sonunda önümden
çekip aldı, şöyle bir göz gezdirip nasılsa alay etmeden bana geri uzattı.
Gözleriyle olayı izleyen masadakilere: «Sıradan şeyler» dedi yazdıklarım için.
Doğrudan bana bir şey söylemedi. Ben oturmuş, yerimden kalkmamıştım; işe
yaramaz diye nitelenen yazının üzerine eğilmiştim yeniden; ama gerçekte bir
tekme yemiş, toplum içinden kapı dışarı edilmiştim. Dayımın yargısı nerdeyse
şimdiden gerçek bir kimliğe bürünerek içimde yinelenmeye başlamış, hatta aile
atmosferinin içinde dünyamızın soğuk mekânı bana, yüzünü göstermişti ve bu soğuk
mekânı ileride keşfetmem gereken bir ateşle ısıtmam gerekiyordu.
12 Ocak 1911
Bugünlerde kendime ilişkin bir
sürü şey var ki not etmedim. Bir» miskinliğimden (şu sıra gündüzleri bol bol ve
deliksiz uyuyorum, uyurken ağırlığım artıyor), biraz da kendimle ilgili olarak
ele geçirdiğim gerçekleri ele verme korkusundan. Bu korku haklı bir nedene
dayanıyor, çünkü bir kendini tanıyış
ancak tam bir doğrulukla, tüm ayrıntılar dikkate alınıp olabildiğince eksiksiz
yapılabildi mi kesinlikle not edilebilir. Bu yapılmadı mı -en azından bende
bunu başaracak güç yok-, düşülecek not kendi amacı doğrultusunda ve not edilen
şeyin baskın gücüyle ancak genel bir duyguyu yansıtır; öyle ki gerçek duygu
yitip gider arada ve not edilenin değersizliği neden sonra anlaşılır.
Aralık 1910
Nerdeyse üç gündür yalnızım -ancak büsbütün de değil- ve şu
an henüz değişmemişsem, değişmenin yolunda bulunuyorum. Yalnızlığın üzerimde
hiç şaşmayan bir gücü var. İçim çözülüp dağılarak (şimdilik sadece yüzeyi),
derinliklerinde saklı özleri dışarı salmaya hazır bir durum alıyor. Varlığımda
küçük çapla bir düzeninin kurulmaya başladığını görüyor, buna hepsinden çok
gereksinim duyuyorum; çünkü insanın yetenekleri sınırlıysa, düzensizlikten
kötü şey yoktur.
Gece saat on bir buçuk. Bürodan kurtulamadım mı düpedüz mahvolacağımı
açıkça görüyorum. Yapılması gereken bir şey varsa, elden geldiğince uzun süre
başımı suyun üstünde tutup boğulmaktan kurtulmaya çalışmaktır. Bunun ne çetin
bir iş sayılacağı, hangi güçleri içimden çekip almam gerekeceği bir kez şuradan
belli ki, yeni belirlediğim zaman bölümlemesine, saat sekizden on bire kadar
masa başında kalmak için verdiğim karara bugün uymadım hatta şu birkaç satırı
bir an önce yatağa girebilmek için tez elden çiziktirişime pek büyük bir
felaket gözüyle baktığım yok.
Aralık 1910
Ama edebiyata kendimi gerekliği gibi bütünüyle veremem ve bu
da çeşitli nedenlerden kaynaklanıyor. Ailevi koşullar bir yana, yapıtlarımın
ancak yavaş bir tempoyla yazılmasından ve kendilerine özgü karakterinden ötürü
geçimimi edebiyatla sağlamam düşünülemez; kaldı ki, sağlık durumum ve
karakterim, kendimi en iyi durumda belirsiz bir yaşamın kucağına atmamı
önlüyor. Bu yüzden, bir sigorta kurumunda çalışıyorum. Ne var ki, her iki
uğraş birbiriyle bağdaşmıyor. Birindeki en küçük bir mutluluk, ötekinde büyük
bir mutsuzluğa yol açıyor. Bir gece iyi bir şey yazsam, yazdıklarımı ertesi
gün büroda yakıyorum; dolayısıyla, tamamlayıp bitirdiğim bir şey olmuyor ve
sağa sola yalpalamalar giderek kötüleşiyor. Büroda beni bekleyen ödevlerin
üstesinden geliyorsam da, içten üzerime yüklenen ödevlerin altından
kalkamıyorum. Yerine getirilmeyen her ödev de bir mutsuzluğa dönüşüp bundan
böyle yakamı bırakmıyor. Durum böyleyken, birbiriyle asla uzlaşmayacak bu iki
çabaya, bir üçüncü çaba olarak mistisizmi katmam doğru sayılır mı? Böyle bir
çaba öbür iki çabayı baltalamaz mı? Zaten bu durumda pek mutsuz olan ben, üç çabayı
birden bîr sonuca ulaştırabilir miyim?
Yaşamımın beni memnun bırakabilecek
bir şey yazmadan geçirdiğim ve herkesin buna yükümlü olmasına karşın hiçbir
gücün bana geri veremeyeceği beş ayından sonra aklıma sonunda bir düşünce
geliyor, tutup kendi kendime danışmak istiyorum. Sorular yöneltince hâlâ
kendimden, kendim olan bu ot yığınından yanıtlar alabiliyordum. Beş aydır ot
yığınından geri kalır yanım yoktu çünkü; akıbeti bir yaz günü ateşe verilerek
duruma tanık olacak birinin gözünü açıp kapamasından daha kısa sürede yanıp
gitmek olacağa benzeyen bir ot yığını. Ve söz konusu akıbet buyursun gelsindi!
Hatta bin kat fazlası başıma gelse yeriydi, çünkü mutsuz geçen beş aydan ötürü
pişmanlık duyduğum bile yok. Durumum bir mutsuzluk durumu değil, ama mutluluk
da değil, umursamazlık da, güçsüzlük de, yorgunluk da, başka bir şey de değil.
Peki ne? Bunu bilemeyişim, sanırım yazma yeteneksizliğimden kaynaklanıyor. Söz
konusu yeteneksizliği de, nedenini bilmeksizin anlıyor gibiyim. Yazarken aklıma
gelen şeyler kökten değil, ancak ortalarda bir yerden doğuyor. Böyle olunca,
bunları çıkıp tutsun biri tutabilirse! Sapının orta yerinden büyümeye başlayan
bir otu tutmaya ve ona tutunmaya çalışsın! Bunu yapan tek tük kimseler vardır
belki; örneğin Japon gözbağcıları zemine değil de, yerde yarı yatar durumdaki
birinin havaya kalkık tabanlarına dayanan, bir duvara yaslanmayıp boşlukta
yükselen bir merdiveni tırmanıp çıkar. Ben bunu beceremem; kaldı ki benim
merdivenin emrinde böylesi tabanlar yoktur. Ama kuşkusuz yetmez bu kadarı;
kendime yalnız soru yöneltmem konuşmamı sağlamaz. Şimdilerde o kuyrukluyıldız
üzerine çevrilen teleskoplar gibi, her gün en azından bir satırın kendi
üzerime yöneltilmesi gerekiyor. Eh, bir kez de o cümle karşısında kendimi
bulmayayım! Söz konusu cümlenin ayartısına kapılarak hani; tıpkı
geçtiğimiz Noel'deki gibi. Geçtiğimiz Noel’ de o kadar ileri gittim ki, kendimi
ancak zorlukla tutabildim; gerçekten en son basamağına ulaşmıştım merdivenin;
merdivense yere dayalı ve duvara yaslatılmış, kımıldamadı hiç. Ama o ne yer, o
ne duvardı! Yine de devrilmemişti merdiven; ayaklarım onu işte öylesine yere
bastırmış, öylesine duvara yapıştırmıştı.
Düşünme, gözlemleme, saptama, anımsama, konuşma, olup biteni
başkaları gibi yaşama güçsüzlüğüm giderek büyüyor, belli ki taşlaşıyorum. Bunu
böylece saptamam gerekiyor bir kez. Ve güçsüzlüğüm büroda daha da artıyor. Yapacağım
bir çalışmayla esenliğe kavuşamadım mı
işim bitiktir. Olanca açıklığıyla biliyor muyum bunu? Sessizlik içinde yaşamak
değil, sessizlik içinde mahvolup gitmek istediğimden insanlardan kaçıp köşe
bucak saklanıyorum. Tramvaydan inip E. ile Lehrte istasyonuna kadar yürüdüğümüz
yol geliyor aklıma. İkimiz de konuşmuyorduk, her adımın benim için bir kazanç
sayılacağından başka bir düşünce kafamdan geçmiyordu. E. de bana karşı nazik
davranıyor, beni mahkeme önünde görmesine karşın ne hikmetse inanıyor bana;
zaman zaman şahsıma beslenen güvenin olumlu etkisini duyuyorsam da, bu duyguya
pek bel bağlamak içimden gelmiyor. Aylardan beri ilk kez yaşadığımı, Berlin’den
dönerken kompartımanda karşımda oturan İsviçreli bayanın önünde hissettim.
Kadın G. W.’yı anımsattı bana, hatta birinde «Çocuklar!» diye bağırdı. -
Başında ağrılar vardı, kanı işte öylesine rahatsızlık veriyordu kendisine.
Çirkin, bakımsız ve ufak tefek bir vücut; üzerinde Paris’teki bir mağazadan
alınmış külüstür, ucuz bir giysi; yüzde yaz sivilceleri. Ama küçümen ayakları
var. Hantallığına karşın ufak tefekliğinden dolayı düpedüz denetim altında
tutulabilen bir vücut, tombul ve diri yanaklar, asla sönmeyen canlı bir bakış.
12 Kasım 1914
Çocuklarından teşekkür bekleyen anne ve babalar (hatta bu teşekkürü
isteyenler var çocuklarından) tefecilere benzer; faiz alabilsinler yeter ki,
ana parayı elden çıkarma riskine seve seve katlanırlar.
Boş umutsuzluk; toparlanıp ayağa kalkabilmem olanaksız;
ancak durumu memnunlukla karşılamam bu gidişi durdurabilir.
31 Aralık 1914
Ağustostan beri çalışıyorum,
genelde az bir çalışma değil, nitelikçe de fena sayılmaz; ama ne bu, ne öbür
bakımdan yeteneğimin sınırlarına ulaştığım söylenemez; oysa bunun başarılması,
hele yeteneğimin ortadaki tüm belirtilere göre (uykusuzluk, baş ağrısı, kalp
yetmezliği) uzun süre varlığını koruyamayacağı düşünülürse bunun haydi haydi
üstesinden gelinmesi gerekirdi. Başlanan, ama bitirilemeyen yapıtlar: Dava,
Kalda Hattını Anımsayış, Köy Öğretmeni, Savcı Yardımcısı ve başlangıç
bölümleriyle diğer küçük şeyler. Bitirebildiklerim ise şunlar: Cezalılar
Sömürgesi ile Kayıp romanının bir bölümü; her ikisini de on dört günlük izin
sırasında yazdım. Neden bu dökümü yapıyorum bilmem; benden hiç beklenecek bir
davranış değil.
Ağustostan bu yana zamanı hiç de yeterince
değerlendiremediğimi anladım. Öğle sonraları bol bol uyuyarak çalışmalarımı
gecenin geç vaktine kadar sürdürebilmeyi denemem, bu konuda habire denemelere
girişmem saçmaydı; çünkü aradan henüz iki hafta geçer geçmez gördüm ki, saat
birden sonra uyumayı sinirlerim kaldırmıyor, bir türlü uyku girmiyor gözüme,
ertesi güne katlanamıyor, kendimi helak ediyorum. Diyeceğim, ağustostan bu yana
öğle sonraları hayli uzun süre yatıp uyudum; ne var ki, gece çalışırken saat
biri geçirmedim pek, en erken de saat on bire doğru çalışmaya koyuldum. Yanlış
bir davranıştı bu. Saat sekiz ya da dokuzda çalışmaya başlamam gerekiyor. Gece
kuşkusuz en iyi zaman çalışmak için (izin!), ama bana göre değil.
23 Mart 1915
Tek bir satır yazacak
güçten yoksunum. Dün Chotek Parkı’nda, bugün Karl Meydanında Strindberg’ın Açık Deniz Kıyısında
isimli Romanıyla oturmanın hazzı. Bugün odada duyduğum haz. Kıyıdaki bir midye
gibi içi boş, bir tekmeyle parçalanıp dağılmaya hazır.
9 Nisan 1915
Evin verdiği rahatsızlıklar. Sınırsız. Birkaç akşam iyi
çalışıldı. Geceleri çalışabilseydim! Gürültü uyumamı, çalışmamı, her şeyi engelledi
bugün.
3 Mayıs 1915
Tam bir umursamazlık ve duyarsızlık. Kurumuş bir kuyu, suyu
ulaşılamayan bir derinliğe çekilmiş, orada da ele geçeceği belli değil.
Hiçlik, hiçlik. Strindberg’in Entzweif'ında
güzel diye nitelendirdiği yaşamı anlamıyorum; kendimle ilişki içinde
düşünüyorum da tiksindiriyor beni. F.’ye yazılan yapmacık mektup;
yollanacak gibi değil. Nedir beni geçmişe ya da geleceğe bağlayan? Hal’in bir
hayaletten kalır yeri yok; masada oturmuyor, havada dolanıyorum çevresini.
Hiçlik, hiçlik. Boşluk, sıkıntı, hayır, sıkıntı değil, salt boşluk,
anlamsızlık, güçsüzlük.
4 Mayıs 1915
Durumum daha iyi, Strindberg’i
(«Entzweit») okudum çünkü; Strindberg’i okumak değil, sinesinde dinlenmek için
okuyorum. Bir çocuğu tutar gibi Strindberg sol kolunda tutuyor beni. Bir heykel
gibi kolunun üzerinde oturuyorum. On kez kayıp düşme tehlikesi geçirdim, ama on
birincisinde sıkıca oturmasını başardım, güvenlik içindeyim, kuş bakışı
görebiliyorum çevremi.
5 Mayıs İ915
Hiçlik, başımda bir sersemlik ve hafif bir ağrı. Öğleden
sonra Chotek Parkı; beni besleyip doyuran Strindberg’i
okudum.
Neden saçmadır sızlanmak? Sızlanmak demek, sorular sormak ve
bir yanıt gelene kadar beklemek demektir. Ne var ki, daha doğarken kendi
kendilerini yanıtlamayan sorular yanıtlanmadan kalır hep. Soruyu soranla onu
yanıtlayan arasında hiçbir uzaklık yoktur. Aşılması gereken bir uzaklık söz
konusu değildir. Bu yüzden, sormak ve beklemek saçmadır.
5 Kasım 1915
yazma olanağını ele geçirmekten başka bir şey istemiyor, şu
sıra hangi geceleri yazmaya ayıracağımı düşünüp duruyordum. Kalbimde bir ağrı,
seğirterek taş köprüden geçtim; insanı yiyip bitiren, bir yol bulup kendini
açığa vuramayan o ateşin şimdiye dek sık sık tattığım mutsuzluğunu yine içimde
hissetmeye başlamıştım; derken yüreğimdekileri ortaya dökebilmek ve kendimi
yatıştırmak için «Dostum, aç kalbini!» sözü aklıma geldi, özel bir melodiyle
sürekli söylemeye başladım; cebimdeki bir mendili bir gayda gibi sıkıp
bırakarak şarkıya eşlik ediyordum.
Bana acı! Varlığımın tüm köşe
bucağına kadar günaha battım. Oysa pek hor görülecek gibi değildi yeteneklerim,
küçük çapta olumlu şeylerdi, hepsini boşa harcadım, bugüne kadar kafasızlık ettim;
öyle bir zamanda ki, tüm dış koşullar artık lehime çevrilebilirdi. Beni
yitiklerin arasına katma. Biliyorum, gülünç, uzaktan, hatta yakından
bakıldığında gülünç bir bencillik taşıyor sözlerimden; ama mademki yaşıyorum,
canlılardaki bencillik elbet bende de bulunacak, canlılık gülünç sayılmadığına
göre onun zorunlu dışavurumları da gülünç sayılmayacaktır. - Zavallı
diyalektik. Mahkûm edildimse» yalnız son bulmaya değil, kendimi sonuna dek
savunmaya da mahkûm edildim demektir.
Yani toparlan, kendine
çeki düzen ver, bürokrasiyi silkip at üzerinden, ilerde ne olacağını hesap
etmeyi bırakıp kim olduğunu görmeye çalış. Bundan sonra ilk yapacağın şey
kesinlikle belli: Askere gitmek. Örneğin Flaubert, Grillparzej, Kierkegaard’la
kıyaslamalara başvurmak gibi o saçma yanılgıdan kendini kurtar. Hesaplamaların
zincirinde bir halka olarak örneklerden yararlanılabilir kuşkusuz; bir başka
türlü söylersek, hesaplamalar tümüyle göz önünde tutuldu mu bu örnekler işe
yaramaz; ama tek tek kıyaslamalarda daha baştan yararsızlıkları ortadadır.
Flaubert ve Kierkegaard kendi durumlarını çok iyi biliyordu; sağlam bir
iradeleri vardı; hesap değil, eylem adamıydılar. Ama sende ardı arkası
kesilmeyen hesaplamalar, dört yıldır süren devcileyin dalgalanmalar var.
Grillparzer’le kendini kıyaslaman yerindedir belki; gel gelelim Grillparzer’i
öykünmeye değer bulmuyor, kendileri için acı çektiğinden gelecektekilerin
teşekkür borçlu olduğu zavallı bir örnek görüyorsun.
Kendi durumumu aşağı yukarı şöyle tanımlayabilirim:
Çokluk bağımlı durumda olan ben,
bağımsızlığa, özgürlüğe ve serbestliğe karşı içimde sonsuz bir tutku besledim.
Yaşadığım yerdeki kalabalığın çevremde dönüp bakışlarımı başka yana çelmesine
katlanmaktansa, atlar gibi gözüme meşin gözlükler geçirip yolumu en uç noktaya
kadar yürümem daha iyi. Bu yüzden, benim anne ve babama, anne ve babamınsa bana
söylediği her söz kolaycacık bir kalasa dönüşüp ayaklarımın önüne düşüyor.
Bizzat yaratmadığım ya da savaşarak ele geçirmediğim her türlü bağlantı,
benliğimin parçalarıyla kendi aramda bir bağlantı bile olsa değer taşımıyor,
engelliyor yürümemi; böylesi bağlantılardan nefret ediyor ya da nefret etmek
üzere bulunuyorum. Yol uzun, eldeki güç ise fazla değil; böyle bir nefret için
yeterince çok neden söz konusu. Gel gelelim, anne ve babamdan kökenimi
alıyorum ben, onlarla ve kızkardeşlerimle aramda bir kan bağı var, kendi özel
amaçlarıma zorunlu bir saplanıştan ötürü normal yaşamımda bunu hissetmiyor,
ama aslında farkına vardığımdan daha çok buna değer veriyorum. Bazen söz konusu
davranışın da üzerine yürüyor, evde anne ve babamın yattığı yatağı, kullanılmış
yatak çarşaflarını, özenle yerlerine yerleştirilmiş gömlekleri gördükçe kusacak
gibi oluyorum, içim dışıma çıkıyor adeta; sanki kesinlikle doğmuş değilim de
bu havasız ve bunaltıcı yaşamdan çıkmak, bu havasız ve bunaltıcı odada boyuna
yeniden dünyaya gelmem gerekiyor, bu odadan boyuna doğumumun onayını
sağlıyorum; bu iğrenç nesnelere büsbütün denemese bile yine de kısmen çözülmeyecek
gibi bağlıyım, hiç değilse benim koşmak isteyen ayaklarımdan sarkıyor, henüz
bir biçimden yoksun o ilk lapamsı kitle içinde yer alıyorlar. Bazen işte böyle
durum.
Bazen de onların her şeye karşın benim annem ve babam,
varlığımın bana sürekli güç veren zorunlu parçaları, yalnızca beni engelleyen
nesneler değil, beri yandan bana ait varlıklar sayıldığını biliyorum. O zaman
en iyi şeye nasıl sahip olunmak istenirse, öyle sahip olmak istiyorum
kendilerine; öteden beri tüm kötülükle huysuzluklar, bencillikler, sevgisizliklerle
karşılarında titreyip durdum, aslında bugün de aynı şeyi yapıyorum, çünkü söz
konu davranıştan el çekmek olanaksız; buna karşılık, mademki bir yandan annem,
öbür yandan babam ister istemez irade gücümü felce uğrattı, kendilerini buna
layık kimseler gibi görmek istiyorum. Kendileri tarafından aldatıldım;
öyleyken aklımı kaçırmadan doğa yasasına başkaldıramam, yani yine nefret,
nefretten başka bir şey değil (Ottla bazen gözüme öyle görünüyor ki, hayalimde
bir annenin olmasını istediğim gibi tıpkı: Temiz, açık yürekli, dürüst, aklı
başında; alçak gönüllülük ve gurur, duygululuk ve araya sınır çekme, teslimiyet
ve bağımsızlık, ürkeklik ve cesaret şaşmaz bir denge oluşturuyor. Ottla’nın sözünü
ediyorsam, onun içinde de yine annemin bulunmasındandır; büsbütün tanınmayacak
gibi kuşkusuz.) Kısaca, onları buna layık kişiler gibi görmek istiyorum.
Eli kalem tutabilen bir kimsenin acı
çekerken acıyı nasıl nesnelleştirebildiğine bir türlü akıl erdiremiyorum;
örneğin, bir mutsuzluk durumunu yaşarken, belki başım hâlâ mutsuzluk ateşiyle
kavrularak oturabiliyor, bir kimseye mutsuzum diye yazılı bir bildirimde
bulunabiliyorum. Hatta daha da ileri gidebiliyor, mutsuzlukla alıp vereceği
yok görünen bir yetenekten yararlanarak, süslü püslü
harflerle bu konuda yalın ya da kontrastlarla dolu, olmazsa tüm çağrışım
orkestralarını seferber ederek sayıklamalara girişebiliyorum. Yalan da değil
hiç, acıyı da besbelli dindirmiyor, acının eşeleyip su yüzüne çıkardığı varlığımdaki
güçler son zerresine kadar harcanıp tükendiği anda Tanrının bir lütfuyla
kendini açığa vuran güç fazlasıdır. Ne biçim fazlalıktır bu?
Hemcinslerinin kendisine dikkatle bakmalarına karşı koyuyor.
Ne denli şaşmaz biri olursa olsun, insanın başkalarında görebildiği, ancak
kendi bakış gücü ve bakış biçiminin elverdiği kadardır. Herkes gibi onda da,
ama en ileri derecesinde bir hastalık var: Kendisini öylesine sınırlıyor ki,
hemcinsleri baktığında onu görebilsin. Robinson adanın en yüksek, daha doğrusu
herkesçe en iyi görülebilecek noktasını avuntudan ya da alçakgönüllülükten ya
da korkudan ya da bilmezlikten ya da özlemden terketmemiş olsaydı, “çok
geçmeden mahvolup giderdi: ama işte gemilere ve onların güçsüz dürbünlerine bel
bağlamayıp adasını baştan aşağı araştırma zevkini çıkarmaya koyularak sağ
kalabildi, nihayet mantıksal bakımdan zorunlu bir sonuç olarak adada ele
geçirilip kurtarıldı.
Benim tutukevi hücrem - benim kalem.
Bilinç kapsamının darlığı, toplumsal yaşamın bir
gereğidir.
Ekim 1921
Tüm günlükler yaklaşık bir hafta
önce M.’e verildi. Biraz daha mı rahatım şimdi? Hayır. Günlük tutma yeteneği
hâlâ bende var mı? Bundan böyle en azından başka türlü olacağı kesin, daha
doğrusu söz konusu yetenek saklanıp gizleneceği bir köşe arayacak kendine, hiç
var olmamanın yoluna bakacak; örneğin kafamı oldukça kurcalamış Hardt üzerinde
şu an ancak bin bir zahmetle bir şeyler not edecek gücü gösterebilirim. Sanki
hakkında yazacağım her şeyi çoktan yazmışım ya da bir başka deyişle artık
hayatta değilmişim gibi. M. hakkında yazacak bir şeyler bulabilirdim kuşkusuz,
ama bunu da kendi isteğimle yapmazdım, hem yazacaklarım fazlasıyla kendi
aleyhimde nitelik taşırdı; daha önce bir kez olduğu gibi, artık böylesi
nesneleri uzun boylu anımsamaya çalışmamın gereği yok, eskisi gibi unutkan
değilim, bu bakımdan canlanıp dirilmiş bir bellek olduğumu söyleyebilirim,
uykusuzluğumun nedeni de budur.
İç durumları benimkine benzeyen kişilerin olabileceğini
sanmıyorum, ama yine de böyle kimselerin varlığını tasarlayabilirim kafamda;
gel gelelim başlarının üstünde benimkisi gibi hep gizli bir karganın dolanıp
durduğunu hayalimde bile canlandıramam.
Her şey hayaldir; aile, büro, arkadaşlar, sokak, zevce, her
şey gerçeğe biraz daha uzak, biraz daha yakın bir hayal; en yakın gerçek ise
senin başını penceresiz ve kapısız bir hücrenin duvarına bastırmandır yalnız.
Annemle babam iskambil oynuyordu; bense tek başıma, çevreme
tümüyle yabancı, oturuyordum. Babam, benim de oyuna katılmam ya da en azından
oyunu izlememi söyledi; ben bir bahane uydurup yakayı sıyırdım. Çocukluktan
beri pek çok kez yinelenmiş bu sırt çevirmelerin anlamı nedir? Bu ortak, bir
bakıma toplumsal yaşamın kapısı tarafıma yöneltilen çağrıyla bana aralanmıştı;
söz konusu yaşama katılmam için benden bekleneni, pek iyi değilse de zararsız
denecek gibi yapıp çıkarabilirdim; hatta oyun beni pek sıkmazdı; öyleyken
-öyleyken çağrıyı geriye çevirmiştim; buna göre bir yargıya varılmak istendi
mi, yaşam ırmağının asla bana kucak açmadığından, Prag'dan hiç dışarı çıkma
olanağı bulamadığımdan, asla spor ya da bir başka iş yapma fırsatı elime geçmediğinden
yakınmam haksızlıktan başka şey sayılamaz-, bu konulardaki bir öneriyi tıpkı
oyuna çağrıdaki gibi kabul etmezdim belki. Ancak saçma şeylerin yanıma
yaklaşmasına izin veriyordum, örneğin hukuk öğrenimi, büro, daha sonraları
bahçe işi, marangozluk ve benzeri ek uğraşlar; öyle ki yardıma muhtaç
dilencinin yüzüne kapıyı kapayıp yalnız kaldığında iyiliksever bir kişi rolünü
oynayarak sadakayı sağ elinden sol eline aktaran bir adamın davranışı gibi
anlamak gerekiyor durumu.
Çağrıları sürekli geriye çevirmiş, kuşkusuz genel bir
güçsüzlükten, ama en çok bir irade güçsüzlüğünden böyle davranmıştım; ancak,
bunu anlamam hayli geç oldu. Eskiden bu geri çevirmeleri çokluk olumlu bir
belirti görmüştüm (kendimden kaynaklanan o genel büyük umutlar beni buna
ayartmıştı); şimdi ise, söz konusu görüşten topu topu bir kırıntı kaldı.
...
29 Ekim 1921
Sonraki akşamların birinde gerçekten katıldım oyuna, annem
hesabına sonuçları kaydediyordum. Ancak, masa başındaki topluluğa pek
yaklaşamadım; birazcık bir yaklaşımı yorgunluk, can sıkıntısı, kaybedilen
zamandan duyduğum üzüntü alıp götürdü. Hep böyle olmuştu zaten; yalnızlıkla topluluk
arasındaki bu sınır ülkeyi ancak alabildiğine seyrek durumlarda aşabilmiş,
hatta söz konusu ülkeyi yalnızlıktan kendime daha çok yurt edinmiştim. Burasıyla
karşılaştırıldı mı, Robinson’un adası ne kadar yaşam dolu ve güzel bir ülkeydi.
Sonu gelmeyen
bulanık bir pazar ikindisi. Bazen boş sokaklarda umutsuz, bazen yatışmış
kanepede. Bazen de karşıdan sürekli geçip renksiz ve anlamsız bulutları
hayretle izleme. «Sen büyük bir pazartesi için bir kenara kaldırıldın.» Güzel
sözler, ama pazar hiç biteceğe benzemiyor.
6 Aralık 1921
Bir mektuptan: «Bu kasvetli kışta ısıtıyor beni.»
Benzetmeler, beni yazma uğraşında umutsuzluğa düşüren pek çok nedenden biri.
Yazmanın kendi başına buyruk olamayışı, sobayı yakan hizmetçiye, sobada ısınan
kediye, hatta sobada ısınan zavallı yaşlı adama bağımlılığı. Bütün bunlar
kendine özgü yasaları içeren bağımsız eylemlerdir; ancak, yazmanın perişandır
durumu, bağımsız bir yeri yoktur, bir şaka, bir umutsuzluktur.
20 Aralık 1921
Düşüncede çekilen bir
sürü acı.
Birincisi: Yıkılış, uyuma olanaksızlığı, uyanık kalma
olanaksızlığı, yaşamın kendisine, daha doğrusu yaşam olaylarının ard arda birbirini
izleyişine katlanma olanaksızlığı. Saatler birbirini tutmuyor; içteki saat,
şeytani ya da iblisçe veya en azından insanlıkla bağdaşmaz biçimde koşturuyor,
dıştaki ise herhangi bir olağanüstülüğü içermeyen duraksamalı bir akış izliyor.
Böyle olunca, bu iki değişik dünyanın birbirinden ayrılmasından başka ne
beklenebilir? Ve ayrılıyorlar birbirinden ya da en azından korkunç biçimde
birbirini çekip duruyorlar. İçteki saatin çalışmasındaki aşırılık değişik
nedenlerden kaynaklanabilir; bunların arasında en somutu da kendini gözlemdir, öyle ki, hiçbir
düşünceyi rahat bırakmaz, sürüp atar yerinden, ama sonra kendisi de bir düşünce
olduğu için yeni kendini gözlemler tarafından sürülüp atılır. İkincisi: Söz
konusu koşturma insanlığın dışına doğru bir yol izliyor. Büyük bölümüyle öteden
beri bana zorla benimsetilen, biraz da benim kendimce aranan yalnızlık -ama bu
da zorlamadan başka neydi- giderek pek açık seçik nitelik kazanıyor ve en son
sınıra kadar gelip dayanıyor. Nerede alacak soluğu? Bakarsın, ki bu hepsinden
akla yakın görünüyor, cinnette alır. Bu konuda daha çok şey söylenemez; o
hızlı koşunun yolu benim içimden geçiyor ve beni parçalara bölüyor. Ama elimden
gelen bir şey var ki, - elimden geliyor mu? - bir nebzecik de olsa kendimi
ayakta tutuyor, yani koşturmaya kendimi taşıtıyorum. Peki, nerede alacağım
soluğu? «Koşturma» bir benzetidir yalnız, bunun yerine «dünyevi son sınıra
karşı saldırı» diyebilirdim; öyle bir saldırı ki, aşağıdan, insanlardan doğru
geliyor; hani bu da bir benzeti sayılacağı için, yukarıdan saldırı benzetisini
alıp yerine koyabilirim.
M. haklı: Korku mutsuzluktur, ama buna göre cesaret mutluluktur
denemez, korkusuzluk için söylenebilir bu, cesaret için hayır; cesaret belki
güç kuvvetten daha çok şey bekler kişiden (bizim sınıfta cesaret sahibi yalnız
iki yahudi çocuk vardı; ikisi de henüz lisede okurken ya da ondan kısa bir
süre sonra kurşuna dizildi). Diyeceğim cesaret değil, korkusuzluktur mutluluk;
dingin, gözlerini hiçbir şeyden kaçırmayan, her şeyi göğüsleyebilen
korkusuzluk. Kendini hiçbir şeye zorlama, ama kendini zorlamadığını ya da
yapman istenen belli bir işi kendini zorlamadan başaramayacağını düşünerek mutsuz
olma. Kendini zorlamadın diyelim, zorlama olasılıklarının çevresinde dolaşarak
can atma hep. Doğru, hiçbir zaman durum bu kadar seçik değildir, ya da hayır,
her zaman bu kadar açık seçiktir, bir örnek: Diyelim cinselliğim beni sıkboğaz
ediyor, gece gündüz bana yapmadığını koymuyor, onun istediğini yerine
getirebilmek için korku, utanç ve belki üzüntü gibi duyguları yenmem
gerekecektir; ama beri yandan kısa süre sonra yanımda baş gösterip kendini
gönüllü olarak sunacak ilk fırsattan korku utanç ve üzüntü hissetmeksizin hemen
yararlanabilirdim; o zaman yukarıda söylenilenlere göre korkuyu vb. yenmemenin
(ama korkuyu yenme düşüncesiyle de oyalanmamanın), ama fırsattan yararlanmanın
(ne var ki, baş göstermeyince de yakınmamanın) yasa olarak benimsenmesi gerekir.
...
Bu aşırı sessizlik. Sanki -nasılsa bedensel, yıllar yılı
süren acıların sonucu olarak bedensel bakımdan (Güvenini yitirme! Güveni- yitirme!)-
dinginlik içinde etkin yaşam olanağının, kısaca etkin yaşamın kapısı yüzüme
kapanmış; çünkü acı benim için tümüyle kendi içine kapalı, her şeye kapalı bir
acıdır yalnız ve bunun ötesinde bir şey değildir.
Doğum karşısında duraksama. Ruhgöçü diye bir şey varsa, ben
henüz merdivenin en alt basamağında bile sayılmam. Yaşamım, doğum karşısında
bir duraksamadır.-
29 Ocak
Akşam kar içinde yürürken baş gösteren nöbetler. Hep çeşitli
düşüncelerin karışımı; örneğin şöyle: Bu dünyadaki durumum korkunç, burada
Sp.’de tek başıma, üstelik insanın
habire kayıp düşebileceği karlı ve karanlık bu terkedilmiş yolda; üstelik dünyevi
bir hedefi içermeyen saçma bir yol; (Köprüye mi? Neden oraya? Kaldı ki
varabilmiş değilim), üstelik kendim de bu köyde terkedilmiş durumdayım (hekime
kişisel bir yardımcım gözüyle bakamam, bunu hak etmedim, doğrusu kendisiyle
aramda ücret ilişkisinden başka bir ilişki söz konusu değil), bir kimseyle
tanışma gücünü gösterebilmekten, bir tanışıklığa katlanabilmekten uzağım;
gerçekte gülüp oynayan bir topluluk karşısında (ne var ki, bu otelde fazla
şenlikli bir hava yok, hani «gölgesi alabildiğine uzun bir adam» olarak benim
buna yol açtığımı söyleyecek kadar ileri gitmek istemem; ama bu dünyadaki
gölgem gerçekten fazlasıyla uzun, bazı insanların «her şeye karşın» bu
gölgede, özellikle bu gölge içinde yaşamak istemelerindeki direticilik beni
boyuna şaşırtıp duruyor; ancak bu konuda sözü edilmesi gereken başka Şeyler de
var), yanlarında çocuklarıyla anne ve babalarının önünde hayretler içinde
kalıyorum; beri yandan yalnızca burada o kadar terkedilmiş hissetmiyorum
kendimi, genellikle terkedilmiş durumdayım, «memleketim» olan Prag’da da öyle,
hem insanlar tarafından terkedilmişlik değil -bu pek kötü bir şey sayılmazdı
çünkü, yaşadığım süre onların peşinden koşabilirdim-, insanlarla ilişkim ve
insanlarla ilişki kurma yeteneğim bakımından bir terkedilmişlik; beni sevenler
var, ama kendim sevemiyorum; insanlardan fazlasıyla uzakta, kapı dışarı
edilmiş durumdayım; nihayet insan olduğumdan ve köklerim besi istediğinden
orada, aşağıda (ya da yukarıda) beni savunanlar var; acınacak, yetersiz komedyenler
tümü, gereksinimlerimi karşılayabilmelerinin nedeni (kuşkusuz karşıladıkları
yok asla, zaten bu yüzden o kadar terkedilmiş durumdayım), ana besinimin başka
bir iklimdeki başka köklerden gelmesidir; ayrıca, söz konusu kökler de
acınacak şeyler, ama daha büyük bir yaşam gücünü içeriyorlar.
Evli bir dost, dost sayılmaz.
Dokunmayın kitaplarıma! Varım yoğum onlar yalnız
Tutalım ki biri bana şöyle diyor: «Yaşamın ne değeri var?
Ben ölmek istemiyorsam, yalnızca ailemi düşündüğüm içindir.» Ama aile yaşamı
temsil eder; dolayısıyla, bu sözleri söyleyen, yaşam için hayatta kalmak istiyor
demektir. Hani annem göz önünde tutulursa, benim için de geçerli görünüyor bu,
ama ancak son zamanda. Ne var ki, beni böyle düşündüren şükran ve
duygulanmışlık değil mi? Şükran ve duygulanmışlık; çünkü yaşına göre sınırsız
denecek bir güç harcayarak benim yaşamdan kopmuşluğumu dengelemek için annemin
nasıl çırpındığını görüyorum. Ama şükran da yaşam demektir.
31 Ocak 1922
Bundan, benim annem için yaşadığım gibi bir sonuç
çıkacaktır. Böyle bir şey doğru sayılamaz; çünkü olduğumdan sonsuz derece fazla
bir şey olaydım, yine yaşamın salt bir elçisi olur, başka hiçbir şeyle değilse
bile söz konusu görev nedeniyle yaşama bağlı bulunurdum.
şu son günler kafka'nın günlükleriyle avundum
YanıtlaSil