selfportrait - 1901 |
Yoksulluk hiçbir İspanyol için şaşırtıcı değildir. Ama Picasso'nun Paris'te tanık olduğu yoksulluk, başka türden bir yoksulluktu. 1901'de Paris’te yaptığı kendi- portresi'nde yalnızca üşümüş ve yarı aç bir adamın değil aynı zamanda suskun, kimsenin konuşmadığı bir adamın yüzünü görürüz. Salt yabancı olmaktan gelen bir yalnızlık da değildir bu. Temelde, modern kentte toplum dışına itilenlere özgü bir yoksunluktur.
Bu yoksunluk çevresini saran nesnel ve mutlak acımasızlığa tamı tamına düşen öznel bir duygudur. Bu, ilkel koşulların sonunda ortaya çıkan bir yoksunluk değildir. İnsanların yaptığı yasaların sonunda ortaya çıkmış bir yoksunluktur. Yasal olarak kabul edildiğinde, hiç de ilerinde durulmaya değmez bir şey olarak zihinden atılması gereken bir yoksunluk. Endülüs'te pek çok köylü, Kısıtlı Öğün eskizinde masada oturan çiftten daha aç durumdadır büyük olasılıkla. Ama başka hiçbir çift bu denli büyük bir ruh çöküntüsü içinde olamaz; başka hiçbir çift kendilerini bu denli değersiz hissedemez. işte, Paris'te bu eskizin yapıldığı sıralarda, Endülüs'te anarşistlerin yayınladığı broşürden bir pasaj:
"Tekeller olmasa, gezegenimizde tüm insanların mutluluğunu güvence altına alacak kadar sınırsız bir zenginlik birikimi var. Bizim, hepimizin refah içinde yaşama hakkımız var; Anarşi geldiği zaman, her birimiz ortak birikimden ihtiyacımız olan herşeyi alacağız; insanlar hiçbir ayrım gözetilmeksizin mutlu olacaklar; toplumsal ilişkilerde tek yasa sevgi olacak."
Kısıtlı Öğün |
Masadaki çift böyle naif umutları çok gerilerde bırakmıştır. Böylesi bir saflığa düpedüz gülecektir onlar. Ama bunu aşmakla (anarşist umutlar gerçekdışıdır çünkü) ne kazanmıştır bu çift? Daha geniş olan bilgi ve deneyimleri ne getirmiştir onlara? Gerçeklik ve umuda karşı, başkalarına karşı, kendilerine karşı derin bir nefret Avrupa kentinin mantığı açısından Picasso'nun onlara bakışına göre, sahip oldukları tek değer, iyi beslenmişlere bir karşı-sav oluşturmalarıdır. Bu çift, herhangi bir hak talep etmemektedir. Neredeyse insanlık bile talep etmemektedir. Yalnızca burjuvazi tarafından ayağa düşürülmüş, tekele alınmış sağlıklılığı utandıracak bir hastalık talep ederler. Korkunç bir adımdır bu.
Elbette Avrupa kentinin tek mantığı bu değildir. Picasso'nun görüşü tek yanlıdır; bu tek yanlılık da o zamanki yapıtlarında bulunan duygusallığın açıklanmasını sağlar — böylesine abartılmış bir umutsuzluk, kendine acımanın sınırlarına gelip dayanır. (Bu döneme ait resimlerin çok sonraları zenginler arasında öylesine çok tutulmasının nedeni de budur. Zenginler ancak yalnızlık içindeki yoksulları düşünmekten hoşlanırlar: Bu, onların yalnızlığını daha az anormal bir duruma getirir; örgütlenmiş, kolektif yoksulların yarattığı hortlağı da daha az olası kılar.)
Gene de Picasso’nun tavrı yeterince anlaşılabilir. Onun siyaseti çok yalındır. Picasso, toplum dışına itilmişlerin, Lümpen proletarya'nın arasında yaşıyordu. Bu insanların sefaleti, onun daha önce hayal bile edemediği boyutlardaydı. Belki de Picasso, zührevi hastalığa yakalanmıştı ve bunun saplantısı içindeydi. O dönemde yaptığı resimlerin çoğunda körlük temasını işlemiştir.
The Blind Man's Meal
Eleştirmenler, onun İspanya'da pek çok kör dilenci görmüş olabileceğini belirtiyorlar, ama ben bu konunun daha derin ve daha kişisel bir anlamı olduğuna inanıyorum.
Picasso, hastalığının sonucunda kör olmaktan korkuyordu. Bu hastalığın, özünü kemirdiğini sanıyordu; bu öznel görü de, çevresinde bulunan, toplumsal olarak yaratılmış gerçek kendini yok etme örnekleriyle çakışıyordu.
The family of blind man, 1903, Celestina,
Old blind man with boy, 1903, Old, Blind Guitarist
*****
PEMBE DÖNEM
*****
Hemen sonra —bu, sağlığındaki bir iyileşmeyle de ilgili olabilir— Picasso daha gözüpek bir tutum takındı. Gene toplum dışına itilmişlerin resmini yapıyor, gene kendini onlarla özdeşleştiriyordu, ama artık umutsuz kurbanlar değildi bunlar. Kendilerine ait ustalıkları ve gelenekleri vardı. Cambaz ya da palyaço olmuşlardı; yaşama biçimleri de göçebelik ve bağımsızlık kazanmıştı.
Bu insanların, modern Avrupa toplumunun üyeleri olmayı kabul edip etmeyecekleri oldukça kuşkuludur. Yarı aç yarı tok, yırtık pırtık giyinmiş olabilirler, ama mesafelerini ve kendilerine saygılarını korumuşlardır; ustalıklarındaki zarafet de, modern toplumda ele geçirilemeyecek bir ruh temizliğinin belirtisidir. Ancak doğaya daha yakın olma anlamında ilkeldirler. Hüzünlü olabilirler ama meşrulaşmış acılar hakkında hiçbir şey bilmemektedirler.
Onların doğaya bu ölçüde yakın olduklarını, insan elinden çıkmış ifşalara karşılık doğal yasalara aşina olduklarını vurgulamak istercesine Picasso, çoğu zaman bu resimlere hayvanları da sokar; ancak resimdeki figürlerle aralarında özel bir anlaşma vardır bu hayvanların. Bir erkek çocuk atı yedmektedir. Başka bazı insanlar eğersiz atlara binmektedirler. Bir köpek, birinin bacağına burnunu sürter. Keçi kızın peşinden gider. Bir maymun, bir kadının kucağına, sanki kollarında tuttuğu çocuğun erkek kardeşiymiş gibi oturmuştur.
Belki de, burada bu resimleri yargılamakla ilgilenmediğimi belirtmeliyim — aslında ben bu resimleri aşırı nostaljik ve özentili buluyorum. Picasso üzerine yazı yazan çoğu kimsenin kendilerine dert edindikleri üslup sorunlarıyla da uğraşmamız gerekmiyor. Mavi Dönem'de Picasso neden mavi renk kullandı? 1906’da neden pembe renge döndü? Yanıtlar ilginç olabilir, ama burada ayrıntılara bakarken bütünü gözden kaçırma tehlikesi var.
Pieasso'nun, başka herşeye egemenmiş gibi görünen ruhuyla ilgileniyorsak, amacımız açısından şu noktalar can alıcı önem taşır: Picasso, Paris'e gelmek zorunda olduğunun, çünkü İspanya'da mesleğinin geleceği olmadığının farkındaydı; Paris'te modern bir Avrupa kentinin sefaletiyle yüzyüze geldi -— vahşi acılarla hezeyanı birleştiren bir sefaletti bu; Picasso buna, daha yalın, daha ilkel yaşam biçimlerini idealize ederek tepki gösterdi.
Bu noktada, Picasso'nun Paris'e gelişinin bir değer taşıyıp taşımadığı kuşkulu görünebilir. Profesyonel ressam olma fikrini bütünüyle bir yana bırakıp, Gauguin'in on beş yıl önce yaptığı gibi, Avrupa'yı terk ederek Güney Denizleri’ne gitmek daha mantıklı olmaz mıydı?
...
John Berger
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder