Melankolik Aylak: Nerval



Nerval'in eserlerinde bol bol yürür insanlar. 
Dolaşır, hatırlar, hayal kurar, türkü tuttururlar:

Cesaret, dostum! Cesaret!
Köye yaklaştık işte!
Karşımıza çıkan ilk evde,
Bir güzel dinleneceğiz elbet!

Kütüphanede -nadir elyazmalarını arayarak, soyağaçlarının izini sürerek, tarihin boşluklarını doldurarak- geçen uzun çalışma saatleri ile yazı yazmakla (Dumas’nın tabiriyle “şu olanaksız kitapları” yazmak) veya sadece yazılarını çoğaltmakla geçen uzun saatler; az sayıdaki arkadaşına yaptığı ziyaretler ile tiyatroda Biricik'i (uzaktan, tutkuyla sevdiği aktris Jenny C.) arzulayarak geçirdiği akşamlar arasında kalan zamanda yürüyüşe çıkardı Nerval.

Almanya, İngiltere, İtalya, Hollanda ve Doğu’ya (İskenderiye, Kahire, Beyrut, İstanbul) yaptığı seyahatlerden değil, daha ziyade Paris sokaklarında Montmartre’tan inip Les Halles’nin sokaklarında kaybolduğu yürüyüşlerden; Ermemonville ya da Mortefontaine ormanlarında, Pont-Arme, Siant-Laurent korularında ve Aisne veya Theve kıyılarında (her zaman Jean-Jaques’ın Peupliers adacığındaki “eski ve sade” mezarına uğrardı) yaptığı uzun gezintilerden bahsetmek istiyorum. Nerval’in manzaraları şatolar, siperli kuleler, yeşil vadilerde salınan kırmızı çalılıklar, günbatımlarının turuncu yaldızlarından mürekkeptir. Sıra sıra ağaçlar vardır. Uykuya yatmış gibi sakin manzaralar. Her yerde hayaleti andıran maviye çalan sabah sisi. Sönük sarı ekim akşamları. Bir rüyada gibi, yavaşça, az engebeli olduğu için çaba harcamadan yürünür oralarda. Solmuş yaprakların hışırtıları çalınır kulaklara.

Nerval’in yürüyüşlerinde melankoli duygusu vardır; isimlerin, anıların melankolisi (tıpkı Ateşin Kızları ve Promenades'ındaki gibi). Yürüyüşün sonunda küçük bir köye ulaşırsınız. Sisin örttüğü koruluklardan geçerek sonbahar ışıklarıyla yıkanan köye varırsınız. Yıllardır buranın ismini düşlemişsinizdir: Cuffy, Châalis, Loisy, Othis... Melankolinin hafifliği: Hep muğlak ve düzensiz bir ışıkta Nerval’le yapılan yürüyüş, zihni itinayla kucağına alır ve canlanan anılar onu sallar. Böylece bu hafif, insanı zorlamayan yürüyüşlerde çocukluğun kederleri geri gelir. Yürürken sadece rüyaları anımsarsınız.

İnsanı canlandıran ya da etkileyen hiçbir şeyin olmadığı o ürpertici ormanlarda sabahın mavisinden akşamın turuncusuna kadar süren bu yürüyüş, hüznü dindirmez. O iyileştiren gücünden, enerjisinden eser yoktur. Hüznü yok etmez, dönüştürür. Çocukların bildiği ve kullandığı bir simyadır o; kederi sulandırıp onunla yıkanmak için kendinizi suya bırakır gibi yürürsünüz. Hüznünüzün açık havada uzaklara yelken açmasına izin verirsiniz; kendinizi bırakırsınız. Nerval’in yalnız gezgininin yeniden bulduğu hülyalı bir yürüyüştür bu, tıpkı sizi tırmanmaya zorlayan Nietzsche gibi, ancak onun zirvesinde kader değil, çocukluk düşleri vardır.

Eski şarkıları mırıldanırsınız: “Flandre’den evine giden bir atlıydı o.” Sonbaharda utangaç güneşin altında uzun süre yürümek zamanı bulandırır. O hafif engebeler arasında yıllar dağılır, yığılır, birbirine karışır. Ancak hışırtılar, fısıldayan rüzgar, soluk gün ışığı hep aynıdır. Çocukluk dünden önceki gündür; dün derhal şimdi, karanlık ve serin orman patikaları boyunca seyrelen kederi sürdürür. Nerval’in melankolisi hülyalıdır; mazide kalmış müşfik kadınların yüzlerini ve hayaletlerini uyandıran aheste yürüyüşler. Bir de yürürken hissedilen, sadece bu ışık altında geçmiş bir çocukluğun kesinliği vardır. Ne kayıp yıllara, ne de çocukluğa dair bir nostaljidir bu; bizzat çocukluk nostaljidir zaten (bu geçmişi olmayan nostaljinin mucizesini bir tek çocuklar bilir). Valois’nın manzarası içinde aheste aheste yürürken belirir.

Bir de sabit fikirlere, zamanın sona ermesine düşkün, faal, karanlık bir melankoli vardır Nerval’de (tıpkı Aurelia'sındaki gibi). Duygulu, ağırbaşlı, halsiz sonbahar yürüyüşleri yoktur artık. Bir arayışın, kaderin, zamanın sonunun ötelenemezliğinin peşindeki ateşli bir yürüyüştür bu. Nerval 1854 yazında, her ne kadar doktoru iyileştiğini düşünmese de, klinikten ayrıldıktan sonra yürümeyi hiç bırakmaz. Yol üstündeki bir otelde, sadece bitkin düşen bedenini dinlendirmek için kullandığı bir odası vardır. Yürür, yürür, bir kafede durup bir şeyler içer, sonra tekrar yürür. Bir okuma salonunda ya da kütüphanede durur, bir arkadaşını ziyaret eder, sonra yeniden yürümeye koyulur. Kaçıştan ziyade, öngörülen şeyi doğrulamaya yönelik sabit bir ısrardır bu.

Yürümek bu defa faal bir melankolinin parçası hâline gelir. Aurelia'nın her yerinde işaretleri gösteren bir yürüme imgesi vardır. Kentleri adımlayan kaçığın sıkıntılı coşkusu... Sokaklar deliliği sürdürmek, beslemek, derinleştirmek için mükemmel bir ortamdır. Dört bir yandan gelen kaçak bakışlar, kopuk kopuk hareketler, birbirleriyle çelişen gürültüler: motorların, zillerin, konuşmaların, kaldırımları döven binlerce adımın gürültüsü. Ve sanki olacağına varırmış gibi, her şey bir mücadeleye dönüşür ve zırdeliliğe ulaşılır.

Son gününü, 25 Ocak 1855’i düşünüyorum; Nerval’in, kendini asacak bir pencere demiri bulduğu Vicille-Lanterne Sokağı’nda biten son aylaklığı. Fakat düşünüp taşınınca bu tam olarak “aylaklık” sayılmaz çünkü Nerval sabit, ötelenemez bir düşünceyi takip ediyordu. Bacaklarında Aurelia vardı. Ve her neyi vardıysa işte o, bir insana bir yıldızı takip ettiriyordu.



Ondaki yoğunluk -aralarında pek bir fark seçilemeyen derin umutsuzluk veya ani coşku- anlarına yakından baktığımızda yürümeye dair daimi bir istek görürüz: Dışarı çıkmak, terk etmek, gitmek ve takip etmek gerekir. Her yerde sizi izleyen, kuşatan, eleştiren insanlar olduğunu hissederek telaşla yürürsünüz, ama yanınızdaki ve size karşı olan kalabalıklara rağmen, onlara karşı yürümeye devam etmek zorundasınızdır. Deliliğe yönelik ısrarcı bir karar, yalnızlığın azametli fethi olarak yürümek. Orada her şeyin kıvılcım saçtığını, işaret verdiğini, seslendiğini görürsünüz. Nerval bir yıldızın büyüdüğünü, ayın çoğaldığını görmüştü. Yürümek deliliğini olgunlaştırıyordu. Deliliği tamamlıyordu çünkü yürürken her şey mantıklı hâle gelir: Bacaklarınız ağırlığı taşır ve “Tamam, işte bu,” diye düşünürsünüz, “oraya gitmeliyim, orası güzel.” Başkaları aylaklık ettiğinizi düşünür, halbuki söz konusu olan bir fikri, sizi sürükleyen, ileri taşıyan bir fikri izlemektir. Sözcükler dudaklara geliverir; yürüdüğünüz gibi konuşursunuz. Her şey sahicidir. Yürümek, faal melankolinin bir parçasıdır.

“Yürürken gizemli bir ezgi mırıldanıyordum.” Ezgiler düşer aklınıza, sizi cesaretlendirir. Böyle yürümek mülayim anıları uyandırmaktan ziyade rastlantıları çoğaltır. İşaretler çoğalır; böyledir işte.

Nerval arka sokaklara gömülü, aydınlatması olmayan, karanlık mı karanlık, küçük Vieille-Lanterne Sokağı’nı bulur. Chatelet meydanından başlayan Tuerie Sokağı’nı izleyen insanların yolunun düştüğü bir sokaktır bu. ilk ara sokağı iyice daralana kadar takip etmek gerekir. Sonunda bu ara sokak “dar, kaygan, tekinsiz” bir merdivene dönüşerek, karanlık kaldırımlı küçük bir köşe olan Vieille-Lanterne Sokağı’na bağlanır. Oraya gece gitmek, Dumas’nın tabiriyle “cehenneme inmekle” aynıdır.


Acaba Nerval’in aklı bir anda başına geldi de buna kazanamadığı için mi intihar etti, yoksa deliliği uç bir noktaya ulaşıp da onu tamamen tükettiği için mi? Nerval’i sabahın soluk ışıklarında buldular (her zamanki gibi başkalarının mutsuzluklarından ilham alan Dumas’nın aktardığına göre “şapkası hâlâ başındaydı”).

Peki ya biz neden yürüdüğümüzü biliyor muyuz?

Frederic Grosz

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder