Albert Camus


Yazı: 
Maurice Cranston


Albert Camus kırk altı yaşında öldüğü zaman acı haberin sarsıntısı içinde herkes, Camus’nün çalışmalarının yarıda kaldığını, vereceklerinin hepsini veremeden gittiğini düşündü. Ama kitaplarını yeniden okurken, artık yenilerinin gelmeyeceğini düşününce insan, adamakıllı bütünlenmiş, derlenip toplanmış, eksiksiz, bambaşka bir oeuvre izlenimi ediniyor. Defterlerinde- Camus, ölümün, “alınyazısına” dönüştürerek, yaşama da sevgiye de “bir biçim verdiği”nden söz eder; bir bakıma ölüm, Camus’nün yapıtlarına da daha önce görülemeyen bir biçim kazandırmıştır. Daha yaşadığı sıralarda, Camus'nün bilinen anlamda yalnızca bir ecrivain engage ya da bir “varoluşçu düşünür-romancı” olmadığı açıkça belliydi. (Camus, her zaman, bir varoluşçu olmadığını söylemiştir.) Onun istediği sanatçı olmaktı. Aynı zamanda bir aktöreciydi Camus — aktöreye uyan bir düşünür değil. Montaigne, Pascal, Rousseau geleneğinde bir aktöreci. Şimdi ister istemez yapıtlarını bir tüm olarak gördüğümüze göre, Camus’nün bu gelenekteki yerini de belirleyebiliriz artık.

Camus’nün defterlerinde kısa, önemli bir not daha var : “Klasik Fransız aktörecilerinin töresi (bir tek Corneille dışında) kötüleyici ve olumsuzdur. Oysa XX. Yüzyıl aktörecilerininki olumludur: yaşama biçimlerini gösterir.” Kuşkusuz bugün, bu yüzden aktörecinin yalnız bir yazar değil, aynı zamanda bir insan olduğunu, atalarımızdan daha iyi biliyoruz. Şiir şairden, felsefe düşünüründen ayrılabilir; oysa aktörecinin sesi kendini verir; onu en iyi tanıtan bir bakıma gene kendisidir. “Bir yaşama biçimi gösteren” kişi hakkında bilmek isteyeceğimiz ilk şey, o kişinin kendisinin nasıl yaşadığıdır.

Albert Camus için söylenecek ilk şey, başka hiçbir şeyinin değilse bile, yaşamının kötülüklere karşı şaşırtıcı bir utku gibi yükselmesidir. Hiçbir zaman güçlükler içinde yetişmiş, çok yoksul doğmuş, yaşamı süresince durmadan hastalanmış bir insan gibi görünmemiştir Camus. Tersine, iyi şeylere alışmış bir kimsenin güveni ve rahatlığıyla davranmıştır. Camus, yalnız mutluluğa inanmakla, kendi kuşağından Fransız aydınlarının artık ağızlarına almadıkları bir sözcüğü — le bonheur'ü — kullanma gözüpekliğini göstermekle kalmamış, gerçekten mutlu görünmüştür. 1964’de yayımlanan bir anılar kitabında, Paris-Soir'da çalışmakta olan bir yazar, 1940'da gazetenin Clermont-Ferrand’da saklandığı sıkıntılı aylarda, o sıralarda yazı işlerinde çalışan Camus’nün yayınevine her gelişinde "birden güneş ışığı parlar”' diye yazıyordu.


İşte bir anahtar sözcük daha : “le soleil”.(Güneş) Camus’ye göre güneşle mutluluk birbirinden ayrılamayan şeylerdi. Bir kez Camus bir konuşmacıya, “Kendime dönüp en köklü yanımı aradığımda bir mutluluk duygusuyla karşılaşıyorum,” demişti. “Yapıtlarımın özünde hiç sönmeyen bir güneş var.” 1957’de Nobel Armağanını aldığı zaman yaptığı konuşmada da, “içinde yetiştiğim güneşi, yaşama sevincini, özgürlüğü hiçbir zaman unutamam,” diyordu. Yaşamının en güç yılları Cezayir'de geçmişti; Camus’ye göre orada her şey ılık bir iklimde yumuşayarak biçim değiştirmiş gibiydi. Soğuk, karanlık Kuzey’de kötülüğe dayanamazdı insan; oysa Akdeniz güneşinde yalnız kötülüğe dayanmakla kalmaz, ondan Camus’nünki gibi stoacı bir bilgelik okulu bile yaratabilirdi.


Albert Camus'nün annesi, babası Cezayir’de yerleşmiş işçi sınıfındandı; babası şarap ticaretiyle uğraşıyordu; ailesi Mayorkalı olan annesiyse basit bir ev hizmetçisiydi. Babası, 1914’de Marne’da, Camus daha on bir aylıkken öldü. Okumamış, dine çok bağlı bir kadın olan annesi Camus’yle ağabeysini gündelikle evlerde çalışarak büyüttü. Cezayir yakınlarında, yoksulların oturduğu Belcourt bölgesinde, daracık bir evde beş kişi birden — iki oğlan, anne, büyükanne ve hastalıklı bir dayı — oturuyorlardı. Ama “hiçbir eksiği olmayan” bir aileydi bu; Camus’nün anımsadığına göre aynı zamanda “hiçbir şeyi kıskanmayan...” bir aile. “Yoksulluk hiçbir zaman bir yıkım olmadı benim için, çünkü ışıkla doluydu.” Camus, bir burs bularak on yaşında Cezayir lycee'sine girdi. O günlerde burslu öğrencilerin öteki öğrencilerden daha çalışkan olması bekleniyordu; bu orta sınıf havalı okulda, işçi sınıfından gelen Camus, kısa zamanda çok çalışmaya alıştı. Öğretmenlerinden yana çok talihliydi. Daha Belcourt’da ilkokulda okurken, Louis Germain adında bir öğretmeni onu özel olarak burslu öğrenciliğe seçmişti. Camus, on yedi yaşında “Premieres Lettres superieures”e girince, aynı zamanda yazar olan değerli bir Cezayir’li Fransız öğretmenin, Jean Grenier’nin öğrencisi oldu. Camus da, Grenier gibi, felsefe öğretmeni olmak istiyordu; bu yolda, Plotin’le St. Augustine’in yapıtlarında Hellenizm ve Hristiyanlık konusunda bir tez bile yazdı. Ama bu isteğini yerine getiremedi. Daha okulunu bitirmeden akciğer veremine yakalandı; çocukluğunda iyi beslenmemesinin sonucuydu bu. Hastalık oldukça ciddiydi; bir keresinde kendisine öleceğini söylediler. Sonunda iyileşti, ama Fransız öğretmenlik mesleğine giden yolu açan yarışma sınavına, agregation'a hastalığı yüzünden iki kez giremedi.

Camus, güçlü kişiliğiyle bu umutkırıklığından en iyi biçimde kurtulmayı bildi. Üniversitede, çalışarak okumaya başladı; hayatını başka işler yanında hükümet görevlisi, satıcı, meteoroloji memuru ve tiyatro oyuncusu olarak kazandı. Ancak yirmi beş yaşına geldiği zaman gazetecilikte az çok sürekli bir iş edinebildi. Ciğerlerindeki hastalık birkaç kez tekrarladı ama genel olarak bedence sağlamdı. Çok iyi bir yüzücü, aynı zamanda futbola düşkün bir oyuncuydu. Üniversitenin on birinde, Racing Üniversite d’Alger’de kalecilik yapıyordu. Bu takım, Camus’nün aşırı bireyci kişiliğiyle çok iyi uyuşan bir topluluktu. Camus, bazan, aktöre konusunda kendisine ilk derslerini futbolun verdiğini söylemiştir. Hristiyan olarak yetiştirilmişti Camus, ama bencil anneannesinin gözünde dünyasal doygunlukların yerini alan Hristiyanlığın doğru olduğuna bir türlü inanamıyordu. Aklı, tüm yaşantıları, ona seven bir Tanrının bulunmadığını söylüyordu. Aynı sıralarda Camus, hayatın son derece yaşanmaya değer olduğunun da farkına vardı.

Daha sonra kendisinin de kabul ettiği gibi doğuştan pagandı Camus. Gerçekten de gençliğinde yaşamaktan, durup yaşam üzerinde düşünemeyecek ölçüde zevk alıyordu; dünyayı yanıtlayışı sözcüklerle anlatılabilecek gibi değildi. Edebiyatı seven, sağlam, Voltaire'ci görüşleri olan kasap amcası ona Andre Gide’in ilk yapıtlarını okutmak istemiş ve çok sevdiği Dünya Nimetleri'ni vermişti. Her nedense yeğen, dili kullanışı ne denli etkili olursa olsun, doğaya tapışına birazcık fin de siecle bozukluğu katmadan edemeyen bu yazarı pek tutmamıştı; Akdeniz güzelliklerini anlatan bu liriklikte doğru olmayan bir yan, Zengin Kuzeyli’yi oraya çeken şeylerin aslında güneş, deniz ve kum olmadığını söyleyen bir şey vardı. Yalancılık Camus’nün her zaman çok duyarlı olduğu bir şeydi. Kitabı öylece geri verdi. Çok sonra Gide’le bu ilk tanışmaları için Camus, “buluşmamız bekleneni vermedi,” demiştir.

Camus, Gide'den alamadığı esini Jean Grenier'den ve Grenier’nin kendisine verdiği tanınmamış bir romandan, Andre de Richaud’nun La Douleur'ünden almıştır. Bu kitapta, Camus'nün kendi dünyası dediği bir dünya anlatılıyordu; doğayı, acıları, “bir anneyi, yoksulluğu, mavi gökyüzünü” anlatan bir dünya. Camus'nün daha sonra doğruladığı gibi “bu kitap bana yaratıcılık dünyasına giden yolu gösterdi.” Bu kitap, Camus’de böyle bir kitap yazma isteğini uyandırdı. Ama, Camus ilk kitabını, Jean Grenier’nin 1933'de, Camus yirmi yaşındayken basılan denemelerini, Les Iles'i örnek alarak yazmıştır. Yazma biçimi bakımından Grenier belki de, Camus gibi daha içinden geldiği gibi yazan birisi için, çok akılcı, çok öğretmen-gibi yazıyordu. Ama bir düşünür olarak Grenier, Camus’nün insan yaşantısının aktöresel yanlarına karşı duyarlığını biledi. Dış dünya inanılmaz ölçüde güzeldi, doğru, gençlik sevinci de sonsuzdu; ama hayat haksızlıklar, kötülüklerle doluydu. İnsanların mutluluğu konusunda kör, duygusuz ve kayıtsızdı evren. Grenier, böylece, Camus’nün içinde, onun absürde dediği şeye karşı bir inanç doğmasını sağladı.

Camus’nün ilk kitabı, Tersi ve Yüzü, yazarı yirmi üç yaşındayken Cezayir'de yayımlandı. Camus bir sanat yapıtı olarak bu kitabını sonradan beğenmemiş, yeniden basılmasını istememiş ama yıllar sonra şunları söylemiştir:

Bana gelince, ben geldiğim yerin “Tersi ve Yüzü” olduğunu uzun zaman içinde yaşadığım o yoksulluk ve ışık dünyası olduğunu biliyorum; bu kaynağı unutmamam, beni, her sanatçıyı bekleyen iki tehlikeden pişmanlık ve kendimle yetinmeden — koruyor... Hayata gelince, onun hakkında da bu kitapta acemice söylediklerimin ötesinde bir şey bilmiyorum.

Tersi ve Yüzü"ndeki beş denemenin ortak teması, fiziksel dünyada yaşamanın sevinciyle evrenin fizikötesi absurdite’si ya da akla uymazlığı arasındaki çatışmadır. Bu denemelerden biri Camus'nün Prague’a yaptığı bir yolculuğu anlatır; Camus, ne dilini, ne de insanlarını tanıdığı bu soğuk “Kuzey” kentinde duyduğu yabancılığı, Kuzey Afrika’da, dış dünyayla tam bir uyum içinde olma yaşantısıyla karşılaştırır. Ama bu uyum duygusu, bir olma duygusu değildir hiçbir zaman; Camus, Toskana’nın (yolculuğunda gittiği başka bir yer) insan eli değmemiş Doğa’sıyla kendi ülkesinde tanıdığı çok daha güçlü, ilkel, yabanıl kalan Doğa arasında da karşılaştırmalar yapar. Gene de İtalya güneyde sayılır ve yazar mutludur orada İtalya’da duyulan zevklerin duyumsal olduğunu belirtir : Bedenden sıyrılmış bir ruha ne verebilir İtalya — Vicenza’yı görmek için gözleri, üzümlere dokunmak için elleri, “Monte Berica’dan Villa Valmarana’ya giden yolda gecenin okşayışını duyacak teni” olmayan bir ruh yaşayabilir mi? Kitap bir bakıma “otobiyografik yolculuk yazıları” biçimindedir; yazar kitapta yolculuk yaşantısının onu tedirgin edişini, düşünmeden yaşama tutumunu bir yana bıraktırdığını, umutsuzluğu yenmenin tek yolunun evrenin kayıtsızlığına karşı hayat sevgisiyle çıkmak olduğunu anlamasına yardım ettiğini anlatır.

Camus’nün ikinci kitabı, Düğünler 1938’de (gene Cezayir’de), yazar yirmi beş yaşındayken yayımlanmıştır. Bu kitap birincisine göre daha oturmuş, daha bütündür. Burada fizikötesi boşluk üzerinde daha az, yaşama sevinci üzerinde daha çok durulur. Cezayir’e, Cezayirlilere övgülerle doludur kitap. Camus, Tipasa yıkıntıları arasında “ayağının altında kokulu otları ezerek, taşları okşayarak, (...) sıcakta pırıl pırıl parlayan gökyüzünün dayanılmaz görkemliliğine gözlerini, yüreğini açarak” dolaşışını anlatır. Sonra, serin gölgelerde kendisini “dünyayla bir olmanın mutlu bitkinliğine” bırakır. Yaşamda böylesi bir sevinç gürlüğü ona “mutluluğun bir görev” olduğunu düşündürür.

“Işık”, “gençlik”, “güneş”, “yeryüzü”, “deniz"; hiç durmadan ortaya çıkan imgelerdir bunlar; üslûp canlı ve sürükleyicidir, ama kolay kolay çeviriye gelecek bir yazma biçimi değildir bu.

Bu kitapları, gençlik yazıları diyerek bir yana itivermemelidir. ‘‘Mutluluğun bir görev olduğu” teması Camus’yü her zaman uğraştırmış, Camus, insanın doğal dünyayla yakınlıktan aldığı fiziksel zevki anlatan denemeler yazmaya devam etmiştir. 1939’la 1953 arasında yazılan bu denemelerden bir derleme Yaz adlı kitabında basılmıştır; bu denemelerin hepsi, Camus’de bu düşüncenin ve bu duygunun kesintisiz süregeldiğinin tanıklarıdır. Çoğu zaman söylendiği gibi Camus'nün bunlara ‘‘sırt çevirmesi” ve siyasete dönmesi hiç de savaş yüzünden olmamıştır. Nitekim yirmi bir yaşında (daha önce geçirdiği kısa bir evlilikten sonra) Camus, Komünist Partisi’ne katılmıştır. On iki ay sonra, Moskova’dan gelen bir emirle partinin tutumunu değiştirmesi üzerine partiden ayrılmış ve bir süre Cezayirli Arapların haklarını savunmayı bırakmıştır. Bu gençlik günlerinde Camus, aynı zamanda sol-kanada bağlı Maison de Culture'de de çalışıyordu. O sıralarda başlıca uğraşlarından birisi tiyatroydu; Camus ‘‘toplumsal” yanı olan iki tiyatronun, önce Theatre du Travail, sonra da Theatre de VEquipe’in- kurulmasına yardım etmiştir. Bu tiyatrolardan birincisi için Camus, birkaç ad altında başkalarıyla birlikte, ama aslında nerdeyse tek başına sol-eğilimli bir siyasal oyun yazmıştır:
La Revolte dans les Asturies. Siyasal nedenlerle bu oyunun Cezayir tiyatrolarında oynanması yasaklanmış, ama oyun kitap olarak 1935'de yayımlanmıştır. Bu oyun, yazarlığı boyunca yazdığı beş oyundan biri olarak Camus'nün tüm yapıtlarına alınmıştır; bu beş oyunun hepsi başarılı olmayan Le Malentendu'nün dışında, siyasal, hiç değilse ‘‘aktöresel-siyasal"dır.

Camus, siyasete duyduğu ilgi yüzünden tiyatroyu bırakıp gazeteciliğe döndü. 1938’de, güçlü, gerici Echo d’Algier'ine karşı Pascal Pia’nın Cezayir’de ilerici bir gazete çıkarmaya karar vermesi Camus’ye bu alanda adını duyurma olanağını sağladı. Adı Alger-republicain olan bu gazetede Pia, Camus'den muhabir ve sürekli yazar olarak çalışmasını istedi. Fazla para getiren bir iş değildi; ama Camus istediklerini yazabilecekti. Camus daha önce epeyce edebiyat ve tiyatro eleştirisi yazmıştı, ama en önemli yazıları Cezayir’deki toplumsal sorunlar üzerine yazdıklarıdır. Camus'nün yazıları herkesin dikkatini Arap halkın yoksulluğuna, ikinci sınıf vatandaş olarak çalışmalarının kötü yanlarına çekti; aynı zamanda Camus çeşitli haksızlık ve eşitsizlikleri de ayrıntılarıyla anlattı. Enquete en Kabylee'si- kötü yönetimi belgelerle, unutulmayacak bir biçimde ortaya koyan bir incelemedir. Yazdığı her şeyde Fransız hükümetini eleştirmesine karşın hiçbir zaman Fransız düşmanı olmamıştır. Ulusçuluk, devrim cliche'leriyle uğraşmamış, Cezayir’in karmakarışık sorunlarına kesin ya da tam bir çözüm aramaya kalkmamıştır. Tutumu bütünüyle gerçekçidir; yazıları, düzeltilmesi gereken özel aksaklıklara, değiştirilmesi kaçınılmaz olan belli kötülüklere yöneltilmiştir. Komünist Partisi’nden ayrıldıktan sonra siyaset karşısında bu tutumu, Camus’nün ömrü boyunca hiç değişmemiştir.

Camus, Alger-republicain'e yazdığı kitap tanıtma yazılarından 1938 Ekiminde yayımlanan birisinde, Sartre’ın ilk romanı Bulantı'yı tanıtmaktadır. Bu tanıtma yazısı, bu iki yazarı daha sonra birbirlerine yaklaştıracak ve birbirlerinden uzaklaştıracak şeyleri çok iyi haber vermektedir. Sartre’ın romanı, saçma, anlamsız, amaçsız ve Tanrısız bir evreni çizen yanıyla Camus’ye göre gerçeği yakalamıştır. Karteziyen-Hristiyan evreninin yadsınması, Camus’nün kendi görüşüyle tıpı tıpına uyuyordu. Ama Sartre’ın kahramanı Roquentin’in yalnız bir fizikötesi absurdite'yi belirtmekle kalmayıp fiziksel dünyaya iğrenmeyle, bulantıyla tepki göstermesini kabul etmiyordu Camus. Fiziksel dünya “yapışkan”, “çamurlu”, “sızıntılı”, “yumuşak” olduğu için iğrendirmektedir Roquentin’i. Roquentin günışığından, güneşten, sıcaktan nefret eder. Kendi kendine : “Gece bastırıncaya dek iyi bir şey yapamayacağım galiba, güneş yüzünden,” der. Karanlığın getireceği rahatlığı özler; karanlık çökünce de, “İyiyim şimdi — serinlik öylesine arı, gece öylesine arı,” der. Anlık — bunu istemektedir Roquentin; Camus, Sartre’da, Kuzeyli püritenin yakalayamadığı fizikötesinin gerçek sesini duyar; kendisinin dile getirmeye çalıştığı Akdeniz duyarlığına taban tabana zıt bir şeydir bu.

Bir zamanlar Camus, herkesçe “Varoluşçuluğun Bildirisi” sayılan Le Mythe de Sisyphe- adlı denemesini, aslında “varoluşçulara karşı yazdığını ve bu denemenin başka şeylerle birlikte Bulantı'ya karşı da bir cevap sayılması gerektiğini söylemiştir. Camus, Sisyphos Efsanesi’ni 1938’le 1941 yılları arasında yazmıştır. Uyartıcı bir başlangıcı vardır kitabın : “Gerçekten ciddiye alınmaya değer yalnız bir tek düşünsel sorun vardır : intihar.” Bu, Proudhon’un o patlayıcı başlangıçlarından birini getiriyor aklımıza; bizi yerimizden sıçratıyor. Camus, evrenin saçmalığını gösterecek bir tartışmaya girmeyeceğini söylüyor; bu absurdite'yi kendisine başlangıç noktası olarak seçiyor. Camus’nün sorunu metafizik değil aktöreseldir. Şudur onun sorunu : evrenin hiçbir anlamı yoksa, nasıl olur da insan yaşamı anlamlı olabilir? Bir anlamı yoksa, insan neden son vermesin yaşamına? İşte intiharı tek probleme indirgeyen budur.

Camus’nün ortaya attığı çözüm yolu, herkesin, kendi yaşamını anlamlı kılarak yaşama anlam kazandırabileceğidir. Fiziksel olsun, düşünsel olsun hiçbir biçimde haklı gösterilemez intihar. “Düşünsel intiharı” Camus, şaşırtıcı bir örnekle, Kierkegaard gibi, evrenin saçmalığına “bir inana sığınarak” tepki gösteren varoluşçuların yanıtını tanımlayarak anlatır. Fiziksel intihara kalkışan birisi, bedenini yok eder; dine sığınan birisiyse aynı kötülüğü kendi kafasına ya da aklına yapar. Elbette güç olan, insanın yaşamını nasıl anlamlı kılabileceği sorusudur. Sisyphos Efsanesi'nin öğütü, insanın, yaşantılarının çanağını dibine dek boşaltarak yaşamasıdır: Dolu yaşamak. Üstelik insan bunu, yaşamın kendi içinde bir son ereği olmadığını bile bile yapmalıdır. Yaşamda bulunan sınırlı erek, Tanrı’nın değil, insanların ona kattığı bir şeydir. Bu yüzden hiçbir zaman çok şey beklememeliyiz. İşte Sisyphos burada ortaya çıkmaktadır; durmadan aynı taşı aynı tepeye çıkarır, ama ne yaptığını bilir, yaptığında ne buluyorsa onunla yetinir. Camus'nün denemesinin son sözleri de ilk sözleri gibi unutulmazdır: 

“Sisyphos'u mutlu sayabiliriz.”



Bu yüzden Camus'nün absurde dayanarak geliştirdiği yaşam görüşü, birçok eski — ve belki eklememiz gerekiyor, Akdenizli — aktörecinin düşüncelerini yeniden canlandıran bir görüştür; herbiri kendi değişik yolunda “mutluluğun bir görev” olduğunu öğreten stoacılık, Epikürcülük, Aristupusçuluk gibi. Ama besbellidir ki Sisyphos Efsanesi'nde de, üstün sayılan tek aktöresel değer mutluluk değildir. Lucidity (insanın özellikle kendisini ve kötü sonunu açıkça görebilme gereksinmesini duyması) da vardır örneğin; bir de bu açıklıkla birlikte giden başka bir erdem, authenticity, ya da içtenlik, insanın verdiği sözleri tutması, inandıklarını yapması vardır. (Başka nedir ki aktöresel inanç?) Bu son iki ilke üzerinde Camus’nün görüşleri Sartre’ınkilerle şaşırtıcı bir biçimde uyuşur. İşte bu yüzden Camus'nün Sisyphos Efsanesi’yle aynı sıralarda yazdığı bir kitapta, ilk romanı olan L’Etranger'de arılık ve içtenlik temalerini işlemesi ve bu romanı Sartre’ın alkışlarla karşılaması şaşırtıcı değildir.

Yabancı’nın kahramanı Meursault, “vivre le plus”yü öğrenmemiş bir kişidir; sıkıntılıdır, hareketsizdir, gevşektir; Cezayir güneşinin yakıcılığında hareket edeceğine sürüklenir; yaşamını alınyazısı yönetiyor gibidir. Yazar, çok sıradan bir insan olarak görür Meursault’yu. Camus, bir gazete röportajında şunları söylemiştir : “Cezayir’de insanlar tıpkı benim kahramanım gibi yaşıyorlar; çok basit bir biçimde. Sizler de anlayabilirsiniz Meursault’yu elbette, ama bir Cezayirli onu daha kolay ve daha iyi anlar.” Bununla birlikte Meursault’nun bir tek üstün erdemi vardır : dürüstlük. Duymadığı şeyleri duyuyor, ya da inanmadıklarına inanıyormuş gibi görünmez. Öykünün alaylı yanı biraz da Meursalt’nun yıkımına, dürüstlüğünün yol açmasıdır. Öykü başladığı gün, Meursault annesinin öldüğünü öğrenir. Çok büyük bir üzüntü duymaz; hiçbir üzüntü belirtisi göstermez; o geceyi sigara içerek, uyuyarak geçirir; cenazenin kalktığı günün ertesi günü bir kızla buluşur ve komik bir filme gider. Sonra Meursault, bazı Araplar arasındaki bir çatışmaya karışır. Araplardan biri bir bıçak çeker : “güneş çeliğin üstünde parladı,” her nasılsa Meursault’nun üzerinde bir tabanca vardır; tetik “parmaklarının altında çekilir”. Burada tetiğin bile bile çekilip çekilmediği belli değildir, ama sorgu sırasında Meursault, kendisini savunmak ya da kaza olduğunu söylemek gibi alışılmış bir şeye başvurmaz. Adamı “güneş yüzünden” öldürdüğünü söyler; çağırılan tanıklar, duruşmada, annesinin cenazesinde nasıl duygusuz davrandığını anlatırlar. Afallayan burjuva yargıçlar Meursault’nun düpedüz “yaratılıştan suçlu” olduğuna karar verirler; Meursault giyotine gönderilecektir. Daha sonra, ölüm hücresinde Meursault uyanır, yaşama döner; papaz öteki dünyada kurtuluştan söz ettiği zaman, Meursault tutkuyla ona, mutluluğun bulunabileceği tek yerin bu dünya olduğunu söyler. Papaza hapishanedeki yaşamın yoğunluğundan zevk almayı nasıl öğrendiğini anlatır. Hücresi bir ağaç gövdesi kadar dar da olsa, Meursault, burada yaşamak için, bir delikten bakarak kuşların geçişini beklemek ya da gökyüzünden geçen bulutların değişen biçimlerini seyretmek gibi nedenler bulabilecektir.

Yabancı 1942’de işgal altındaki Fransa’da ilk kez yayımlandığı zaman hemen üne ulaştı. Bu, Camus’nün Paris’de basılan ilk kitabıydı; yazarına ulus çapında ün getirdi. O zamanlar çok iyi tanınan Sartre kitabın en güçlü, en etkili savunucularından biriydi. Sartre’ın kendi yazdıkları gibi Yabancı da doğrudan doğruya o yıllarda Fransa’da çok benimsenen her şeyi yıkma havasına karşı çıkıyor gibiydi. Sartre da, Camus de umutsuzluğa gitmek, umutsuzluğun içinden geçerek ötesine ulaşmak ve orada olumlu bir doğrulama bulmak için uğraşıyorlardı : Hegel’in diliyle olumsuzluğu yadsımak istiyorlardı.

Not defterlerine yazdığı bir notta Camus, Yabancı'nın konusunun “biçimsel erdeme güvensizlik” olduğunu açıklar. Ardından şunları ekler: “Düşündüğüm, yazdığım her şey bu güvensizlikle ilgili.” Ama bu tutumunu bekleyen tehlikeden de söz eder : “Bu güvensizliği kendilerinde duyanlar her türlü erdemden kuşkulanmaya dek gidiyorlar; böyle olunca gerçek erdemden kuşkulanmaya da iyice yaklaşmış oluyorlar.”

Yabancı ve Sisyphos Efsanesi yayımlanmadan çok önce Camus “gerçek erdem”e ulaşmak için “akılcılık, içtenlik ve dolu yaşamaktan” daha fazla şeylerin gerektiğini biliyordu. Dünyadaki haksızlığı, baskı ve şiddeti azaltmak için olumlu bir çaba, giderek bir özveri gerekliydi. Kendisini siyasal alanda etken olmaya iten bu düşünceyi 1942’yle 1943 yıllarında Yabancı ve Sisyphos Efsanesi basıldığı zaman saklamak zorunda kalmıştı. Ama bu yıllarda Direnme’ye çoktan katılmıştı.

Savaş başlamadan az önce, Camus’nün gazetesi Alger-republicain, akşamları çıkan Soir-republicain'e dönüştü; Camus de bu yeni gazetenin yazı işleri yönetmeni oldu. Hastalığı yüzünden orduya alınmamıştı (1938’de tedavi için bir kez daha Savoy Alplerine gitmek zorunda kalmıştı), ama askeri kısıtlamalar yüzünden yazı işleri yönetmenliği dayanılmaz bir şey olup çıktı. Sonunda Cezayir’in General-Valisi Camus’nün kendisine yardım etmemesine öylesine kızdı ki 10 Ocak 1940 tarihli bir buyrukla Soir-republicain'ı kapattı ve Camus’ye Cezayir’den gitmesini “salık verdi”. 

Camus Paris’de, Paris-soir’da bir iş buldu; denet altında yazı yazmaktansa, bütünüyle yönetimle ilgili “yayın yazmanlığı” görevini aldı. Bu gazetede, önce Paris’de, sonra Fransa’nın işgal altında olmayan kesiminde birkaç ay çalıştıktan sonra Kuzey Afrika’ya — hâlâ persona non grata olduğu Cezayir’e değil de, Oran’a — döndü (ikinci karısı Francine, Oran’lıydı). Burada, bir süre, Yahudilerin yönettiği bir okulda öğretmenlik etti. Yazın, ikinci bir kanama bir kez daha tedavi için Fransa’ya gitmesini gerektirdi; Le Clıambon-sur-Lignon’da kaldı. İyileştiği zaman Lyons ve St. Etienne kesiminde iş gören bir direnme grubuna katıldı. Camus direnme hareketinde yaptıklarından hiç söz etmez; bu konuda çok alçakgönüllüdür; ama el altından satılan Combat gazetesinin yayımlanması gibi birçok tehlikeli işe katıldığı bilinmektedir. Bir keresinde Gestapo, Camus’yü yanında Combat’ın provaları varken yakalamış, ama Camus bu zor durumdan, onlara gözdağı vererek kurtulmanın yolunu bulmuştur. 1943’de Direnme temsilcisi olarak Paris’e gönderilmiş, orada yayıncı Gallimard’ın yanında edebiyat danışmanı olarak çalışmaya başlamıştır (bu işi ömrünün sonuna kadar sürdürür).

Camus’nün Direnme’ye katılmasına yol açan düşünce dizisi daha 1938’de yazdığı bir oyunda, Caligıda'da sezilebilir. Bu oyunun konusunu Camus, Dostoyevski’nin o ünlü sözünden almıştır, “Eğer Tanrı yoksa her şeye izin var demektir.” Camus, bu sözün doğru olmadığına büyük bir tutkuyla inanıyordu. Tanrı yoktu; gene de her şeye izin yoktu. Camus’nün Caligula'sı Suetonius’u anlatır; Suetonius “her şeye izin olduğuna” inanan bir adamdır : yönetimini katıyüreklilikle, huysuzlukla, yıkıcılıkla sürdüren bir imparator. Bunları düşünmeden yapan bir insan değildir Suetonius; sonunda kendi yıkımını getireceğini bile bile sürdürür yıkıcı tutumunu. Belli bir “akılcılığı”, “dürüstlüğü” vardır. Ama Caligula değildir oyunun kahramanı. Yazarın sesi, ona karşı çıkanlarda, özellikle Cherea’da duyulur. Ona karşı çıkanların görüşleri de yalındır : uslamlama yoluyla Caligula’nın yanıldığı hiçbir biçimde kanıtlanamaz; çürütülemez. Gene de karşı koymak gerekir Caligula’ya.

Görülüyor ki “direnme” fikri Camus’nün düşüncelerinde, olaylar bu sözcüğü Fransa’da günün modası yapmadan çok önce belirmiştir. Bu düşünce Camus’nün bütün yapıtlarında ana kavram olarak kalacaktır. Savaş sırasında Camus, Nazi olan bir Alman arkadaşına mektuplar yazmış ve bunları ilk kez 1943’de gizli olarak bastırmıştır. Ama Alman dost buradan nihilizme geçmiş, nihilizmden de Hitlerciliğin akıldışı inanına körü körüne bağlanmıştır; oysa Camus, “her şey söylenip yapıldıktan sonra, yeni doğan bir tutku gibi akıldışı gelen güçlü bir hak sevgisi” içinde bulmuştur kendisini. Şöyle devam eder :

Nerde ayrılıyorduk? Siz umutsuzluğu rahatça kabul ediyordunuz, bense etmiyordum. Siz insan kaderindeki haksızlığı kabul edip hoş görüyordunuz, bense dünyanın haksızlığıyla savaşmak için hakkı öne sürmek, mutsuzluğa karşı koymak için mutluluk yaratmak gerektiğine inanıyordum. Siz umutsuzluğunuzu bir taşkınlığa vardırdınız, ondan kurtulmak için onu bir ilke yaptınız. İnsanın eserlerini yıkmayı, onunla savaşıp büsbütün rezil etmeyi istediniz... Bense, topraktan ayrılmamak için doğruluğu seçtim. Yine de bu dünyanın yüce bir anlamı olmadığına inanıyorum ama, onda bir şey olduğunu biliyorum. O da insandır. Çünkü, bir anlam arayan tek varlık odur. Bu dünyada hiç değilse insan var ve bizim ödevimiz onun kaderine karşı koymasına yardım etmektir. Dünyanın insandan başka anlamı yoktur. Hayat anlayışımızı kurtarmak istiyorsak onu kurtarmak gerekir.


Bu parça, ilk oyunu Caligula ve Alger-republicain'e yazdığı yazılarla birleştirilince, Camus’yü başlangıçta garip bir Kireneli, yalnızca vivre le plus arayan birisi olarak tanıtan, İşgal yaşantısıyla değişip kendisini siyasete adayıncaya dek de bunun böyle sürüp gittiğini söyleyen görüşü çürütmeye yeter : hiçbir zaman değişmemiştir Camus — onu Sartre, Gide gibi değişken yaratılışlı aydınlardan ayıran özelliklerden birisi budur; Camus’nün aktöresel ve siyasal sorunlar karşısındaki tutumu yaşamı boyunca hiç değişmeden tutarlı kalmıştır. Bundan başka aşırılıklardan kaçınmak her zaman Camus'nün başlıca endişesi olmuştur. “Akdeniz bilgeliğinden” söz ederken Camus, “Kuzeyli Alman İdeolojileri” dediği şeye taban tabana zıt bir şeyi anlatmak istiyordu. Defterlerinde şunları yazmaktadır:

Alman felsefesinin tüm çabası doğal insan yerine insanlık durumunu geçirmek, böylece Tanrı’nın yerine tarihi, klasik denge yerine çağdaş trajediyi koymaktır. Çağdaş varoluşçuluk bu çabayı daha da ileri götürüyor; insanın durumu kavramına, doğadaki belirsizlikleri aktarıyor. Hareketten başka hiçbir şey kalıcı değildir burda. Oysa Yunanlılar gibi ben de doğaya inanıyorum.

Başka bir notta da şöyle yazıyor Camus:

Yunanlılar için güzellik her şeyden önce gelir. Bir Avrupalı içinse güzellik, hemen hemen hiç ulaşılamayan bir erektir. Modern değilim ben.

Siyasal erdemlerin en üstünü olan ılımlılık, Camus’nün en çok tartışılan kitabı l'homme Revolte'nin (Başkaldıran İnsan) konusudur. Bu kitap ancak 1951’de basılmıştır, ama içindeki fikirlerin bazıları Camus’nün savaş yıllarında, Jean Grenier’nin yayımladığı bir derleme için yazdığı, hemen hemen hiç tanınmayan denemesi “Remarque sur la revolte”sinde: taslak olarak bulunmaktadır. Bu deneme, Camus’nün l'homme revolte'yle neyi anlatmak istediğini gösteren çok yararlı bir tanımla başlamaktadır. Camus’nün garip olan yanı, kendi kuşağının en iyi düzyazıcılarından biri olmasına karşın, söylemek istediği şeyden başka bir şey, çoğu zaman aşırı bir şey anlatan sözcüklere belli bir tutkunluğu olmasıdır. absurde bu sözcüklerden birisidir; La revolte de başka birisi. La revolte çoğunlukla başkaldırma, l'homme revolte de başkaldıran insan diye çevrilir; her iki terim de kökten değişme inancıyla ilgili sayılır. Oysa Camus’nün anlatmak istediği şey hiç de bu değildir. Camus, Remargue sur la revolte'nin başında şöyle yazar:

"L'homme revolte" nedir? Her şeyden önce “hayır” diyen kişidir. Ama hayır derken yadsımaz. Aynı zamanda “evet” der. 


Camus, buyruklara belli bir noktaya dek boyun eğen, ama sonra bunları artık dinlemeyeceğini söyleyen bir görevliyi örnek olarak gösterir. Bu hayır deyiş, Camus’ye göre olumsuz bir şey değildir; çünkü o adamın kutsal, tertemiz bir şeye olan inancını göstermekte; artık ötesine geçemeyeceği bir noktayı belirtmektedir. Hayır diyen adam, bazı şeylerin yanlış olduğuna inancını, bunları yapmak istemediğini bildirmektedir; gerçekten de bunları yapmak istememesi onların yanlış olduğu inancından ayrılamaz. Camus, “İnsan, tek başına, Tanrı’nın yardımı olmadan kendi aktöresel değerlerini kendisi yaratabilir mi?” sorusuyla uğraşmaktadır. Başkaldıran insan bu soruya yalnız sözle değil yaptıklarıyla da “evet” diyen birisidir, öyleyse Camus’nün revolte’yle anlatmak istediği kişi, hiç değilse yarı yarıya, yalnızca “ilkelere bağlı birisi”, aktöresel değerlerin gerçekten var olduğuna davranışlarıyla tanıklık eden birisidir.

Paris’in kurtuluş günü olan 21 Ağustos 1944’de Combat başkentte ilk kez açıktan açığa basıldı; daha önceki gizli sayılarının başyazarlığını yapan Camus, gazetenin başyazarı oldu. Ulusal birlik duygusunun yaşandığı bu günler; Camus yalnız tanınmış bir aydın değil aynı zamanda tutulan bir fikir öncüsüydü. Kurtuluştan sonraki günlerde Camus’nün Combat’daki yazıları sol-kanada sevgi, Sovyetler Birliği’yle dostluk çağırıları, Fransa’daki sanayi kartellerine saldırılar ve “işçi-sınıfı demokrasisi” dilekleriyle doludur. Aynı zamanda bu yazılarında, daha önceki iş arkadaşlarına karşı sert davranılmasını da istiyordu Camus; ama faşist anlayışa karşı anti-faşist anlayışsızlığın gittikçe artmasından iyice huzursuz olmaya da başlamıştı. 1957'de bir röportajda “Savaşın ve Direnmenin sonuçlarından birisi nefret duygularına yol açmasıdır. Sevgili dostlarımızın, akrabalarımızın öldürüldüğünü görmek, insana olgun, soylu bir ruh geliştirmeyi öğretecek şeyler değil elbette. Ama bu yolda doğan nefretin yenilmesi gerekir,” demişti.

Kurtuluşu izleyen günler Camus için hiç de kolay geçmedi. Sonradan Camus, “Bu günler tek başıma çabalayıp durduğum günlerdi,” demişti. Dostları vardı, kuşkusuz, ama Camus’den ayrı yollardaydılar. Bu dostlardan birisi de Sartre'dı. İlk kez 1944’de tanışmışlar, ortak birçok yönleri olduğunu görmüşlerdi; ama ayrıldıkları birçok şey de vardı. Daha 1945 Kasımında bir konuşmada Camus, “Sartre’la ben adlarımızın yanyana söylendiğini ya da yazıldığını gördükçe şaşırıyoruz. Bu konuda ortak yanımız bulunmadığını, birbirimize hiçbir borcumuz olmadığını gösteren bir bildiri yayımlamayı bile düşünüyoruz!” demişti. Bununla birlikte barışın ilk yıllarında ikisini birleştiren yanlar ağır basıyordu. Sartre o sıralarda kendisinin “Kantçı” evresi dediği bir evreden geçiyor ve L'Existentialism est un humanisme’deki görüşlere inanıyordu. Sartre’ın, insanların özgürlük için özgürlük” isterlerken “herkes için özgürlük” istemeleri ve insanın aktöresel yönden kendisine kural koyarken tüm insanlığa kurallar koyduğunu söylediği konuşmasıdır bu. Bununla birlikte Sartre, bu konuşmada ileri sürdüklerini çok geçmeden “yanlış” olarak tanımladı ve bugünkü insancı “varoluşçu Marxism”e doğru hızla ilerledi; daha yalın söylersek, Simone de Beauvoir’ın deyişiyle Sartre, “S.S.C.B.’ni seçti”; S.S.C.B ’ni seçtikten sonra Sartre, Camus’yü en acı biçimde eleştirenlerden biri oldu; her zaman olduğu gibi haksızlığa, Stalin’in haksızlıklarına hayır demek gerektiğine inanan Camus’yü.

Camus, belki de en iyi, en etkili romanı olan Veba'yı savaştan-sonra gelen ilk yıllarda yazdı. Burada işlenen tema yalnız haksızlığa karşı direnmek değil, kötülüğün karşısına iyilikle çıkmaktır. Camus, defterlerinde Vebadan “küçük bir kitap” diye söz eder, oysa hem bir roman hem de bir allegoridir bu. Camus’nün vebası Oran’da geçer. Kenti uzun uzun tanımladıktan sonra, devinim Camus’ye özgü bir parlaklıkla başlar:

On altı Nisan sabahı Dr. Bernard Rieux kabinesinden çıkarken merdiven sahanlığında bir fare leşine çarptı.

O akşam eve dönerken doktor, ağzından kanlar fışkırarak ölen bir fare görür. Okur için bu fareler vebanın habercileridir elbette. Oysa Dr. Rieux’-nün ilk aklına gelen bu değildir: “Bu fışkıran kan ona kendi derdini hatırlattı. Bir yıldır hasta olan karısı ertesi gün dağda bir dinlenme yurduna çekilecekti.”

Romanın başarısı, bir bakıma belki yazarın ortak ve kişisel yıkımlar arasında kurduğu ilgiden gelmektedir. Bir anlamda veba savaşın simgesidir; 1940’da Fransa’nın yenilgisi gibi veba da bir çöküntüyle birlikte kişisel üzüntüler, yoksunluklar, ayrılıklar ve acılar getirir. Dr. Rieux kendisini halkın yardımına adayarak kişisel üzüntülerinin ötesine geçer. Alışılmış anlamda bir vatansever olmasından değildir bu; dinsel inancı yüzünden de değildir. Kendisini kafasındaki belli bir insan imgesine, Camus’nün insanı diyebileceğimiz bir insana, adamaktadır, öyküde Dr. Rieux, daha aşırı, daha exalte, daha Tolstoyvari başka bir hümanistle — Tarrou adında dünyasal bir ermişle — karşılaşır.

Camus’nün büyük saygı duyduğu bir görüşü göstermektedir Tarrou: zor’a inanmamak, öbür yanağını çevirmek, kötülüğe yalnız iyilikle karşılık vermek. Romanda Tarrou, Oran’a tek uğraşını, insanların acılarını azaltmayı gerçekleştirmek için gelir. Veba’yla savaşmak için “sağlık ekipleri” kuran Dr. Rieux‘yle tanışır, arkadaş olur. Bir akşam Tarrou doktora hayatını anlatır. Bir savcının oğludur ve başlangıçta hukuk öğrenimi yapmaya hazırlanmıştır. On yedi yaşındayken bir gün bir cinayet duruşmasına gider; babasının ölüm cezasına çarptırılmasını istediği sanığın çökmüş bedenine bakarken birden ölüme ölümle karşılık vermeye ve ölüm cezası üzerine kurulan topluma karşı ayaklanır. Böylece Tarrou burjuvalığın düşmanı kesilir; aşırı bir solcu olur. Sonra, solculuktan cayan birisinin silâhlı ekipler tarafından öldürülmesini görür ve aslında savaşmak istediği kötülüğü desteklemekte olduğunu anlar. Böylece Tarrou savaşçı soldan ayrılır ve “yapıcı barışçılığın” savunucusu olur; bundan böyle artık zor kullanan hiç kimseyi desteklemeyecek, bütün güçlerini acıları azaltmak için kullanacaktır.

Bu, Camus’nün saygı duyduğu bir görüştür, ama paylaştığı bir görüş değil. Kitapta Tarrou’yla doktor arasında geçen çok dikkate değer bir konuşma vardır; bu konuşmada doktorun Camus olduğu az çok sezilmektedir:

Tarrou basit bir şey söyler gibi :

Sözün kısası, dedi, beni asıl ilgilendiren, nasıl ermiş olunacağım bilmek.

Fakat hiç Allaha inanmıyorsunuz ki!

Mesele orda ya. Allahsız ermiş olabilir mi insan? Artık üzerinde durulmaya değer bulduğum tek müsbet mesele bu.

Olabilir, dedi, doktor, fakat size şunu söyleyeyim ki, kendimi o ermişlerden ziyade mağluplara daha yakın buluyorum. Zannederim kahramanlık ve ermişlikten fazla bir tad almıyorum ben. Beni en çok ilgilendiren insan olabilmek.

Evet, ikimiz de aynı şeyi arıyoruz, yalnız ben sizin kadar çok şey istemiyorum.

Rieux, Tarrou’nun şaka ettiğini düşündü ve ona baktı. Fakat karşısında, gökten gelen belirsiz ışık altında kederli ve ciddi bir yüz gördü.


Romanın başka bir yerinde de Dr. Rieux’yle Peder Paneloux arasında bir konuşma geçer; Peder Paneloux, vebanın Tanrı tarafından günahkârları cezalandırmak üzere gönderildiğini söyleyen Hristiyan ya da hiç değilse Ogüstçü görüşü savunmaktadır. Paneloux, Dr. Rieux’yü, ikisinin de insanın “selâmeti” için uğraştıklarına inandırmak ister. “İnsanın selâmeti benim için büyük laf,” der doktor. “Ben o kadar uzağa gitmiyorum Beni ilgilendiren insanın sıhhatidir.” Başka bir yerde de, “Veba’yla savaşmanın en iyi yolu dürüst olmaktır,” der. Dr. Rieux, vebanın kurbanları için yaptıklarıyla ilgili olarak bir yerde de şöyle bağırır : “Yaptıklarımın kahramanlık sayılacak hiçbir yanı yok, herkesin böyle bir durumda yapması gerekenden başka bir şey değil yaptığımız.”

“Yapılması gereken” üzerinde bu denli durulması önemlidir. Profesör Philip Thody’nin hırçınlıkla söylediklerine göre, “sıradan bir insanın duygularıyla aydın bir kafa yanyanadır Camus’de”. Oysa, Camus herkesin ulaşabileceği, sıradan bir erdeme — dürüstlüğe, doğruluğa, soyluluğa, hoşgörüye ve insanın görevini yapması gerektiğine — inanırken, buna inanmanın hiç de kolay bir şey olmadığını biliyordu. Ermişliğe inanan Rieux’ye “Ben sizin kadar çok şey istemiyorum” diyen Tarrou’dur.

1947’de, Combat çeşitli siyasal ve ticari baskılar altına girmeye başladığı zaman, Camus gazeteden ayrıldı. Ama siyasetten hiçbir zaman çekilmedi. Siyasal tutuklular — Yunanistan’daki Komünist ve Tunus’daki Milliyetçi tutuklular — adına dileklerde bulundu; Garry Davis’in dünya vatandaşlığı için açtığı kampanyayı destekledi. Arthur Koestler’le birlikte ölüm cezasına karşı çok güzel bir bildiri yayımladı : Reflections sur la guillotine. (Giyotin Üstüne Düşünceler.) Rusya’da Stalin’in yarattığı dehşeti kötülediği zaman dikkatleri üzerine çekti, ama aynı biçimde Ispanya’da Franco’nun rejimine de karşıydı. Franco’nun Ispanya’sı UNESCO'ya alınınca Camus, UNESCO toplantılarına katılmayı bıraktı; Sıkı Yönetim adlı oyunu Ispanya’da geçer ve bu ülkedeki diktatörlüğe açıktan açığa karşıdır. Bu oyununda Ispanya’ya saldırdığı için kendisini yeren Gabriel Marcel’e yazdığı bir açık mektupta Camus, şunları söylüyordu :

“İyi niyetli bir kimse, oyunumun, Rusya’da olsun, İspanya ya da Almanya’da olsun, totaliter devletlerin soyutlamalarına ve dehşetlerine karşı bireyi, en soylu yanlarıyla etten kemikten insanı — kısaca insan sevgisini — savunduğunu görmemezlikten gelemez.”

Ispanya’ya karşı tutumu Sağ’ı darıltırken, Rusya’daki zorbalığa karşı çıkması Sol'u Camus’ye düşman etti. Ama Camus’nün yabancılaşması yalnızca Sovyetler Birliği’ne karşı bir tutum değişikliği değildi. Aktöresel bir savunmaydı bu. Aynı yolda gidenler siyasete "kirli eller”in karışmasının kaçınılmaz olduğunu söylüyorlardı. Camus, özel yaşamda ayrı, toplumsal yaşamda ayrı aktöre kurallarının bulunabileceğine inanmıyordu. Her ikisini de aynı ilkeler yönetmeliydi. Bu, doğrudan doğruya Sartre’la çatışmasına yol açtı. Çünkü Sartre, kendisinin de söylediği gibi Sol’a "Zora zorla karşı koymayı” öğretiyordu. Oysa Camus, siyasette kullanılabilecek tek zor'un "zoru bastırmak için gerekli olan zor” olduğuna inanıyordu.

Camus’nün Sol’dan ne ölçüde uzaklaştığı, 1951'de Başkdldıran İnsan'ı yayımlamasıyla ortaya çıktı. Bu kitap siyasal zorbalık karşısında kendi tutumunu, ya da mantık suçu dediği şeyi sistemli bir biçimde anlatıyordu. Sisyphos Efsanesi'nde nasıl intiharı haklı gösterecek hiçbir geçerli düşünce bulunmadığını söylediyse Başkaldıran İnsan’da da ilke uğruna girişilen devrim “zorbalığı” gibi "gerekli cinayetleri” haklı gösterebilecek hiçbir sağlam düşünsel fikir olmadığını yazıyordu. Camus’nün Başkaldıran İnsan'da da anlatmak istedikleri, insanın fikir aşırılıklarından sakınması, yeryüzündeki yaşama koşullarını, ölçülü, gerçekçi ve yavaş yavaş gelişecek bir devrimle düzeltmeye çalışmasıydı. Bu kitabı ılımlılık, ya da ölçü istemek için yazmıştı Camus.

Böyle bir yönetimin siyasette etkisiz olacağı savını Camus, tersine "bunun bugün tek etkili yöntem” olduğunu söyleyerek cevaplamıştır. “İki çeşit etkinlik vardır,” demişti, "tayfunun etkinliği, şebnemin etkinliği.” Siyasette gerçekten etkili olan bunların yalnız İkincisidir. Aşırılığın olsa olsa olumsuz bir etkisi olur; her şeyi kavrar, güçlü bile olabilir belki, ama yaratıcılığı da ortadan kaldırır.

Hakkı üstün kılmak için özgürlüğü öldürmek, Tanrı olmadan onun lûtfuna erme fikrini ortaya almakla, gizemli bedeni, şaşırtıcı bir tepkiyle en aşağılık öğelerine indirgemekle birdir. Hak gerçekleşmediği zaman bile özgürlük, karşı koyma gücünü yitirmez ve insanlara karşılıklı anlaşma olanağını sağlar. Sessiz bir dünyada hak, tutsak edilmiş, susturulmuş hak, karşılıklı suçluluğu da ortadan kaldırır ve sonunda artık hak olmaktan çıkar. Yirminci yüzyılın getirdiği devrim, birbirinden ayrılamayacak olan bu iki fikri, aşırı tutkulu amaçlar peşinde koşarken, rasgele birbirinden ayırmasıdır. Mutlak özgürlük hakla alay etmektir. Mutlak haksa özgürlüğü bütün bütün ortadan kaldırır. Yararlı olabilmek için bu iki fikir kardeşçe bir birlik içinde bulunmalıdırlar.

Bundan başka Camus, salt özgürlük gibi salt yumuşaklığın da bulunamayacağını söyler : zora karşı savaşabilmek için güç gereklidir; ama başkaldıran insan “zora kurallar hazırlayan kurumlar için değil, böyle kurumlarla savaşmak için” sarılacaktır. “Ereğin araçları haklı kılacağı” inancına karşı da Camus, "araçların ereği haklı çıkaracağını” söyleyerek cevap verir. İnsanın kendisini kurban etmesi, sonuca belli bir soylu anlam kazandırır. (Camus, Gandhi’nin Hindistan’da güttüğü zor-kullanmama yolunu bu yüzden çok beğeniyordu.) Soylu bir ülkü uğruna başkalarını kurban etmekse, ülküde soyluluk diye bir şey bırakmaz.

Camus’nün l’homme revolte'yle sıradan anlamıyla başkaldıran insan diyeceğimiz birisini anlatmak istemediği, daha 1944’de yazdığı kısa taslakta, Remarque sur la revolte'de, açıkça belliydi : Başkaldıran İnsan'da Camus, la revolte kuramının, devrim kuramına taban tabana zıt olduğunu daha açık olarak belirtir. Camus, modern dünyanın devrimci ideolojilerini XIX. Yüzyıl nihilizm geleneğine bağlar. Bu ideolojiler, ülküyü gerçekleştirmek için gerçekleri ortadan kaldırmaya çalışmaktadırlar. Camus bunu gerçek bir la revolte kuramına bütünüyle karşı bir şey olarak görür. Çünkü bu kuramın amacı gerçeği değiştirmek, düzeltmek iyileştirmektir. İnsanın ortadan kaldırmaya çalıştığı şeyi iyileştiremeyeceğiyse apaçık ortadadır. Devrim, Camus’nun görüşüne göre, bu yüzden temelinden yıkıcıdır, oysa la revolte, değiştirmek istediğinden tutucudur. Camus’nün kuramının “tutucu” olduğunu söyleyen yergi buradan doğmaktadır : ortadan kaldıracağımız bir şeyi düzeltemeyeceğimiz fikrinde direnmesine bakarsak Camus için kullanılabilir belki “tutucu” sözcüğü; oysa Camus’nün asıl söylemek istediği, değişikliğin, ama özgürlük ve hak adına bir değişikliğin, gerekli olduğudur. Üstelik Camus, yazılarında, hoşgörü ve ölçünün gerekliliğini kabul eden sendikaları da savunmuştur. 

Les Temps Modernes'in Mayıs 1952 sayısında, Sartre’ın çevresinden biri olan solcu Francis Jeanson’un Başkaldıran İnsan'a karşı acı bir saldırısı çıktı. Jeanson, Camus’yü, burjuvazinin elinde oyuncak olan bir barışçılığı savunmak, bu yüzden de “nesnel bir biçimde” gerici olmakla suçluyordu. Jeanson’a göre devrimci zorbalığa karşı çıkmakla Camus, Hegel’in fiziksel gerçeklerle lekelenmek istemeyen “Güzel Ruh”una benziyordu. Camus’nün tayfunla şebnemden söz etmesine gelince, Jeanson, herkesin şebnemi yeğ tutacağını, ama şebnemin tayfun karşısında — ya da kapitalizmin zorbalığı karşısında — hiçbir yararı olmayacağını söylüyordu. “Burjuvalıktan kurtulamayan gözlerimize kapitalizm, Stalincilik ölçüsünde ‘korkunç’ görünmeyebilir,” diyordu Jeanson, “ama bir maden işçisine, grev yaptığı için tutuklanan bir devlet görevlisine, polisin (Fransız polisinin) elinde işkence çeken bir Madagaskar'lıya, napalm’ın ‘temizlediği’ bir Vietnam’lıya, ya da Yabancı Lejyonun yakaladığı bir Tunus’luya nasıl görünüyor acaba?”

Bu saldırıdan sonra, Sartre'ın da çağırışı üzerine Camus, Les Temps Modernes'in yayıncısına açık bir mektup yazmak zorunda kaldı; ama aynı sayıda Jeanson, “komünizme-karşı” olduğu için Camus’ye saldırısını yeniledi; Jeanson yalnızca Stalincilikten söz edilemeyeceğini, gene de Stalinciliğe saygı göstermek gerektiğini, çünkü Stalinciliğin Fransız işçi sınıfının desteklenmesine yol açtığını ve gerçek devrime giden yolda aşılması gereken bir evreyi gösterdiğini ileri sürüyordu. Sartre bütün gücüyle Jeanson’u destekledi ve Camus’ye yazdığı tumturaklı bir mektupta şunları bildirdi: “Dostluğumuz kolay bir dostluk değildi, gene de üzüleceğim bozulmasına. Eğer şimdi bozmak istiyorsan, bozulacak kuşkusuz. Bizi bağlayan çok, ayıran pek az şey vardı. Ama bu pek az bile çok fazlaymış aslında.” (Les Temps Modernes, Ağustos, 1952).

Başkaldıran însan boyunca Camus, ölçü kuramının mediterraneenne olduğunu gene gene söyler; la pansee solaire ile Güney’in, Kuzey’deki karanlık Germen ideolojilerinin tam karşıtı olduğundan uzun uzun söz eder:

Alman toplumculuğu, Fransa, İspanya ve İtalya'da hiç durmadan köktenci düşünceyle savaştığı sıralarda, Birinci Uluslararası Komünist Kongresinin tarihi aslında, Alman ideolojisinin Akdeniz kafasına karşı savaşını anlatıyordu. Devlete karşı halk kitleleri, ülkücü topluma karşı somut toplum, akılcı zorbalığa karşı ölçülü özgürlük, son olarak da kitlelerin sömürülmesine karşı özgeci bireycilik : ta eskiden bu yana Batı tarihini ören o bitmez tükenmez ılımlılık-aşırilık çatışmasının yeniden tekrarlanması.


Camus, “Güneyliler’in ılımlı olduğunu” söylediği, “Kuzeyli” olduğu kuşku götürmeyen Anglo-Saxon demokrasi geleneğindeki o güçlü ılımlılık öğesini değerlendiremediği için, biraz da haklı olarak, yerilmiştir. Camus’nün Ingiliz ve Amerikan edebiyatına karşı büyük ilgisini, özellikle Defoe ve Melville’den etkilenmesini gözönüne alırsak çok gariptir bu. Belki de Camus, Anglo-Saxon demokrasi geleneğini çok pragmatik, düşünselliğe karşı, aynı zamanda püritencilikle çok yakından ilgili buluyordu. Eğer erkincilik (liberalisin) denebilirse, Camus’nün erkinciliği aslında püritenciliğe karşıdır. Çünkü, hak, özgürlük, görev ve ölçü ilkelerine inancını üstüne basa basa belirtmesine karşın Camus, daha pagan olan “dolu yaşama” ülküsüne inancını hiçbir zaman yitirmemiştir. Yayımladığı son romanda Camus, iğrendiği ve korktuğu bir püriten tipi, “tövbekâr-yargıcı” çok etkileyici bir biçimde, alaylı bir açıdan inceler.

Düşüş, Yabancı gibi, birinci şahısta anlatılan bir kısa öyküdür. Kahramanın adı Incil’den alınmış bir ada benzer : Jean-Baptiste Clamence (kitap boyunca dinsel dil ve deyimler çok etkili bir biçimde kullanılmıştır) kendisini, karanlık, yağışlı bir Kuzey kentine, Amsterdam’a sürmüştür; burada Zeedijk’deki kahvelerde oturur; itiraflarını dinleyecek, kendisine itiraflarda bulunacak birisinin çıkagelmesini bekler. Kendisinin de açıkladığı gibi “tövbe edenlerin yargıcıdır” o; kendi itiraflarını yargılar, başkalarının itiraflarını yargılamak ister, öyküsü şudur : bir zamanlar Paris’de avukatlık yapmıştır; kadınlar konusunda, vb. konularda başarılı olmuş, iyi bir ömür sürmüştür; ama bir gün Seine’den, bir kızın bağırışlarını duymuş, ona yardım etmek için hiçbir şey yapmamıştır; o zamandan bu yana da suçluluk duygusu içinde kıvranmaktadır. Kendi suçluluğunu bilmesi, başkalarını anlamasına yardım etmektedir. Suçlu vicdanlar üzerinde bir uzman olmuştur artık. Buna karşılık, kendisinin suçlu benliğinden, “sevimli pişmanlığından” zevk almaktadır.

Camus, Clamence’ın dayanılmaz narsisizmini, yalancılığını birçok ince yakalayışla ortaya serer; Clamence’ın yatak odasında Van Eyck'in çalınmış bir tablosu, “Son Yargıçlar”ı vardır; Ciamence bir gün bir dedektifin gelip kendisini tutuklamasını, hapishaneye kapatmasını düşler. Başkaları gibi kendisinin de cezalandırılmasını ister. Gerçekten istemekte midir bunu? Roman şu sözlerle biter : “Şimdi artık çok geç. Her zaman çok geç olacak, iyi ki böyle.” Camus, bu kitabı yazdığı sıralarda, St.-Germain-des-Fres'de pek gözde olan suçluluk dolu burjuva aydınlarını, suçluluk duygusu içinde yaşadığı topluma karşı duyduğu nefretten doğan ve kendisi için ceza isterken bütün ulusun cezalandırılmasını isteyen kimseleri düşünüyordu. Jean-Baptiste Clamence’de Jean-Paul Sartre’ın çizgilerini aramak çok ileri gitmek olur, ama Camus’nün olumsuz kahramanı, birçok bakımdan tipik bir Sartre kahramanıdır. Germain Bree, Clamence’la Sartre'ın Aziz Genet'si arasında ilginç bir benzerlik bulmuştur :

1952’de Sartre, Jean Genet’nin geniş çapta bir psikanalizi olan “Saint Genet, Actor and Martry”i yayımladı. Oyuncu ve Ermiş — bu sözcükler Jean-Baptiste Clamence’a çok iyi uyuyor. Hırsız, sabıkalı, üstelik yazar olan Genet, Sartre’a göre, düpedüz toplum duvarlarının dışına atılmış ve toplumun tüm gizli kötülükleri inanılmaz bir biçimde omuzlarına yığılmış bir çeşit şamar oğlanıydı; tam Sartre'a özgü bir yorum. Bu yüzden Sartre’ın gözünde, “zamanımızın kahramanlarından biri” aslında bizi bekleyen alınyazısının bir imgesi ve simgesi olmuştu; bizi tarihin iyi yanına geçirecek “atılışı” yapamayan güçsüz bir toplumun duygusuz yaratıkları. Camus, Clamence’ı, konuşmalarıyla ördüğü “huzursuz hücresinde” hiç yapamayacağı “atılışını” yapmak üzere, başkalarına aşıladığı kısır suçluluk duygusunu istediği ölçüde uzatabilecek durumda bıraktığı zaman, Clamence’ın boş sesi garip bir biçimde Sartre’ı yankılıyor gibidir.

Camus'nün 1958 Nisanında Cezayir sorunu üzerine (Sartre’ı düşünerek) yazdığı bir denemede “tövbe edenlerin-yargıcı” terimi çok anlamlı bir biçimde kullanılmıştır :

Bazı Fransızlar sömürgecilik yüzünden Fransa’yı (bunca temiz, kutsal ülke arasında Fransa’yı) tarihi bakımından suçlu görseler bile, bunun bütün acısını Cezayir’deki Fransızlardan çıkarmamalıdırlar. (Gidin, ölün; size layık olan budur!); kendilerini kefaret diye sunmalıdırlar onlar. Bana sorulursa, ben, “tövbekâr-yargıçlarımızın yaptığı gibi, insanın mea-culpa’sının başkasının üstüne atmasını çok haksız buluyorum...

Düşüş çok çeşitli biçimlerde yorumlanmıştır; belki de çoğu zaman yanlış yorumlanmıştır, çünkü ironi çok tehlikeli bir araçtır : kitabın sertliğini yumuşatmak için, yazarın kapalılığı nereye dek götürdüğünü görmek de kolay değildir. Jean Block-Michel Düşüş’ün daha önce yazılmış, başka, değişik bir kopyasını bulup çıkarmıştır; bunda Clamence, Yabancı'daki Meursault gibi son sayfalarda değişir, bambaşka bir dille konuşur; ama kitabın son biçiminde Clamence kendi konuşmasının tutsaklığından kurtulamaz — biz de böyle kalmasını isteriz zaten.

1930’larda Camus, Alger-republicain’de çalışırken, başkentli Fransızlar için (solcular için bile) çok az önemi olan Cezayir’deki siyasal durum, 1950’lerde bütün öteki sorunları gölgede bıraktı. Duygular yoğunlaştı, aşırılaştı. Sol-kanat F.L.N. bütün ulusun duygularını körüklüyordu; bunun tepkisi Algerie française'i uğruna eskisinden güçlü bir hareketin doğması oldu. Camus, gene herkesi ılımlılığa çağırıyordu; Cezayir’de, Sol-kanat Arap ulusçularının istediklerini zor kullanarak yapmalarına da, zorla-karşı koyarak desteklenen Fransız yönetimine de karşıydı. Cezayir’deki bütün ırkların barışmasını, Fransız ekonomisiyle işbirliği yaparak bir yeniden-kuruluşa gidilmesini istiyordu. 1956’da Cezayir radyosunda yaptığı güzel bir konuşmada, neredeyse kanlı bir iç savaşa dönen duruma “ara verme” isteğinde bulundu.

Bu isteğini kimsenin dikkate almadığını gören Camus, Cezayir sorunu üzerindeki siyasal konuşmalarına son verdi. Birçok bakımdan umut kırıklığına uğramış bir insandı. Yalnız F.L.N.’i tutmakla kalmayıp, Cezayir’deki Fransız ordusundan çekilmeyi (bazı durumlarda Arap zorbalarına savaşta yardım etmeyi) bile destekleyen Fransız solcularından çoğu için Albert Camus adı, bir lanet sözcüğü oldu; özellikle Camus, Fransız ordusunun Cezayir'deki canavarlıklarını protesto etmek için hazırlanan bildirilere, bu bildirileri yazanların aynı zamanda F.L.N.’in canavarlıklarını da kötülemesi gerektiğini ileri sürerek imzalamamasından sonra, şunları yazmıştır :

Aklın yalın dilini ortadan kaldırarak, gittikçe büyüyen bir çılgınlık içinde zorbalığa zorbalıkla karşı çıkmaya başlandı mı, aydınların görevi, her gün örneklerini gördüğümüz gibi, bir köşeden bir zorbalığı haklı gösterip ötekini suçlamak olmamalıdır.

Camus aynı zamanda şunları da eklemiştir : “Melouza’da, ya da Avrupa’da çocukların öldürülmesine göz yumanlarla birlikte işkenceleri protesto etmek bana hem zararlı, hem de alçakça bir şey gibi görünüyor; tıpkı işkencelerden rahatsız olmayanlarla bir olup zorbalığı kötülemenin zararlı ve alçakça olması gibi.”

“Kendilerini adamış” solcu Fransız aydınlarınca sevilmemesine belki de çok üzülmüyordu Camus artık; onu asıl üzen şey, birbiriyle yarışan ulusçuluk ve sömürgecilik ideolojilerinin Arapları da, Fransızları da insanlıktan uzaklaştırması, Cezayir’de yaşayanların duygusuzlaşmasıydı. Bu üzüntünün bir kısmı, ölümünden önce yayımladığı son öyküler kitabında, Sürügn ve Krallık'da görülebilir. Roman değil de bir öyküler dizisi olduğu için bu kitap Camus’nün daha uzun yapıtlarında gösterilen ilgiyi hiç görmemiştir; oysa ben bu kitabın onun en kalıcı yapıtlarından birisi olacağını sanıyorum. Kitaptaki düzyazı çok güzel. Burada, ilk yapıtlardaki belli belirsiz hamlık yok olmuş, Düşüş'deki karmakarışık yazma biçiminin yerini daha yalın, daha doğrudan bir anlatım almıştır. Sürgün ve Krallık'da yazarın anavatanıyla olan ilişkilerinin allegorisi diye anlaşılabilecek bir öykü var. Adı Konuk, kahramanı da bir dağ köyündeki Cezayirli Fransız öğretmen.

Bir gün, o çevredeki jandarma öğretmene, bir Arap tutuklu getiriyor, ona gözkulak olmasını, ertesi sabah da onu en yakın cezaevine götürüp bırakmasını buyuruyor. Tutuklunun bir katil — siyasal bir katil değil- olmasına karşın, öğretmen gardiyan olmayı kendine yediremiyor. Bu yüzden ertesi gün Arabı en yakın yol çatına götürüyor. Ona cezaevine giden yolu gösteriyor; aynı zamanda polisten kaçarsa sığınabileceği göçebe çadırlarının yolunu da gösteriyor. Araba yiyecek veriyor ve yanından ayrılıyor. Sonra dönüp, adamın ne yaptığını anlamak için arkasına bakıyor; görüyor ki adam, göçebelere değil de, cezaevine giden yolu seçmiş. İroni burada bitmiyor. Öğretmen okula dönünce, bazı Arapların tahtaya tebeşirle şunları yazdığını görüyor : “Kardeşimizi ele verdin. Bunu sana ödeteceğiz.”

Yaşantıları Camus’ye yaşamın alaylı yanlarını öğretmekte çok yardımcı olmuştur. Gerçekten de, dinsel inançları var idiyse bile bunları Thomas Hardy'nin inançlarına benzetiyordu Camus kuşkusuz; kötüleri koruyan, suçsuzları cezalandıran bir Tanrı. Camus’nün ölümüne bile biraz ironi karışmıştır. 4 Ocak 1960’da, Paris’e gitmek üzere tren biletini aldıktan sonra, yayıncısı Michel Gallimard’ın kendisini arabayla götürme teklifini kabul etmişti, elle tutulacak hiçbir neden yokken araba yolda bir ağaca çarptı, ikisi de öldüler.

Çeviren : Yurdanur Salman

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder