“İlkel Sanat” terimi genellikle, tarihteki sayısız ırkların dönemlerin, birçok değişik toplumsal, dinsel düzenlerin sanat ürünlerini belirlemek üzere kullanılır. En geniş anlamıyla, Avrupa uygarlığı ile büyük doğu uygarlıkları dışında kalan kültürleri kapsar görünür. Ben de bu anlamda kullanacağım burada, ama “ilkel” sözcüğünün birçok kimselerin kafasında kabalık, yetersizlik, sona ermiş başarılardan daha çok bilgisizce 'aranmalar, gibi çağrışımlar uyandıracağını düşünerek, sanata uygulanmasından pek de boşlanmıyorum. Çok daha büyük bir anlamı vardır ilkel sanatın; bir şeyi doğrudan doğruya deyimler, en başta temel ilk öğelerle ilgilenir, dolaysız, güçlü duygudan doğan yalınlığı da, boşluktan başka hiçbir şeye yaramayan yalınlık uğruna yalınlık özentisinden apayrıdır, güzellik gibi yalınlık da kendiliğinden doğan bir değerdir; başka şeylerin yanı sıra gelir, başlı başına bir amaç da olamaz.
Bütün ilkel sanatın en çarpıcı ortak yönü yoğun canlılığıdır. Yaşamaya dolaysız, apansız bir tepkileri olan insanların elinden çıkmıştır. Gerek heykel gerek resim onlar için akademik, kuramsal bir etkinlik değil, güçlü inançların, umutların, korkuların bir anlatımıdır. İnceliklere, yüzey süslerine yenilişten önceki, esinin teknik oyunlara, düşünsel görütlere dönüşmesinden Önceki sanattır bu. Ama sürüp giden değerinin yanısıra, iyice tanınması da sözüm ona büyük dönemler diye anılan daha sonraki gelişmelerin daha ayrıntılı, daha gerçek bir değerlendirilmesini sağlar, sanatın geçmişle gelecek arasında hiçbir ayrılık gözetmeyen evrensel bir sürekli etkinlik olduğunu gösterir.
Bütün sanatın kökü “İlkel’dedir, değilse sanat başıbozukluktan kurtulamaz. Perikles çağı Yunan sanatının, Rönesans’ın, çiçeklenip ilkel dönemleri hızla izledikten sonra yavaş yavaş sönmeleri buna örnektir. Phidias’ın bilinçli amacı doğalcıydı ama ilkel Yunanlılar, onun yaşadığı güne, yontularına gerçek bir nitelik taşıyacak ölçüde yakındılar; erken İtalyan sanatı geleneği de gerçekçilik çabasındaki Massacio’nun, ilkel bir görkem ile yalınlığı da sürdürebilmesine yetecek ölçüde, etinde kanındaydı daha. Gerek bugünün sanatçılarının, gerekse kamunun, ilkel sanatla gitgide daha çok ilgilenmeleri, çok umut verici, çok önemli bir belirtidir.
Fransa’da, İtalya’da, Ispanya’da gördüğüm birtakım ilkel sanat derlemeleri yanısıra benim ilkel sanatla tanışıklığım bütünüyle son yirmi yıl içinde sık sık British Museum’a gidişimden gelir.
Önceleri genellikle Mısır sanatı galerilerini görmeye giderdim hep. çünkü Mısır heykelciliğinin anıtsal etki gücü, insanın gözünü ilk açmış olan, bildik Yunan, Rönesans amaçlarına en yakın örnekti. Ama, bir süre sonra,-en erken dönemlerden kalma ürünler bir yana, bu galerinin çekiciliği azaldı benim için. Sonraki dönemlerinde akademik bir açıklığa, aptalca sayılacak bir anıt düşkünlüğüne gösterdiği eğilimden ötürü, Mısır heykelciliğinin büyük bir kesimi, aşırı kalıpçı, hiyeroglif düzenine aşırı ölçüde bağlı nitelikteydi.
Mısır sanatı galerilerinin yanısıra Asur kabartmalarının -kralların aslan avlarını, savaşlarını günü gününe anlatan resimlerin, yorumlarının yer aldığı galeriler uzanıyordu. Ama az ötede Handel’in müziğini andırırcasına dopdolu, büyük, doğal, rahat bir dinginlikle oturan gerçek boydaki kadın figürleriyle Eski Yunan odaları yer alıyordu; onların yakınında da çok kötü aydınlatılmış uşağı katta, görkemli Etrüsk taş mezar figürleri vardı.
Yukarı kattaki Mısır galerilerinin sonunda, kimileri boğaca bir görkemle, bir enerjiyle, alçı işler odasındaki, vazolar odasındaki, erken Yunan ve Etrüsk sanatının canlılığından büyük ölçüde ayrılan Sümer heykelleri vardı. Taş Çağı ile tarih öncesi odasından demir bir merdivenle, duvarlarındaki çamlıklarda 20.000 yıl önce yapılmış Yontma Taş Çağı heykellerinin özgünleriyle kopyaları bulunan galeriye çıkılıyordu —bir başparmak tırnağından daha büyük olmayan, incelikle oyulmuş, sevimli, bir kız başı; onun yanısıra da Cilâlı Taş Çağının daha simgeci, daha buluşcu, iki-boyutlu desenleriyle karşılaştırılınca, kopyacı bir gerçekçilik değil de büyük bir biçim zenginliğinde dile gelmiş insancı bir gerçekçilik gösteren kadın figürleri.
Sonunda tükenmek bilmez zenginlikteki binbir türlü heykel başarısını (zenci, Okyanus Adaları, Kuzey Amerika, Güney Amerika) bir araya getiren ama batmış gemi parçaları satan bir eskici dükkânının karmakarışıklığını andıran Etnografik odaya geldi sıra. Bu karışıklıktan dolayı, gidişten sonra bile daha önce gözüme ilişmemiş heykellerle karşılaştığım oldu. Zenci sanatı, odanın en geniş bölümlerinden birini tutuyordu. Benin bronzları bir yana, çoğunluğu tahta oymalardı zenci sanatının. Sanatın, ilkel yapıtta büyük seçiklikle göze çarpan baş ilkelerinden biri, gereçe saygıdır; sanatçı gereçini anlamakta, gerecinin kullanılışını, olanaklarını görmekte içgüdüsel bir ustalık gösterir. Tahtanın damarlı, lif lif bir dayanıklılığı vardır, kırılmadan en ince biçimlere bile sokulabilir. Zenci heykelci, böylece, istediği zaman kolları gövdeden ayırmak, bacaklar arasına bir boşluk yerleştirmek, figürlerine uzun boyunlar yontmak özgürlüğündedir. Figürün bütünleyici parçalarının böyle daha eksiksiz bir yolda kavranışı, zenci yontuculuğuna taşın başlıca gereç olarak kullanıldığı ilkel dönemlerin birçoklarındakinden daha üç-boyutlu bir nitelik kazandırır, öbür ilkellerde olduğu gibi zencide de cinsellik ile din birbiriyle sıkı sıkıya ilgili iki yaşam kaynağıydı. Zenci yontularının çoğunda, zencilerin modern din türkülerindeki gibi -bu türkülerin duygucu yönünü bir yana bırakıyoruz,- -yoğun bir acı, gizli güçler karşısında durgun bir sabırla boyun eğme vardır: dinsel bir sanattır zenci heykeli, yapılmış olduğu ağaç gibi aşağıya yukarıya uzantılar salan bir eylemi vardır, ama bükük ağır bacaklarıyla yere köklenmiştir.
Kuzey, güney Amerika’dan gelen yapıtlar arasında Meksika sanatı eşsiz bir güzellik gösteriyor. Meksika heykeli, ilk çırpıda, gerçekliğiyle, doğruluğuyla çarptı beni; belki de bu heykellerle çocukluğumda Yorkshire kiliselerinde görmüş olduğum yontular arasında hemen bir benzerlik kurmam dolayısıyla böyle etkilenmiştim. “Taşça” niteliği, başka deyimle gereçe saygısı, duyarlığından hiçbir şey yitirmeksizin eriştiği büvük güç, şaşılacak ölçüdeki türlülüğü ile biçim-bulma zenginliği, üç-boyutlu bütün bir biçim anlayışına yönelişi, bence Meksika heykelini taş heykelciliğin bütün öbür dönemlerinden hiçbirinin erişemiyeceği bir değere yüceltir.
Okyanusun sayısız adalarından her küme kendine özgü büyük ayrımlarla, kendi heykel okulunu, kendi biçim-görütünü kurmuştu. Yeni Gine yontuları, dışa yönelmiş, örümceği-andıran uzantıları, kuş-gagası çıkıntılarıyla, belirsiz kafalı, düz yüzeyli Nukuoro yontularından; ya da, Manjuesas Adalarının vurdumduymaz taş figürleri, Euter Adasının kaslı, kaburgalı tahta figürlerinden, apayrı özelliktedir. Okyanus sanatı, sık sık yapıldığı gibi, Zenci sanatıyla karşılaştırılırsa daha canlı ince bir pırıltı gösterir, ama çoğunlukla daha iki-boyutlu, daha örneğe düşkün bir niteliktedir. Bununla birlikte Yeni İrlanda yontuları, çapkın türden canlılıkları yanısıra eşsiz bir uzay duygusu, kafeste kuş biçimi gösterirler.
Ama ilkel okulların bu tek tek özellikleri, bu yüzey nitelikleri altında hepsinde göze çarpan ortak bir evrensel biçimler dili yatar; içgüdüsel bir heykelci duyarlığı etkisiyle, benzer biçimler ile biçim-bağlantıları, tarih boyunca bambaşka yerlerde, bambaşka dönemlerde, benzer düşüncelerin anlatımı için kullanılmışlardır, böylece aynı biçim-görütü hem bir zenci ya da Viking yontusunda, hem Yunan adalarından gelme bir figürde, hem de tahtadan bir Nukuoro heykelciğinde göze çarpabilir. British Museum’un bütün derlemeleriyle iyice tanışıklık kurduktan sonra yavaş yavaş, beşinci yüzyılda Yunanistanda ortaya çıkan gerçekçi doğal güzellik ülküsünün ancak heykelin ana geleneğinden bir sapma olduğunu, sözgelişi bizim eşit ölçüde Avrupalı, Romanesk, Erken Gotik heykelciliğimizin ise ana gelenekte yeraldığını iyice anladım.
İlkel sanat hem tarihçilere hem de insanbilimcilere bir bilgi kaynağıdır, ama anlaşılması, değerlendirilmesi için, ona bakmak, ilkel insanların tarihlerini, dinlerini, toplumsal törelerini öğrenmekten daha önemlidir. Bu türden bilgiler yararlı olabilir, heykellere daha bir yakınlık duymamızı sağlayabilir; Müzede heykellerin altına iliştirilmiş etiketlerdeki bilgi kırıntıları da sürekli bir bakma gerilimiyle yorulan kafamıza gerekli dinlenmeyi sağlamakla işe yarar. Ama gerçekten gereken, nerede ne zaman yapılmış olurlarsa olsunlar, kendilerine özgü kesintisiz bir yaşam sürdüren, kendilerini sanki bugün bitirilmişler gibi kavrayacak ölçüde açık, duyarlı kimselere heykelcilik bakımından türlü anlamlar sunan bu yontuların karşısında duyulacak benimsemedir.
Her heykelci, geçmiş yaşantılarıyla, doğal yasaları gözlemekle, gerek kendi yapıtlarının gerek başka heykellerin eleştirisiyle, karakteriyle, ruhbilimci yapısıyla, içinde bulunduğu gelişme dönemi uyarınca, heykelde birtakım belli değerlerin kendisi için temel bir önem taşıdığını düşünür. Benim için bu değerler şunlar:
Gereçe bağlılık. Her gereçin kendine özgü değerleri vardır. Heykelci ancak doğrudan doğruya çalışırken, gereçi ile etken bir ilgi kurduğu zaman, gereç bir düşüncenin biçimlenişindeki yerini alabilir. Sözgelişi, taş yoğundur serttir, yalancıktan yumuşak bir ten görünüşüne sokulmamalıdır, kendi yuğruluş yapısının ötesine zorlanışı, bir güçsüzlük noktasına vardırılmamalıdır. O sert, katı taşlığını sürdürmelidir.
Bütün bir üç-boyut kavrayışı. Eksiksiz heykel anlatımı, bütün uzaysal gerçekliğiyle biçimdir.
Kitlenin yüzeyine yalnız kabarık biçimler yapmak heykelin bütün anlatım gücünün eşiğinde durmaktır. Heykelci gereçini anlar, gereçinin doğal yuğruluşunu, olanaklarını Öğrenirse, onun kendi sınırları içinde kalmakla birlikte hantal bir topağı, boşlukla çevrili bütünlükleriyle kavranmış, birbirlerini ezen, zorlayan, uzay bağlantıları içinde birbirlerini iten kakan - ağırlık merkezinin tabanda bulunuşu (tabanından başka yere kaymayışı, yıkılmayışı) anlamında dural— ama gene de parçaları arasında çevik bir dinamik gerilim bulunan, bütün bir biçim- varlığı gösteren bir düzene dönüştürür.
Heykele bütün çevresinden birbirinin benzeri iki bakış noktası yoktur. Eksiksiz bir biçimin gerçekleşmesi simetrisizliğe bağlıdır. Çünkü simetrik bir kitle her iki yandan aynı görünüşüyle, simetrisiz bir kitlenin değişik bakış noktaları sayısının yarısına bile ulaşamaz.
Simetrisizlik öte yandan (bende), geometrikten daha ağır basan doğala duyulan isteğe de bağlıdır.
Doğal biçimler ana konumlarında simetrik olabilmekle birlikte, çevreye tepkileriyle, gelişmeleriyle, çekimleriyle eksiksiz bir simetriden uzaklaşırlar.
İnsan figürü beni en çok ilgilendiren konudur, ama çakıllar, kayalar, kemikler, ağaçlar, bitkiler gibi doğal nesneleri incelemekle birtakım biçim ilkeleri, ritim ilkeleri bulmuşumdur.
Çakıllarla kayalar doğanın taşı işleyişine örnektirler. Denizin aşındırdığı pürüzsüz çakıllar aşınmayı, taşın sürtünme işlemini, simetrisizlik ilkelerini gösterirler.
Kayalar, taşın çentilme, yontulma işlemini gösterirler, sinirli, diş diş bir kitle ritimleri vardır.
Kemiklerde şaşırtıcı bir yapılış gücüyle sert bir biçim gerilimi, bir biçimin incelikle başka bir biçime geçişi, büyük bir parçalar zenginliği vardır.
Ağaçlar (ağaç gövdeleri) gelişme ilkelerini, eklemlerin güçlülük ilkelerini bir parçadan ötekine tatlı geçişlerle gösterirler. Ağaç heykellerin, yukarı doğru bükülerek gelişen eylemin özünü sunarlar bize.
Deniz kabukları doğanın sert ama oyuk biçimlerini (maden heykeller için) gösterirler," olağanüstü bir tek-biçim bütünlükleri vardır.
Doğada sanatçının biçim-bilgisi yaşantısını genişletecek sonsuz türlülükte biçimler, ritimler göze çarpar (teleskopla mikroskop bu konuyu daha da aydınlatmıştır)-.
Ama biçim değerleri yanında görütleme, anlatım değerleri de vardır:
Görütleme ile anlatım. Yapıtımda amacım, heykelin soyut ilkelerini düşüncemin gerçekleşmesiyle elimden geldiğince yoğun bir yolda birleştirmektir.
Sanatın bütünü bir bakıma bir soyutlamadır: (heykelde gerecin kendisi, sanatçıyı katkısız yansıtma işleminden kopmaya, soyutlamaya zorlar).
Taslağın soyut değeri yapıtın değerliliği için gereklidir, ama bence ruhbilimsel, insanca öğe de eşit ölçüde önemlidir. Bir yapıt hem soyut hem de insanca öğeleri birlikte kaynaştırırsa, daha dolu daha derin bir anlam kazanır.
Canlılık ile anlatım gücü. Bence bir yapıtın kendine özgü bir canlılığı olmalıdır. Yaşamın canlılığının, eylemin, doğal etkinliğin, oynayan sıçrayan figürlerin yansılanması değil demek istediğim; ama bir yapıtın kendi sınırları içinde dopdolu bir enerjisi, yansıttığı nesneden apayrı bir kendine özgü yaşamı olmalıdır diyorum. Bir sanat yapıtında bu güçlü canlılık varsa, Güzellik sözüyle o yapıt arasında bir bağ aramayız.
Geç Yunan ya da Rönesans anlamında Güzellik, benim heykelimin amacı olmaktan uzaktır.
Anlatım güzelliği ile anlatım gücü arasında bir görev ayrılığı vardır. Birincisi duyuların hoşuna gitmeyi amaç tutar, İkincisinde ise bence daha etkileyici, duyulardan daha derine uzanan bir öz canlılık vardır.
Bir yapıt doğal görünüşleri yansılamak amacını gütmeyecek diye, yaşamdan bir kaçış da olamaz -ama bir uyuşturucu ya da hap değil de gerçeğin derinlerine iniş; yalnız bir iyi beğeni alıştırması, hoş biçimlerle renklerin hoş bileşimlerde sunulması, bir yaşam süsü değil de yaşamın anlamının bir dile getirilişi, daha büyük bir yaşama çabasına dürtü olabilir.
HEYKEL ÜZERİNE NOTLAR
Bir heykelcinin ya da ressamın, uğraşı üzerine sık sık konuşması doğru değildir. İşi için gereken gerilimi zedeler bu. Amaçlarım derli toplu bir mantıksal kesinlikle dile getirme çabasında, kolaylıkla, gerçek yapıtı ancak mantıkla, sözcüklerle ilgili kavramların katıca ortaya konuşu olan bir kuramcı durumuna düşebilir.
Ama, kafasının mantıkdışı, içgüdüsel, bilinçaltı kesimleri yapıtında yer alsa da, etkisiz kalmayan bir bilinçli kafası da yok değildir. Sanatçı, bütün kişiliğinin bir yoğunlaşmasıyla çalışır, kişiliğin bilinçli yönü çatışmaları çözer, anıları düzenler, onu iki yönde birden yolalma çabasından alıkor.
Bundan dolayı, bir heykelci, kendi bilinçli yaşantısına dayanarak, başkalarına heykeli anlamalarına yardım edecek ipuçları verebilir. Bu yazının amacı da bundan başka bir şey değildir. Heykelin genel gelişmesini, ya da kendi gelişmemi anlatmak değil niyetim. Zaman zaman kafama takılan sorunlardan birkaçı üzerine konuşacağım biraz.
Heykelin değerlendirilmesi, biçime üç-boyutlu bir tepki gösterebilme yetimize bağlıdır. Heykel için en güç sanat denmesi bundan dolayıdır belki de. Heykeli değerlendirmenin, yalnız iki boyut içinde yer alan düzlem biçimlerin değerlendirilmesinden daha güç olduğu sugötürmez. “Biçim-körü” insanların sayısı, renk-körlerinin sayısından daha çoktur; Görmeyi öğrenen çocuk, ilkin yalnız iki-boyutlu biçimleri ayır-deder; uzaklıkları, derinlikleri kavrayamaz. Sonraları, kendi kişisel güvenliği, edimsel gereksinmeleri uğruna, (dokunma duyusunun da aracılığıyla) üç-boyutlu uzantıları da kabaca kavrayacak yeteneği geliştirmek zorunda kalır. Ama birçok kimse, edimsel gereksinmeleri karşılanınca, daha öteye gitmezler, Düzlem biçimlerin algılânmasında sözü edilmeye değer bir duyarlığa ulaşsalar bile, bir adım daha atıp, biçimin bütün uzaysal varlığıyla kavranması için gerekli olan düşünsel, duygusal çabayı göstermezler.
Heykelcinin yapması gereken budur işte. O, sürekli olarak, biçimin bütün uzaysal varlığını düşünmeye, kullanmaya çabalamalıdır. Heykelci, somut biçimi, kafasının içindeymişçesine algılar -boyutları ne olursa olsun, o biçimi bütünüyle avcunda tutuyormuşçasına düşünür kafasında, kendi kendine yeterli bir bütün olan, karmaşık bir biçim görür. Bir yandan baktığı bu biçimin öbür yanının da nasıl göründüğünü bilir. Onun ağırlık merkeziyle, kitlesiyle, ağırlığıyla bir olur; oylumunu, boşlukta tuttuğu yeri kafasında canlandırır.
Duygun seyirci de biçimi, anımsadıklarının bir betimi olarak değil, biçim olarak görmeyi öğrenmelidir. Sözgelişi, bir yumurtayı, besin olarak taşıdığı anlamdan, ya da içinden çıkacak civcivle ilgili yazınsal düşünüden apayrı bir somut biçim olarak kavrayabilmelidir. Bir deniz-kabuğu, bir ceviz, bir erik, bir armut, bir iribaş, bir mantar, bir dağ doruğu, bir böbrek, bir havuç, bir ağaç gövdesi, bir kuş, bir tomurcuk, bir tarlakuşu, bir hanımböceği, bir saz otu, bir kemik gibi somut nesneleri de. Bunlardan giderek daha karmaşık biçimleri, ya da çok sayıda biçimlerin bileşimlerini de değerlendirebilecektir.
Gotik çağdan beri Avrupa heykeli, yosunlara, ayrıkotlarına —biçimi bütünüyle gizleyen yüzey fazlalıklarına— boğulmuştu. Bu fazlalıkları bir yana itmek, bize gene biçim-bilinci kazandırmak Brancusi’nin özel görevi olmuştur. Bunu gerçekleştirmek için Brancusi, heykelini tek-silindir biçiminde korumak, hemen hemen aşırı bir ölçüde özleştirip parlatmak amacıyla, en yalın, dolaysız, nesnelere yöneldi var gücüyle. Yapıtının bireysel değeri bir yana, çağdaş heykelin gelişmesinde tarihsel bir önemi de vardır. Ama şimdi heykeli sınırlamak, tek (durağan) biçim birimine indirgemek gerekmez artık. Açılmaya başlayabiliriz. Değişik boyutlu başka başka biçimleri, parçaları, boyutları birleştirebiliriz.
Beni en çok ilgilendiren konunun insan figürü olmasıyla birlikte doğal biçimlere, sözgelişi kemiklere, çakıllara, buna benzer şeylere büyük bir dikkatle yönelmişimdir. Kımileyin aynı deniz kıyısına her yıl gelip gitmişimdir -ama her yıl başka bir çakıl biçimi ilişmiştir gözüme, önceki yıl yüzlercesini çiğneyip geçtiğim, yepyeni bir biçim. Deniz kıyısı boyunca yürürken geçtiğim milyonlarca çakıldan ancak o sıralardaki kimliğime uygun düşecekleri büyük bir coşkuyla görmeyi yeğlerim. Oturur bir avuç çakılı tek tek incelemeye koyulursam iş değişir. Böylece, kafama, yeni bir biçime uyarlanması için gerekli zamanı vererek, biçim yaşantımı daha da büyütebilirim.
Herkesin bilinçsiz bir yolda bağlı olduğu, bilinçli denetin yasaklayıcı baskısı dışında, hemen tepki gösterebileceği evrensel biçimler yardır.
Çakıllar doğama taşı işleyiş yolunu gösterirler. Topladığım çakıllardan kimisinin tam ortasında delikler olur.
Taş gibi sert, kolay kırılır bir gereçle ilk doğrudan doğruya çalışmada, deney kıtlığı ile gereçe duyulan büyük saygı, taşı yanlış kullanma korkusu, çoğunlukla heykel gücünden yoksun, yüzey kabartması yontulara yol açar.
Ama biraz daha deneyle, bitirilmiş bir taş yapıt, gerecinin sınırları içinde korunabilir, başka deyişle, kendi doğal yapısının ötesinde bir güçsüzlüğe düşmemekle birlikte hantal bir yığın durumundan çıkarak, değişik boydaki kitlelerin, parçaların uzaysal bir alışverişle bir araya gelmesiyle, eksiksiz bir biçim varlığı gösteren bir düzene dönüşür.
Bir taş parçası, ortasındaki delikten dolayı gücünden hiçbir şey yitirmeyebilir —ama delik ölçülü-biçili bir büyüklükte, biçimde, yönde ise. Yapı-kemeri ilkesinde olduğu gibi, gücünü öylece sürdürebilir.
Bir taş parçasına oyulan ilk delik bir açımlanmadır.
Delik, bir yanı öbürüne birleştirerek taşı hemen daba bir üç-boyutlu kılar.
Bir delik kendi başına bir somut-kitle ölçüsünde biçim-anlamı taşıyabilir.
Taşa oyulmuş tek bir delikle, düşünülüp-taşınılmış gözden geçirilmiş bir biçim sağlayan delikle, boşlukta heykel yapılabilir.
Deliğin gizi -dağ yamaçlarındaki, uçurumlardaki mağaraların gizemli büyüsü.
Her düşünce için uygun bir doğal boyut vardır.
Oranlarına, gereçlerine eksiksiz uyacak düşüncelerim olmakla birlikte, boylarının elverişsizliği yüzünden, iyi taş parçaları uzun süre atölyemde beklemiştir.
Bildiğimiz doğal boyla, inç, ayak ölçüleriyle hiç ilgisiz, görütleme gücüne bağlı, apayrı türden bir boy vardır.
Bir yontu doğal-boyutlardan birkaç kez daba büyük olmakla birlikte, duygu yönünden gene de yoz, bodur kalabilir -birkaç inç boyunu aşmayan küçücük bir yontu ise büyük bir boy etkisi, bir anıt görkemi taşıyabilir; ardındaki görüt, düş büyüktür çünkü, örnekse, Michelan-gelo’nun desenleri ya da bir Massacio madonnası- bir de Albert Anıtı’nı düşünün öte yandan.
Bununla birlikte, gerçek doğal boyutların duygusal bir anlamı vardır. Biz her şeyi kendi boyutlarımıza bağlarız, boyutlara gösterdiğimiz duygusal tepki de ortalama insanın beş altı ayak boyu oluşu gerçeğiyle sınırlıdır.
Taşıma güçlükleri, gereçin fiyatı gibi edimsel kaygılar engel olmasa şimdi yaptığımdan daha çok sayıda büyük boy yontular yapmak isterdim. Ortalama, sıradan boyutlar, bir düşünceyi günlük yaşamın kuruluğundan yeterince ayıramıyor. Ya çok küçük, ya da çok büyük boyutlar ek bir duygu coşkunluğu doğuruyor ancak.
Geçenlerde kırda çalışırken, açık havada yontmanın bir Londra atölyesindekinden çok daha doğal olduğunu, ama daha büyük boyutlar gerektirdiğini gördüm. Bir tarlanın, yemişliğin, bahçenin herhangi bir yerine rasgele bırakılıvermiş bir taş ya da tahta parçası hemen tam yerini bulmuş görünüyor, esinlemeye başlıyor.
Desenlerim her şeyden önce heykel yapmama bir yardım —heykel için bir düşünceler üretme, çıkış noktasına alışma yolu- niteliğindedirler; bir bakıma, düşünceleri türlendirmek, geliştirmektir görevleri.
*
Çeviren:
Akşit Göktürk
*
Çeviren:
Akşit Göktürk
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder