PAVESE


Nedim Gürsel'in Pavese üzerine yazdığı erken tarihli bir yazı (Yeni Dergi / Ekim 1973):

ÖLÜM GELECEK




Cesare Pavese'ye duyduğum ilk ilginin nedeni "ölüm gelecek... adlı şiirinin bende uyandırdığı çağrışım oldu.

Herkese bir bakışı var ölümün ölüm gelecek ve senin gözlerinle bakacak dızelerini okuduğumda on yedi yaşındaydım henüz; — bundan beş yıl kadar önce "Yeni Dergi "nin intihar özel sayısında yayımlanmıştı bu şiir — o dönemdeki deneylerimle aşkın ölüme yakınlığını simgeleyen bu dizeler arasında bir bağlantı kurulabileceğini düşünmüştüm. Yaşam-ölüm ikileminin karşıtlıktan çok bir süreklilik oluşturması, bilinçaltındaki ölüm dürtüsünün aşk ilişkisine de yansıması, giderek histeriye dönüşme olasılığı, İstanbul'da aydın çevresine sokulmaya çalışan küçük burjuva kökenli birçok genç arkadaşım gibi beni de etkiliyordu. Oysa bu dizelerde duyarlık değil bir durum, hattâ o durumu aşan belli bir sorun sözkonusu. Bugün beni Pavese üstüne yazmaya iten de karşılığını bir gencin duyarlığında bulan çağrışımları anımsamaktan çok yazarın küçük bir ayrıntıda, bir "bakış"ta somutlaştırdığı ölüm imgesinin ardında yatan çağdaş gerçek oldu. Pavese'nin, kısa bir süre önce Türkçede "Yaşama Uğraşı" adıyla yayımlanan günlüğünü okurken dünyayla somut bağlar kurmaya çabalamış, yaşamı bütün nesnelliği içinde kavrayabilmek isteyen bir insanın ölümü seçmesinin nedenlerini düşündüm. Bu seçmeyi bazı özel koşullardan çok genel bir durumun, bir çağdaş sorunun — gerçeklikle ilişki kurabilme, dünyayı değiştirme sorunu — belirlediğine inandığımdan Pavese'nin intiharı üstüne değil, ama Pavese üstüne yazmak istedim. Önce şunu belirteyim bir yazarın kişisel serüveni yarattığı dünya açısından ilgilendiriyor beni. Bu dünya insan bilincine yabancı kalmadığı, tarihin itici gücü olan sınıf çatışmasında geleceğe dönük yerini aldığı ölçüde yazarın bireysel deneyi insanlığın ortak deneyine bir katkıda bulunabiliyor. Pavese'nin yapıtına da, onu birey olarak çöküşe götüren varoluşunun kafamızda uyandırdığı sorulara da bu anlayışla yaklaşmak gerekir sanırım. Yoksa her kişisel edimi toplumsal gerçekliğin dışında, benzersiz ve anlamını yalnız kendi içinde taşıyan kapalı bir birim olarak değerlendirme yanlışına düşeriz. Bu da doğruluk yönünden geçersizliği bir yana bireyi sınıf çatışmasının, toplumsal ilişkilerin dışında ele alan idealist bir aydın tavrıyla bütünleşmek olur.




https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2014/10/arture -cesare-pavese.html


PİEMONTE TEPELERİ

26 Mayıs 1938'de Pavese günlüğüne şunları yazmış:

“Yazdıkların için zengin bir kaynak bulduğun tek dönem 6-15 yaşların arasındaki yıllardı. O zamanlar belli bir olgunluğu ve havası olan hikâyelerle şiirler hemen aklına geliyordu, bunun nedeni de şuydu o yıllarda, bir dana gibi ilgisiz, ama 'dünyada', çevrendeki dünyanın bir parçası olarak yaşıyordun. Benliğin dünya ile arandaki gündelik bağlara ilgi duyuyor, seninle dünya arasındaki duygu alış-verişini etkilemiyordu."

Burada "dünyada olmak" bir anlamda insanın kendisini nesnelerle özdeşlemesidir. Çocukluğunu geçirdiği Torino yakınlarındaki San Stefano Belbo köyünü çevreleyen doğa, özellikle de tepeler Pavese'nin yapıtı için tükenmez bir esin kaynağı oldu. Yaşamı boyunca içinde taşıdığı çocukluğu dünyayla arasına giren uzaklığa bir misilleme gibiydi. Çünkü dış dünyanın bir parçası olmak, kendini yaşamın içinde duyabilmek ancak, gerçekliğin her türlü yanlış bilinçlenmenin dışında algılanabildiği çocukluk döneminde mümkündür. Oysa dış dünya bir nesne olarak kavrandığı ölçüde, yani insanın kendisini dışta tutabildiği sürece nesnel bir gerçeklik kazanabilir. Ama bir de, bu nesnel gerçekliğin oluşturduğu bir iç dünya, yani "varlık"ın belirlediği "bilinç" var. Her birey gibi Pavese'nin de yaşamına yön veren, başka bir deyişle onun varoluşunu çizen bu "dış" ve "iç" karşıtlığının oluşturduğu dinamiktir. Ne var ki, içinde yaşadığımız sınıflı toplumda bu karşıtlığın dengeli bir çözüme ulaşamaması bazı dirençsiz kişilerde yaşamdan çok ölüm eğiliminin ağır basmasına yol açabiliyor. Belirli koşullar yüzünden kişinin iç dünyasının aşınması, bireyin nesnel gerçekliğin yankısını duyurabileceği bir iç ortamdan yoksun kalması yaşama direncini azaltıyor ister istemez. Pavese'nin dünyasına yaklaşmak isteyen herkes bu soruna değinmelidir, bence. Çünkü yazarın yapıtıyla kişisel serüveni arasındaki ilişki ancak bu açıdan bir yaklaşım denemesiyle ortaya konabilir. Hele sözkonusu yazar yaratıcı eylemini "ben"le "ben olmayan” arasında gidip gelen. bu yüzden acı çeken, en sonunda her ikisinin de dışına düşen bir bilinç aracılığıyla gerçekleştirmişse.

"Tepelerdeki Şeytan”ın  bir yerinde romanın başkişisi Poli şöyle der "İnanılır şey değil, içimizdeki en eski ruh çocukluğumuzdan kalmış bize. Hep çocukmuşum gibime geliyor. Çocukluk edindiğimiz en eski alışkanlık olmalı"’ (s. 280).

Pavese'nin yapıtlarındaki dünyayı Piemonte bölgesiyle sınırlandırması yazardaki çocukluk özleminden çok, iç dünyasına. imgelem gücüne kaynaklık eden ilk gerçekliğe sıkı sıkıya sarılmasından geliyor. Tinçözüm (psychanalyse), psikozu çocukluktan kalma özlem ve hayallerin yetişkin insan ”ego"sunu kaplayıp iki dünya arasında uzlaşma olanağının bütünüyle ortadan kalkması olarak tanımlar. Amacım Pavese'nin tinsel yapısını freudçü bir yöntemle inceleyip bazı tartışma götürür sonuçlara varmak değil. Ben yalnızca yazarın "Köyün kente, doğanın insan hayatına, çocuğun adama dönüşmesi" olarak nitelediği şiirlerinde, daha sonra yazacağı öykülerin hemen tümünde ve romanlarının çoğunda ele alacağı çocukluk temasının aslında bir kişiliğini bulma — kendisi olma — sorunuyla olan bağlantısına dikkati çekmek istiyorum.

 "Benim bile, konusu Piemonte'ye bağlı olmayan bir şiir yazabilmem gerekir elbet. Gerekir ama, bugüne kadar yazamadım böyle bir şiir. Kökleri doğuştan çevreme bağlı olan imgeleri özümlemekten öteye geçemedim demek ki. Başka bir deyişle, şair olarak sanatımda bir kör nokta, istemediğim, ama bir türlü de yok edemeyeceğim, elle tutulur bir sınırlılık var. Gerçekten nesnel bir tortu mu bu. yoksa kanıma karışmış vazgeçilmez bir şey mi?" 



diye yazıyor 1935'de (Yaşama Uğraşı). Yaşamının sonuna dek Piemonte'nin dışına çıkmayacaktır. Yolculuk ederken bile tepeleri. mısır tarlalarını. yalnız ağaçları. dünyayı ilk tanıdığı çocukluk yıllarını düşünür. Yolculuktan aldığı tek tadın bu olduğunu söyler Yoksa başka yazarların günlüklerinde okuduğu yolculukla ilgili sayfalar onda anlatılmaz bir cansıkıntısı yaratmaktadır "Yazarı saşırtan yepyeni, yabancı yerler! Herhalde bu şaşırma bu izlenimlerin köksüz olmasından, boşluktan, dış dünyadan, geçmişin yükünü taşıyan bir dünyadan ortaya çıkmasından ileri geliyor," diye yazar (Yaşama Uğraşı). Yani her gerçek görüntü çocukluğunu yaşadığı doğal çevreyle ilgili çağrışım alanına girdiği ölçüde ilgilendirir Pavese'yi. "Geçmişin yükünü taşımayan" bir dünya, "köksüz izlenimler” uyandırmaktan öteye gidemez. Yukarda sözünü ettiği "kör nokta"ysa yalnız sanatında değil, kendi öz yaşamında da bir başlangıç ve sürekli olarak o başlangıca dönme eğilimidir. Yeniden cenine dönüşme dürtüsüyle açıklanabilecek bu eğilim, bu "kör nokta” yapıtında ana rahminin karşılığı olan doğal çevredir. Bu doğal çevre yapıt düzeyinde bir anlatım biçimi olarak gerçekleşmekle kalmaz. yazarın somut yaşamında bir "ufuk çizgisi" olarak da belirir "Yüksek tepelerde yürümenin zevki. Orada gördüğün küçük ağaçlar. o tepelere özgü başka şeyler senin ufuk çizgin-diri” (Yaşama Uğraşı). Burada üstünde durulması gereken bir yapıtın coğrafya içinde sınırlandırılmasından çok. bu sınırlamanın Pavese'nin kişiliğınin oluşmasındaki etkileridir. Yapıtındaki yeryüzü şekillerinin yayıldığı dar alan çekingen yaradılışının, içe dönüklüğünün bir sonucudur sanki.

Dünyayı ilk algıladığımız dönem çocukluktur. Nesneleri kendinden ayıramadığı için çocuk çevresindeki gerçekliği yargılayamaz. Ancak sonraları, gerçeklikle bilinci arasında belli bir uzaklık oluştuğu vakit dünyaya bakabilir. Okuduğum yapıtlarından bir çoğunda Pavese bu uzaklığı aşma çabasıyla dikkati çekiyor. Yaratıcılığının temelinde de doğayla yeniden birolma özlemi var sanıyorum. Dünyayla arasına giren uzaklığı anlatım aracılığıyla nesnelleştirip ondan kurtulmaya, yitirdiği birliği sağlamaya, yani yeniden "kendisi olmaya" çalışıyor. Gerçek zamanın karşısına, anlatımda bir geriye dönüş olarak gerçekleşen yapıtın zamanını koymak istiyor. Bu nokta çok önemli bence. Yazarın bu tavrı, yaratıcılığı bir varoluş sorunu olarak ele alışı, yıllar sonra kendi istemiyle gerçekleştireceği ölümüne de ışık tutuyor bir bakıma. Pavese yazmayı bitirdikten sonra kendini "bir tüfek gibi hâlâ sıcak ve sarsıntı içinde" duyuyor. Onun için yazmak varlığını tüketmektir; atış yapan tüfeğin boşaldığını, zamanla soğuduğunu da bilir, intihar etmeden kısa bir süre önce günlüğüne "içimde yazma dürtüsü kalmadı artık, beynimdeki boşluk yeniden beliriyor. Romanım bitti; romatizma sancıları. eklemlerimde sızılar duyuyorum," diye yazacaktır. Doğaya, ana rahminin sessizliğine yaşam içinde dönüş olanağı kalmamıştır artık. Yazmanın dışında dünyayla bilinç arasındaki uzaklığı ortadan kaldıracak bir başka araç yoktur. Burada ister istemez bir soru işareti beliriyor insanın kafasında ”Peki ama, neden yoktur başka bir araç? örneğin dünyayı değiştirmek bir çözümyolu olamaz mı?” Bu soruların karşılığını araştırmak yazımın başında sınıflı toplumda yaşayan birey için çağdaş bir gerçek olarak nitelediğim duruma, yabancılaşmanın toplumsal nedenlerine yaklaştıracak bizi. Ama sanırım daha önce Pavese'nin anlatım yoluyla yabancılaşmayı — uzaklığı — aşma çabasının özellikleri üstünde durmak gerekiyor.
'ÜSLÛPLAŞTIRILMIŞ DURUMLAR”

Pavese'nin Dante, Stendhal, Baudelaire gibi sanatçıların yapıtlarını değerlendirmek için kullandığı "üslûplaştırılmış durumlar” deyimi kendi yapıtı için de geçerli sayılabilir. Yalnız önemli bir ayrımla söz-konusu sanatçıların gerçekliği "üslûplaştırmalarına” karşılık — Dante ve Baudelaire'i bu tanımın dışında bırakmak daha doğru olur. bence — Pavese gerçekliğin oluşturduğu bir simgeler dünyasını "üslûplaştırmış”tır. 17 Mart 1947'de günlüğüne "insanın yorgunluğu üslûpta, biçimde, simgede kendini gösterir” diye yazıyor. Ona göre yapıtın içeriğini ortaya koyabilmek için yaşamak, yaşama değgin bazı deneyler edinmiş olmak yeterlidir. Asıl iş yapıyı kuracak anlatımı bulmakta gösterilecek çabadadır. Yani, sanat yapıtının sınırı algıları dışlaştırma sürecinde, gözlemcinin yazara dönüştüğü yerde başlar. Müziğin dışında her sanat bir şeyi anlatma, bir ”durumu üslûplaştırma” amacında olduğuna göre bu görüş genel bir doğru sayılabilir. Ama her sanatçı içinde yaşadığı toplumsal koşulların belirlediği özel bir "üslûp” yaratır. Aralarında birçok ortak nitelik bulunsa da, her yapıt kendi özgün dilini oluşturur. Yoksa bazı genel doğruları uygulayarak sanat yapmak mümkün olurdu. Pavese "gündelik acı deneylerinin, aklın süzgecinden geçerek, yaratacakları eserlerin yapısına uyabildiği ölçüde o eserlerde belirmesine izin verdikleri başka bir dünya kuran” yazarları kendine yakın buluyor. "Ben büyük yalnızları, hayatta kendi belirli sanat, ahlâk ve siyaset anlayışlarının gerçekleşmesinden başka bir şey istemeyen çilekeşleri tutuyorum. Geri kalanların hepsi yaşantı peşindedirler; bunların eserleri de bu yaşantıları yansıtan günlüklerden başka bir şey değildir. 
(Yaşama Uğraşı). Bu alıntıları yazarın edebiyatı her şeyden önce bir düşünce dokusu olarak gördüğünü, anlatımı, bir duygu boşalmasından çok düşüncenin oluşturduğunu sezdiğini tanıtlamak için yapıyorum. Okuduğum yapıtları içinde hemen tümü "çilekeş” bir ”üslûpçu”nun izlerini taşıyor. Üstünde çalışılmış, titiz, ölçülü bir anlatımı var Pavese'nin. Yazmanın alanını yaşamın alanından ayırmayı, bir yaşantı parçasını bilincin denetiminden geçirerek ayıklamayı, kısacası bir "durumu üslûplaştırmasını" biliyor. Bu durum yazarın içinde yaşadığı değil, özlediği, belleğindeki anılar birikiminin yarattığı bir durum. İşte Pavese'nin yukarda sözünü ettiğim yabancılaşmayı, nesneler dünyasıyla insan bilinci arasına giren uzaklığı aşma çabası da sözkonusu "durum''a bir dönüş deneyi olarak anlam kazanıyor.

"Güzel Yaz" (Bella Estate) adlı öyküsü şöyle başlar: "O zamanlar her gün bayramdı. Sokağa çıkmak çılgın olmaya yetiyordu, öylesine güzeldi her şey. Özellikle de geceleri..." Öyküyü anlatan üçüncü tekil kişi olmakla birlikte anlatıcı — yazar — geçmişte kalan bir zaman parçasına yerleşmiş gibidir. Hem metindeki zamanda — geçmişte — hem de, üçüncü tekil kişi olduğundan metin dışındaki zamandadır. Yani başka bir deyişle olayları yaşamış olduğundan geçmiş zamanda, ama onların anlatıcısı durumunda bulunduğundan şimdiki zamandadır. "Tepelerdeki Şeytan"ın da ilk tümcesi bu yönden ilgi çekici "Çok gençtik; o yıl hiç uyumadığımı sanıyorum." Bu kez olay romanın önemli kişilerinden birinin ağzından anlatılır. Ama geçmiş, bellekte kalan bir zaman birimi gibi değil, gerçekte yaşanan bir "şimdiki zaman" olarak verilir. Şimdiki zamandan geçmişe dönüş yoktur. Yazar daha önceden, yazmaya oturmadan gerçekleştirmiştir bunu. Geçmişle şimdiki zaman arasında gidip gelen imgelemin kurmaya çalıştığı — ama şimdiki zamanın, yani "uzaklığın” bilincinde olarak — bir denge vardır. Pavese kendi varoluşunda gerçekleştiremediği bu dengeye — çocukluğunda algıladığı dış dünyayla yeniden özdeş olmanın getireceği dengeden, yabancılaşmanın bireysel düzeyde aşılmasından söz-ediyorum — yapıtıyla varmak istiyor. örneğin "Soyut" dergisinin 1973 Mayıs sayısında yayımlanan "Langa" adlı öykünün kişisi köyünden çıkmakla "açıldığı" dünyayı bırakıp yeniden çocukluğunu yaşadığı yerlere döner "Böylece günün birinde evime döndüm ve tepelerimi aradım." Ama geçmişe dönüş olanaksızdır. Ona çocukken uçsuz bucaksız gibi görünen dış dünya birkaç ev ve ağaçtan ibarettir aslında. Taşra yoluyla köy alanı anımsadığından çok daha dardır. Bilinç olgunlaşmıştır. nesnelerle özdeşleyemez kendini artık. Yeniden yolculuğa çıkar, bu kez dönmemek üzere "O toprakların ağırlığı gövdemde ve bilincimde yer etmişti. Ama uzun yıllar geçti. Ve geri dönüşümü durmadan ertelediğimden, artık köye giden trene binmeye cesaretim kalmadı."
Böylece ancak belleğinde kalanların bir "bütün” olduğunu söyler "Tek başıma kendi köyümdüm ben.” Hem tek başına, hem de köyünden uzak bir "köy", kendi "köyü" Bu durum derin bir melâkoliye yol açar. Pavese'nin anlatımına bu melânkoli sinmiş gibidir. Dil etkili bir biçimde değiştirir içeriği, giderek sıkıntının, gerçeklikle ancak "geçmiş"e bağlı olarak ilişki kurabilen bireyin yavaş tempolu melânkolik yalnızlığına dönüşür, bu yalnızlığın kendisi olur. En coşkulu, yaşama sevincinin en fazla duyulduğu yapıtlarında bile bir yalnızlık tortusu vardır. Melânkoli dil aracılığıyla içten içe, ama etkileyici bir biçimde okurda kendini duyurur. örneğin "Tepelerdeki Şeytan"ın bütün kişileri çok genç insanlardır. Yıldızlı gökyüzünün altında, tepelerde, bağlarda dolaşırlar; durmadan şarap için tartışırlar. ava çıkarlar. Ama bu "dionysıaque” yaşamanın ardında sürekli bir ölüm duygusu, başkalarıyla birlikte olamamanın getirdiği bir melânkoli vardır. Rosalba sevgilisi Poli'yi öldürmek ister, bunu başaramayınca kapatıldığı manastırda intihar eder. Poli şöyle söz eder genç kızın ölümünden "Hiçbir şey değil ki ölüm! İnsanda olan ölüm değil yalnızca neşedir." (s. 245) Pavese Po ırmağının serinliğini, kırları, şarabın verdiği başdönmesini, ağustos sıcağının güzelliğini anlatırken birden yaz güneşinin aslında ölüm koktuğunu sıkıştırıverir araya. Yaşamın olduğu kadar ölümün simgelerini de doğada arar. Oysa anlatım yönünden bu romana benzeyen başka bir romanda. Hemingway'in "yitik kuşağın” öyküsünü anlattığı "Paris Bir Bayramdır" (Paris Est Une Fete) adlı yapıtında "bayram" gerçek bir bayramdır. Yeri gelmişken Pavese'nin Hemingway'i "zamanımızın Stendhal'i" olarak nitelediğini de söylemeliyim. Ama Hemingway'in yapıtlarından yansıyan doğa sevgisini, yaşama bağlılığı değerlendirirken bir türlü öznelliğinden kurtulamıyor. Ona göre Hemingway "duyumsal-toplumsal durumların çözümlediği ve dolaysız olarak dile getirilen değişmez bir insan gerilimini" ele alır. Bu "değişmez insan gerilimi" ölüme geçişin, yaşamdan çok ölümün kıyısında durmanın bir belirtisi olsa gerek. Bu konuda günlüğüne yazdıkları da oldukça ilginç

"Hemingway'e

Piemonte'nin tepelerini hiç gördün mü? Kahverengi, sarı, tozlu, bazan da 'yeşil' bu tepeler. Görseydin hoşuna giderdi."

İki yazarın da, üstelik yaşam karşısındaki tavırları açısından birbirine hiç benzemeyen bu iki yazarın da aynı çizgide, intiharda birleşmeleri bir raslantı değildir belki. Ama bu bence hiçbir zaman Pavese'nin Hemingway'i doğru yorumladığı anlamına gelmemeli.

Pavese'nin gerçekliğin oluşturduğu bir simgeler dünyasını "üslûplaştırdığını" söyledim. Burada simge sözcüğünü daha çok mitsel anlamda kullanıyorum. Yazar 1948 yılında "Tepelerdeki Şeytan"ı bitirdikten sonra bu roman hakkında günlüğüne şunları yazıyor "4 Ekimde 'Diavolo in collina' bitti. Önemli bir şeymiş gibi bir havası var. Yeni bir dil. Lehçeyle kültürlü bir anlatıma 'öğrenci tartışmaları'nı ekliyor. ilk olarak simgeleri gerçekten yerli yerine yerleştirdin. Romandaki simge dünyası mitsel özelliği olan bir dünya. "Simgeleri yerli yerine yerleştirdin" derken yazar onların başka bir şeye benzemediklerini, doğada özel bir yer kapladıklarını belirtmek istiyor. Oysa nesnel bir açıdan bakılırsa gerçekte hiçbir şeyin, hiçbir yerin ötekilerden daha önemli olmadığı görülür. Böyle bir sıralama ancak mitolojilerde söz konusu olabilir. Pavese en başarılı olduğu son dönem yapıtlarının bir çoğuyla birlikte “Tepelerdeki Şeytan"ı da “simgesel gerçeklikle niteliyor. Bence bu tanım yazarın mit yaratma eğilimini, buna bağlı olarak da çocukluk özlemini açığa çıkarması yönünden ilginç.
Çocukluk yıllarında algılanan gerçeklik simgeseldir Ama çocuk bilinci. simgesel olarak algılamaz bu gerçekliği, gerçekle mit arasında bir ayrım yapamaz. Küçükken bize anlatılan masalları doğru sanmamız, doğayla masalların simgeleri arasında kendiliğinden bir bağ kurmamız bu yüzdendir. Sözcüklerle nesneler arasında aşılmaz duvarlar yoktur Pavese yapıtlarında yeniden ele alıyor bu gerçeği. Ama onun yarattığı simgeler dünyasının mitsel niteliği yalnızca çocukken gördüğü yerleri anlatmasıyla açıklanamaz. Yazarın eski Yunan kültürüne duyduğu ilgi de yapıtlarındaki doğa kavramının mitle olan ilişkisini açıklamaya yeterli değildir, bence. Bunlar olsa olsa özel nedenlerdir, içinde yaşadığı çevre, yetişme koşulları, kültür vb. gibi Pavese'nin kişiliğiyle sınırlıdırlar. Oysa temelde, yazarı etkileyen daha önemli bir olgu var sanıyorum genel olarak dünyada, özel olarak da Kuzey İtalya'da üretim güçlerinin gelişme sürecinin belirlediği durum. İtalyan toplumunun savaş öncesinde hızla sanayileşmesi, bu arada faşizmin bu gelişmeyi emekçi sınıfların ve demokratik güçlerin ezilmesi yönünde örgütlemeye çalışması, burjuva sınıfının doğayı salt kullanılması gereken — üstelik herkes için değil, üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip belli bir azınlık için — bir nesneye indirgemesi bireyde önemli tepkiler uyandırmıştır. Kırsal bölgelerde kapitalizmin gelişmesi Pavese'de "el-değmemiş doğa” imgesinin oluşmasına yol açıyor. Piemonte bölgesinde büyük çiftliklerin kurulması, tarımın sanayileşmesi karşısında şaşkına dönmüş gibidir yazar. "Tepelerdeki Şeytan"da bu şaşkınlık yerini bilinçli bir tartışma ortamına bırakıyor. insanların doğayı bozduğunu, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını söyleyen gence arkadaşı Pieretto şu karşılığı verir " Kır eskisi gibi değil' diye zırvalayıp durma. Doğayı yapan insandır. Doğayı yapan sülfat. petrol, sabanlardır... (s. 186) Olayı anlatan genç roman kişisi Pavese'nin düşüncelerini dile getirir. Pieretto, Oreste ve bir çiftçi olan Oreste'nin babasıysa daha gerçekçidirler. Sanayileşmenin kırsal bölgelere de yayılmasının toplumsal ve ekonomik koşulların bir sonucu olduğunu anlamışlardır. Pieretto doğada hiçbir şeyin gizemli olmadığını, kazmanın bile bilimsel bir aygıt sayılması gerektiğini söyler. Aslında roman politik bir sorun koymuyor ortaya. Zaten Pavese anlattığı insanlara sınıf açısından bakamadığı gibi, kır-kent çatışmasını da kapitalizmin yarattığı çelişkiler bütünü içinde değil, soyut bir uygarlık sorunu olarak ele alıyor. Baştan sona kırda geçen romanda köylülerle ilgili topu topu bir tek bölüm var. O da on satırı geçmiyor. Kırsal alanlarda sınıflaşma sorunu, küçük üreticilerin topraklarını satarak proleterleşme süreci içine girmeleri, tarım işçilerinin sayısındaki artış, kısaca üretim ilişkilerindeki yeni gelişmeler yazarın ilgi alanının dışında kalıyor. Ayrıca romanın toprak sahiplerinin de çalışmasını dileyen, temeldeki uzlaşmaz sınıf çelişkilerini görmeden herkes için soyut bir çalışma ahlâkı öneren bir yanı da var. Pavese'nin bu tutumu son çözümde "Candide"deki "herkes kendi bahçesini ekmelidir" düşüncesiyle, yani burjuva mülkiyet anlayışıyla birleşiyor. Bu durum, yazarın insanı doğanın bir parçası ve onu emeğiyle değiştiren toplumsal bir varlık olarak görmemesinden geliyor sanırım. Doğadaki yeryüzü şekillerinin, örneğin sayfalarca anlattığı 'tepeler denizi "nin ancak kendi başına, kendi yalnızlığı içinde bir anlamı olabileceğini düşünüyor; bu tepelerin üstündeki köyler, soluk alıp veren, toprağı işleyen insanlarla birlikte değil. Böylece yapıtın simgesel niteliği, somut insan ilişkilerine karşı ağır basıyor. Oysa aşağı yukarı Pavese'nin yapıtlarıyla aynı dönemde ortaya çıkan yeni-gerçekçi İtalyan sineması somut insan ilişkilerini ön plâna aldığından, bir bakıma "simgesel gerçeklik" anlayışının karşıtı gibidir. örneğin Visconti'nin "Ossessione" (Tutku) adlı filmi bir aşk serüvenini sergilerken kırsal alanlardaki üretim ilişkilerinin oluşturduğu toplumsal sorunlara da ağırlık verir. Alıcı, serseriliğe başlamış yarı-proleter bir, tarım işçisini (Gino) ve sevdiği kadını (Giovanna) izlerken, konunun dışına çıkmadan politik çözümlemeleri belgeleyecek saptamalarda da bulunur ”Rocco ve Kardeşleri'"nde içerik değişir, alıcı bu kez kent yaşamına kayar ama yöntem değişmez. Çünkü Visconti tikel olanı vurgularken kişilerini toplumsal ilişkilerinden soyutlamaz. Oysa Pavese'nin anlattığı insanların içinden geldikleri sınıf yaşadıkları toplumsal çevre davranışlarını çok az etkiler. örneğin "Tepelerdeki Şeytan"m başkişisi Poli büyük bir toprak sahibinin, Milana'lu bir "commendatore"nin oğludur. Çocukluğu hizmetçiler. atlar. dadılar. çiftliğe av partisine gelen soylular arasında geçmiştir. Ama yazar Poli'nin hastalıklı kişiliğini, yaşam karşısındaki güçsüzlüğünü, kadınlarla olan ilişkilerini. umutsuzluğunu betimlerken kendini anlatır gibidir. Kişisinin sınıfsal kökeni üstünde durmaz pek. Bu nedenle birçoklarının öne sürdüğü gibi yeni-gerçekçi İtalyan sinemasıyla Cesare Pavese arasında önemli benzerlikler olduğunu sanmıyorum ben. Pavese'nin gerçekçiliği dışa dönük değil, içe dönük bir gerçekçilik. Pavese dış dünyayı kendi iç dünyasındaki simgeleri nesnelleştirmek amacıyla kullanıyor o kadar. Örneğin sözkonusu romanda ''tepe" yalnızca doğanın kentten, yani uygarlıktan uzaklığının bir simgesi olarak kalmıyor. uygarlığa bakışın, onu değerlendirmenin bir ölçüsü olarak da önem kazanıyor.

"Poli, bir eli Oreste'nin omuzunda, aşağıda uzanan ışık denizine baktı.

Şimdi ne yapıyoruz, diye sordu Oreste. Poli, — insan ne kadar da küçük. diye söylendi, sokaklar, avlular, çatılar ... Bu tepeden bakıldığında bir yıldız okyanusu gibi gözüküyorlar. Oysa aralarındayken bunun böyle olduğunun farkına bile varmıyor insan. (s. 127)


Pavese'deki doğa sevgisi kaynağını eski Yunan kültüründen, bir de Virgilius, Ovidius gibi Lâtin şairlerinden alıyor. "Leuco ile Konuşmalarda (Dialoghi con Leuco) daha çok bir uygarlık sorunu olarak ortaya konan doğa kavramı, öykü ve şiirlerde "sığırtmaç türküleri" duyarlığıyla sürdürüyor kendini. Savaşın bittiği yıl 1945'de günlüğüne şunları yazıyor:

 "Bir gün, bütün doğal şeyler — pınarlar, ormanlar, bağlar. kırlar — yeryüzünden kaybolsaydı. bunların yerini şehirler alsa ve bu doğal şeyler yalnız eskilerin söylemiş oldukları sözlerde hatırlansaydı ne olurdu? Üzerimizde birtakım Yunan şiirlerinde rasladığımız tanrıların. perilerin, kutsal ormanların yaptığı etkiyi yaparlardı. 'Bir su kaynağı vardı' gibi yalın bir söz. o zaman üzerimizde büyük bir etki yaratırdı."

Yazar insan gücünün doğayı akılcı bir yöntemle değiştirme çabasını bence yanlış değerlendiriyor. önemli olan teknolojiye karşı çıkmak değil, teknolojinin insana aykırı bir biçimde kullanılmasına. insan emeğinin sömürüldüğü sınıflı toplumda teknolojiden belli bir azınlığın yararlanmasına karşı çıkmaktır. Pavese'nin tavrı daha çok, günümüzde çevre kirlenmesini (pollution) protesto eden, gürültülü kentleri bırakıp kırda lâhana yetiştirmeye giden Batı gençliğinin eylemlerini anımsatıyor. Bu konuda onu geç kalmış bir romantik saymak yanlış olmaz sanırım. On dokuzuncu yüzyıldaki romantik sanatçılar kuşağı gelişen kapitalizmin temel çelişkilerini göremediği için toplumdan kaçmanın yolunu doğaya sığınmakta bulmuştu. Gittikçe büyüyen sanayi kentleri, işçilerin oturduğu izbeler, sanatçıya, uygarlaşmanın getirdiği çirkin bir dünya gibi görünüyordu. Oysa bugün elimizde kapitalizmin çözümlemesini yapmakta bize ışık tutacak bilimsel bir kuram var. Doğayı, ona yabancılaşmadan değiştirmenin nasıl bir toplumsal düzende gerçekleşeceği" bilinen bir gerçek artık.
Pavese'nin yapıtında yansıtmaya çalıştığı yalnızlık, aslında başkalarıyla birlikte olamamanın getirdiği bir yalnızlık duygusundan çok insanın içinde taşıdığı kendi öz yalnızlığıdır. Yazar yalnızlığı hem sevmekte hem de bu durumdan acı çekmektedir. Sait Faik'in o güzelim deyişiyle "kavun acısı” bir yalnızlık sözkonusudur; hem göçebe olmanın heyecanını, hem de dokunulunca yok oluveren bir köpüğün saydam güzelliğini taşır. Bu iki tür yalnızlıktan birincisi, "ben'le birlikte dolaştırılan, bireyin kendisini özdeşlediği göçebe yalnızlık güç vericidir:

 "Akşamlarını gene yalnız geçirmeye başladın küçük bir sinemanın bir köşesine oturmuş, sigaranı içerek, hayatın tadını çıkararak. (Yaşama Uğraşı).

 Hattâ yazar mazohistçe bir tad bile alır bundan. Bir kadınla birlikte, dost toplantısındayken yalnız kalacağı gecenin ileri saatlerini, odasına yalnız dönmenin mutluluğunu düşünür. Burada üstünde durulması gereken nokta dışa yönelemeyen Pavese'deki yıkma eğiliminin bu tür bir yalnızlık biçiminde içe dönüşüdür. Mazohisminin temelinde de ölüm dürtüsünün yarattığı gerilimi yok etmek için başvurduğu bir "hiçleştirme" eğilimi yatar. Bu "hiçleştirme" eğilimi kendi kişiliğinde bir öfke yoğunlaşması yarattığı gibi, yapıtlarına da yansır. Pavese'nin öykülerinin hemen tümünde cinsel ilişkinin yıkıcılığı, özellikle de kadına duyulan kin önemli bir yer tutuyor. "Sürgün Toprağı" adlı öyküdeki hükümlülerden biri faşist bir milisi öldürmüştür. Ama politik nedenlerle değil, kıskançlık yüzünden. Bir süre sonra sevdiği kadın onu başka bir erkekle aldatmaya başlar, ve sonunda aşıklarının biri tarafından öldürülür. Hükümlü duyduğu üzüntüyü şöyle dile getirir "Yüreğim yanıyor. Onu kendi ellerimle öldüremeyeceğim artık. "Yaz Fırtınası"nda Mora, Bianca adlı genç kızın ırzına geçer, sonra da Po ırmağında boğulmasına göz yumar. Gerekçesi oldukça şaşırtıcıdır ''Bundan daha iyi bir son düşünülemezdi." Aşk hem "başkası"nı hem de "ben"i yıkıma götüren bir şiddet olayıdır, ama Sade'daki gibi simgesel niteliği yoktur. Kadın-erkek ilişkisinde sahici (authentique) hiçbir yan bulamayan umutsuz bir insanın çektiği acıları çağrıştırır daha çok. Yazarın sık sık acıdan söz etmesi hem mazohist eğilimlerini, hem de etkisinden bir türlü kurtulamadığı Hıristiyan kültürünün izlerini taşır.

Bazı yaşamöyküsü (biographie) yazarları Pavese'nin kadınlar karşısında uğradığı düşkırıklığını sanatıyla avutmak istediğini yazmış olmalılar ki, ''Yaşama Uğraşı''nın Türkçe çevirisine eklenen önsözde bu soruna önemli bir yer veriliyor. Oysa bunun tam karşıtı daha doğru gibi geliyor bana. Pavese varoluşunu sanatıyla gerçekleştirdiği için kadınlar karşısında düşkırıklığına uğramıştır. Yazmayı ne denli önemsediğini, nasıl varlığını bir sayfanın kapalı dünyasında gerçekleştirmeye çabaladığını günlüğünü okuduğumuzda daha iyi anlıyoruz. ''Artık sayıklamıyorum. Sanatım için yaşayarak kafa dirliğine kavuştum, öte yandan, ölümden korkar oldum, bedenimin bana bir oyun oynamasından ödüm kopuyor." diye yazıyor 1940'da. Bu satırları yazmasından intiharına dek geçen on yıl içinde en önemli yapıtlarını verecek, yoğun bir yaratma sürecine girecektir. En bilinçli, en aydınlık yapıtları hep bu on yıllık dönemin ürünleridir.

Yukarda Pavese'nin yaşam gerçeğini iki tür yalnızlığın belirlediğini söylemiştim. Bunlardan dokunulunca yok oluveren bir sabun köpüğü saydamlığında olan ikincisi bireyin iç dünyasıyla değil, daha çok "dış"la, 'ben olmayan“la ilgili. Bu nedenle "başkalarını, toplumla birey arasındaki ilişkiler bütününü içeriyor. Pavese'nin yapıtlarından çoğu, insanlar arasında sahici bağların kurulamayacağını göstermek için yazılmış gibidir. Kişileri çok az şeyi başkalarıyla da paylaşırlar. Yalnızca dostluk ve aşk ilişkisinde değil, ortak bir eylemde bile yalnızdırlar. örneğin "Yüzbaşı"da (Capitain) bireyin tarih içinde tek başına kalmışlığı sözkonusudur. Almanlara karşı verilen direnme savaşı bile öykü kişilerini yalnızlıktan kurtaramaz. Aslında Pavese'nin kişileri yalnızlıklarından sıkıntı duysalar bile, ellerinden kaçırmak istemezler onu. "Başkasının hafifçe dokunmasıyla iç varlıklarının bir sabun köpüğü gibi dağılıvereceğini düşünürler "Yalnız Kadınlar Arasında”  adlı romanın başkişisi Cleila şöyle der "Başkaları biziz aslında. Başkalarını kendimizden uzaklaştırmak. onlarla araya belli bir uzaklık koymak yeterlidir. O vakit yaşamak bile mümkün olur" (s. 429) Aslında Cleila romanda kendini en az yalnız duyan kişidir. Yaşlanmıştır, yaşlılığının bilincindedir çünkü, intiharı deneyen, ama başaramayan genç Rosetta ikinci intiharından önce — bu kez başaracaktır — yalnız kalmayı bile beceremez. Bu nedenle de yaşadığı çevredeki insanlar ona dağılan varlığının — sabun köpüğü yalnızlığının — düşmanı gibi gözükürler. Cleila duruma daha nesnel bakabildiği için öbür dostlarının hiçbir anlam veremediği Rosetta'nın intihar nedenini anlar "Yalnız olmak, çevresindeki şamatadan uzaklaşmak istiyordu. oysa onun içinde yaşadığı ortamda yalnız kalmanın olanağı yoktu; ancak kendini ortadan kaldırmakla yalnızlığını gerçekleştirebilirdi." (s. 391) Okuduğum öbür yapıtlarında olduğu gibi Pavese bu romanında da, anlattığı insanların sınıfsal kökenlerini, onları belirleyen toplumsal koşulların niteliğini önemsemiyor. Oysa "Yalnız Kadınlar Arasında"da betimlenen çevre Torino yüksek sosyetesinden bir kesittir. Durmadan sıkılan. içki içen, arabalarla deniz kıyısındaki villalarına giderken doğaya bakıp "Biz olmasaydık dünya güzel olurdu" diyebilecek denli "çirkinlikleri ”nin bilincinde olan bu insanlar, davranışlarıyla büyük burjuvazinin çürüyen dünyasını somutlaştırırlar. Umutsuzlukları aslında kendi sınıflarının umutsuzluğudur. Oysa Pavese bu durumu örneğin Momina'nın yaşamdan tiksindiğini dile getiren şu satırları genel bir durum olarak gösterme eğiliminde "Bir akşam ya da bir mevsim süren bir şey değil ki bu! Yaşamdan iğreniyorum. her şeyden, herkesten. çok hızlı geçermiş gibi görünüp de yerinden kımıldamayan zamandan bile." Yazar bazı sorunları ele alırken bir türlü kendi öznelliğinin dışına çıkamıyor. Başkalarını anlatırken bile aslında yavaş yavaş, içine kapanacağı kendi kozasını örüyor. Yapıtlarının üstü kazınınca da eski bir kabartma gibi kendi iç dünyası çıkıyor ortaya. Yaşarken de "dış dünyaya şöyle bir değinmek, onun varolduğunu, kendi içinde de varolduğunu bilmek, artık doğanın tazeliğini ve verimliliğini edinmiş bir iç yaşantılar dünyasını beklemek''le yetiniyor (Yaşama Uğraşı). Pavese'nin simgeye önem verişinin bir başka nedeni de bu olsa gerek. Yazar dünyaya bir kristal topun içinden bakıyormuş gibi simgelerini doğadan gelen ışıktan süzüyor. "Tepelerdeki Şeytan"da ağustos güneşinin aydınlığı, Poli'nin amaçsız yaşayışındaki saçmalıkla makinelerin altüst ettiği toprağın yalnızlığını birleştirir. Giderek hem boşuna harcanan bir yaşamın, hem de insanda tedirginlik uyandıran bir doğakıyımının yakıcı simgesine dönüşür. Ne var ki üstün anlatma yeteneğini, simgeler dünyasının o unutulmaz şiirsel özünü yaşamındaki kişisel deneylerinin yanılsamalarına kurban ediyor Pavese. Kendi öznel durumunu herkes için geçerli sayma, bu durumdan yola çıkıp genel bir doğruya varma çabasında direniyor. Oysa Pavese'nin "insan yalnızdır" görüşüne karşılık bir Türk, üstelik de bir kadın yazar çıkıp "insan yalnız değildir, yeter ki elele vermesini bilsin” diyorsa, Pavese'nin az raslanır bir ustalıkla kurduğu yalnızlık dünyasının karşısına o da eşine az raslanır nitelikte bir sevgi ve dayanışma dünyası koyabiliyorsa, yalnızlık kavramı üstünde yeniden düşünülmelidir. Aslında Pavese Batı insanının çağdaş dramını "üslûplaştırdığı" ölçüde gerçekten ilgi çekici olabiliyor. Batılı insanın dramı da tüketim toplumunun, insanlar arasındaki ilişkileri meta ilişkilerine indirgeyen kapitalizmin yarattığı şizofrenik bir yalnızlığın dramıdır. Bu durum Beckett'in çürüyen, hastalıklı kişilerinden, özellikle, son yılların ürünü birçok bilimsel araştırmanın ortaya koyduğu gerçeklere dek açık seçik ortadadır.

https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2014/10/arture -cesare-pavese.html


"ÜŞÜTMEMEYE VE DÖNEMEÇLERE DİKKAT!"


Yazımın başında beni Pavese üstüne yazmaya iten nedenin bir duyarlık sorunundan çok yazarın hem yapıtında hem de yaşamında önemli bir yer tutan ölüm imgesinin ardındaki çağdaş gerçek olduğunu söylemiştim. Pavese'nin anlatım özelliklerini araştırırken sözkonusu gerçeği, yetişkin insan bilinciyle doğa arasındaki uzaklık olarak nitelemiştim. Böyle bir genel tanım önemli eksikler taşımakla birlikte yabancılaşma kavramına bir yaklaşım olanağı sağlıyor. Burada yabancılaşma konusunda duracak değilim. Zaten Pavese'nin kişisel serüveninin beni ancak yarattığı dünya, yani yapıtı açısından ilgilendirdiğini önceden de belirtmiştim. Yukarki bölümlerde yapıtlarına dayanarak yazarın yarattığı dünyanın ilginç bulduğum yönlerini, gerçeklikle olan bağlarını ortaya koymaya çalıştım. Pavese'nin intiharından söz etmek içinse belki yazının sınırlarını biraz daha genişletmek, bu intihar olayının içinde yaşadığımız toplumda bir soru işareti sayılıp sayılmaması gerektiğini kısa da olsa tartışmak gerekiyor.

Pavese'deki intihar düşüncesinin hastalıklı bir saplantıdan çok bilinç düzeyinde yaşanan bir başkaldırı niteliği taşıdığını sanıyorum. İntiharından uzun yıllar önce, 1938'de şunları yazıyor günlüğüne:

 "Acı çekme derecesinin dışında, insanın kendini öldürmek istemesi, ölümünün önemli, bilinçli ve yanlış yorumlanmaması gereken bir eylem sayılmasını istemesidir. Bu yüzden intihar edecek bir kimsenin ezilmek ya da zatürreeden ölmek düşüncesi gibi anlamsız bir şeye katlanamamasını doğal karşılamak gerekir. Onun için üşütmemeye ve dönemeçlere dikkat!" 


Bu satırlarda gerçeküstücülerin, örneğin yaşamına kendi eliyle son verirken bile ölümü ciddiye almayan bir Jacques Rigaud'nun intihar anlayışındaki acı alay seziliyor. Ama yine de ağır basan yan intihar edimiyle gerçekleşecek yaşama boyuneğmeme düşüncesi. Bu durum ister istemez Malraux'nun "ölmek edilgenliktir, ama kendini öldürmek edimdir" sözlerini anımsatıyor insana. İntihar sorununu bu açıdan ortaya koymak seçimin Sisyphos'la Prometheus arasında yapılması gerektiğine, bir üçüncü yolun olmadığına inanmaktır. Camus "Sisyphos'u mutlu düşünmek gerek” diyerek  cezası kadar saçma ve umutsuz olsa da yaşamı seçmenin bir erdem sayılabileceğini öne sürmüştü. Prometheus'un insanlara öğrettikleriyse tanrılardan çaldığı ateşten daha önemlidir, yoksa başkaldırıyı intihar ediminde aramak doğaötesel (metafizik) bir tavırdan öteye geçemez. Bu arada keskin tanrıtanımaz Sartre'ın en önemli felsefe yapıtlarından birinde — "Varlık ve Hiçlik"de (L'Etre et Le Neant) — intiharın dünyada varolmanın bir başka biçimi olduğunu söylemesini de — aynı doğaötesel tavırla birleştiğinden — çok şaşırtıcı bulduğumu söylemeliyim. Yaşamın kötü koşullarına başkaldırmak için intiharı önermek, hele insanın kendini öldürerek de varolabileceği düşüncesini benimsemek, sözkonusu koşulları, dolayısıyla da yaşamı değiştirme olanaklarının hiçe sayılması bir yana, ölüme vaktinden önce boyun eğmekten başka hiçbir anlama gelmez. Pavese de bu gerçeğin farkında olmalı ki günlüğüne şunları yazıyor :"İntihar şimdilerde, sadece bir gözden kaybolma yoludur. Ürkekçe, sessizce yapılır ve tam bir başarısızlığa uğrar. Artık bir eylem değil, sadece bir boyuneğmedir." Öyleyse Pavese'nin intiharını düşünülerek varılan bir durum ya da bir başkaldırı edimi olarak değil, bu dünyayla bağ kurabilme, "ben"le "ben olmayan" arasındaki ilişkiler bütünü açısından ele almak daha doğru olur sanırım. Sorunu böyle koyunca da yabancılaşma kavramına değinmek gerekecek.

İlkel insan uygar insana oranla, hem kendisiyle hem de doğayla uyum içinde yaşıyordu. Emeğiyle dünyayı değiştirirken — bu değişiklik önceleri üretim araçlarının kullanılmasıyla değil, av, meyva toplama gibi etkinliklerle gerçekleşiyordu — kendisinin uğradığı değişikliğin de bilincindeydi. Emeğinin sonucu ortaya çıkan ürünün paylaşılmasında söz sahibi olabiliyordu çünkü. Oysa iş bölümüyle, yani ilkel toplumdan sınıflı topluma geçişle yabancılaşma da başladı. insan hem doğaya hem de kendi emeğinin yarattığı değerlere uzak düştü. Yabancılaşma davramını derinlemesine olarak ilk kez ele alan Hegel daha çok düşünce, duygu ve eylemlerini kendisi dışındaki bir nesneye aktaran insandaki sevgi yabancılaşması üstünde durur. Tanrıyı tarihin konusu olarak incelemesi de bir bakıma bu yüzdendir. Ama “nesnel gerçek dünyayı değiştiren emek olmadan insan kendini değiştiremez” düşüncesi de onundur. Genç Marx'ın Hegel'de idealist özellikler taşıyan yabancılaşma kavramını maddeci bir görüşle ele alıp somut temeller üstüne oturttuğunu biliyoruz. Marx iş ve üretim yoluyla doğaya yabancılaşmış insanın kapitalist toplumda ürettiği nesnelere giderek kendine ve başkalarına yabancılaşmasını bilimsel bir yöntemle incelemiştir. Ne var ki Pavese doğrudan doğruya üretime katılan bir emekçi değil, tanım yerindeyse dış dünyaya yabancılık duyan bir küçük burjuva aydını. Onun maddesel dünyadan kopmasının yarattığı umutsuzluk duygusuyla, bir işçinin yaptığı parçanın nerede kullanılacağını bilmemesinden doğan emek yabancılaşması arasında önemli ayrımlar olsa gerek. Burada bireyin yalnızlaşmasının, dış dünyayla kurduğu bağların azalmasının nedenlerinin toplumsal olduğunu belirtmekle yetinmek istiyorum. “İnsanın duymadığı nesnel bir değerin ne anlamı olabilir?” diye soruyor Pavese. Bu tutumu onun maddesel dünyadan bağımsız, salt duyumlarda varolan bir iç yaşantı aramasına yol açmıştır ki, gizemciliğinin (mistisizm), gerçekliği nesnel olanda değil anılarda bulma çabasının da nedeni budur. Böylece iç dünyasını dışlaştırarak varolmaya çalışır. Bu ”dışlaştırma”nın tek yolu da yazmaktır. Varlığını Torino'daki ıssız bir caddeyle özdeşleyecek denli dış dünyayı yazı'nın kapalı dünyasıyla sınırlayabileceğine kendini inandırır. “Gerçekten kendin olduğun bir yer varsa o da Torina'daki o caddedir — her zaman ya bahar ya yaz olan, şiirlerini yazdığın o soylu ama gösterişsiz. geniş. sessiz, gürültüsüz cadde. Kullandığın malzemenin birçok kaynakları vardı, ama biçim aldığı yer orasıydı. (Yaşama Uğraşı). Pavese'nin varoluşu kullandığı malzemeden, yani algılarından. maddesel olanın duyumlarından çok, bu malzemenin biçim almasına — yazmaya — bağlıdır. Görüldüğü gibi anlatım yalnızca yapıtın değil yazarın da bir "kendisi olma” sorunu biçiminde gerçekleşiyor.

Rimbaud'nun “Yaşamı değiştirmek gerekir” sözü günümüzde, söylendiği çağdan daha çok önem taşıyor bence. Çünkü bugün yaşamı değiştirmek için önce onu belirleyen koşulları değiştirmek gerektiğini biliyoruz. Yaşamı yapan insan olduğuna göre onu değiştirecek olan da insandır. Ama yaşamın dışına düşmeyen “bir gerilimin parçası” durumundaki insan. Pavese için intihar ancak sözkonusu "gerilim"in dışında kaldığı vakit bir tasarım olmaktan çıkıp başvurulacak tek çözüm yolu — ama her şeyin ötesinde, anlamsız bir çözüm yolu — haline dönüşüyor. 1936'lardaki "duyarlığı okşayan” yazarın "temel ilke” olarak kabul ettiği intihar çok gerilerdedir artık. Kendi eliyle yaşamına son vermeden kısa bir süre önce günlüğüne şunları yazar "Acı bile, intihar bile hayatın, şaşkınlığın, gerilimin bir parçasıydı. Demek intihar edimi bir düşüncenin değil, hiçbir şeyi algılayamamanın, ”ben”i de, ”ben olmayan”ı da yitirmenin bir sonucu olarak gerçekleşecektir "Roma susuyor. Ne taşlar, ne de ağaçlar bir şey söylüyor bana artık. (Yaşama Uğraşı). Kirirov'un mantıksal intiharının gerçekte hiçbir geçerliği yoktur. Günümüzde mümkün olan tek intihar "Ecinniler"in bir başka kişisinin, Stavrogin'in intiharıdır. O da nasıl yorumlanırsa yorumlansın ölümden başka çıkar yolu olmayan bir yenilgiden öteye gidemez. Pavese 1950 yılında "Yalnız Kadınlar Arasında” adlı romanına verilen İtalya'nın en büyük edebiyat ödülü Strega'yı aldıktan sonra Roma'dan Torino'ya döner. Yaşadığı sürece "üşütmemeye ve dönemeçlere dikkat” etmeyi becermiş bir insan olarak küçük bir otel odasına çekilip gerektiği kadar uyku hapı alır.


"ÖLÜM ÖLMEK İSTEMEZ"

Düşünceyle varılan yerde intihar ediminin değil, olsa olsa bir intihar varsayımının bulunabileceğini söyledim. İntiharın gerçekleşme alanı böylece "ben" ve "ben olmayan"ın, iç ve dış gerçekliğin dışına itilmiş oluyor. Antonin Artaud, ne yazık ki sonradan deliliğe dönüşen o olağanüstü sezgisinin de yardımıyla, çok özgün bir biçimde dile getiriyor bu gerçeği "Varabileceğim hiçbir durum yok. Hiç şüphesiz yıllarca önce öldüm ben, çoktan intihar ettim. Beni intihar ettiler, demek istiyorum."

Diyeceğim, Pavese'nin intiharı "yaşamda hiçlik“ten "ölümde hiçlik"e bir geçiştir, bu da ölmeden önce gerçekliğin dışına düşmeyi gerektirir ister istemez. Günlüğüne yazdığı "Ölüm ölmek istemez artık” tümcesi de bir sözcük oyunu değil, içinde bulunduğu durumu açıklayan yalın bir düşüncedir. Ama Pavese için yaşam'da olmak da gerçekliği bütünüyle kavramak anlamına gelmez. "Tepelerdeki Şeytan" yer yer bu sınırlılığın, dünyayı ele geçirememenin izlerini taşır "Havada, harekette, hattâ caddelerin gölgesinde bile tadabileceğimden, anlayabileceğimden daha fazla bir şeyler vardı" (s. 133). Bu. roman kişilerine özgü bir sınırlılık değil, Pavese'nin algılama yetersizliğidir. Belki "yetersizlik" sözcüğü tam olarak açıklamıyor yazarın tavrını. Gerçekliği bütün boyutlarıyla algılamak sorunu Pavese için önem taşımıyordu demek daha doğru olacak sanırım. "Mısır Tarlaları" adlı öyküsünde yazdığı gibi "çok uzakta, tüm mısır tarlalarının ve bomboş gökyüzlerinin çok ırağında"dır Burada mısır tarlası kendi yalnızlığına terkedilmiş kapalı bir yöreyi, yazarın gittikçe "hiçleştiğini" duyduğu iç dünyasını yansıtır. Yani mısır tarlasında olmak bile nesnel gerçekliğin dışına düşmektir, ama o "çok uzakta, tüm mısır tarlalarının da uzağında"dır.

Yazar günlüğünde gerçekliği "insanın şu ya da bu şekilde içinde bir bitki gibi yaşadığı ve yaşayacağı bir zindan” olarak niteliyor. Oysa zindanın duvarlarını yıkmak, hiç değilse bu amaçla yaşamak, Nâzım'ın bir şiirinde söylediği gibi "düşmana inat bir gün fazla yaşamak" insanoğlunun elindedir Yukardaki satırları okurken Pavese'nin çağdaşı bir başka italyanın, Antonio Gramsci 'nin yaşamını düşündüm. Faşist Musolini iktidarı bu ünlü düşünür ve eylem adamını yirmi yıl ağır hapis cezasına çarptırmıştı. Gramsci faşizmin zindanlarına on yıl dayanabildi ancak. 1937 yılında, cellatlarının on yıla indirdiklerini bildirdikleri cezasının bitiminden üç gün sonra yatırıldığı hastanede öldü. Ama on yıllık zindan yaşamı boyunca devrim için çalışarak kendisini çeviren karanlık duvarları yıkmasını bildi. Hapisteyken çok kötü koşullar içinde elyazısıyla doldurduğu otuz üç defter felsefeden ekonomiye, sanattan politikaya değin, devrimci kültür açısından son derece önemli düşünceleri içeriyordu. Demek gerçek bir zindanda bile karanlık duvarları aşabiliyor insan bilinci. Bana öyle geliyor ki Pavese'nin gerçeklik diye algıladığı dünya sözünü ettiği zindandan bir parça taşıyordu zaten. Belki bu yazı boyunca ortaya koymaya çalıştığım Batılı insanın çağdaş durumu zindanın duvarlarını genişletip yazarın ölümü seçmesine yardımcı oldu. Ama ölüm bir gün mutlaka gelecek, önemli olan dünyayı, giderek insanı değiştirecek devrimci koşulları tarihin akışı yönünde oluşturabilmek. "ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin ( ...) hoş geldi, sefa geldi" diyerek ölüme ağıt yakmanın bir anlam kazandığı, en azından yaşam içinde ölümü açıkladığı çağımızda Pavese "ölüm ölmek istemez artık" derken yaşamın dışında, ölümün ölmek istemediği — zaten buna gerek kalmadığı — bir yerde duruyor. Çağdaş kapitalist toplumda yaşayan bir bireyin, geride özgün yapıtlar bırakan Torino'lu yazar Cesare Pavese'nin ''yaşama uğraşı” böyle bir yere vardığı için bu uğraş üstüne yazmak gereksiz bir çaba gibi görünmedi bana.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder