SADE'IN TAŞLARA DÜŞEN GÖLGESİ


1999 yılının yazı, her zamanki gibi iz sürmeler üzre geçti. Güney Fransa’da, Provence yöresini kateden yan damarları, köyler arasında örümcek ağı kuran küçük ve sessiz yolları arşınlarken, bu avuçiçi kadar bölgede yoğunlaşan sıradışı konukları, bölgenin yerli ve yabancısı onca insanı zihnimin albümünde buluşturdum: Giono ve Char, Petrarca ve Heidegger, Cezanne ve Handke, Nostradamus ve Sade gelip önümde dipsiz bir atmosfer oluşturdular. Marquis’nin şatosuna bir gün gitmeyi, 1974’te, Gilbert Lely’nin nefis yaşamöyküsü çalışmasını okurken kafama koymuştum, 25 yıl içinde imgesi belleğimin derinlerine çökmüş, yıkıntıları biraz daha dağılmış, taşlara yalnızca gölgesi düşen hayalet iyice geri çekilmiş. Luberon Vadisi, Sade’ın yörede yaşadığı dönemden iki yüzyıl sonra, teknolojinin birkaç işareti sayılmayacak olursa, hâlâ zamanaşırı bir görünüm taşıyor. Sıcağın alnında vadiden tepeye tırmanıyor, Şato’nun eteğindeki, bir köy kilisesiyle yaklaşık bir düzine hanenin yer aldığı noktaya açılan kapının önünde duruyorum: Keçiler kapısı. O andan başlayarak egemenliğini koyuyor taş, taşlar.


Daracık, tek bir sokak geçiyor ortasından koyun. Tepenin öteki yamacından aşağı kıvrılıyor ve birkaç adım sonra kayboluyor. Tam ortayerinde, birkaç basamakla bir sekiye, oradan birkaç basamakla bir başka sekiye geçince beliriyor ürpertici siluet ve gökyüzünü ani, sert açılarla yırtıyor, parçalıyor. Onu tutmak, kavramak, gözünün arka perdesinde yerliyerine oturtmak için büyük bir huzursuzluk içinde hızla yer değiştiriyor, sanki ondan, üzerime kapaklanmaya davranan cüssesinden böylece kurtulabileceğim duygusuna kapılıyorum. Güneş de tıpkı benim gibi, aynı saklambacın ebesi. Neden sonra, yakınına sokulup taşlarına dokundukça anlıyorum ki: Canlı değil. Gene de kesin, beni sakinleştiren bir izlenim sayılamaz henüz bu, içimdeki kıpırtılar, şüphelerim tamıtamına silinmeden adım atmamak konusunda uyarıyor beni. Bir yandan da, aynı anda, şaşkınlık içindeyim, kendimi bu türden bir sanrıya, bir düşlem boyutuna hazırlamamıştım ki buraya gelirken - anlayamıyorum.


Anlayamıyorum: Bir şato, eski sahibinin neden ruhunun sancılarıyla harekete geçsin?
Güneş başıma geçmiş olmalı.


Bir eğretileme kurmuş olmamda tuhaflık yok, diyelim ki Sade ile şatosu arasında bağlar görmek bir dereceye kadar anlaşılabilir bir imgelem oyunu sayılabilir» Ama taşların kıpırdadıkları, görünür görünmez biçimde hareket ettikleri sanısı tuhaftan da öte: Yavaş yavaş kayıyor olabilir miyim: iz sürmenin tehlikelerini terketmiyorum diyemem bir süredir: Montaigne'den Port-Bou'ya geçerken yaşadığım odak kırılmaları içimde ürpertiler doğurmuştu. şimdi bir adım daha atmaya mı yöneliyor aklım?


Çarçabuk toparlanıyorum, silkinip. Mekanın etrafında yürüyerek tırmanarak. Durup soluklanarak dönerken Şato sahibinden kopuyor, nicedir ortayerine çöreklenmiş yalnızlğını gelip çarpıyor, Anlıyorum ki, bir vakitler Sade'ın, sonra başkalarının içinde yaşadığı bu kütle çözülmüş haliyle artık bir in değil, bir cin: Hayatın örgüsü sökülmüş ve dağılmış, içine hapsettiği şamanlar buharlaşıp gitmiş, geride kalan yıkıntılar yıkıntıdan öte bugün: Burada bir yontu var karşımda kendiliğinden yontuya dönüşmüş, terkedildiği için Anıtlaşmış bir yan yapı - onu onarmamak, eski haline döndürmemek ufalanıp hepten yitene dek böyle kalmasını, kalakalmasını sağlamak gerek.


Yazı ve Fotoğraflar: Enis Batur


*
Batur'un Acı Bilgi kitabında yer alan Sade metni için:
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/10/sade-marquis-de.html

*
La Coste: Sade'ın Şatosu
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2014/03/la-coste-saden-satosu.html

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder