Sade etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sade etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Yatak Odasında Felsefe

"Yatak Odasında Felsefe "

Marina Pıanu

Neden Sade? "Kutsal Marki" benim kişisel ve edebi gelişimimde (bu ikisi eninde sonunda birbiriyle bağlantılı değil midir zaten?) can alıcı bir rol oynamıştır. Beni böyle "yasaklanmış" bir yazara iten nedenleri açıklayarak zamanınızı almayacağım, ancak Sade’ı benim için hâlâ modern ve anlamlı kılan, onun tipik özelliği olan o küçük anlatı molekülleridir: Cinsellik ironik canlılığını sergileme aracı olduğu kadar, felsefesine özdeksel biçim vermek için anlamlı bir dil olarak kullanılır. Yatak Odasında Felsefe iyi bir örnektir.

1795’te, devrim dönemi hâlâ sürerken yayımlanan kitap, cumhuriyetçi aristokrasiden Ortodoks devrimcilere kadar, elit bir okura hitap eder. Eski felsefi diyalogların ve daha yakın zamanda aristokratları hedef alan yergili güldürülerin etkilerini taşıyan Yatak Odasında Felsefe, onaylanmış değerlere bağlı kalmamasına karşın, Marki’nin en hoş ve önemli yapıtıdır.

Yedi diyalog boyunca, petile ingenue (küçük saf) Eugenie de Mistival, doğuştan fazlasıyla yetenekli naif bir bahçıvanın (aksi halde bütünüyle aristokratlara özgü olacak bir atmosferde halk dilinin tek görünür etkisi) yardımıyla, üç ana liberteryan karakteri (erkek, kadın ve oğlancı) temsil eden, üç liberteryandan eğitim alır ve liberteryanlığa adım atar. Son diyaloğa gelindiğinde, bu karakterlere Eugenie’nin hem kurban, hem de arzu nesnesi olarak hizmet edecek annesi katılır.

-----------------------------------------------------------
Ah! ne zevk!... Beni nasıl da sıvazlıyorsun sevgili dostum!... Sen zevk tanrıçasısın!... Ya şu güzel yarak nasıl da şişiyor!... Görkemli başı nasıl da kabarıp kıpkırmızı oluyor!...

Ah! Ne ilahi göğüsler!... Ne tatlı ve tombul kalçalar bunlar!... Boşalın... İkiniz birden boşalın, belim sizinkilere kavuşacak!... Akıyor...! Ah! lanet olası Tanrı!... 

Nefis bir manzara!... Ne soylu ve görkemli!... İşte her tarafım bele bulandı... Gözlerime kadar sıçradı!...

....

Ah ölüyorum Şövalye!... Senin güzel yarağının tatlı seyirmelerine alışmam imkansız!...

Lanet Tanrı! Bu sevimli kıç bana nasıl da zevk veriyor!... Ah! Düzüşelim! Dördümüz birlikte boşalalım!... İkizini siktiğimin Tanrısı! Ölüyorum!... Bittim!... Ah! Hayatım boyunca daha şehvetle boşaldığımı hatırlamıyorum! Spermin boşaldı mı Şövalye!

Görüyor musun şu amı, nasıl da sperme bulandı.

Ah! Dostum, kıçımda niçin  benim de sperm yok ki! 

https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2014/03/yatak-odasnda-felsefe.html
-----------------------------------------------------------------------------------------------------

SADE OLAYI

“Sinirleri buran ve varlığın sessiz hazzına çılgınca  tanrısal ve gizemli bir hiddet veren bu şehvetli cinayetin haşin susuzluğu, hiç kuşkusuz,  öncelikle utangaç ve kaygılı beklentiye,  sonra da, doğrudan doğruya,  erkeklerin ve kadınların şehveti olan,  olasılığın haşin ve daima öfkeli parçalanmasına tek başına cevap verir.”

1956 yılında, edebiyat tarihinin tuhaf bir özeti ve ikiliklerinin ilave bir etkisi olarak, birçok yasadışı kitabın bilinmeyen yazarı olan Bataille, D.A.F. de Sade’ın dört kitabını yayımladığı için Jean Jacques Pauvert’e açılan davada tanık oldu.

Kovuşturulan dört kitap şunlardı: 

Yatak Odasında Felsefe,

 Yeni Justine,

 Juliette

ve

Sodome’un Yüz Yirmi Günü.



Tanıklığı, ikiyüzlü bir muğlaklık modelidir: Bastırılmış bir hayranlığı ve “bilimsel” doğrulamayı ortaya koyar (Bataille, bir filozof olarak, hiç beklenmedik bir tanıklıkta bulundu: Koşullar her gerektirdiğinde, kendisini uygun bir dille ifade etmeyi daima bilmiştir -gereklilik burada Pauvert’in rahatlığı ve suçlanan kitapların serbest dolaşımıydı):

“Günümüzde, bir tür dehşet uçurumuna Sade aracılığıyla inme olasılığını elimizde bulundurmalıyız. Bu dehşet uçurumunu tanımamız gerekir; üstelik bunu öne çıkarmak, aydınlatmak ve tanıtmak özellikle felsefenin görevidir -benim burada temsil ettiğim felsefenin. İnsanın anlamının dibine dek inmek isteyen biri için Sade okumanın sadece tavsiye edilir değil, gayet gerekli olduğu kanısındayım.”

Bataille’ın konumu sadece cesur olmakla kalmaz» sürekli talep ettiği şeye de sadıktır: Hiçbir şeyi es geçmeyin! Sade’ın soğukkanlılıkla buyurduğu şeye sadıktır: “İnsanları ne ölçüde ürpertirse ürpertsin, her şeyi söyleyin.” Bataille bu buyruğu benimsedi ve büyük ölçüde yaydı, çünkü bir filozof olarak insanın anlamının en derinlerine kadar gitmekle ilgiliydi: İnsanlar ne denli ürperirse ürpersin, her şeyi düşünmek gerekir. İnsan olarak en derinimizde, Sade okumamızı bizden talep etmeyen tek bir insani anlam yoktur (ya da düşüncenin insana geçici olarak ödünç vermediği tek bir anlam yoktur); Sade’ın yazdığı her şeyi (hiçbirini es geçmeden) okumalıyız. Bu durumda, Sade’ı okumak sadece tavsiye edilmekle kalınmaz, üstelik gayet zorunludur. Bu konuda da Bataille ömrü boyunca düşündüğü (ve kuşkusuz harekete geçirdiği) şeye sadıktır: Tenselliğin özgür hareketine ihanet etmek bir yana, aşırılık onun anlamına delalet eder. Yavan ailevi sevincin herhangi bir şekilde alkışlanmasından çok daha iyi yapar bunu. Bir yanda, hoş bir şehvetin tatmin ettikleri vardır ve bunlar çok sayıdadır, bunlar tutkunun baş döndürücülüğüne ilgisizdirler. Diğer yanda, olasılığın korkunç altüst oluşunu takınak etmiş olanlar -belki bunlar da çok sayıdadır, belki sadece tek bir kişidir-, imkânsıza erişene dek dur durak bilmeyenler vardır. İlk gruptan insanlık korkunun onlara daha önce öğretmiş olduğundan başka bir şey öğrenmedi. İkincilere (örneğin Sade’a) ise, olasılığın ötesine geçerek, bir anlamda imkânsızı azaltmayı, onun bir daha kesinlikle imkânsız olmamasını borçludur.

Bu durumda adalet onların eylemine (olasılığın ötesine geçme eylemine), onların hatasını, olmak istedikleri hatayı aşketmekte gecikmez ve böylece mahkûm eder (mevcut haliyle, mahkûm etmezlik yapamazdı, onu mahkum etmemek, bu hatayı, imkansıza bu geçişi, aradığı anlamdan yoksun bırakmak olurdu). Bataille bunu tanıklık ettiği davadan üç yıl önce güçlü bir şekilde söyler:

"[...] suç, mahkûm eden yasalar olmadan, belki imkânsız olurdu, ama imkânsız kabul edilemez. Ve imkânsıza takınaklı kimse, takınağının nesnesinin gerçekten imkânsız olmasını ister [...] Genellikle, suçlu suçun karşılığının ölüm olmasını, nihayet onu cezalandırmasını ister, bu ceza olmadan suç, suçlunun istediği, olduğu şey olmak yerine, olasılık olur."


Bu nedenle, XVII. Asliye Ceza Mahkemesinin başkanının ısrarlı sorusuna (Sade tehlikeli midir? Okunmasını yasaklamak mıyız?) Bataille "dolambaçlı" cevap verir (başkan onu böyle suçlar).

Kuşkusuz Bataille anlaşılmamaktan ya da yanlış anlaşılıp bulaşıcılığı teşvik etmekten çekindiği için değil, başkanın sorusu, tersine dönmesi dışında, pek az anlam taşıdığından böyle cevap verir. Kimse Sade okuyarak Sade ya da kişilerinden biri olmayacaktır. Onu okumak yetmez: Bu eserde, alışılmadık boyutlarda, baştan çıkartıcılık yoktur. Bununla birlikte bazıları Sade’ın kafasına taktığı şeye kafayı takabilir. Buna kafayı takabilirler, çünkü tutku oyununun mantığı budur, olasılığın ötesine geçerek imkânsızı ister. Ve öncelenmiş bu cevap (1953 tarihlidir) yine hukuku ilgilendirmektedir: Gerçekten de adaletin bu “korkunç altüst oluşla uygun cevaplarının olmadığına inanmasına gerek yoktur. Genellikle, olasılıktan geçen kişi, böylece arzusunu sonuna dek taşıyarak, suçunun karşılığını ölümden bekler. Sadece ölüm -ve adalet bu ölümü ona vermekte suçsuz kalır- onu suça teşvik etmiş olan imkânsız niteliği bu suça verebilir.

* Bataille Sade karakteri ile ahlaki gerekliliğin aykırı bir yakınlaşmasını gerçekleştirmekte tereddüt etmedi. Değer tutku olduğundan, saf tutku, yani itaatsizlik olduğundan, “aldatıcı görünümlere (ya da kasti muğlaklıklara) rağmen, ahlaki gerekliliğin Sade’la ilişkiden kazanacağı çok şey vardır.”
Bu cümle davadan on yıl öncesine aittir (OC XI, 249-250).

*
Michel Surya
BATAİLLE

SADE & GERÇEKÜSTÜCÜLÜK & BRETON & BATAİLLE


“Ödleğe ödlek diye hitap etmeye can atan ben, öncelikle, boğazında kanlı balgam biriktiğini hisseden biri varsa, onu da benimle birlikte Andre Breton’un, gözlerini kapatarak Sade’ı gerçeküstücülüğün gizli özentilerine uyarlayan o palyaçonun, yüzüne tükürmeye davet ediyorum.”




  Sade, Andre Breton ve arkadaşları nezdinde eşi görülmemiş bir prestijden yararlanıyordu. Gerçeküstücülerin kendi aralarında uydukları dar ahlaki kategorilerden kurtulma ayrıcalığına sahip birinin prestiji. (ve bu prestij sadece onda vardı.) Ne kadar tiksinti verici olsa da (Gerçeküstücüler onu bu şekilde görerek daha mantıklı davranmış olurlardı.), bütün köleliklerden özgürleşmedeki ölçüsüz şiddetinde yüceltilmedik hiçbir şey yoktu. Breton'un gözünde kuşkusuz bu köleliklerin bunaltıcı niteliği Sade'ın uygun gördüğü her şekilde davranmasını haklı çıkarıyordu; bu a priori yıkıcı görülüyordu. Argümanın çok tuhaf bir şekilde ahlakçı çarpıtılmasıyla - çünkü sonuçta Sade'ın sadece kendi özgürlüğünün peşinde koşmayıp, yıkıcılık istediğini kanıtlayan hiçbir şey yoktur - Sade'a keyfi olarak atfedilen amaçlar, gerçeküstücülüğün başka yerde istisnasız teşhir ettiği araçları kullanmasını haklı gösteriyordu.

Bataille bütün bunları bir aldatmaca olarak gördü: Gerçeküstücülerin Marki'nin ganimetine sahip çıkma haklarının hiç olmadığını söyler. Hatta bu mirasta en son hak iddia edebilecek konumdadırlar.     Gerçekten de Breton kadar aşırı iffetlilik taslayan biri, hovardalıktan nefret ettiğini söyleyen, genelevlerden (tıpkı hapishaneler ve tımarhaneler gibi) tiksinen, tek eşli "deli" aşkı ve sadakati her gün öven ve en ailevi ve en az sapkın, en az dengesiz erotizmi her türden saldırıya karşı savunan (Cinsellik Üzerine Araştırmalar'da bunu gördük) biri bunu nasıl iddia edebilir? Eti kemiği ayıklanmış ve tamamen ölü bir Sade değilse, hangi Sade sahip çıkabilir? (Sade'ın Breton hakkında ne söyleyeceğini hayal edebiliriz)?

 “Bildiğim kadarıyla, asla erotik kitap yazmamış olan Breton’un Sade’ı sevmesi ender tutarsızlıklarından biriydi. Onu sevmemesi gerektiğini günün birinde ona belirttim” 
(Andre Masson, yazarla söyleşi).

Bununla birlikte Fontaine Sokağı'nda Sade'dan bol bol, hatta dinselce söz edilir. Ona saygı gösterilir, göklere çıkarılır, yine de herhangi bir kişinin "Sadecı" olmasına izin verilmez. Fakat Gerçeküstücü ve Sadecı olmayı yasaklamaktan bile daha kötüsü, bu iddiada  bulunan birinin gerçeküstücü olamamasıdır. Bu, Bataille'ın gözünde fazlasıyla ikiyüzlücedir. (ki bu da sadece ahlaki bir yargıdır.), bir aldatmacadır: "Günümüzde onun yazılarını ve onlarla birlikte yazarın kişiliğini bunlara karşı çıkartılabilecek her şeyin ya da hemen hemen her şeyin üzerine yerleştirmek uygun görülse de, özel yaşamda olduğu kadar toplumsal yaşamda da, teoride olduğu kadar pratikte de bunlara en ufak bir yer vermek söz konusu olamaz."

Sade'a Breton'un yaptığını yapmak, yani onu düşsel bir idea, daha kuşku verici bir şekilde, bir idol yapmak tamamen trajik bir şekilde, hem yüceltilen hem nefret edilen, hem tapılan hem de tiksinilen ilkel bir tanrı yapmak (Bataille şeytanca ekler: hem de dışkılanan: “onun bir yüceltme aktarımının konusu olması için, bu aktarımın onun dışkılanmasını kolaylaştırması gerekir”) uygun mudur? Her iki durumda da Bataille Breton'u ve gerçeküstücüleri “ikiyüzlü” ve “dolandırıcı” kabul eder. Bataille bu öfkeyi uzun süre taşıyacaktır, fakat öfkesi “Açık Mektuplarda" olduğu kadar şiddetli asla patlamayacaktır. Bir tercih yapılmalıdır: Ya Breton ve çevresi Sade’dır (Sade’ı okumalarının bunu yöneltmesi ölçüsünde), en azından bunu denemeye izin verirler ya da suskun kalırlar. Fakat Sade’da hayranlık uyandıran şeyden dolayı Bataille’ı suçlamak hiçbir koşulda hoşgörülebilir (ya da mantıklı) değildir. Bataille Sade olmayı, ileri sürmemiştir (bu konuda açık olmak gerekir: Bataille Sade değildir, Sade olma iddiasında da değildir), fakat Sade'a bağlılıklarını belirten gerçeküstücülerin, Sade’ın işin içine kattığı “dışkısal güçler”in taşkınlığına bağlı sonuçları teoride ve pratikte kabullenmelerini ister ve en azından, yaşlı “kutsayıcı” Breton’un onu anında takınaklarla suçlamadan, ( O dönemde Bataille’ın ünü hakkında Boris Souvarine ile Simone Weil’in -başkalarının yanı sıra- söyledikleri kuşkuya yer bırakmaz: Souvarine’e göre “cinsi sapık," Weil’e göre “hasta."),  bu taşkınlığın mümkün olduğunca ileri götürülmüş deneyimini yerine getirme hakkının kendisine verilmesini talep eder. Bunu yaparken, Sade’a olan borcu hatırlatmaktan fazlasını yapmaz: însan olarak Sade’a olan borç ile eserine olan borç. Ve Sade’ı okurken, kendi tarzında onu uygularken, orada olmayan herhangi bir şeyi oraya buraya eklemesinin pek önemi yoktur. Bataille’ın tam anlamıyla Sade olmadığını söylemek doğrudur (“Sade -yada fikirleri- genellikle ona hayran gözükenleri bile dehşete düşürür...” Bataille) (hem doğru hem de sonuçta gereksizdir: Elbette çağdaşları arasında birçok noktada Sade’a en yakını o olsa da, belli belirsiz böyledir; keza, 20. yüzyılın Fransız filozofları arasında Bataille Nietzsche’ye en yakını olmasa da, onu en yararlı şekilde sürdüren kişi olmakla birlikte, asla tam anlamıyla Nietzsche de olmayacaktır, alakası yoktur); dolayısıyla Bataille tam anlâmıyla Sade değildir, fakat oldukça yakın dönemde Sade’ı kesfi, kendi kuraldışı yaşamını deneyimlemekte sahip olduğu gerekçeleri ona güçlü biçimde sağlamaktadır. Sade’dan farklı olarak, Bataille’ın bir liberten değil sefih olduğunu, bunun onları derinden ayırdığını söylemek haklı olur, hatta bunu vurgulamak gerekir (tabii eğer ben tamamen yanılmıyorsam). Bataille’ın işin içine kattığı erotizm kirletir, zarar verir ve harap eder. Yansıtma yoluyla, takınaklı bir ölüm temsiliyle ortak bir gerekçeyi paylaşır. Belleği, rahatına düşkünlüğü, verilen sözleri, güzellik ya da ahiret mutluluğu ihtimalini, sadakati, eğitimi, ahlakı, kadını, Tanrı’yı mahveder... Hepsi aynıdır. Liberten eklerken, sefih çıkartır. Liberten bir birikim ekonomisi içinde yaşar: haz, sahip olma... birikir. Sefih ise harcama, yitirme, israf, iflas ekonomisi içindedir. Bataille’ın Yüz Parça işkencesi üzerine meditasyonu hakkında söyleyeceği şey (“[...] haz için değil, tam da içimde yıkıma karşı koyan şeyi için aradığım buydu”) erotizmi hakkında da söyleyebiliriz. Burada herhangi bir biçimde Sade’a atfedilebilir hiçbir şey yoktur. Yine de Bataille sefihliğiyle, “pis” olandan aldığı zevkle Sade’dan ne kadar uzak olsa da, başkalarının Tanrı dilenmesi gibi “olağanüstü” ve “şiir” dilenen ikiyüzlülerden ve sahtekârlardan bin kez daha yalandır. Bataille’ın Sade hakkında söylediği şey, yarı Bataillecı yarı Sadecıdır: “iffetin aşırı ihlali, algolagnia, işkence altında ya da güçlü boşalmayla cinsel nesnenin şiddetle dışkılamasının örtüşmesi, cesetlere libidinal ilgi, kusma, dışkılama...” Bu dizi daha ziyade Sade’a mı özgüdür, yoksa Bataille’a mı? önemli olan (burada) dizinin hiçbir biçimde gerçeküstücü olmadığıdır; Breton’un asla kullanmadığı, kullanmaya da cesaret etmediği kelimelerden oluştuğudur (bunları okur muydu ki?). Ve kesinlikle belirgin olduğu üzere -ama kuşkusuz her şey her zaman bu kadar belirgin değildir, çünkü insanlar o zamandan beri bu iki adamı karşılaştırmakta ısrar etmiştir-, Sade dolayımıyla düşünen Bataille kuşkusuz Fransa’da Sade’ı gerçekten düşünen, bir kavram yaratan, yarattığı birkaç ender kavram gibi negatif ve tesadüfi bir kavram yaratan ilk kişidir: heteroloji. Bundan ne anlamalı? Basitçe, bambaşka olanının bilimi; öyle tiksindirici biçimde başka ki, buna dışkıbilim de denebilir; ama kirli (pis) olana aziz olanı da katmak koşuluyla; bu durumda daha doğru terim, agiologie [azizlerin hayat öyküsünü inceleyen bilim] olur. Bu kavram sadece Breton’a dönük bir provokasyon değildir. Görüleceği gibi, daha Güneşsi Anüs'te ve Tepe Göz'de beliren kavram bir süre sonra Bataille tarafından politik anlamda kullanılacaktır (böylece Sade okumanın özel ve kamusal sonuçları olduğunu kanıtlar ki bu, gerçeküstücülerin kabul etmekten ihtiyatla kaçındıkları şeydir. Şu ana dek Bataille’ı büyülediğini  gördüğümüz her şey bu menkıbebilim kavramında karşımıza çıkar: Cinsel ilişki (ama elbette yararlı amaçlarından sapmış), dışkılama, işeme; ölüm ve ceset kültü; tabular, ritüel yamyamlık, kurban etme, kahkaha ve hıçkırık; vecd ve kutsal birleşim içinde- ölüm, bok ve tanrılar karşısındaki tutum; göz kamaştırıcı ve şehvet düşkünü kadınlar, iflasa yol açan israflar... Bütün bunlar Bataille’dan (gördüğümüz gibi, çocukluğundan) olduğu kadar Azteklerin kanlı acayipliğinden, işkence gören genç Çinli kurbandan olduğu kadar Sade’dan da, boğa güreşinden olduğu kadar Marcel Mauss’un analiz ettiği potlach’lardan da, genelevlerden olduğu kadar maymunların çıkık ve “boklu kıçlarından da kaynaklandığından, burada uyumlu olduğu kadar kesin bir anlam da bulur. Gelecekteki önemli politik sosyoloji metinlerinin çoğunun çıkış noktası, eserlerinin her yerinde görülen, sahiplenme süreçlerine karşı dışkılama süreçlerini nitelemeye yarayan bu kavramdır. Bataille Breton’u damgalamaktan fazlasını yapar. Ona karşı politik bir felsefe taslağı oluşturur, ki bu düşünceye, gayet paradoksal bir şekilde, göreceğimiz gibi Breton da katılacaktır. Bataille, bir kez daha ve iki farklı şekilde, bu kızgınlık ve öfkesinde haklı çıkmıştır: öncelikle, Breton’un kısa süreli politik ittifakıyla; ardından hem gecikmiş hem de öngörülmeyecek bir şekilde, günün birinde, savaşın arifesinde, Bataille'a duyduğu saygıyı Andre Masson’a belirtmesiyle: 

"Georges Bataille (dedi bana, gayet samimi bir ifadeyle) 
aramızda Sade’a en yakın olandı."

*
Michel Surya
BATAİLLE

LAUTREAMONT & SADE



   Lautreamont’un sözcük dağarcığından örnekler: Adlar: Yılan, akrep, sırtlan, akbaba, kurbağa, pençe, tırnak, vantuz, kadavra, anus, penis, damar, kan, salya, vb. Fiiller: Yırtmak, parçalamak, emmek, kemirmek, saplamak, paralamak, kusmak,vb.


   Bütün varlığın uçsuz bucaksız bir anus olmasını istiyor Lautreamont; penisiyle bu anusu yırtacağını ve böylece, yapışkan spermasının ırmaklarının akacağı bir okyanus bulacağını söylüyor. Fransızca bilenlerin bilmeyenlere çevirdiği ya da açıkladığı zaman görüleceği gibi, Türkçesi çeşitli açılardan sakıncalı olduğundan özgün metni veriyorum: “Oh! si au lieu aetre un enfer, l’univers n’avait ete qu*un celeste anus immense, regardez le geste qııe je fais du cote de mon bas-ventre: om, j* aurais enfonce ma verge, a travers son sphnycter sang-lant, fracassant, par mes mouvement impetueux, les propres parois de son bassin! ... et les fleuves de mon sperme visqeux auraient trouve de la sorte un ocean ou se precipiter!” (Oeuvres, 288).*

*" Ah! Bir cehennem olacağına, uçsuz bucaksız bir göksel dübür olsaydı evren, bakın neler yapardım göbeğimin altıyla! Evet, kanlı büzüğüne gömerdim, azgın devinimlerimle çatırdatarak çeperlerini kalçalarının. O zaman, devingen kumlu kumulların hepsini üfürmezdi kör gözlerime acı; uyuyan gerçeğin yattığı yer altı bölgelerini keşfederdim, ve böylece yapışkan er suyu ırmaklarım atlayacak bir okyanus bulurlardı  kendilerine... 




    Lautreamont’un yapıtı, okuru, doğrudan Marquis de Sade’a gönderir (ardından, Petronius, Laclos, Wild, Gide, Celine gelebilir akla. Poe'ya hayranlık duyduğunu da biliyoruz). Sade kadar geniş bir ilgi alanı olmasa da, onun on dokuzuncu yüzyıldaki bir izdüşümü gibi Lautreamont. Bu iki yazarın kitaplarını okura sunuşlarındaki şu benzerlik hemen göze çarpıyor: Lautreamont, okuru uyarıyor; okuyacağı sayfalarda yazılı olanlar kadar gözüpek ve yırtıcı olmasını; bu iç karartıcı ve zehirli satırlar arasında yolunu kaybetmemesini diliyor; sağlam bir mantıkla ve uyanıklıkla yaklaşmazsa, kitabın öldürücü buharlarının ruhunun derinliklerine işleyeceğini söylüyor (Oeuvres, 34). Sade’ın sunuşu da şöyle: “Şimdi okur dostum, dünya yaratıldıktan bu yana anlatılmış en ahlaksızlık dolu öyküyü; ne eski yazarların ne de biz yenilerin yazdıkları arasında benzeri bulunmayan bir kitabı okumak için yüreğini de kafanı da hazırla." (The 120 Days of Sodom).

 Ama daha derinlere inen ve içeriğe ilişkin benzerlikler de var. Her ikisinde de, topluma, değerlere (din, ahlak, vb. ), varoluşa yöneltilen şiddetli ve yırtıcı eleştiri, kısıtlanmamış ve çarpıtılmamış isteğe dayandırılıyor. Engel tanımayan ve bilinmeyeni irdeleyen istek, her şeyin kökeni ve temeli.

       İstek (özellikle cinsel istek) ve doyum, gerçek insansal deneyimin ve yaşananın alanı; uzlaşımlara dayanan gündelik, yüzeysel, kısıtlı ve kalp yaşamdan, derinlerde yatan, engellenmemiş ve has yaşama; “herkes öyle yapıyor"un dünyasından, tekliğe, bireyselliğe, benzersizliğe; parçalanmış. yırtılmış susturulmuş "ben'den, gizil bir güç olarak duran ve yetilerinin hepsi nesnesini bulan, somutlaşan bütünsel insana ve özgürlüğe götüren yol. Ama böyle bir yol. başkalarını araç olarak kullanmaktan, suç işlemekten, zora baş vurmaktan da geçecektir ve bundan ötürü, ilk bakışta. Sade ve Lautreamont'un dünyasında. açık ve seçik olmayan yanlarla, çift-anlamlılıkla. çelişkiyle karşılaşılır.

      Alquie sorunu şöyle koyuyor: Bir ahlakçı olarak Sade'ı anlamak çok güç. Kahramanlarından söz ederken, ‘'rezil" ve ‘İt’' sözcüklerini kullanıyor, ama kimi zaman yermek, kimi zaman da övmek için yapıyor bunu. Cinsel zevkten başka Tanrı tanımıyor, ama suç işlemeyi de her zaman onun yanına katıyor. Bütün bunlara rağmen insandaki istek yetisinin. Sade'la birlikte, büyük bir saydamlık ve özgüllükle kendi bilincine ulaştığını kabul etmek gerekir. Sade'ın yeni bir ahlak düzeninden mi yoksa kayıt tanımaz içgüdülerden mi yana olduğunu kestirmek olanaksız. Ama insandaki içgüdülerin, zıvanadan çıkarak doyuma ulaşabileceklerini ileri sürdüğü kesin. Burada ilgi çeken yan, Sade'ın kendi yolundan, Kant'ın, isteğe dayanan bir ahlak ve bir içgüdüler düzeni olamayacağını ileri süren görüşüne varması. Şu da ilginç; Fransız Devrimi’nde Terreur dönemi sırasında, Rousseau'nun yolundan gidenler ve insan doğasının iyi olduğuna inananlar, erdem adına kelleler uçururken Sade, idam cezasına karsı çıkıyor. Alquie, şu sonuca varıyor; Sade'ın gayri insani mesajında, her çeşit babacan insanseverlik söyleminde-kinden daha derin bir insanlık vardır. Lautreamont için de şunları söylüyor: Yapıtının taşıdığı anlamı, kurallara ve formüllere dökmek olanaksızdır. Bu yapıtta, doğanın özündeki şiddet ve zora başvurma, insan isteklerinin sonsuzluğu, bilinçler arasındaki savaş ve tutkunun çözüme hiçbir zaman kavuşmayan dramı dile gelir. İsteyen ve tutku duyan bütünsel insan, dayanılmaz bir gerilim içindedir ve paralanmıştır.

    Maurice Blanchot da şöyle diyor: Sade'ın felsefesi, sadisti bir çıkmaza kapatan normal insan ile bu çıkmazın bir meyve vermesini sağlayan sadist arasında bir karşılaştırma yapılırsa, daha doğru bilgilere sahip olan, durumu konusunda daha mantıklı davranan ve bu durumu daha derinden kavrayan kişinin, İkincisi olduğunu dolaylı olarak anlatıyor. Anlama koşulların değişikliğe uğramasına yardım ederek normal insanın kendini daha iyi bilip tanıması konusunda yararlı olabilecek kimse de yine bunlardan ikincisidir (The 120 days).

      Alquie, Sade'ın sınırsız tutkular, istekler. duyumlar üzerinde bir ahlak ve yaşama düzeni kurulamayacağını dolaylı bir biçimde gösterdiğini söylüyor. Yasasını akıldan alan ve kesin buyruğa dayanan bir biçimsel ahlak (yani tutku, duygu, istek ve duyguya dayanmayan bir ahlak) kuran Kant'la Sade'ın, "Ahlak nasıl temellendirilebilir?" değil de "Ahlak neyin üzerinde temellendirilemez" konusunda benzer görüşleri olduğunu ileri sürüyor. Alquie, Sade konusunda sorunu, salt kuramsal ve etik düzeyde ele alıyor. Blanchot ise, Sade'ın felsefesinin benimsenip uygulanamayacağını ve bu felsefe üzerinde bir yaşama düzeni ve ahlak kurulamayacağını söyleyen Alquie’ye katılıyor. Ama yorumunda Sade’ın yapıtının, çözüm getirici, kural koyucu, yol gösterici yanının olmamasına rağmen, insan bilincini değişikliğe uğratan, yeni olanaklar ve açılımlar getiren bir yanı olduğu üzerinde duruyor. Yani, bu yapıtın anlamının, çözüm getirmede değil, insallaştırıcı praksiste aranması gerektiğini vurguluyor...

Selahattin Hilav

Marquis de SADE




Kim ki içgüdülerine karşı çıkmamıştır, kim ki kendine uzun bir cinsel yoksunluk devresi dayatmamıştır, ya da imtinanın bozukluklarını hiç yaşamamıştır, o kişi cinayetin diline de vecdin diline de kapalı kalacaktır: Marquis de Sade’ın saplantılarını da, Aziz Jean de la Croix'nın saplantılarını da hiçbir zaman anlamayacaktır.

Cioran

Sade'ı Neden Ciddiye Aldım?


 "...hemen SADE hakkında ne düşündüğümü soruyor. Çok olumlu düşünüyorum tabii. Soluk benizi iyice solgunlaşıyor...."   (Philippe Sollers / Tanrısal Hayat)


Okuma modern bir ciddiyettir.

Ciddiyetin koşulu düşünümselliktir: Düşünümsellik olmadan, şeyin kendi üzerine geri dönüşü olmadan, düşünümsel şeyin bununla ilişkili özneye geri dönüşü olmadan, okumanın okura geri dönüşü olmadan, okumanın kendine geri dönüşü olmadan ciddiyet yoktur.

Sade'ı okumak özel bir deneyimdir ve Sade'ı ciddiye almanın koşulu, bizzat okuma eylemini ciddiye almaktır. Bu ciddiyet olmadan Sade kuşku yok ki sadece nadir kitap meraklıları ya da erotizm meraklıları için ilginç bir nesne olarak kalırdı.

Sade hepimizi ilgilendirir, bizim gerçeğimizdir ve yüzleşilmesi gerekir.

Sade ancak yirminci yüzyılda ciddiye alınabildi; 19. yüzyılda henüz felsefi olarak ele alınmamıştı. O, hovardalığın, yasaklı rafların, karanlık folklorik geleneğin bir parçası olarak duruyordu.

20. yüzyılda artık şairlerin ya da yazarların değil, filozofların elindeydi. Ve bunların çoğu Bataille'ın ortaya attığı terimle anti-filozoflardı.

*
Eric Marty
20. Yüzyılda Sade Neden Ciddiye Alındı?


merci de sade!




Sade Üzerine (Michel Foucault)



*
kitap: 
Michel Foucault
Büyük Yabancı
Dil, Delilik ve Edebiyat Üstüne Konuşmalar

SADE


Sade'ın anlattığı orji (grup sevişmesi) sahnelerindeki törensellik pek çok kez anlatılmış, tanımlanmış ve yorumlanmıştır. Ancak bu sahneler toplumsal simgeler açısından incelenmemiştir. Sade'ın düşleriyle ilgili olması ve bu nedenle de içerik olarak Sade'ın ruhunu yansıtmasına rağmen, bu sahnelerin içerdiği vahşet toplumun uyguladığı olağandışı cezalar ve baskılarla iç içedir. Eski Rejim döneminin aristokratlarından olan Sade dine aykırı, vahşi ve cinsellik ağırlıklı işlere yönelmiş ve toplum tarafından cezalandırılmıştır. Sade'ın şiddeti, Devrim öncesi yılların politik havası içinde bazı şeylere kişisel tepkisini oluşturur: Yetki belgelerinin mantıksızlığına duyulan tepki, ölüm cezasına çarptırılmasına ve hapse atılmasına duyduğu tepki ve sonraları da Terör ve İmparatorluk dönemlerinde yeniden hapsedilmesine duyduğu tepki. Sade'ın bedeninde duyumsadığı yalnızca cinsel zevklerinin kırık dökük gerçekleşmesinden çok ötededir. Yaşadığı toplumsal çalkantılar, 1789'dan sonra ona uygulanan gerçek sefalet, birbiri ardına gelen politik rejimler ve ona çektirdiği eziyetler, zor dayanılır fiziksel koşullar Sade'ı şekillendirdi. Ona bunca sıkıntıyı çektiren toplumsal durum Sade'ın fiziksel ve ahlâki dertlerini belirleyici oldu. Bunların bazısına tepkisini psikosomatik olarak, çok kilo alarak ve başka rahatsızlıklara yakalanarak gösterdi. Yazmak ona kişisel ve toplumsal çifte gerçekliği temsil etme olanağı sağladı. Yarattığı orji sahnelerinin törenselliği aracılığıyla bu sıkıntıların üstesinden gelmeye çabaladı.

Bireysel ve kolektif ritüeller "geçmiş deneyimleri yeniden şekillendirmeyi" amaçlar. Bu "zorunlu olanı arzulanana" çevirmektir. Victor Turner, düşlerde olduğu gibi törensel simgelerde de "birbirinin karşıtı iki eğilim arasında bir uyuşma” okluğunu söylemektedir. Bu uyuşma "toplumsal kontrol" ile "bu kontrolün yıkımına yol açabilecek içsel ve evrensel insan dürtülerinden" söz etmektedir. Bu uyuşma ve arabuluculuk işlevine rağmen bazı törenlerin son derece şiddetli olduğunu bilmekteyiz. Sade'ın yarattığı fanteziler de ılımlı olmamakla birlikte, düzenli ve metotlu olmaları nedeniyle törensel bir yapı kazanmışlardır. Bu törensel yapı, hem kişisel hem de toplumsal düzeyde gerçeği yan yana yaşatma çabasına işaret eder. Ayrıca Sade için gerçeklik ilkesi politik ve toplumsal zorunluklarla son derece karışmıştır. Bu nedenle, Sade'ın arzularıyla dış sınırlamalar arasındaki büyük uçurum, hem onun fantezilerinin şiddetini, hem de bunların aşın törenselleştirilmelerini açıklar. Ve Sade'daki bu törensel simgesellik bize onun sosyopolitik gerçeği ve kişisel ruh durumunu anlatır. Turner'a göre törensel simge iki kutuplaşmış anlamlandırmaya işaret etmektedir: Bunlardan biri ideolojik, diğeri ise duyularla ilgili olandır. İdeolojik olan toplumsal ve ahlâkî düzene, İkincisi ise doğal ve fizyolojik düzene aittir. İkincisinin, yani duyularla ilgili olan kutup, simgenin dış biçimini en çok andırandır. Sade’ın anlattığı orji sahnelerinin güçlü törenselliği, ve yaşam, ölüm ve toplumu sorgulaması nedeniyle roman genelde erotik beden ile toplumsal beden arasındaki koşutluğa izin verir.

Sade'da törenin etkisi, orji sahnelerindeki kargaşa ve belirsizliği düzene sokmaktır. Sade simgesinin ikili önemi de burada yatar: Bir yandaki tören protokolüyle diğer yandaki saflık kuralının çiğnenmesi ve şiddeti birleştirir. Böylece Eski Rejim döneminin katı kurallarla yapılaşmış toplumunu ve karşıtını yeniden yaratır. Bu arada kartezyen benlik ve içgüdüsel arzu gücü de ortaya çıkar. Marcel Mauss'tan esinlenen Mary Douglas, gücün toplumsal coğrafyasını çizerken, bedenin uzamında şekillenmesini anlatır:

İnsan bedeni hep toplumun bir imgesi olarak ele alınmıştır. Bedenin hangi yönünü ele alsanız mutlaka toplumsal bir boyutuna rastlanır. Bedendeki delikler toplumsal giriş ve çıkışları, kaçış yollarını ve istilaları akla getirir. Toplumsal sınırları koruma endişesi yoksa bedensel sınırlar endişesi de yoktur. Kafayla ayaklar arasındaki, beyin ve cinsel organlar, ağız ve anüs arasındaki ilişki, hiyerarşi kalıplarını açıklamak için kullanılır. Bu nedenle beden kontrolünün toplumsal kontrolü ifade ettiğini savunuyorum. Tören sırasında bedensel kontrolün bir kenara itilmesi, ifade edilen toplumsal deneyimin gerektirdiklerini ortaya koymaktadır.

Aynı şekilde, Sade orjilerinin kalıpları ve kişileri hem cinsel simgeler olarak, hem de erotik bedenle toplumsal beden arasındaki benzerliklere dikkat çekilerek çözümlenebilir. Bu kişi ve kalıpları özetlemek yerine, orji sahnelerinde cinsel hiyerarşiyi kuran ve bu sahnelerin söylemini oluşturan kişi ve kalıplar üzerinde yoğunlaşacağım. Kadının çok değişken bir simge olduğunu göstereceğim. Orji sahneleri ve söylem kadını bir- yandan cinsel ve toplumsal bir tehlike olarak, bir yandan da başka toplumsal tehlikelerin simgesi olarak göstermektedir. Bu gösterilenler güç ilişkileri sorununun etrafında dönmekte, ve Sade'ın diğer simgeleri gibi, düzensizliğe çağrıyla düzene çağrı arasında titreşmektedir.

Sade'ın eserlerinde cinsel hiyerarşi toplumsal hiyerarşideki güç ilişkilerini temsil ediyorsa, bunun nedeni Sade'ın güç kavramını cinsel enerjiyle tanımlamasıdır. Peş peşe orjilerin yapıldığı bu evren gerçek toplumu tam olarak tanımlamayı amaçlamaz. Bu fantazi toplum Sade'ın öznel tasavvuru olup ürerinde istediği değişiklikleri yapar. Düş ürünü olan baş kişi toplumdaki sosyoekonomik olguları son derece keskin bir biçimde kavrar. Hatta denebilir ki Sade'ın dehasının belirleyici özelliğini bu çılgın türetmelerle gerçekçi görüşlerin birbiriyle etkileşimi oluşturur. Bu ikili yaklaşımdan daha önce söz edilmekle birlikte nasıl yaratıldığı yeterince incelenmemiştir.

Bu incelemenin bir başka yerinde cinsel farklılığın ters dnsel ilişkiye, kadınlığın yok edilmesine ve özellikle de kadın doğurganlığının reddedilmesine dayandırıldığını savunmaktayım. Bir tanesi orji sahnesindeki bir kişi, diğeri ise bir tema, fakat her ikisi de erkeğin gücünü kabul ettirmesini açığa çıkartmakta. Sade'da bir erkeğin erkek modeli olarak kullanılması, yani başlı başına bir model olması, fallik-anal simgelerden elde edilir. Sonuç olarak da erkek-kadın hiyerarşisine varılır. Kadın cinsel simgelerini baskı altına alarak, Sade bu tür bir hiyerarşiye dikkat çekmektedir. Aynı tür hiyerarşi genel olarak köle-efendi ve kurban-kıyıcı hiyerarşisine uymakla birlikte her durumda tıpatıp aynısı değildir.

Kadın geleneksel olarak çifte toplumsal statüye sahiptir. Cinsiyeti ve toplumsal sınıfı olmak üzere iki ayrı tanıma uyar. Kadın olmak nedeniyle ikinci sınıftır fakat ayrıcalıklı bir toplumsal sınıftansa bu açıdan üst düzey sayılır. Bu belirsizlik kadını iç çekişmeleri olan tüm hiyerarşik sistem için kusursuz bir modele dönüştürür. Zaten değişim süreci içindeki toplumlar da böyle iç çekişmeler yaşar. Önce Sade’ın kadınların ne tür tehlike işareti olduğunu açıklamaya çalışacağım. Bu tehlikeler hem cinsel, hem de toplumsaldır ve kadının diğer tehlikeli sınıfları simgelemesine izin verir. Sonra da ideal bir hiyerarşiK düzeni anlatmaya çalışan metindeki düşlenen çözümlemeleri inceleyeceğim. En son olarak da Sade'ın erotik simgelerinin ne anlama geldiğini belirteceğim.

TEHLİKELİ OLANIN KADINSILAŞTIRILMIŞ TEMSİLİ



SADE'IN TAŞLARA DÜŞEN GÖLGESİ


1999 yılının yazı, her zamanki gibi iz sürmeler üzre geçti. Güney Fransa’da, Provence yöresini kateden yan damarları, köyler arasında örümcek ağı kuran küçük ve sessiz yolları arşınlarken, bu avuçiçi kadar bölgede yoğunlaşan sıradışı konukları, bölgenin yerli ve yabancısı onca insanı zihnimin albümünde buluşturdum: Giono ve Char, Petrarca ve Heidegger, Cezanne ve Handke, Nostradamus ve Sade gelip önümde dipsiz bir atmosfer oluşturdular. Marquis’nin şatosuna bir gün gitmeyi, 1974’te, Gilbert Lely’nin nefis yaşamöyküsü çalışmasını okurken kafama koymuştum, 25 yıl içinde imgesi belleğimin derinlerine çökmüş, yıkıntıları biraz daha dağılmış, taşlara yalnızca gölgesi düşen hayalet iyice geri çekilmiş. Luberon Vadisi, Sade’ın yörede yaşadığı dönemden iki yüzyıl sonra, teknolojinin birkaç işareti sayılmayacak olursa, hâlâ zamanaşırı bir görünüm taşıyor. Sıcağın alnında vadiden tepeye tırmanıyor, Şato’nun eteğindeki, bir köy kilisesiyle yaklaşık bir düzine hanenin yer aldığı noktaya açılan kapının önünde duruyorum: Keçiler kapısı. O andan başlayarak egemenliğini koyuyor taş, taşlar.


Daracık, tek bir sokak geçiyor ortasından koyun. Tepenin öteki yamacından aşağı kıvrılıyor ve birkaç adım sonra kayboluyor. Tam ortayerinde, birkaç basamakla bir sekiye, oradan birkaç basamakla bir başka sekiye geçince beliriyor ürpertici siluet ve gökyüzünü ani, sert açılarla yırtıyor, parçalıyor. Onu tutmak, kavramak, gözünün arka perdesinde yerliyerine oturtmak için büyük bir huzursuzluk içinde hızla yer değiştiriyor, sanki ondan, üzerime kapaklanmaya davranan cüssesinden böylece kurtulabileceğim duygusuna kapılıyorum. Güneş de tıpkı benim gibi, aynı saklambacın ebesi. Neden sonra, yakınına sokulup taşlarına dokundukça anlıyorum ki: Canlı değil. Gene de kesin, beni sakinleştiren bir izlenim sayılamaz henüz bu, içimdeki kıpırtılar, şüphelerim tamıtamına silinmeden adım atmamak konusunda uyarıyor beni. Bir yandan da, aynı anda, şaşkınlık içindeyim, kendimi bu türden bir sanrıya, bir düşlem boyutuna hazırlamamıştım ki buraya gelirken - anlayamıyorum.


Anlayamıyorum: Bir şato, eski sahibinin neden ruhunun sancılarıyla harekete geçsin?
Güneş başıma geçmiş olmalı.


Bir eğretileme kurmuş olmamda tuhaflık yok, diyelim ki Sade ile şatosu arasında bağlar görmek bir dereceye kadar anlaşılabilir bir imgelem oyunu sayılabilir» Ama taşların kıpırdadıkları, görünür görünmez biçimde hareket ettikleri sanısı tuhaftan da öte: Yavaş yavaş kayıyor olabilir miyim: iz sürmenin tehlikelerini terketmiyorum diyemem bir süredir: Montaigne'den Port-Bou'ya geçerken yaşadığım odak kırılmaları içimde ürpertiler doğurmuştu. şimdi bir adım daha atmaya mı yöneliyor aklım?


Çarçabuk toparlanıyorum, silkinip. Mekanın etrafında yürüyerek tırmanarak. Durup soluklanarak dönerken Şato sahibinden kopuyor, nicedir ortayerine çöreklenmiş yalnızlğını gelip çarpıyor, Anlıyorum ki, bir vakitler Sade'ın, sonra başkalarının içinde yaşadığı bu kütle çözülmüş haliyle artık bir in değil, bir cin: Hayatın örgüsü sökülmüş ve dağılmış, içine hapsettiği şamanlar buharlaşıp gitmiş, geride kalan yıkıntılar yıkıntıdan öte bugün: Burada bir yontu var karşımda kendiliğinden yontuya dönüşmüş, terkedildiği için Anıtlaşmış bir yan yapı - onu onarmamak, eski haline döndürmemek ufalanıp hepten yitene dek böyle kalmasını, kalakalmasını sağlamak gerek.


Yazı ve Fotoğraflar: Enis Batur


*
Batur'un Acı Bilgi kitabında yer alan Sade metni için:
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/10/sade-marquis-de.html

*
La Coste: Sade'ın Şatosu
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2014/03/la-coste-saden-satosu.html

Marki de Sade’ın Hayali Portresi (1938, Man Ray)



Amerikalı sanatçı Man Ray daha çok, deneysel karanlık oda teknikleriyle fotoğraf sanatında devrim yapmış, yaratıcı bir fotoğrafçı olarak tanınır. Teknik alandaki en önemli buluşu, solarizasyondu: Develope edilen resmi ışığa tutuyor, böylece alanların negatif olarak gözükmesi sonucunu alıyordu. Man Ray hem avangard ana akım kültür tarafından sahiplenilmişti ve 20. yüzyılın en simgeleşmiş birkaç fotoğrafının da yaratıcısıydı. Ama Man Ray’in daha az bilinen yönü tablolarıdır. Profesyonel yaşamına ressam olarak başlamış ve ilk fotoğraf makinesini 1915'te, çalışmalarını belgelemek amacıyla satın almıştı. Fotoğrafçı olarak gerek piyasada gerekse eleştirmenler düzeyinde sağladığı başarı yüzünden 1921’de Paris’e geldikten sonra çok nadir olarak resim yapmakla uğraştı. 1938’de tamamladığı, Marki de Sade'ın Hayali Portresi, resim sanatına geri dönüşünün ilk örneklerinden biridir.

Ünlü Marki de Sade'ın 19. yüzyıl boyunca kovuşturulan, yasaklanan yazıları, 20. yüzyılın ilk yirmi-otuz yılında kendilerine yeni bir okuyucu kitlesi bulmuşlardı: Paris avangardı. Marki de Sade’ın bağımsızlığına ve tabu sınırlarını zorlama yeteneğine hayran kalan sürrealistler onu çok geçmeden bir kült figür haline getirdiler. De Sade şok edici cinsel deneyimlerin ayrıntılı betimlemelerini içeren düzyazı metinler kaleme almıştı; bunlar Man Ray’i büyülemiş, düşlemin ve erotizmin sınırlarını keşfetme konusunda ilham vermişlerdi.

Sürrealistlerin eserlerinde, kadın bedeni her zaman anlamaya çalıştıkları bilinçaltı dünyanın simgesi olarak kabul edilmişti. De Sade'ın fantezilerinin harekete geçirdiği Man Ray, fotoğraflarında kadına sürrealist bir bakış yaratmaya çabalamış, sık sık bedenin tek tek parçalarını fetişleştirmiş, beden biçimini değiştirmek için aşırı ışık ve gölge kullanmış, modellerin bedenlerine çarpıtılmış, düşsel bir nitelik yüklemişti.

Marki de Sade'ın Hayali Portresi, Man Ray’in bu ünlü pornografi yazarına olan borcundan ötürü açık bir teşekkürdür. Sade'ın kendisine ait olduğu ispatlanmış portresi yoktur, bu nedenle Man Ray onun görünümünü yaratmakta serbest davranabilmiştir: ortaya çıkan sonuçlar genellikle Andre Breton'un yaşlılığına benzetilmektedir. Man Ray'in Marki de Sade'dan ne denli etkilendiği düşünüldüğünde, bu düşlemsel portrenin şaşırtıcı bir şekilde duygusuz ve beklenebilecek erotik, sadomazoşist göndermelerden yoksun olduğu göze çarpar. Sadece de Sade'ın kalın, kırmızı dudakları  bir şehvet iması sayılabilir. Marki'nin geri  kalanı ise yıllarca hapsedildiği Bastille'in taş cephesini yansıtan taş levhalardan yapılmıştır; Bastille de resmin sağ tarafında gözükmektedir.

Man Ray, Marki de Sade’ı profilden tasvir etmiş. Omuzunun üstünden görünen yol, de Sade’ın beş yıl boyunca hapsedildiği (uzun süredir yıkılmış olan) Bastille’e doğru gidiyor. 1789’da büyük bir kalabalığın saldırısına uğrayan kalenin bunun sonucunda yıkılmasına gönderme yapıldığı anlaşılıyor; ahşap vinçlerle taşların yere indirilmesi de bunu doğruluyor. Bazı şehir efsanelerine göre, olayları kışkırtan zindan penceresinden bağırarak, Bastille’de mahkûmların öldürüldüğünü duyuran de Sade idi; onun bu suçlaması üzerine isyan çıkmıştı. Bastille saldırıya uğramadan sadece birkaç gün önce Marki de Sade yakındaki Charenton akıl hastanesine nakledilmişti. Man Ray, Marki de Sade’ı etli, kanlı canlı birisi olarak resmetmemiş; Bastille ile aynı ağır taş kütlelerinden yapılmış, parçalı bir yüz görüyoruz; bu yüz, sanki devrim tarafından yıkıma uğratılmış gibi, yer yer çatlamış. Bir heykel gibi sunulan Marki de Sade’ın sadece kanlı gözleri ve kırmızı dudakları bu yüzün bir insana ait olduğunu vurguluyor.

Marki de Sade’ın bakışlarının yönünü takip ettiğimizde, Bastille’e değil, serinkanlı bir şekilde onun kulelerinin üstünden gökyüzüne baktığı anlaşılıyor.

*
Laure Thompson

S/A/D/E



Sade'ı çok sevmiştim. Onu ilk kez yirmi beş yaşındayken Paris'te okumuştum. Bu benim için Darwin'in kitabından da büyük bir şok olmuştu.

Sodome'un Yüz yirmi Günü, ilk kez Berlin'de, o da az sayıda basılmıştı. Bir gün bunlardan birini Roland Tual yayınevinde gördüm. Yanımda Robert Desnos da vardı. Antika değerindeki bu eşsiz kitabı Marcel Proust ve diğerleri de okumuşlardı. Kitabı bana da ödünç verdiler.

O güne kadar Sade hakkında hiçbirşey bilmiyordum. Okuyunca şaşkınlığım müthiş oldu. Madrit'te Üniversitedeyken, uluslararası yazın dünyasının ustalarından Camoens'ten Dante'ye, Homeros'tan Cervantes'e kadar, ilke olarak tüm yazarlar tanıtılmıştı bize. O halde nasıl olmuştu da toplumu her açıdan ele alıp büyük bir ustalıkla ve sistemli bir biçimde inceleyen, geçmişin kültür mirasını değiştirmeyi amaçlayan bu olağanüstü kitabın varlığından haberim olmamıştı! Bu benim için oldukça büyük bir şok olmuştu. Üniversite beni yanıltmıştı. Diğer tüm "ustalar", bir anda gözümdeki tüm değerlerini ve önemlerini yitirmişti. İlahi Komedi'yi yeniden okumayı denedim. Bana şiirsel açıdan dünyanın en güçsüz kitabı gibi geldi, hatta İncil'den bile daha az şiirsel. Ya Lusiades'e ne demeli? Ya Jérusalem délivrée'ye?

Kendi kendime şöyle diyordum: Bütün bunlardan önce Sade okutmalıydılar bana! Ne yararsız kitaplarmış hepsi de!

Ve hemen Sade'ın diğer tüm kitaplarını edinmek istedim. Ama kesin olarak yasaklandıkları için bunlar ancak XVIII. yüzyıldan kalan yayınlar arasında nadiren bulunabiliyordu. Breton ve Eluard'ın beni götürdükleri Bonaparte Sokağındaki bir kitapçı beni Justine için bir sipariş listesine kaydetti, ama hiçbir zaman da bulamadım o kitabı. Buna karşılık Sodome'un Yüzyirmi Günü'nün özgün metnini ele geçirdim, hatta az kalsın satın alıyordum. Sonunda bu oldukça kalın kağıt tomarını almayı başaran kişi Noailles Vikontu oldu.

Arkadaşlardan La Philosophie dans le boudoir'ı aldım ve hayran oldum. Ayrıca Dialogue entre un prétre et un moribond, Justine ve Juliette'i de aldım. Bu sonuncu kitapta en sevdiğim yer, Juliette ile Papa arasında geçen ve Papanın da onun Tanrıtanımazlığını kabul ettiği bölümdü. Benim de Juliette adında bir kız torunum var ama bu seçimin sorumluluğunu oğlum Jean-Luis'e bırakıyorum.

Breton'da Justine'in bir nüshası vardı. René Crevel'de de... Crevel intihar ettiğinde evine ilk giden kişi Dali olmuştu. Onu Breton ve grubun diğer üyeleri izlemişti. Crevel'in bir kadın arkadaşı da birkaç saat sonra Londra'dan gelmişti. Ölümünü izleyen gürültü-patırtı içinde Justine'in kaybolduğunu ilk farkeden o olmuştu. Biri çalmıştı bu kitabı. Dali mi? Olanaksız. Breton mu? Saçma. Zaten onda bu kitap vardı. Yine de Crevel'in kitaplığını iyi bilen yakınlarından biri olmalıydı kitabı çalan. Kendisinden kuşkulanılmamış biri.

Sade'ın vasiyetnamesinden de çok etkilenmiştim. Küllerinin nereye olursa olsun atılmasını ve insanlığın, tüm eserlerini, hatta adını bile unutmasını istiyordu. Aynı şeyi kendim için de söyleyebilmeyi isterdim. Anma olayı adına yapılan tüm törenleri ve tüm büyük insan heykellerini yapmacık bulurum. Ne işe yararlar ki? Yaşasın unutmak! Saygınlık yalnızca sessizlikte vardır bana göre.

Sade için duyduğum ilgi geçmişte kalmış bile olsa -herşey için duyulan hayranlık geçicidir- bu kültürel devrimi unutamam. Üzerimde yaptığı etki kuşkusuz ki büyüktür. L' Age d'or filminde Sade'dan yapılan alıntılar son derece belirgindir. Maurice Heine bana karşı bir yazı yazarak ölümsüz Marki'nin hiç memnun olmayacağını söylemişti. Ortadoğu gerçekten de tüm dinlere karşı savaş açmıştı, benim gibi yalnız Hristiyanlık dinine değil yani. Ben de amacımın ölmüş bir yazarın düşüncesine saygı göstermek değil, yalnızca bir film yapmak olduğunu söyledim.

Luis Bunuel

Le Voie Lactee (the Milky Way) (1969, Luis Bunuel)



- Tüm dinler yanlış bir öncüle dayanıyor, Thérèse. Hepsi yaratıcı Tanrı'ya inanır, ama bu yaratıcı mevcut değil. Hiçbir din var mıdır ki, sahtekârlığın ve budalalığın amblemini taşımıyor olsun?
Ama içlerinden biri var ki, nefreti ve hor görülmeyi gerçekten hak ediyor: barbar kanunu Hıristiyanlık. Doğuştan kazandığımız hak! İntikam peşindeki bir Tanrı'ya bağlısın.


Ahmak olma, Thérèse! Senin Tanrı dediğin yalnızca kaçıkların kafalarından uydurduğu bir ejderha.
Hainlerin icat ettiği bir hayalet, ki tek amacı insanları aldatmak veya birini diğerine karşı silahlandırmak. Her eseri kusurlarla dolu olan şu Tanrı gerçekten var olsaydı, onu aşağılık bir şeymiş gibi görmemize ne engel olabilirdi? Veya iğrenç? Bir Tanrı olsaydı, dünyada daha az kötülük olurdu.


Bak, kulağın hâlâ kanıyor. Tabiatın bize ilham ettiği tuhaf alışkanlıkları dile getirmek suç değildir.
Hayır, Thérèse. Tanrı yok. Tabiat yeter bize. Şu, cehalet ve korkudan doğan, ilahi hayalet iğrenç bir klişeden başka bir şey değil. Bir saniyemizi bile harcamaya değmez. Ruhları bezdiren, kalpleri hasta eden zavallı bir israf bu. Ve içinden çıktığı karanlığa geri gelmemek üzere dönmeli! Eğer Tanrı'n gerçekten varsa, ondan nefret ediyorum!

Sade & Bunuel


Bunuel’in Felsefe Düzeyindeki Sinema Sanatı

OCTAVIO PAZ

Birkaç yıl önce Luis Bunuel üstüne birkaç sayfa yazmıştım- Onları aynen alıyorum: 

"En soyutları da dahil olmak üzere, tüm sanatların son ve genel hedeflerinin insanın ve onun çatışkılarının dile getirilmesi ve yeniden yaratıl­ması olmasına karşın, bu sanatların her birinin kendine özgü büyüleme araçları vardır; bu ne­denle her biri kendine özgü bir alan oluşturur. Müzik bir alandır, şiir bir başka alandır, sine­ma sanatı da onlardan ayrı bir alandır. Gelgelelim kimi zaman bir sanatçı kendi sanatının sınırlarını aşmayı başarır; o zaman karşımızda eşdeğerlerini kendi dünyasının ötesinde bulan bir yapıt var demektir. Luis Bunuel'in film­lerinden bazıları -Altın Çağ, Unutulmuşlar- sinema sanatının ürünleri olarak kalmalarına karşın, bizi tinsel evrenin başkaca manzarala­rına, ömeğm Goya'nın bazı gravürlerine, Quevedo veya Poret'nin bir şiirine, Sade'dan bir pasaja, Valle Inclan’ın bir Nonsense'ine, Gomez de la Sema’dan bir sayfaya yaklaştırır. Bu filmlerin tadına varılırken, onları hem sine­ma sanatı, hem de sözü edilen öteki görkemli yapıtların, bize gerek insanın gerçeğini sergi­lemeyi, gerekse bu gerçeği aşmanın yolunu göstermeyi amaçlayan yapıtların daha engin ve daha özgür dünyasına ait bir şey sayabilme olanağı vardır. Günümüz dünyasının bu tür girişimlerin karşısına çıkardığı engellere kar­şın, Bunuel'in deneyi hem güzelliğin, hem de başkaldırının kemerleri altından geçerek gelişir.

Nazarin'de Bunuel bize her türlü hoşa gitme çabasından kaçan ve kuşku uyandırabilecek tüm lirizmleri yadsıyan bir biçemle, Hı­ristiyanlık anlayışı nedeniyle kısa sürede kili­seye, topluma ve polise aykırı düşen, Don Quijoteyi çağrıştıran bir rahibin öyküsünü anla­tır. Perez Galdo'nun pek çok kahramanı gibi, Nazarin de İspanyol "çılgınları"nın büyük ge­leneği içersinde yer alır. Nazarin'in çılgınlığı, Hıristiyanlığı ciddiye alması ve İncilller doğrul­tusunda yaşamaya çalışmasıdır. O bizim ger­çeklik diye adlandırdığımızın gerçekliğin ber­bat bir karikatürü değil, ama ta kendisi oldu­ğuna bir türlü inanmak istemeyen bir delidir. Don Quijote’nın bir köylü kızında Dulcineta'yı görmesi gibi, Nazarin de fahişe Andra ile kam­bur Ujo'nun neredeyse bir hilkat garibesini çağrıştıran yüz çizgilerinde aciz, düşmüş insa­nın yansımasını bulur: bir isteriğin, Beatriz'in erotik sabuklamasında ise tanrısal aşkın çarpı­tılmış yüzünü görür. Çok daha inatçı, bu ne­denle de çok daha patlamayı andıran bir öfke atmosferiyle sarılı, Bunuel'in en iyi ve en tüy­ler ürpertici sahnelerinden yana zengin olan filmin akışı boyunca delinin iyileştirilmesini, yani işkence görüşünü izleriz. Nazarin'e her­kes sırt çevirmiştir; güçlüler ve hallerinden memnun olanlar, onu rahatsız edici ve sonun­da tehlikeli bir insan sayarlar; kurbanlar ve ko­valanmakta olanlar ise onun verdiğinden farklı, daha etkili bir teselliyi gereksinmektedirler. Nazarin, yalnızca mevcut güçlerin hedefi de­ğildir, aynı zamanda belirsizliğin de kurbanı­dır. Sadaka istediğinde, üretken olmaktan uzak bir insandır; iş aradığında ise çalışanlar arasındaki dayanışmayı kıran biri kimliğindedir. Maria Magdalena'nın yeniden beden ka­zanmış görünümleri olarak onun arkasından gelen kadınların duyguları bile sonunda belir­sizleşir. Nazarin, yaptığı iyi işlerden ötürü düş­tüğü hapishanede, en son gerçeğin bilincine varır: Gerek kendisinin "iyiliği", gerekse onun­la birlikte hapis yatanlardan birinin, bir katilin ve kilise hırsızının "kötülüğü”, başarıyı ve et­kinliği en yüce değer sayan bir dünyada aynı ölçüde yararsızdır.

Bunuel'in filmi Cervantesten Galdo'ya değin uzanan deli İspanyol geleneğinin çiz­gisine sadık kalarak bir yanılsamalardan ayılışın öyküsünü anlatır. Don Quijote'nin yanılsa­ması, şövalye ruhuydu; Nazarin'in yanılsaması ise Hıristiyanlıktır. Ama filmde bundan öte bir şey daha vardır. Hazreti Isa'nın görüntüsünün Nazarin'in bilincinde bulanıklaşması ölçüsünde bir başka görüntü, insanın görüntüsü belir­ginleşir. Bunuel, olumlu anlamda örnmek niteliği taşıyan bir olaylar dizisi aracılığıyla bir çifte oluşuma katılmamızı sağlar: Tanrısallık yanıl­samasının uçuklaşması ve insanoğlunun gerçekliğinin bulunuşu. Doğaüstü olan, gerçek­ten olağanüstü olan karşısında, yani insan do­ğası ve bu doğanın güçleri karşısında geri çekilir. Bu buluş, iki unutulmaz anda somutlaşır: Nazarin'in ölmekte olan sevgiliye öteki dün­yanın tesellilerini sunduğu, onun ise sevgilisi­nin resmine sarılarak gerçekten sarsıcı bir sözle: Cennete hayır, Juan'a evet diye karşılık verdiği an; ve sonunda, Nazarin'in yoksul bir kadının verdiği sadakayı önce geri çevirip, sonradan yine aldığı an -bu artık bir sadaka olarak değil, ama bir kardeşlik belirtisi olarak alınır. Yalnız Nazarin, artık yalnız değildir, Tanrı'yı yitirmiş, ama insanı bulmuştur."

Sade - Roland Barthes


Kitap: Yazı ve Yorum,
Tahsin Yücel'in çevirisinden
 Barthes Yazıları derlemesi

Sade, Fourier, Loyola

Marquis de Sade yazından dışlanmış bir yazardır, Charles Fourier ütopyacı bir düşünür, Ignace de Loyola ise cizvitlerin ermişi. İlk ba­kışta, bu üç kişi arasında hiçbir benzerlik yok gibidir. Ama Barthes bulur, her üçü de birer dil kurucudur: birincisi cinsel hazzın, İkincisi toplumsal mutluluğun, üçüncüsü dinsel söylevin dilini kurar, üstelik üçü de bütün gücü, bütün tutkusuyla girişir işine. Bu da her birinin üzerinde ayrı ayrı yapılmış incelemeleri bir araya getirmek için yeter­li bit nedendir. Hiç değilse Barthes için. Ayrıca, Barthes'a bakılırsa, bu kişiler arasındaki benzerlik yalnızca birer "dil kurucu" olmalarıy­la sınırlı kalmaz, kurdukları diller de birbirine çok benzer: her üçün­de de şaşırtıcı bir sınıflandırma, bölme, sayma, dizgeleştirme tutkusu görülür, her üçü de ilk amacı iletişim olmayan, yapay bir dil kurar.

Barthes bu kitapta yer alan dört incelemede (Sade üzerine iki in­celeme vardır), öncelikle bu dilleri incelemeye girişir. Ama Sade'ın, Fourier'in, Loyola'nun dillerinin incelenmesi aynı zamanda bu ya­zarların kurdukları dizgenin ve/ya da dünyanın sergilenmesi olarak belirir. Ayrıca S/Z'ten sonra yayımlanmış olmalarına karşın (1971) bu incelemeleri rahatlıkla yapısal, hatta göstergebilimsel olarak niteleyebiliriz.

Buraya kitabın ilk incelemesini ("Sade I") tümüyle aldık.

                                          
SADE


S/A/D/E


Büyük bir gürültü patırtı içinde imparatorluk destanı yazılırken birdenbire onun yıldırımlarla alev alev yanan başı, şimşekler saçan geniş göğsü belirir; o, fallus-insandır; o, hem ulu hem hayasız bir çehredir; onun yüzündeki ifade korkunç ve yüce devlerin ifadesidir; onun lanetli sayfalarında sonsuzluğa akıp giden bir ürperti dolaşır; kavrulmuş dudaklarında titreyen nefes, kasırgalarla ortalığı allak bullak etmeye hazırdır. Biraz daha yaklaştığınız zaman çamurlara bulanmış bu kanlı leşte evrensel ruhun atardamarlarını bulursunuz: Oralarda tanrısal kan dolaşır. Çirkef göğün mavisini yansıtan bu pis sularda Tanrıya ait bir şeyler vardır. Süngülerin tıkırtısına, topların ulumasına kapatın kulaklarınızı; kazanılmış ya da kaybedilmiş çarpışmaların kıvıl kıvıl dallanışından çevirin gözlerinizi; işte o zaman kocaman, parlak, kelimelere sığmayacak bir hayaletin bu karaltıdan koptuğunu göreceksiniz; yıldızlı bir zaman diliminin içinden kocaman ve uğursuz bir yüzün yükselmeye başladığım göreceksiniz: Sade Markisi'nin yüzüdür bu.

Swinburne

PHILIPPE SOLLERS : Un amour de Sade (Sade's Way)



Sodomi'nin Tarihi


15. yüzyılın başından 17. yüzyılın sonuna kadar insanlar arasındaki ilişkiler, temel olarak yaşa ve cinsiyete bakılarak değerlendirildi. Anlaşıldığı kadarıyla 15. yüzyılda Floransa ve Venedik gibi şehirlerde alabildiğine gelişkin bir homoseksüel altkültür vardı. Dini reformlar sırasında epeyce yeraltına çekilen bu altkültür, ancak 17. yüzyılın ikinci yarısında, şehirli elit arasında yayılan serbest hayat modasıyla birlikte tekrar su yüzüne çıkacaktı. 18. yüzyılda cinsiyet temelli bu altkültür kendine has bir kimlik, bir "üçüncü cins" kimliği geliştirdi; bu da toplumun ona karşı tavrını, erkek ve kadın cinselliğiyle ilgili yasal mevzuatı da etkileyecekti.

Ortaçağın sonunda Orta ve Kuzey İtalya'daki bazı şehirlerde kamu ahlakını düzene sokmak amacıyla adli soruşturma komisyonları kurul­du. Komisyonlara cinsel suçları soruşturmaları ve cezalandırmaları için özel yetki verilmişti. Suçların kapsamı Tanrı'ya karşı gelmekten (özellikle manastırlarda, ya da Hıristiyanlarla Yahudiler veya Müslümanlar arasındaki ilişkiler), "doğaya aykırı" suçlara (mastürbasyon, hayvansevicilik ve sodomi), muhabbet tellallığına (genelev çalıştırmak) kadar uzanıyordu. Kadınla erkeğin vajina dışında birleşmesinden hayvanlarla düşüp kalkmaya, kadınlar ya da erkekler arasındaki eşcinsel ilişkilere kadar, üreme yeterliği olmayan her tür cinsel ilişki sodomi kapsamındaydı, fakat gene de bu terim daha çok erkek eşcinselliğini tarif ediyordu. Sodominin en büyük tehlikesi, top­lumun temel yapısal ilkelerine aykırı olmasıydı -aile, heteroseksüel bağ ve üreme-, bu yüzden de toplumsal düzeni ve cins kimliklerini tehdit ediyordu. Hıristiyanlar zina yaptığında ya da bir rahibenin bekâreti bozulduğunda Tanrı ve dini ahlak yara alabilirdi, fakat sodomi, böyle işlere göz yuman bütün cemaatlerin üzerine Tanrı'nın gazabını çekerek bizzat toplumun temellerini yıkardı.

15. yüzyılda Cenova, Lucca, Floransa ve Venedik gibi şehirlerde, bir fela­kete yol açmasından korkulan bu alışkanlıkla savaşmak için özel mahkemeler kuruldu. 1418'de Floransa hükümeti Ufficio di Notte diye bir büro açtı, hedefi "Sodom ve Gomorra'nın günahının kökünü kazımaktı, bu doğaya o kadar aykırıdır ki, kadiri mutlak Tanrı'nın öfkesi sadece o adamın oğullarına değil, cemaatin ve cansız nesnelerin üzerine de çöker." 1458'de Venedik'te Concilio di Dieci de sodomiyi dizginleyip ilahi cezadan kurtulmak üzere bir dizi yasa çıkardı: "Kitabı Mukaddes'in bize öğrettiği gibi, kadiri mutlak Tanrımız lutilik günahından ne kadar nefret ettiğini göstermek üzere Sodom ve Gomorra şehirlerine öfkesini saldı, akabinde böyle korkunç günahlar yüzünden bütün dünyayı sular altında bırakarak mahvetti."


John Martin - Sodom and Gomorrah

Ortaçağ'da bu suça layık görülen ceza, dini sapkınlıklara layık görü­lenle aynıydı: Asılarak idam edilme, ardından yakılma ve küllerin ortalığa saçılması. Bununla birlikte 15. yüzyılda idam cezası ancak suçüstü yaka­lananlara ya da tekrar suç işleyenlere verilir oldu. Adli makamlara ulaşan vakaların sayısına oranla, dayak, para cezası, hatta basit uyarılar gibi daha yumuşak kararlar arttı. Floransa'da "gece bekçileri" 1432-1502 arasında sodomiyle suçlanan 10.000'in üzerinde erkek ve oğlan çocuğunun peşine düştüler, fakat bunlardan sadece 2.000'i suçlu bulunarak, basit para cezasından dayağa, hapse atılmaya, sürgün edilmeye, suçun üst üste tekrarlandığı en ciddi durumlarda da asılarak idam edilmeye ve yakılmaya kadar giden farklı cezalara çarptırıldı. Bu kademeli sert tavırla hedeflenen, şehirde erkekler - özellikle gençler- arası sosyal ilişkilerde giderek yayılan, sıradanlaşan gerçek bir alışkanlığın kökünü kazımaktan çok, aşırılıkları törpülemekti. Bununla birlikte gelen ihbarlar şehrin itibarını sarsmaya başlamıştı. Yılda elli vakayla uğraşan -hemen hemen haftada bir tane-, Ufficio di Notte'nin meşguliyeti, bütün toplum için utanç kaynağıydı. Büro Floransa'nın kötüye çıkan adını temizlemek amacıyla 1502'de kapatıldı. Fakat ne zaman Toscana'da bir doğal afet, bir salgın hastalık ya da kıtlık olsa hükümet tekrar ahlaki meseleler­le uğraşmaya başlıyordu. Sözgelimi 1542'de arka arkaya gelen alametler I. Cosimo de Medicis'yi alarma geçirdi: Mugello tarafında deprem olup, fırtınada katedralin kubbesiyle hükümet sarayının kulesi yıkılınca Grandük, Tanrı'nın öfkesini çekebilecek bütün kusurlar gibi sodomiye de daha sert yaklaşmak gerektiğine ikna oldu. Fakat aniden uyanıp da baskı altına alma­ya çalıştıkları zaman bile, devlet makamları sodomiye genellikle geçmişteki gibi nispeten hoşgörülü yaklaştılar. 18. yüzyılın sonuna kadar, ancak suçüstü yakalanan oğlancılara çok sert cezalar reva görüldü.

Burning of Sodomites
Sodomiye niye oldukça hoşgörülü yaklaşıldığını açıklayabilmek için pek çok varsayım öne sürülmüştür. Bir taraftan, tıpkı fuhuşta olduğu gibi, düzenli olarak ya da bir gençlik tecrübesi niyetine bu işi yapmakla suçlanan o kadar çok zanaatkâr, tüccar, itibarlı vatandaş vardı ki, bunlara zulmetmenin bedeli ağır olabilirdi: Şehirlerdeki insan kaynağı hatırı sayılır derecede azalabilir, bu da yerel ekonomiyi olumsuz etkilerdi. Öte yandan, gençlerin cinsel "aptallıkları" (mastürbasyon, hayvansevicilik ve sodomi çoğu yerde böyle geçer) karşısında genel tavır, çocukluk alışkanlıklarını görmezden gelmekti, ama bir şartla: Bu gençler büyüyüp de yetişkin, sorumluluk sahibi vatandaşlar oldukları zaman evlenmeli, böylece toplumsal ve ahlaki açıdan doğru yoldan sapmayacaklarını göstermeli, heteroseksüel ve üretken ağabeylerinin saflarına katılmalıydılar. Ergenlik çağındaki bir çocukla genç bir bekârın arasındaki, küçük olanın (genellikle on iki ila on sekiz yaş arasında) "pasif" bir rol oynadığı, büyük olanınsa (on dokuz ila otuz yaş arası) "aktif" birleşmeyi sağladığı eşcinsel ilişkilerde yetkililer gözlerini kapamayı tercih ederlerdi. Bununla birlikte eğer bir adam evlendiği halde eşcinsellikten vazgeçmediyse, bunun özrü olmazdı. 15. yüzyılın ortalarına doğru Nicoleto Marmagna adında Venedikli bir gondolcu, uşağı Giovanni Bragarza'yla düşüp kalkmaktaydı. İlişkileri üç-dört yıl sonra ortaya çıktı. Nicoleto, Giovanni'ye kendi evinde bir yatak vermiş, onunla "önden, uyluklarının arasından" beraber olmuştu. Anlaşılan Giovanni de bu ilişkiden kârlı çıkmıştı, çünkü patronu onu yeğenlerinden biriyle evlendirerek evine almıştı. Giovanni'nin evlenmesinden sonra da cinsel ilişkide bulunduk­ları için kaybettiler. Öte yandan rolleri de değişmiş, Nicoleto pasif duruma geçmişti. İkisi de diri diri yakıldı. Heteroseksüel ilişkilerde normalde kadının oynadığı pasif rolü, henüz gelişme çağında olduğu için erkekten çok çocuk gözüyle bakılan bir ergenin oynaması daha olağan karşılanabilirdi. Zamanın itibar gören tıp kuramlarında "kusurlu" erkekler diye anılan, yasa karşısında çocuklarla bir tutulan kadınlar gibi erkek çocuklar da sınırda bir kategoriye dahildiler; cinsellikleri, yetişkinlik çağında olacağı gibi, ilişkide aktif rolde oynamaya ve penisin vajinaya girmesine bağlı olan erkeklik normuyla tarif edilmemişti henüz.


Sodomi


Sade'a göre sodomi edimi normların ihlalinin (normların paradoksal olarak kabulünü de varsayan ihlalin) en üstün biçimidir; sodomi aynı anda farklı sapkınlık halleri için ortak bir ihlal biçimi olmak zorundadır ve böylece bu sapkınlıkların kendi aralarındaki yakın ilişki ve kaynaşmayı sağlayan prensi­bi tesis etmek durumundadır.

Kabaetlere dair [callipygien] bir deneyim olan sodomi, cinsiyetler arasındaki belirleyici sınırları ortadan kaldırdığın­dan Sade'a göre tüm sapkınlıklar için kilit simge durumundadır.

Sade için sapkınlığın merkezinde sodomi bulunmaktadır. Bütüncül canavarlık olgusunu oluşturacak olan diğer tüm sapkınlık durumlarını sodomi ile bir benzerlik ilişkisinden yola çıkarak yorumlar.

Ahlakı teoloji tarafından genel kabul görmüş bir Kitab-ı Mukaddes terimi olan sodomi’nin içeriği, eşcinsel pratikle sınırlı değildir: Aynı şekilde, özünde bir sapkınlık olarak niteleyemeyeceğimiz eşcinsellik olgusunu, bir sapkınlık olan sodomi’den ayırdetmek gerekmektedir. İnsan topluluklarının tarihinde defalarca görüldüğü üzere, tıpkı heteroseksüel davranış biçimleri gibi, eşçinsel gelenekler de kurumsal yapılar oluşturmaya elverişlidir. Buna karşılık sodomi, karşı çoğunluğa ait bir eylem olarak telaffuz edilmektedir ve Sade'ın gözünde sodomiyi son derece belirleyici kılan da budur: öyle bir eylem ki insan türünün üreme ve yayılma yasasına darbe indiriyor ve böylece türün bir bireydeki ölümüne tanıklık ediyor. Sadece bir red halinin değil aynı zamanda bir saldırganlığın da kanıtı: üreme eyleminin simülakrı olarak bir yandan da bu eylemin alaya alınması. Bu aynı zamanda, bir öznenin aynı cinsiyetteki başka bir özne üzerinde uygulamayı hayal ettiği, birbirlerinin sınırlarının karşılıklı ihlali sayılabilecek bir yıkı­mın da simülakrıdır. Karşı cinsten birinin üzerinde uygulandı­ğında ise bir başkalaşım [metamorphose] simülakrı olur ve her zaman büyülü bir çekiciliği vardır. Aslında, bireylerin organik özgüllüğünü [specifite oranique] ihlal ettiği sürece, bu jest va­roluşa, insanların birbirleri içinde başkalaşmaları prensibini dahil eder ki bütüncül canavarlığın yeniden üretmeye yöneldi­ği ve ateizmin nihai uygulaması olan evrensel fahişeliğin var­saydığı budur.

Klossowski
"Komşum Sade"

Sodom'un 120 Günü


Salo or the 120 Days of Sodom (Pier Paola Pasolini)

Doymak bilmez bir roman yazarı olan Sade’ın da farkına vardığı gibi, fantezi gücü o kadar enerjikti ki, bu güç onun entelektüel etkinliği ve fiziksel dürtüleri üzerinde egemenlik kurmuştu. Sade, kabaca, diğer bütün insanların da kendisine benzediği genellemesinde bulundu. Bastille’de mahkumken roman yazmaya başladığında, gotiğin bütün korku, zulüm, rastlantı ve tuhaflık etkilerini kullandı; ancak, hapishanede tutulan bir kişiden bekleneceği gibi, görünür kaosun üzerindeki katı denetimini korudu. Tüm romanları içinde, yalnızca çılgınca kaba gotik öyküler, ahlaksızlık ve halkın düşüncelerini öfkeye sevk etmek yerine baştan çıkaran cinsel kandırmacayı da içeren Aşkın Suçları (1800) bir parça mizah içerir. Birçok okuyucuya göre (onun betimlemesinden sakınan püritenlere göre değil sadece) rasgele bir dille zulüm ve aşırılığın uzun, inandırıcılıktan uzak fantezilerini sunan, hayal gücü zayıf bir yazardır. Sade kötülüğün kökenlerinin ve kendi çektiği zorlukların nedeninin özel mülkiyet, sınıf ayrımı, din ve aile yaşantısı gibi başlıca insanlık konumları olduğuna karar verdi. Onun toplumsal ve dinsel kurallara karşı gelen kişileri, mutlak güç elde edilemez olduğuna göre, sahip ol­maya değer tek güç hayalgücüne ait olandır şeklindeki inancını örnekliyordu: Gizlilik, en büyük erotik güç oyunuydu. İlk romanı olan Sodomun 120 Günü, (Jean Genet'nin klasik Notre Dame Des Fleurs’ü'gibi) kişisel bir hapishane pornosu olma amacına hizmet ediyordu; ancak, Sade sosyal konulara eğilmeyi ihmal edemeyecek kadar tam bir on seki­zinci yüzyıl Fransız erkeğiydi ve seks onun yazılarında iktidar ilişkilerini betimleme yolu olarak kullanılır. Kendi çağdaşları arasında pornogra­fiyi politize etme konusunda yalnız değildi: Bir örnek vermek gerekirse, 1789-91 arasında Kraliçe Marie Antoinette konulu seks partilerine iliş­kin müstehcen el ilanlarında büyük artış vardı.

Sade’ın gotik kurmacaları insanların birbirlerini hemen ve insafsız­ca nasıl kullanıp sömürdüklerini betimler. Sade cinsel baskıyı siyasal baskıyla bir tutuyordu - her ikisinin de devrim türü bir patlamayla sonuç­lanması olasıydı. ‘Emilie de Tourville’ başlıklı gotik öykü, bir genç kızla onun gizli kapaklı seks buluşmaları gerçekleştirdiğini keşfeden iki ağabeyi hakkındadır; özgürlüğü kısıtlanan kız için, âşığıyla haftada kaç kez buluşursa her iki kolunda o sayıda kesik açılması talimatı verilir. Sade’ın kan akıtmaya yönelik bu kararı, devrimin kan akıtması anlamını taşıyabilir:

Saçma sapan bir ciddiyetle yetiştirilen, daha çocukken mutsuzluk çığlıklarına kulaklarını kapaması öğretilen, beşikten beri kanla sulanan, her şeyi eleştiren ve kendilerini her şeyin sahibi sanan Themis’in bu taşkın ve savruk destekleyicilerinin davranışı o kadar kötü bir üne sahiptir ki, kendi gizli utançlarını ve kaçamak yanıtlarını gizlemenin tek yolu aptallar üze­rinde etkili olmaktan ve akıllı insanların da onların nefret dolu prensiple­rinden, kanlı yasalarından ve aşağılık kişiliklerinden tiksinmesini sağlamaktan başka bir işe yaramayan ve bunu da onları suça bulayarak başaran katı bir sertlik sergilemektir.

Sodom'un 120 Günü’nü Sade 1784-85’te Bastille’de yazdı. Sade romanda kendi hücresinden çok daha geniş bir hayali manzara yarattı (romanın gizemli fantezisine katkısı olsun diye de, onu duvarın içinde gizlemek­teydi). 14 Temmuz 1789’un yağması sonrasında çalınan kitabı Sade bir daha hiç görmedi; kitap on dokuzuncu yüzyılın sonlarında Marquis de Villeneuve-Trans’ın malı olarak yeniden ortaya çıktı. El yazmasının Alman bir koleksiyoncuya satılışının ardından, kısaltılmış bir versiyo­nu 1904’te Berlinli seksolog Iwan Block tarafından sadece bilim adamla­rına, tıp insanlarına ve hukukçulara dağıtımı amaçlanarak sınırlı sayıda basıldı. El yazma nüsha 1929’da bir Fransız vikont tarafından satın alın­dı ve Maurie Heine tarafından eksiksiz biçimiyle, üç cilt olarak yayımlan­dı (1931-35). Sade’ın anlatımı, Marlborough dükünün komutasındaki orduların Fransızları Blenheim ve Malplaquet’te bozguna uğrattığı ve Fransa’nın Avrupa’daki hükümranlığını yok ettiği 1715’te başlar. Kral XIV. Louis yeni ölmüştür ve torununun oğlu XV. Louis’in (1715-23) çocukluğu sırasında Duc d’Orleans unvanını taşıyan, çok parlak nitelik­leri olsa da ahlaksız ve şöhretli bir mahkûm olup kendisini mutlak güçle donatan ve zalimlikle karışık bir yolsuzlukla ülkeyi yöneten Philippe’in başkanlığında bir kral naipliği konseyi mevcuttu. Sade’ın birinci bölümü şöyle başlar:

XIV. Louıs’e ağır yükler yükleyen büyük savaşlar bir yandan hâzinenin ve insanların kaynaklarını tüketirken, diğer yandan da bir kan emiciler sü­rüsüne zenginliğin gizli yollarını temin etti. Bu tür insanlar başkalarının sefaletini azaltmak yerine çıkar sağlayabilmek adına yarattıkları ya da destekledikleri toplu felaketler için gözlerini açık tutarlar. XIV. Louis’in yüce hükümranlığının sona ermesi, Fransız tarihinde, kaynakları en az onlara eşlik eden şehvet ve sefahat kadar belirsiz olan büyük sayıda servetin gi­zemli bir biçimde ortaya çıkışının görüldüğü dönemlerden biriydi.

Sade bunun ardından, bu şekilde kokuşmuş düzenden yararlanarak ser­vet sahibi olmuş dört yaşlı ya da orta yaşlı erkekten söz eder: Duke de Blagis, onun kardeşi X Piskoposu, de Curval adında bir yargıç ve Durcet adında bir finansör.



The manuscript of The 120 Days of Sodom





 The manuscript of The 120 Days of Sodom written by the Marquis de Sade
 while he was imprisoned at the Bastille in 1785