Nerval etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Nerval etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Melankolik Aylak: Nerval



Nerval'in eserlerinde bol bol yürür insanlar. 
Dolaşır, hatırlar, hayal kurar, türkü tuttururlar:

Cesaret, dostum! Cesaret!
Köye yaklaştık işte!
Karşımıza çıkan ilk evde,
Bir güzel dinleneceğiz elbet!

Kütüphanede -nadir elyazmalarını arayarak, soyağaçlarının izini sürerek, tarihin boşluklarını doldurarak- geçen uzun çalışma saatleri ile yazı yazmakla (Dumas’nın tabiriyle “şu olanaksız kitapları” yazmak) veya sadece yazılarını çoğaltmakla geçen uzun saatler; az sayıdaki arkadaşına yaptığı ziyaretler ile tiyatroda Biricik'i (uzaktan, tutkuyla sevdiği aktris Jenny C.) arzulayarak geçirdiği akşamlar arasında kalan zamanda yürüyüşe çıkardı Nerval.

Almanya, İngiltere, İtalya, Hollanda ve Doğu’ya (İskenderiye, Kahire, Beyrut, İstanbul) yaptığı seyahatlerden değil, daha ziyade Paris sokaklarında Montmartre’tan inip Les Halles’nin sokaklarında kaybolduğu yürüyüşlerden; Ermemonville ya da Mortefontaine ormanlarında, Pont-Arme, Siant-Laurent korularında ve Aisne veya Theve kıyılarında (her zaman Jean-Jaques’ın Peupliers adacığındaki “eski ve sade” mezarına uğrardı) yaptığı uzun gezintilerden bahsetmek istiyorum. Nerval’in manzaraları şatolar, siperli kuleler, yeşil vadilerde salınan kırmızı çalılıklar, günbatımlarının turuncu yaldızlarından mürekkeptir. Sıra sıra ağaçlar vardır. Uykuya yatmış gibi sakin manzaralar. Her yerde hayaleti andıran maviye çalan sabah sisi. Sönük sarı ekim akşamları. Bir rüyada gibi, yavaşça, az engebeli olduğu için çaba harcamadan yürünür oralarda. Solmuş yaprakların hışırtıları çalınır kulaklara.

Nerval’in yürüyüşlerinde melankoli duygusu vardır; isimlerin, anıların melankolisi (tıpkı Ateşin Kızları ve Promenades'ındaki gibi). Yürüyüşün sonunda küçük bir köye ulaşırsınız. Sisin örttüğü koruluklardan geçerek sonbahar ışıklarıyla yıkanan köye varırsınız. Yıllardır buranın ismini düşlemişsinizdir: Cuffy, Châalis, Loisy, Othis... Melankolinin hafifliği: Hep muğlak ve düzensiz bir ışıkta Nerval’le yapılan yürüyüş, zihni itinayla kucağına alır ve canlanan anılar onu sallar. Böylece bu hafif, insanı zorlamayan yürüyüşlerde çocukluğun kederleri geri gelir. Yürürken sadece rüyaları anımsarsınız.

İnsanı canlandıran ya da etkileyen hiçbir şeyin olmadığı o ürpertici ormanlarda sabahın mavisinden akşamın turuncusuna kadar süren bu yürüyüş, hüznü dindirmez. O iyileştiren gücünden, enerjisinden eser yoktur. Hüznü yok etmez, dönüştürür. Çocukların bildiği ve kullandığı bir simyadır o; kederi sulandırıp onunla yıkanmak için kendinizi suya bırakır gibi yürürsünüz. Hüznünüzün açık havada uzaklara yelken açmasına izin verirsiniz; kendinizi bırakırsınız. Nerval’in yalnız gezgininin yeniden bulduğu hülyalı bir yürüyüştür bu, tıpkı sizi tırmanmaya zorlayan Nietzsche gibi, ancak onun zirvesinde kader değil, çocukluk düşleri vardır.

Eski şarkıları mırıldanırsınız: “Flandre’den evine giden bir atlıydı o.” Sonbaharda utangaç güneşin altında uzun süre yürümek zamanı bulandırır. O hafif engebeler arasında yıllar dağılır, yığılır, birbirine karışır. Ancak hışırtılar, fısıldayan rüzgar, soluk gün ışığı hep aynıdır. Çocukluk dünden önceki gündür; dün derhal şimdi, karanlık ve serin orman patikaları boyunca seyrelen kederi sürdürür. Nerval’in melankolisi hülyalıdır; mazide kalmış müşfik kadınların yüzlerini ve hayaletlerini uyandıran aheste yürüyüşler. Bir de yürürken hissedilen, sadece bu ışık altında geçmiş bir çocukluğun kesinliği vardır. Ne kayıp yıllara, ne de çocukluğa dair bir nostaljidir bu; bizzat çocukluk nostaljidir zaten (bu geçmişi olmayan nostaljinin mucizesini bir tek çocuklar bilir). Valois’nın manzarası içinde aheste aheste yürürken belirir.

Bir de sabit fikirlere, zamanın sona ermesine düşkün, faal, karanlık bir melankoli vardır Nerval’de (tıpkı Aurelia'sındaki gibi). Duygulu, ağırbaşlı, halsiz sonbahar yürüyüşleri yoktur artık. Bir arayışın, kaderin, zamanın sonunun ötelenemezliğinin peşindeki ateşli bir yürüyüştür bu. Nerval 1854 yazında, her ne kadar doktoru iyileştiğini düşünmese de, klinikten ayrıldıktan sonra yürümeyi hiç bırakmaz. Yol üstündeki bir otelde, sadece bitkin düşen bedenini dinlendirmek için kullandığı bir odası vardır. Yürür, yürür, bir kafede durup bir şeyler içer, sonra tekrar yürür. Bir okuma salonunda ya da kütüphanede durur, bir arkadaşını ziyaret eder, sonra yeniden yürümeye koyulur. Kaçıştan ziyade, öngörülen şeyi doğrulamaya yönelik sabit bir ısrardır bu.

Yürümek bu defa faal bir melankolinin parçası hâline gelir. Aurelia'nın her yerinde işaretleri gösteren bir yürüme imgesi vardır. Kentleri adımlayan kaçığın sıkıntılı coşkusu... Sokaklar deliliği sürdürmek, beslemek, derinleştirmek için mükemmel bir ortamdır. Dört bir yandan gelen kaçak bakışlar, kopuk kopuk hareketler, birbirleriyle çelişen gürültüler: motorların, zillerin, konuşmaların, kaldırımları döven binlerce adımın gürültüsü. Ve sanki olacağına varırmış gibi, her şey bir mücadeleye dönüşür ve zırdeliliğe ulaşılır.

Son gününü, 25 Ocak 1855’i düşünüyorum; Nerval’in, kendini asacak bir pencere demiri bulduğu Vicille-Lanterne Sokağı’nda biten son aylaklığı. Fakat düşünüp taşınınca bu tam olarak “aylaklık” sayılmaz çünkü Nerval sabit, ötelenemez bir düşünceyi takip ediyordu. Bacaklarında Aurelia vardı. Ve her neyi vardıysa işte o, bir insana bir yıldızı takip ettiriyordu.


Gezgin Nerval


İnilir, çıkılır, koruluklar, ovalar geçilir ve Alplerin karlı dorukları parlar her zaman, Güzel bir kaldırımda ilerliyoruz tan sökerken, birçok kapılardan geçiyoruz... derken, Bern'deyiz. Kuşkusuz İsviçre’nin en güzel kentinde.

İşte gezgin Nerval, gazeteci Nerval bu. İsviçre’yi dolaşıyor ve şehirden şehire, tepeden vadiye, posta arabasından ırmak kayığına bizim için izlenimlerinin günlüğünü tutuyor. Yer ve zaman olarak doğru bir günlük. Bu izlenimlerde düzeltilmiş, tepkisel hiçbir şey yoktur; izlenimler birbirini izler sadece. Dağ bayır, inilir çıkılır, duraklanır, bir komşuyla tartışılır, yenilir içilir, yatıp uyunur ve hareket edilir sonra. Tek bir hareket yasası vardır burada, o da yasanın yokluğudur, talihe ve zamana boyun eğilir. ‘Talihe bağlı olmayı seviyorum biraz' diye yazar Nerval, başka bir yerde de şöyle der: “Ülkenin yollarını göstermek istiyorum sadece, arabaların yalnızlığını, şu anda şurda burda konuşulan, yapılan, yenilen şeyi anlatmak istiyorum.” Şu an, işte yolculuğun zamansal birliği. Fıkralar, turistik bilgiler, betimlemeler, eğlenceli düşünceler, anlatı bütün bunları kopuk kopuk ve geçici bir gerçekliğin özünü açıklamak isteyen bir şimdi’de toplar. Hiçbir izlenim filizlenmesi, duygu ya da metaforun işin içine karıştığı iradeli hiçbir duyum yoktur orda. Nerval imge toplamak için gezer, bunu kendisi söyler bize. Şurda burda, incelikle ve ustalıkla konuşmalara ve görünümlere dalıp gider. Hep yeniden başlanmış bir alanı kat eder, bıkmadan.

Dalıp gitme durur bazan, şurda burda bir burada olur, duyumlar düzenlenir, bir panorama oluştururlar. Bir anın aydınlığında, onları söylenir söylenmez anlamak yerine, gezgin olayları kendi karşısında belirler ve onlara bütünüyle sahip olur. Devinimsiz, yayılmış manzara planları birbiri üzerine çözülürler o zaman. “Scutari (onun resmi), mavi dağların ayırdığı ufukta, uzakta,” İstanbul “ufukta, uzaktan parlıyor”, “çocukların, ışıkların karşısında gezdirdiği iğne pikeleri resmini anımsatıyor, profili iyice belirirken...” Yolculuk hikâyeleri benzer sembollerle doludur: Gerçek orada derinliği olmayan bir çizgi sanatı (grafizm) olarak saptanır, çizgi ve noktalar her madde ya da form kaymasını önler, açık bir ufuk uzaklığın sınır işaretlerini belirler. Bu kesip ayırma o kadar kusursuz başarılmıştır ki manzaranın bütün gerçekliği manzarada yitip gider sonunda. Bir yüzeyle Önceden sınırlanmış olan görünüm bir profile indirgenir. Bir kaleydoskop (çiçek dürbünü) estetiğinden sonra, Nerval bir kartpostal sanatı önerir bize.

Bu sanat özü bakımından olumsuz nedenlerle çözümlenmeyi hak ediyordu: O, bize Nerval olmayan, dahası bir tür Nerval-karşıtı bir kişiliği betimler. Aurelia'nın girişini yeniden okursak, onun yolculuğunun gerçek nedenini bulabiliriz: Nerval iyileşmeye çalıştığı için yolculuklara çıkar. Akıl hastanesinden çıkar çıkmaz karadüşlerini unutmaya çabalar, bunun için de yeni bir insan olmaya yönelir. Herkes gibi, sıradan, zararsız bir izlenim vermeye çalışır. Çılgınlığının bir rastlantı, artık aşılmış bir durum olduğuna hem kendini, hem dostlarını inandırmak ister. Olmadığı şey olmaya çabalar çılgınca:

Kendimi bir sevinç kaynağı, tasasız biriymiş gibi gösteriyordum, dünyayı dolaştım, değişik ve geçici heveslere kapıldım delice; özellikle uzak toplulukların giysilerini ve garip adetlerini seviyordum: böylece iyiliğin ve kötülüğün koşullarını, deyim yerindeyse bizim için duygu olan şeyin sınırlarını biz öteki Fransızlar için değiştirebileceğimi sanıyordum.


Louis Marcoussis / Ten Etchings for Aurelia


Nerval & Baudelaire

 "Balzac öldüğünde, ki beklenmedik, korkutucu bir ölüm değildi, Parislilerin ardından söylediği güzel sözleri hatırlamayan var mı? Henüz çok olmadı, — bugün 26 Ocak, tam bir yıl önce, — hayranlık uyandıran dürüstlükte, yüksek zekâya sahip ve bilinci daima yerinde olan büyük bir yazar, kimsenin haberi bile olmadan, gizlice sonsuza dek gittiğinde — öylesine gizlice ki onun bu ketumluğu aşağılamaya benziyordu — bulabildiği en karanlık sokakta ruhunu kendi eliyle teslim etti; — onun ardından da iğrenç din ve ahlak söylevleri geldi! — Nasıl da titizlikle tasarlanmış bir cinayet!" 


Poe'nun Öykülerin yayımlanması aynı zamanda Gerard deNerval'ın intiharının anma törenidir, intihar mı, yarı intihar mı yoksa Edgar Poe'nunki gibi bir üst-intihar mı? "Nasıl da titizlikle tasarlanmış cinayet" ifadesi, bu ölümdeki belirsizliğin ifadesidir zaten ve soru, Baudelaire'in bilinçli yaşamının sonuna kadar yani peşinde sürüklediği iple kendini boğduğu ana kadar, peşini bırakmayacaktır.



 Catul Mendes'in ağzından 1865 yılında bir gece, Baudelaire'i odasında yatağa yatırırken yaşadığı dokunaklı anı aktarmak gerekir. Karanlıktaki uzun konuşmaları şöyle biter:

"Birdenbire bir sır verir gibi kısık, neredeyse anlaşılmaz bir sesle: 'Gerard de Nerval'i tanır mıydınız? Hayır, dedim. Devam etti konuşmaya: 'O deli değildi. Asselineau'ya sorun. Asselineau, Gerard'ın asla deli olmadığını anlatacaktır size; deli olmadığı halde intihar etti, astı kendini. Biliyorsunuz bir batakhanenin yakınında, pis bir sokakta. Orada asılmış, kendini asmış! Neden ölmeye karar verdi de bayağı bir yer ve boynuna bir paçavra dolamayı seçti ki? Ölümü neşeyle veya en azından düşle başlatan, etkili, acı vermeyen, ustalıklı zehirler var...' Ağzımdan tek söz çıkmıyordu, konuşmaya cesaret edemiyordum. 'Yok canım, hayır, diye sesini yükselterek, neredeyse bağırarak devam etti, bu doğru değil, o kendini öldürmedi, öldürmedi kendini, yanıldılar, yalan söylediler! Hayır, hayır, o deli değildi, hasta değildi, o kendini öldürmedi! Ah! Yapacaksınız değil mi? Söyleyeceksiniz, onun bir deli olmadığını ve kendini öldürmediğini herkese söyleyeceksiniz, onun kendini öldürmediğini söyleyeceğinize söz verin!' Karanlığın içinde istediklerini yapacağıma dair titreyerek söz verdim. Konuşmaya devam etmedi. Bir an önce yatağıma uzanıp biraz dinlenmeyi düşünüyordum. Bir eşyaya çarpmak korkusuyla kıpırdamıyordum, bir de neyi, bilmiyorum ama öylece bekliyordum. Aniden bir hıçkırık sesi yükseldi, sanki büyük bir ağırlığın altında ezilmiş bir yürekten kopmuş gibi kısık ve boğuk. Elim ayağım kesilmişti korkudan. Paramparça olmuştum, aynadaki, karşımdaki karaltıyı görmemek için gözlerimi kapattım.

Uyandığımda, Baudelaire burada değildi artık..."


*
Michel Butor
Sıradışı Bir öykü

NERVAL

              "Gece Siyah ve Beyaz Geçecek: Beni Beklemeyin"


      Rue de la Vieille Lanterne, iki adım ötemde, Chatelet'deymiş: Merdivenli, dar, farelerin cirit attığı bir sokak. 

"Gece siyah ve beyaz geçecek" diye teyzesine bir pusula gönderen yenik, yorgun şair: "Beni beklemeyin".

      Morg kayıtlarına göz attım, yakından bildiğim bir metin, Ahmet Oktay'ın şiiri için çevirdiğim satırlar. İntihar sebebi: Bilinmiyor.

      Hiçbir intiharın asıl gerekçesi bilinemez: Karmaşık köklü, yumak gövdeli, çokdallıdır. Cesedi St. Michel morguna getirmişler. Bilmiyordum: Bizim evin tam karşısında, biraz aşağıda, Seine kıyısındaymış - hâlâ duruyor olsaydı bina, 1855'te duruyormuş, penceremden onu seyrediyor olacaktım. 30'u günü Nötre Dame'dan kaldırılmış Gerard'ın cenazesi.

      Gerard Labrunie: Geçen yüzyılın en koyu şairi - Lautreamont'la birlikte. Ondaki siyah başka hiç kimsede bu kadar kesinleşmemiştir, Lautreamont'unki kalın bir sistir sonuçta: Nerval'inki düpedüz taş duvar.

    Nerval'den Rimbaud'ya ve Gauguin'e, Avrupa'nın püskürttüğü bireylerin, belki Lord Byron ve Hölderlin gibi Yunan beldesinden sökmeye çalıştıkları ütopyalara da bağlanarak, uzaktan ne umdukları, merkezden neden firar ettikleri üstüste yerleştirilebilir mi?

    Nicedir bunun çabası veriliyor biliyorum. Gelgelelim, masabaşından bir yere kadar görülebiliyor krizin çehreleri. Bugünün Doğu'suna, dünün Doğu'suna Nerval'in yaklaşabildiği oranda yaklaşabilmiş kaç kişi var: Roditi mi, Goytisolo mu - gelip geçerken içinden süzüldükleri dünya onlara nüfuz edebilmiş midir?

    Nerval'in burada ördüğü duvarı anlamlandırmak da çok güç, biliyorum. 1840'a kadar onu neler sallamıştı? 1841 krizinden başlayarak yokuş aşağı onu sürükleyen etmenler, iç etmenler hangileriydi, onu ikidebir ayağa kaldıran güdü nasıl kan topluyordu?

    Nerval, dörtdörtlük bir imgelem motoruyla yazmış yazacağını. Düşselliğin tutulması, rasyonel söylemi kendi sınırına yaklaştırıveriyor. "Je suis le Veuf, le Tenebreux, l'Inconsole" - bu dizeyi yüz yıldır binlerce yorumcu didikledi: Anlamı hâlâ içinde kilitlidir. Şiirsel sözün bu kristal haline Baudelaire'de, Rimbaud'da bile rastlamayız: Nerval'de her zaman şiirden, edebiyattan fazla, öte bir töz bekler.

    En doğrusu, belki de ona kendi yolundan yaklaşmayı denemek. Bilmem kimin harcıdır?

    Kim kendi gecesini simsiyah ve bembeyaz kılmayı göze alacaksa onun.

*

E.B.
  

The Death of Nerval (La mort de Nerval)


  
*
Louis Marcoussis
(1878-1941)

Aurelia

Gerard de Nerval’in sağında, solunda, önünde, arkasında seçebileceği bir sürü uçurum açılmıştır. Bu korkunç çekiciliklerin dengesi Nerval’i o yaşantısının son beş yılının ve Aurelia'nın konusudur.
Ölümünden sonra arkadaşları onun kimliğini saptamak için geldiklerinde, Aurelia, Gerard de Nerval’in giyisileri içindeydi. Aurelia’nın metni, yaşam ve düş arasındaki çatışmanın öyle bir betimlemesiydi ki, -bu iki sözcük Goethe’de olduğu gibi edebi anlamlarında değil, öz anlamlarında kullanıldılar- yaşama son veren eylem için, intihar için, isteyerek ve tutkulu bir biçimde yazılmış önsöz niteliğini taşımaktaydılar. Bu, tereddütler içinde bocalayan bir ruhun aydınlanma ve kutsanma çabasıydı, Bengal’in bütün ışıklarında aydınlanan bir cesedin, hemen hemen umutsuz bir vakkanın neredeyse tıbben incelenmesiydi. Herkesin kutsal bir anlam yüklediği bu metni, Nerval'in, ölümünden, kendisinden başkasını sorumlu tutacak her türlü şaşırtmacayı ortadan kaldırmak için yazdığı söylenir. Aurelia, Nerval'in seçtiği ölüm gibi, bir yok oluşun, bir etten kemikten sıyrılışın, bir paltamanın öncülüğünü yapan çağrıdır, Aurelia, bize, bulunduğumuz düzlemde yazılmamış bir metin izlenimi verir; kimi zaman düş gücümüzün ortalarında yer alır, kimi zaman da büyük acılarımızın derin noktalarında değil ama ortalarında bir yerde yazıldığını duyumsatır. En yüksek noktadan en alttakine sürekli geçişler nefesimizi keser ve Narval'in bize sunduğu mekânları, yani bakımevlerini, yani tımarhaneleri, neredeyse “huzur” evleri olarak görmemizi sağlar. Bu cehennemi dünyanın ve de özellikle Paris’in heyecan verici bileşimine okuyucunun dikkatini çekmek gereksizdir çünkü, ne zaman bu buğu dağılsa, yabancı olmadığımız bir dekor netleşir. Şafak vakti Montmartre’dan bir tufan yükselirken Paris’in horozları öttüğünde, bu yazgılarla paramparça olmuş bedende Paris’le ilgili ne kaldıysa buna dikkat çekmek gereksizdir. Aniden inen sessizlikle bir köyün ya da Valois’daki bir ırmağın birden belirişine, okuyucunun dikkatini çekmeye gerek yoktur. Ben okurun dikkatini sadece, son sıralarda Aurelia üzerine yayımlanan çalışmaların yanlış yorumları üzerine çekmek istiyorum. Bu çalışmaların en dikkatli ve özenli olanı, geçen yıl, Pierre Audiat’nın Champion Yayınevi’nde çıkan incelemesidir. Pierre Audiat’nın ortaya koyduğu şekliyle, Aurelia'run öyküsü, ilk bakışta, aceleyle düşünülmüş ve yazılmış bir metin olmadığı yolundadır... Aurelia , Nerval'in daha önce de kullandığı bir dizi olayı ve betimlemeyi içerir... Nerval'in anlattığı olayların kronolojisi gerçek değildir... Ancak, P. Audiat’nın da amacı "efsane romanlarının, insanın kendi sırlarını açtığı romanlardan daha çok gerçeği içerir göründüklerini" ispatlamaktır. Daha da ileri gideceğim. Aurelia‘yı, Nerval'in alçakgönüllülükle kendini sanatına emanet edişini görerek okumak, mesleğine güvenişini, edebî bir yazın biçimini itiraflara tercih edişini hissederek okumak, bana çok daha heyecan verici geliyor. 

Aurelia'nın muhteşem bir şiir dersi olduğunu düşünüyorum. Şair, ters çevrilmiş bir yazıyı aynadan okuyan biri gibi yaşamını okuyor; yazısına ve edebî gerçeğe, yetenek dediğimiz bir düşünceyle, yaşamda her zaman olmayan bir düzeni aksettirmeyi biliyor. Gerard de Nerval, şiirsel bir yaşamın öğelerinin, metinde bolca ancak beceriksizce sıralandığını kabul edebiliyordu. Ona başka bir kadının acısını unutturmak üzere gelmesi gereken kadın, acı veren kadından önce gelmişti, sonra değil... Olacağı önceden haber veren düşler kimi zaman olaydan sonra görülmüşlerdi. Gerçek şair, insanların zaman içinde yaşadığını ve yaşantılardaki olayların neden-sonuç ilişkisinden oluştuğunu bilmeyen Tanrı’nın ve adalet duygusunun canlandırdığı bir insandan başkası değildir. Nerval, Aurelia’yı zenginleştirerek, biçimlendirerek sadece yaşamı iyi anladığını belirtmek istemişti. Bir yazarın -belki de bu onun için yegâne hoşluktur- kendi içindeki yaratıcı tanrı Demiurgosa güvenir gibi, yeteneğine güvenmesi hoş bir şeydir; çünkü, yetenek, yetenekli olma sevinci, Nerval’in üstündeki dehalara üstün gelmiştir; bu yüzden, Aurelia, bizim anlaşılmaz, tutarsız düş yorumlarımızı sunmak yerine, tam bir mantık, sonsuz mutluluk ve onama metni olduğu izlenimini verir. Günümüzde “fröydcülük” sözcüğünün Freud’den değil de Freudeî’den, yani mutluluk -sevinçten, geldiğini bilmeyi yeğleriz. Yaptığı işin içeriğiyle bağlantılı olarak ölen bir sanatçı, ölürken nasıl yücelirse, Nerval’e olan hayranlığımız da, onun özel hayatının en şeytansı, en uç noktasında, mesleğinin sevincini ve tutarlılığını yaşamıyla birlikte korumasını görmemizle birlikte artar.

 Jean Giraudoux (1918 - 1944)

*

Blogda Aurelia: 

NERVAL VE AURELİA

NERVAL, Gerard de (1808-1855), Bu şair ve Öykücü, mistik gezgin, 22 Mayıs 1808’de, hekim Etienne Labrunie ve Marie Marguerite Antoinette Laurent’ın çocukları olarak doğduğu Paris'te, Vieille-Lantern sokağında 26 Ocak 1855’te asılmış olarak bulundu.

Annesi 1810’da, Rhin ordusunda askeri hekim olarak görevli olan kocasına eşlik etmek üzere geldiği Silezya’da ölür ve Gross-Glogau’da toprağa verilir. O sırada henüz iki yaşında olan Gerard, bütün çocukluğunu ve gençliğini geçireceği Mortefontaine’de oturan dayısı Antoine Boucher'ye emanet edilir. Charlemagne kolejinde Theophile Gautier ile dost olur. Yirmi yaşındayken Faust çevirisini, on iki yıl sonra da İkinci Faust'u yayımlar. 1835'te, aktris Jenny Colon’u yüceltmeye adanmış Le Monde dramatique dergisini kurar. Ama dergi bir yıl sonra iflas eder. Figaro'da gazetecilik, La Presse'te tiyatro yazarlığı yapar. Nerval, 1841 ’de geçirdiği ilk bunalımın ardından Aurelia isimli anlatısına başlar, ancak birçok kez evinde kalacağı doktor Esprit Blanche’ın tavsiyesiyle çalışmasına bir süre arar verir. Bunalımları birbirini izleyecek ama sağlıklı zamanlarında Belçika ve Hollanda’ya, Londra'ya, Viyana ve Napoli’ye, Doğu’ya (Malta, Mısır, Suriye, Kıbrıs, İstanbul), özellikle de romantik ruhuna pek yakın bulduğu Almanya’ya uzanan yolculuklara çıkacaktır. Bu arada Sylvie'de sözünü ettiği ve topraklarında gezmeyi onca sevdiği kendi memleketini, Valois’yı da unutmamak gerekir. Onun bu serseri mizacıyla ilgili olarak yayıncısı Henri Lemaitre şunları yazar: “Onun yalnızca engin bir gezinti olan tüm yapıtı, ona o özel çekiciliğini veren bu taşıyıcı atmosfere batırılmıştır”. Hayatının son on beş yılını işaretleyen bunalımları, edebi üretkenliğinin kaynağıdır: dostu Henri Heine’in şiirlerinin çevirileri, Les illuminis, Les chimires, Sylvie ve bir parçasını oluşturacağı Fil les du feu, özellikle de asıl Revue de Paris'de 1 Ocak ve 15 Şubat’ta iki fasikül halinde yayımlanan Aurelia. Bu iki tarihin arasında, Gerard ölür.

Les fiiles du feu'de, “edebi erotizmin modası bir parça geçmiş gelenekleriyle hiçbir ortak yanı bulunmayan bir Kadın ayini ve bir Aşk arayışı görülür” {a.g.e., s. XI). Aurelia en başta, dünyevi ya da ilâhi birçok kadının, Gerard’ın ruhunu adamış olduğu edebi imgesidir. "Nerval’in ruhsal bunalımları Aurelia adıyla gösterilen, sevilmiş ve yitirilmiş bir kadın figürünün egemenliği altındadır.” Bu kadın figürünü, sırasıyla Sophie Dawers, barones Adrien de Feuchferes (Sylvie’deki Adrienne ve aynı adı taşıyan şiirdeki Artemis kişiliği), Jenny Colon (Aurâlia'nın kişiliği), Marie Pleyel (Pandora), Charlotte Dawes (Sylvie) canlandırırlar. Ve bu figür, her şeyden önce namevcut ve çok uzaklardaki annesini simgeler. Aurelia'da, karşısına çıkan ilahe Gerard’a şöyle der: “Ben Marie ile aynı kişiyim, annenle aynıyım, aynı şekilde, her zaman ve hangi biçim altında olursa olsun, sevmiş olduklarının hepsiyle aynıyım. Geçirdiğin sınavların her birinde, hatlarımı gizlediğim maskelerden birini terk ettim ve çok geçmeden beni olduğum gibi göreceksin” ((Euvres, a.g.e., s. 805). Onun bütün yaşamı, Nerval’gil mitolojinin merkezi arketipi olan ezeli annenin kesintisiz arayışı olmuştur. 
“Gerard orada Ana Tanrıça’nın, İsis’in, Kibele’nin ve hattâ acı çeken Ana’nın pagan söylencelere bindirilmesi olarak Bakire Meryem’in, Hıristiyanlığın Mater Dolorosa’sının farklı cisimleşmelerindeki ortak hatları biraraya getirir”. Kadın’ın, dünyayı çöle çevirecek olan kayboluşu düşüncesi Gerard’ın yakasını bırakmaz. Jean-Paul Richter’den esinlenerek kara güneş imgesine olan takıntısını dile getirir (William Blake’in Premier livre d'Urizen’indeki illüstrasyonu, 1774). El Desdichado isimli şiiri şöyle başlar: “Ben karanlık olanım, -dul- teselli bulmayan / Kulesi yıkılmış Aquitain’lı hükümdar:/Tek yıldızım da öldü benim -ve pırıltılı şiirim/ Melankolinin kara güneşini taşır” (a.g.e., 1693). Ve Aurelia’nın ikinci kısmında, dünyanın sonunu kara güneşin (kadının yokluğu) belirdiği ve sonsuz gecenin başladığı kıyametçil görüyle özdeşleştirerek şöyle yazar:

“Concorde meydanına geldiğimde, düşündüğüm şey kendimi yok etmekti. Birçok kez Seine’e doğru yöneldim, ama birşeyler, amacımı gerçekleştirmeme engel oluyordu. Gökyüzünde yıldızlar parlıyordu. Aniden, kilisede görmüş olduğum mumlar gibi hep birlikte sönüvermişler gibi geldi bana. Zamanların bittiği yere gelindiğini, ve aziz Yuhanna’nın Kıyamet’inde haber verilen dünyanın sonuna ulaştığımıza inandım. Bomboş semada kara bir güneş ve Tuilleries’nin üzerinde de kan kırmızı bir küre gördüğümü sanıyordum. Kendi kendime şöyle dedim: Sonsuz gece başlıyor, ve belli ki korkunç olacak." (a.g.e., s. 802).

Gustave Dore, 1855

Arture 602, 621 (Gerard De Nerval)




Bir Nerval daha (A 621). Deliliği, sanrıları... Böceklerden, çiçeklerden, ağaçlardan, hayvanlardan sesler duyuyor. 'Doğadaki her şey yeni görünümler kazanıyordu...' 'Ve gizli sesler yükseliyordu (...) bitkiden...' Kriz dönemleri dışında bilinci yerindeymiş.





Şimdi de Heinrich Heine (A 602),  Heine Paris'e 1831'de gelmiş (otuz dört yaşındaymış) ve 1856'daki ölümüne dek orada kalmış İki yakın dostu varmış: Gerard de Nerval ve Karl Marx.

"Dostum Gerard o pis Vieille-Lanterne Sokağı'nda, bildiğiniz şekilde öldü. Yoksulluk değildi bu uğursuz olayın nedeni, ama yoksulluk bunun olmasına engel de olmadı hani. Şurası açık ki bahtsız adamın, ölürken, birazcık temiz bir odası bile yoktu..."



Gerard de Nerval (1808 – 1855)


 “Düşlerin gittikçe artan taşkınlığı, gerçeklerin kımıldandığı yerde, yavaş yavaş, Nerval’in yaşamasını olanaksızlaştırıyordu." 

Theophile Gautier

ARTURE 281 ETKİLER SERİSİ - 1982, YÜKSEL ARSLAN

 "Hırs, bize göre değildi... mevki ve şeref peşinde koşan bu açgözlü ırk, bizi siyasi etkinliklerden de soğuttu. Kendimizi kalabalıktan sıyırabilmek için hep daha yükseğine tırmandığımız o fildişi kule kaldı bizlere sadece... O yüksek tepelere vardığımızda, tek başınalığın saf havasını soluyabiliyorduk en azından; efsanenin altın kupasından unutkanlığı içiyor; şiirle ve aşkla sarhoş oluyorduk."

Nerval

Söylence

Nerval, berbat bir gecede iki kez astı kendini;  bir kez kendi dertlerine son vermek için, bir de başkalarına para kazandıracak  bir söylence yaratmak için.

Albert Camus

Aurelia



 Nerval’in Aurelia'sı kahramanın bir delilik dönemi boyunca gördüğü hayallerin anlatısıdır. Anlatı birinci tekil kişi tarafından sürdürülür; ancak ben görünüşte iki farklı kişiyi kapsamaktadır: Bilinmeyen dünyaları keşfeden kahraman (geçmişte yaşamaktadır) ve kahramanın izlenimlerini aktaran anlatıcının beni (o ise şimdiki zamanda yaşamaktadır). İlk bakışta burada bir fantastik yoktur; Ne gördüklerini delilikten kaynaklanan şeyler gibi değil de dünyanın daha kesin bir görüntüsü gibi algılayan kahraman için (o sihirli dünyadadır), ne de bu hayallerin gerçeklikten değil de, delilikten ya da rüyalardan kaynaklandığını bilen anlatıcı için (onun bakış açısına göre anlatı yalnızca garipliğe bağlıdır). Ama metin bu biçimde işlemez; yazar karmaşıklığı bir başka düzeyde, hiç beklenmedik bir noktada yaratır ve Aurelia bu yolla fantastik bir öykü olarak kalır.

Her şeyden önce, kahramanın olayları nasıl yorumlayacağı konusunda kesin bir tavrı yoktur: Arada sırada o da deliliğine inanır ancak kesinlemekten kaçınır. “Delilerin içinde bulunca kendimi, o zamana kadar her şeyin bir yanılsama olduğunu anladım. Yine de Tanrıça İsis'e atfettiğim sözler, geçirmek zorunda kaldığım bir dizi sınama yoluyla gerçekleşecek gibi geliyordu bana" (s. 301). Aynı zamanda kahramanın tüm yaşadıklarının yanılsama olduğundan emin değildir; hatta anlatılan bazı olayların doğruluğu konusunda ısrar eder: "Dışarıda bilgi edinmeye çalışıyordum, kimse bir şey duymamıştı - öte yandan çığlığın gerçek olduğundan ve canlıların soluduğu havanın o sesle çınladığından hâlâ eminim..." (s. 281).

Belirsizlik ya da çift-anlamlık tüm metne egemen iki yazı tekniğinin kullanılmasından da ileri geliyor.

Nerval ikisini bir arada kullanıyor; bunlar hikâye zamanı ve kipleştirme. Anımsatalım; "kipleştirme”, tümcenin anlamını değiştirmeden sözceleme öznesiyle sözce arasındaki ilişkinin anlamında değişiklik yapan bazı yapılar kullanılmasıdır. Örneğin "Dışarıda yağmur yağıyor," ve "Belki dışarıda yağmur yağıyor," tümceleri aynı olguya atıfta bulunur; ancak İkincisi, konuşan öznenin (sözceleme öznesi) dile getirdiği tümcenin (sözce) doğruluğuna ilişkin içinde bulunduğu kararsızlığı gösterir birincisinden farklı olarak. Hikâye zamanının da benzer bir anlamı vardır " Aurelia’yı seviyordum," dediğimde onu hâlâ sevip sevmediğimi belirtmem; süreklilik olanaklıdır; ancak genel kurala göre olasılığı düşüktür.

Tüm Aurelia'nın metnine bu iki teknik egemendir. Vardığımız bu değerlendirmeyi destekleyecek onlarca sayfa anılabilir. Öylesine bir örnek olarak şunu alıntılayabiliriz: "Bana öyle geliyordu ki tanıdık bir yere giriyordum... Marguerite dediğim ve çocukluğumdan beri tanıdığımı sandığım yaşlı bir hizmetçi bana dedi ki... Dedemin ruhunun bu kuşun içinde olduğunu sanıyordum.... Yerküreyi boydan boya aşan bir uçuruma düştüğümü sandım. Acı vermeyen erimiş bir madenin akışına kapılmış gibi hissediyordum kendimi... Bu akışların molekül düzeyinde insan ruhlarından oluştuğu duygusuna kapıldım. Atalarımızın yeryüzünde bizi ziyarete gelmek için bazı hayvan biçimlerine büründükleri kesinlik kazanıyordu benim için..." (s. 259-60, altını ben çizdim), vb. Bu deyişler olmasaydı, gündelik, alışılmış gerçeğe hiçbir gönderme olmaksızın büyülü bir evrende bulacaktık kendimizi; bu deyişler bizi aynı zamanda iki evrende tutuyor. Üstelik hikâye zamanı, öykü kişisiyle anlatıcı arasında öyle bir uzaklık yaratıyor ki, anlatıcının konumunu bilemiyoruz.

Araya giren bir dizi tümceyle anlatıcı başka insanlara, "normal insana" ya da, daha doğru bir deyişle, bazı sözcüklerin alışılmış kullanımına oranla -tek sözcükle söylersek, Aurelia'nın ana izleği dildir- mesafeli davranır. "İnsanların akıl dedikleri şeyi yeniden keşfederek," diye yazar bir yerde. Başka bir yerde de: "Ama anlaşılan gördüklerimle ilgili bir yanılsamaydı bu" (s. 265). Ya da: "Görünüşte anlamsız olan eylemlerim, insan aklına göre yanılsama denilen şeye uyuyordu" (s, 256). Şu tümceye hayran olmamak elde değil: Eylemler "akıl almaz"dır (doğala gönderme), ancak yalnızca "görünüşte" (doğaüstüne gönderme); eylemler... yanılsamaya uyar (doğala gönderme), "yanılsama denilen şeye' (doğaüstüne gönderme) değil; üstelik hikâye zamanı böyle düşünenin şimdi'de yaşayan anlatıcı değil, geçmişte yaşayan öykü kişisi olduğunu gösterir. Ve Aurelia'yı baştan sona kateden belirsizliği özetleyen şu tümce: “Belki de bir dizi akıl almaz hayal” (s. 257). Anlatıcı burada 'normal” insana göre mesafeli davranır ve kahramana yaklaşır: Deliliğin söz konusu olduğuna dair inanç o anda yerini kuşkuya bırakır.

Oysa anlatıcı daha ileri gidecektir: Delilik ve hayalin üstün bir akıldan başka bir şey olmadığına inanan kahramanın tezine katılacaktır. İşte kahramanın dedikleri (s. 266): "Aklın tuhaf çalışmasını, benim için bir dizi mantıklı olay demek olan şeylerle örtüşen hareket ya da sözlerle açıklamaya çalışanlara bakınca, beni bu durumda görenlerin anlattıkları bende bir rahatsızlık uyandırıyordu". Edgar Poe’nun şu tümcesi bu düşünceyi doğrular: "Bilim, deliliğin, zekânın yüce bir biçimi olup olmadığına dair bir şey söyleyemedi bize henüz" (H. G. S., s. 95). Ya da: "Ruhlar dünyasıyla iletişimin kapısını açan hayal konusunda edindiğim düşünceyle, umuyordum ki..." (s. 290). Ama anlatıcı da şöyle konuşur: "Tümüyle ruhumun gizemli köşelerinde geçen uzun bir hastalığın izlenimlerini aktarmaya çalışacağım; hastalık sözcüğünü niye kullandığımı bilmiyorum, çünkü kendime baktığımda, çok daha iyi olduğumu hissettim. Bazen gücüm ve etkinliğim ikiye katlanıyor gibiydi; hayalgücü bana sonsuz keyifler veriyordu" (s. 251-2). Ya da: "Ne olursa olsun, insanın hayalgücünün yarattığı hiçbir şey yoktur ki bu dünya ve öteki dünyaları için doğru olmasın" (s. 276). 
Belki de Poe’nun şu tümcesinin bir yansıması: "İnsan ruhu gerçekten olmamış hiçbir şeyi hayal edemez''

Bu iki alıntıda anlatıcı açık açık, sözde deliliğinin yalnızca gerçekliğin bir parçası olduğunu ve asla hastalanmadığını ilan etmekte gibidir sanki. Ancak bölümlerin her biri şimdiki zamanda başlamış olsa da son tümce yeniden hikâye zamanına döner; okuyucunun algılamasında bir belirsizlik yaratır yeniden. Bunun tersini örnekleyen bir durum Aurelia'nın son sayfalarında yer alır: "Bir süreliğine içinde yaşadığım yanılsamalar dünyasını daha sağlıklı biçimde değerlendirebiliyordum. Yine de edindiğim kanılardan dolayı mutlu hissediyorum kendimi.." (s. 315). İlk tümce delilik dünyasında önceden olmuş olan her şeye bir gönderme gibidir; ama o zaman edinilen kanıların mutluluğuna ne demeli?

Aurelia fantastik belirsizliğin özgün ve mükemmel bir Örneğini sunar. Bu belirsizlik besbelli delilik çevresinde döner; ancak, Hoffmann'da anlatı kişisinin deli olup olmadığı konusunda kuşku duyulurken Aurelia'da, davranışın delilik olduğu daha baştan bilinmektedir; asıl bilinmesi gereken deliliğin üstün bir akıl durumu olup olmadığıdır (işte kararsızlık bu nokta üzerine kuruludur). Kararsızlık önceki örnekte algılamayı ilgilendiriyordu, şimdi ise dili ilgilendiriyor; Hoffmann'da bazı olayları nasıl adlandıracağımız konusunda kararsızlık duymaktayızdır; Nerval'de ise kararsızlık adın ötesine taşınmıştır: Adın anlamı üzerindedir.

*
Tzvetan Todorov 
Fantastik


Lithograph by Pearl Binder for Aurelia (1932)


ve yürüdüm sokak boyunca,
fenerle konuşarak...

AURELİA'DAN



Bir ölümsüz varlığın kaynağından içen ruhum büyülü evrenin uyumunu bulandırmıştı. Belki de, kutsal yasaya saygısızlık ederek, korkulu bir gizeme sızmak istediğim için lanetlenmiştim; elbet gazaba-uğrayıp horlanacaktım, başka ne bekleyebilirdim! Rahatı kaçmış gölgeler, çığlıklar atarak ve fırtınadan önce kuşların yaptığı gibi, havada ürkütücü çemberler çizerek, kaçıyorlardı.




"Evren gecededir!"



Rüya ikinci yaşamdır. Bizi görünmeyen dünyadan ayıran o fildişi ya da boynuz kapılardan geçerken hep titremiş, ürpermişimdir. Uykunun ilk anları ölümün imgesidir; belirsiz bir uyuşukluk yakalar düşüncemizi ve ben'in bir başka biçim altında varoluş yapıtını sürdürdüğü belirsiz anı tanımlayamayız. Yavaş yavaş, azar azar aydınlanan garip, örtülü bir yeraltı dünyasıdır bu ve orda cennetlik çocuk ruhları gibi yaşayan devinimsiz solgun şekiller karanlıktan ve geceden kurtulurlar. Sonra tablo biçimlenir ve yeni bir parıltı tuhaf görünümleri aydınlatıp devinime geçirir; ruhların dünyası artık açılmıştır bize.

Swendenborg bu gizli görüntülere, hayallere Memorabılıo adını veriyordu; onları uykulardakinden çok uyanık düşlere borçluydu; Apulee'nin Altın Eşek, Dantenin Tanrısal Güldürü adlı yapıtları insan ruhuna değgin bu incelemelerin şiirsel örnekleridir. Ben de aynı şeyi yaparak, tümüyle zihnimin gizemlerinde geçmiş uzun bir sayrılığın izlenimlerini aktarmaya çalışacağım. Bilmem niçin sayrılık sözcüğünü kullandım, aslında hayalleri, rüyaları yaşadığım o anlar kendimi en iyi duyumsadığım anlardı. Bazan gücümün ve etkenliğimin bir kat daha arttığına inanırdım, her şeyi biliyor, anlıyormuşum gibi gelirdi bana; sonsuz zevkler, sonsuz mutluluklar taşırdı düşler. Akıl denen şeyin üstü örtüldüğünde, onları yitirdik diye hayıflanmak gerekir mi?..


***












 - Hemen sevinme bakalım, çünkü sen henüz yukardaki dünyadansın, nice çetin deneyimlerden geçmen gerek. Seni büyüleyen bu yaşamın da acıları kavgaları, tehlikeleri var. Bir Zamanlar yaşadığımız dünya yargılarımızın düğümlenip çözüldüğü bir tiyatro sahnesidir; bizler onu canlandıran fersiz bir ocağın alevleriyiz, dedi dayım. Yanıtladım:



. - Ne yani dünya da ölebilir ve biz hiçlikle mi kuşatılırız?


 Hiçlik, bilinen anlamda yok; ama dünyanın kendisi maddi bir kütledir ve ruhların toplamından insan ruhu oluşur. Madde ruhtan daha fazla ölemez, yalnızca iyilik ve kötülüğe göre biçim değiştirebilir. Geçmişimiz ve geleceğimiz bir zincirin halkaları. Kendi soyumuzda yaşıyoruz, ve soyumuz bizde yasıyor.











Nerval, belki de şizofrenik; ama bir şey kesin: yoğun bir suçluluk duygusu içinde. Aurelia yeniden görünür, peki ruhsal esenliğe kavuşur mu yazar? Daha çok bir psikanalist inceleme diyebileceğimiz bu öykünün ikinci kısmı yayınlanmadan, bir sokak lambası direğinde asılı bulunur. Tıp raporları, bir cinayete kurban gitmeyip, Nerval'in kendini astığı görüşünde. (Düş Gezgini)

Gustave Dore

Niye gelmişim ki ben?

Vakit geldi, şiirine eksik noktayı koydu 
Bir kış günü elinden alındı yorgun ruhu 
Çekip gitti söylenip:"Niye gelmişim ki ben ?” 


26 Ocak, gün ağardı ağaracak. Paris buza kesiyor, kar altında, soğuk eksi 18 derece. Basık, köhne Vieille-Lanterne Sokağı. Elektrik direğinde bir adam sallanıyor. Direğin çevresi bir anda, kadın erkek, çoluk çocuk meraklılarla doluyor. Soruyor birbirlerine insanlar:

"Kim bu?"

“Tanımıyoruz!"

"Bu sokaktan değil!"

Bu sallanan; 

şair, öykücü ve tiyatro yazarı Gerard de Nerval'dir.


Belki de özlediği sonsuz esenliği, sonsuz sessizliği ölümde buldu;

 "Ölmek, ey ulu Tanrım, söz verdiğiniz mutluluk sanki yalnız ölümümle gerçekleşecekmiş gibi niçin her an bu düşünce usuma gelip durur? Ölüm! Hiç de yabancı olmadığım bir sözcük. Bir şölenin sonunda güller solar ya hani, işte öyle solgun gülleri başında taç gibi taşıyarak görünüp durdu bana. Mutlu ve esrik bir andan sonra, tapılası bir kadının başucumda gülümseyerek beni beklediğini, 'haydi delikanlı gidelim artık! şu dünyada tüm kıvançları tattın, şimdi uyu, gel kollarımda dinlen, güzel değilim ama iyi ve yardımseverim, zevki değil ama sonsuz esenliği, sonsuz sessizliği veririm sana'dediğini düşlerdim.

*
Düş Gezgini, Erdoğan Alkan

Nerval'in Mezarı

Pere Lachaise

Nerval şiirinin rüzgârında

Ahmet Hamdi Tanpınar'dan:

Senlis'de, Mortefontaine'da 
Ermenonville ormanında 
Dalgın dolaştığım gün 
Nerval şiirinin rüzgârında 
Senlis'de, Mortefontaine'da
Gök mavi toprak nemliydi 
Ağaçlıklar içinde bir yerde 
Kesik kesik öten kuş sesinde

Aurelia ağlar gibiydi 
Senlis 'de, Mortefontaine 'da
iki kuğu yüzüyordu sessiz 
Kim bilir hangi rüyanın sonu 
Nerval'den iki mısra gibi 
Suyu çekilmiş Theve çayında


* Ermenonville ve Mortefontaine Nerval'in çocukluğunu geçirdiği yerler.
 Ayrıca Ermenonville Büyük Jean Jacques Rousseau'nun yaşadığı,
 çiçekleri, bitkileri incelediği, öldüğünde ilk gömüldüğü yer.


SON YAPRAK (GERARD DE NERVAL)

İşte, yaşamın sabahında bizleri büyüleyip yolumuzu şaşırtan ham hayaller. Fazla düzene koymadan şöyle bir gösterdim, ama nice kalpler anlayacaktır beni. Hayaller, bir meyvenin kabukları gibi, birbiri ardına düşer, ve meyve insanın deneyimidir. Tadı acıdır, yine de onda kişiye güç veren buruk bir şeyler vardır, — klasik bir ağızla konuşuyorum, bağışlayın. Rousseau, doğa avutur, her şeyi unutturur, der. Paris'in kuzeyinde, sisler içinde yitik, Clarens korularını özlerim zaman zaman. Her şey değişti!

Ermenonville! Gessneır derlemesinden ikinci kez çevrilmiş o kır deyişlerinin çiçeklendiği yer, benim için çifte ışıkla şavkıyan tek yıldızını yitirdin. O yıldız, Aldebaran'ın yalancı yıldızı gibi, sırasıyla, bazan mavi, bazan pembe, Adrienne ya da Sylvie'ydi, — tek bir aşkın iki yarımlarıydı. Biri yüce ülkü, öteki tatlı gerçekti. Şimdi gölgelerinden, göllerinden, hatta bozkırından bana ne? Othys, Montagny, Loisy ve yoksul komşu köyler ve güç kaynağı Châalis, o bütün bir geçmişten hiçbir şey kalmadı sizde. Yalnızlık ve düş dolu o yerleri yeniden görmek arzusu doğar içime bazan. Doğalmış gibi görünen bir dönemin kaçak izlerini hüzünle duyarım yüreğimde. Ve bazan Boucher'nin granitlerin eteğindeki, bana vaktiyle pek yüce görünen bazı dizelerini, bir çeşmenin ya da Pan'a adanmış bir mağaranın üstündeki iyiliği öven özlüsözleri okuyup gülümserim. Büyük paralar harcayıp yapılan göller, kuğuların bile küçümsediği durgun sularını boşa sergiliyorlar, Conde av alaylarının mağrur amazonlarla geçtiği, av borularının yankılarla çoğalıp karşılıklı çaldığı o çağ yok artık!... Günümüzde Ermenonville'e aktarmasız gidecek yol bile yok. Bazan Creil, Senlis üstünden, bazan Dammartin'den dolaşıp gidilir oraya...


*

Düş Gezgini
Erdoğan Alkan'ın Nerval kitabından


YALDIZLI DİZELER

  


                                    Elbette! duyarlı her şey!
                                                     Pythagore 


İnsan! özgür düşünür - sen misin tek düşünen
Yaşamın her nesnede açıldığı dünyada:
Elindeki güçlerde özgürlüğün var ama,
Verdiğin öğütlerin tümünden başka Evren.


Her çiçek ayrı ruhtur doğada filizlenen;
Saygı duy hayvandaki devinip duran ruha!..
Her şey duyarlı; - her şey senden güçlüdür daha
Bir aşk gizemi vardır her madende dinlenen:


Bir göz seni izliyor kör bir duvarda bile:
Unutma, madde varsa ona bağlı söz de var..
Kullanma nesneleri softa bir amaç ile.


Her karanlık varlıkta gizli bir Tanrı yaşar:
Ki O'nun gözlerinden yeni bir göz doğuyor
Taşların kabuğunda bir tanrı çoğalıyor.

Zeytinliklerde İsa

Isenheim Altarpiece

 Sanat tarihinde çirkinliğin en güzel şekilde resmedildiği tablodur, güzel tabloların en çirkinidir. Her yanı yaralarla kaplı İsa’nın bedeni, alt taraftaki birleşim yeri güçlükle algılanabilen iki ahşap pano üzerinde, haçta asılı durur. Yakından bakıldığında, beden kıymıklardan diken diken olmuş, kullanılan renkler her bir kıymığın neden olduğu iltihap ve çürümüş dokuyu ortaya çıkarmıştır. Uzaktan bakıldığında, altındaki zarar görmüş dokularla dalgalanan, kemik ve kasların cansız ağırlığının altında gerilen bu deri, tuhaf bir biçimde bütünlüğünü korumakta ve çarmıha gerilmekten kaynaklanan boğulmayı ışık-gölge aracılığıyla aktarmaktadır. Beden, paradoksal canlılığını ölümden alır. İsa’nın çivilenmiş eli, ölüm sonrası katılaşmayla hareket kazanmış gibi görünür ve can çekişme hırıltısı bir sonraki derin nefesi taklit eder.



Modern hayranları, bu tablonun “dışavurumculuğunu överek onu unutulmaktan kurtarmıştır. Duygunun -İsa’nın yavaş ve vahşi ölümünün tarif edilemez acısı ve onun ölümünün Hıristiyanlarda tetiklemesi gereken ruhsal ıstırap- biçimi bozduğu savunulmuştur. Oysa eserin tekinsiz gücü, İsa’nın bedeninde asılı duran, trompe-l’aeil tarzında gölgelendirilmiş dikenlerden, perişan olmuş her bir inanmışın tabloda kapladığı somut alandan ve bedenin dış hatlarının ustaca resmedilmesinden kaynaklanan, tablodaki dinginlikte yatmaktadır. Bir kez daha, tedirgin edici bir çelişki içinde, bu tablonun (dehşete düşüren gücünün ötesinde) gösterdiği, bütünüyle gizlenmiş olan ve bu yüzden bütünüyle resmedilemeyecek olandır. İsa’nın kutsallığı, onun varlığı, felaketin içinde bile Tanrı’nın gerçek, mükemmel ve güzel imgesidir. Arka plandaki karanlıkla uyumlu, ancak kendi gösterişli görüntüsüyle karşıtlık içinde olan bu tablo, İsa’yı görünenin gölgede kaldığı bir tam tutulma gibi resmeder. Tümüyle bir başyapıt olan tablo, kendinden daha üstün olanı, kategorik olarak sanatın erişim yetisinin ilerisine iter. (Joseph Leo Koerner)





Tanrı ölü! gökyüzü boş..
Ağlayın çocuklar! çünkü babasız kaldınız!

                                               Jean Paul

I

Efendimiz o kutsal ağaçların altında
Kaldırdı kollarını göğe şairler gibi,
Dilsiz, sağır acılar içinde yitip gitti,
Çünkü nankör dostları yoktu artık yanında.

Kraldı, bilgeydi, yalvaçtı rüyalarında
Hayvanların uykusunda, uyuşuk, yitikti...
Tepeden, onu dinleyenlere eğilip baktı:
"Hayır, Tanrı yok!" diye başladı bağırmaya,

Uyuyordu tanrılar. "Ya o haber duyduğum,
Ya o ölümsüz kemer alnımla dokunduğum?
Günlerdir, kırık, acı ve kan içindeyim!

"Kardeşler, yalan söyledim size, her yan: Uçurum!
Başımı adadığım bu sunakta tanrı yok
Uykuya dalmış onlar, bu tapınakta tanrı yok!"

II

Siyah Nokta

Kim ki güneşe sürekli bakıp durur
mor bir lekenin uçuştuğunu görür
gözlerinde, çevresinde ve havada.

Bir zamanlar çok genç ve gözüpektim,
utkuya bir an sabit gözlerle baktım;
aç bakışımdan kara bir nokta kaldı.

O gün bugün, bir yas işareti gibi
görürüm her yerde o siyah lekeyi
karışır her şeye, gözümün daldığı!

Nedir bu? mutlulukla arama giren!
yazık bize! yalnız kartal bakabilen
kazasız belasız utkuya ve güneşe...

Gerard de Nerval

NERVAL


Nerval, 19 Ekim 1854’te, akıl hastahanesinden çıktı ve orada burada dolaşmaya başladı ve 26 Ocak 1855’te, Paris’te Vielle-Lanterne sokağında ölü olarak bulundu. Bir akşam önce, Theatre Français’ye uğramış ve Halles semtinde yemek yemişti. Nerval’e ve eserlerine kısaca yer veren bir edebiyat tarihinde (Marcel Braunschvig, Nötre Litterature dans les Textes, c. 2, s. 528, Paris, Armand Colin, 1929), dört satırlık şu ilginç not var: 

“Nerval, 26 Ocak 1855’te, gün ağarırken, Paris’in dar sokaklarından biri olan rue de la Vielle Lanterne’deki, kötü şöhretli bir meyhanenin pencere parmaklığına asılı olarak bulundu (sokağın olduğu yerde, daha sonra, Sarah-Bernhardt tiyatrosu inşa edildi). İntihar etti ya da öldürüldü”.

 Gustave Dore’nin, söz konusu sokağı ve pencere parmaklığına
 asılı Nerval'ı canlandıran litografisi (1855):