Edebiyat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Edebiyat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Mum Yakana Kılavuz XV🕯️🕯️🕯️



Mumun aydınlattığı masaya boş sayfanın yalnızlığı yayıldığında büyür yalnızlık. Boş sayfa! Kat edilecek, ama henüz hiç kat edilmemiş bu büyük çöl. Uykusuz geçen her gece boş kalan bu boş sayfa, hiç durmadan yeniden başlanan bir yalnızlığın büyük göstergesi değil midir? Ve yalnızlık yalnızca bilgilenmek istemekle kalmayan, yazmak da isteyen, çalışan birinin yalnızlığı olduğunda, bu münzevinin üzerine nasıl bir yalnızlık çöreklenir! O zaman boş sayfa bir hiçliktir, acılı bir hiçlik, yazının hiçliği.


Evet, keşke yazabilsek! Sonra, belki düşünebiliriz. Pri mum scribere, deinde philosophari lonce yaz(mak), sonra felsefe yap(mak), der Nietzsche şakayla. "Ama yazamayacak kadar yalnızızdır. Boş sayfa bomboştur, yazarak gerçekten var olmaya başlanamayacak kadar boştur başlangıçta. Boş sayfa sessizliği dayatır. Mallarmé,

"bir mumun ıssız aydınlığı beyazlığını koruyan boş kağıt üzerinde"

Aşk'a Kılavuz: Fars Edebiyatı


"Beni mum gibi aşk ile yak 
Benden sadece bir iz kalıncaya dek!"

"Aşkta Pervâne gibi yanmak gerek!"

Kulübe Güncesi: Okumak / Yazmak


Writing your name can lead to writing sentences. And the next thing you'll be doing is writing paragraphs, and then books. And then you'll be in as much trouble as I am!

.

I should not talk so much about myself if there were anybody else whom I knew as well.

.


I put a piece of paper under my pillow, and when I could not sleep I wrote in the dark.

.

How vain it is to sit down to write when you have not stood up to live.

.

Read the best books first, or you may not have a chance to read them at all.

Kulübe Güncesi: Kamo No Chomei : The Ten Foot Square Hut

 Kamo No Chomei 1153-1216 yılları arasında yaşamış bir budist keşiş, şair ve müzisyen. Saray toplumunun çökmesi ile kişisel çatışmalar ve tanık olduğu felaketlerden sonra bir dağa çekilerek küçük kulübesinde yalnız bir hayat sürmeye baslar ve Japon Edebiyatının en tanınmış yazılarından birini burada yazar: The Ten Foot Square Hut.

Chomei'nin kulübesi yalnızlığın da en asgari ölçüleri. Benim kulübeme gelince, fazladan birkaç metre daha yerim var.


Toplamda yedi sayfa kadar olan The Ten Foot Square Hut metninin ingilizcesi aşağıda. Alıntılar metnin Penguin baskısından kısa bir serbest çeviri örneği. Yazı genel olarak Chomei'nin onu yalnız başına bir kulübede yaşama kararına götüren kıtlık, felaketler, yozlaŞan gelenekler, şahit olduğu kötü tanıklıkları ile başlayıp kulübeyi nasıl inşa ettiğinin hikayesi ile sürüyor ve kulübesine olan sevgisi karşısında onu Buda'nın tüm bağlılıklardan vazgeçme ilkesi ile karşı karşıya getiren düşünceler ile bitiyor.

"Altmış yaşındayım. Bir çiğ tanesinden farksız olan hayatımın son yıllarını geçireceğim bu kulübem şimdi, bir geceliğine dağlarda kurulan avcı çadırlarına ya da ipek böceklerinin ördüğü kozalara benziyor."

"Duvarlar kaba sıvalı toprak, çatı ise sazdan yapılmıştır. Tüm eklemler metalle menteşelidir, böylece koşullar beni artık memnun etmiyorsa, onu kolayca indirip başka bir yere taşıyabilirim. Ve bu çok az bir emekle yapılabilir, çünkü tüm yük sadece iki araba yükünü dolduracak kadar. Amida Buda'nın bir portresi, birkaç cilt Japon şiiri ve müziği ve Budist Sutralarından seçmeler içeren üç veya dört siyah deri çantanın durduğu küçük bir raf. Bunların yanında bir arp ve kıvrımlı arp ve eklemli ud denilen türde bir ud bulunur. (...) Doğu duvarında yazı masamın bulunduğu bir pencere var. Yastığımın yanında, kırılmış çalılardan ateş yakabileceğim bir ateş kutusu mobilyayı tamamlıyor. Küçük kulübemin kuzeyinde, çeşitli türlerde şifalı bitkiler yetiştirebilmem için ince, alçak bir çalılıklarla çevrili küçük de bir bahçe yaptım.

Küçük kulübemi, yalnız meskenimi seviyorum. 



"Başkente gitme şansım olduğunda, düşük dilenci statümden utanıyorum, ama bir kez daha buraya döndüğümde, dünyanın kötü ödüllerinin peşinden koşanlara acıyorum.

Axolotl / Julio Cortazar

 "Sevgili Paul,

Bana bir keresinde, kaptanının neden sana şey dediğini sormuştun, su semenderi. Ve onun ne olduğunu. O, bir bitki türü değil, genellikle Meksika dolaylarındaki göllerde yaşayan kuyruklu kurbağa larvasına verilen bir admış. Hatta sözlükte Julio Cortázar'dan da bir alıntı var:

"İlk kez bir su semenderi gördüğümde, büyülendiğim şey onların hareketsizlikleri olmuştu ve gizli niyetlerini hemen sezdiğimi düşünmüştüm: Kayıtsız bir dinginlikle mekanı ve zamanı ortadan kaldırmak. Bir şeyleri gözlüyorlar gibi gelmişti bana; uzak yıkık diyarı, mutlak özgürlüklerine sahip oldukları zamanı, yani dünyanın su semenderlerine ait olduğu zamanı."

(Beyaz Kentte filminden)



AXOLOTL / JULIO CORTAZAR



 Bir ara axolotl'lar üstüne uzun uzun düşündüğüm bir dönemden geçtim. Jardin des Plantes'deki akvaryumda onları görmeye giderdim. Saatlerce kalıp seyrederdim onları: Durağanlıklarını, o belli belirsiz kıpırdanmalarını gözlemlerdim. Şimdi ben bir axolotl'um. 

Bir rastlantıyla buldum onları. Kış gibi soğuk geçen bir Hamursuz Yortusu'ndan sonra, Paris'in tavus kuyrukları gibi açılıp saçıldığı bir bahar sabahında. Port-Royal Bulvarı'ndan aşağı vurmuştum. Sonra Saint Marcel'le L'Hospital'e saptım; çepeçevre griliklerin arasındaki yeşilliği görünce aslanları ansıdım. Aslanlarla panterlerin dostuydum ya, akvaryumun bulunduğu o karanlık, rutubetli yapıya hiç girmemiştim. Bisikletimi parmaklığa dayadım, lalelere bakmaya gittim. Aslanlar hüzünlü ve çirkindiler, panterimse uyuyordu. Ben de, "Akvaryuma gideyim," dedim. Beylik balıklara yan yan bakıp dururken, birden, hiç beklenmedik biçimde axolotl'larla kaynaşıverdim. Bir saat durup onları seyrettim. Oradan ayrıldığım zaman onlardan başka bir şey düşünemez olmuştum. 

Sainte-Genevieve kitaplığında bir sözlüğe başvurarak axolotl'arın Ambystoma ailesinden bir tür kertenkelenin (solungaçlarla bezenmiş) larva aşamasını oluşturduklarını öğrendim. Meksikalı olduklarını zaten onlara, o küçük, pembe, Aztek yüzlerine, bir de havuzlarının üstündeki katmana bakınca anlamıştım. Şimdi de onların Afrika'da, kuraklık döneminde karada yaşayıp yağmur mevsimi gelince yaşamlarını su altında sürdürebilen örneklerine rastlandığını okudum. İspanyolca adlarının Ajolote olduğunu, etlerinin yendiğini, yağlarının bir zamanlar balık yağı olarak kullanıldığını öğrendim. (Artık kullanılmıyormuş, kitabın dediğine bakılırsa.) 

Genet / Philippe Sollers

Jean Genet Paris’te 1943 yılında Tourelles Hapishanesinde Gülün Mucizesi’ni yazdığında otuz üç yaşındadır. Olağanüstü bir başyapıt, yazdıklarının belki de en güzeli. Harcamone, Divers; Vîlleroy, Bulkaen unutulmaz karakterler. Ritüelleri, işaretleri, fiziki tutkuları, argosu, dövmeleri, mistik havasıyla hapishane hayaTI, beklenmedik bir kesinlik ve  kuvvette anlatılır. Dışarıda dünya çökmektedir ancak hapishane yeni bir katedraldir. En yüce kutsama, suçluyu azize dönüştüren giyotindir. Lanetliler melektir ve seçilenlerden oluşan tüm bir hiyerarşi, kanunlarıyla birlikte idam sehpasının sunağına çıkar.

Çok genç yaşta (ünlü Mettray) ıslah evine konulan Genet, Vîllon gibi çok duyarlı ve her detaya dikkat kesilen bir bedene sahiptir. Bir mastürbasyon, oğlancılık, hırsızlık, yalancılık, sessizlik ustası:

“Hücrede aşırı bir yavaşlıkla hareket edilebilir. Her hareketten sonra durulabilir. İnsan zamanın ve düşüncesinin efendisidir. Yavaşlığından dolayı güçlüdür. Her hareket belirgin bir eğriye göre kıvrılır, kararsız kalınır, seçim yapılır. Hücrede yaşamın sahip olduğu lüks, işte budur. Ancak bu yavaşlık hızla gelişen bir yavaşlıktır. Acele eden bir yavaşlıktır. Bir hareketin eğrisine sonsuzluk akın eder. Hücrenize sahip olursunuz, çünkü uyanık bir bilinçle her yerini kaplarsınız. Hiçbir önemi olmasa bile, her hareketi ağır ağır yapmak ne lükstür.”

Ve işte bizatihi güzellik:

"Hapishanenin çatı penceresinden gelen ışıkla aydınlanan yüzünü gördüm. İçimi bir tür huzur kapladı, yani içime sokulan güzelliğinden dolayı kendimi güçlü hissettim. Hiç kuşkusuz hayranlıktan kendimden geçmiş durumdaydım. ‘Sokulmak’ sözcüğünü kullandım ve bu sözcükte ısrar ediyorum: Güzelliği bana ayaklarımdan sokulmuş, bacaklarıma tırmanmış, bedenime geçmiş, [başıma yükselmiş, yüzüme yayılmış, orada ışıldıyordu, [anlamıştım ki içime doldurduğu bu dinginliği, aşırı güzel yapıt karşısında beni savunmasız bırakan teslimiyeti Bulkaen’e atfetmekle hata ediyordum, bu güzellik bendeydi çünkü, onda değil. Güzellik yüzünde, hatlarında, bedeninde olduğuna göre onda değildi. Bende yarattığı cazibeden kendisi zevk alamazdı.”

Ne Racine ne Homeros daha iyisini yapmıştı:

“Her özel ayrıntı: Ağızdaki gülüş, gözlerin parıltısı, tenin tatlılığı ve solgunluğu, dişlerin sağlamlığı, yüz çizgilerinin kesişmesiyle beliren yıldız, her atılışlarında tadına doyulmaz bir ölüm yaşatan oklar salıyorlardı yüreğime. Yayı geren okçuydu o. Yayı gerip atıyordu oku ama bana atıyordu, kendine değil.”

Fransa’da bir felaket zamanında hapishanede bunlar oluyordu. Genet’nin tek ciddi rakibi Celine de aynı dönemde Danimarka’da idam cezasına çarptırılanların tutulduğu karargâhta aylar geçirecekti. Genet ile Celine gibi birbirinden bu kadar farklı iki yazar bulmak zor, ancak Fransızca her şeyi içine alıyor ve her şeye direniyor.

Tabii ki Genet'de hiç kadın yok, her yeri kendisi kaplıyor. Çok taklitçisi var ama onun zarafetine ve cazibesine sahip olanı pek yok. En yeteneklisi uyuşturucuya başvuruyor, kimisi fuhuş dilinin eğilip bükülmesinden hoşlanıyor. Sefalet ya da sakatlık ilgilerini çekiyor: Oysa Genet güzellik tezahürlerini takip ediyor, onun suçluları tanrıçasız tanrılar. Athena’nın Çiçeklerin Meryem Anası için kaygılandığı hayal edilemez, ne de eşcinsel ya da başka türlü bakkhanalialar için. Athena çok katı bir tanrıça, ağırlık söz konusu olduğu anda ortadan kaybolur.

Göz ve Söz / Oruç Aruoba


 

What I Believe by J.G Ballard

 What I Believe by J.G Ballard


Andy Warhol-Red Car Crash 1963

I believe in the power of the imagination to remake the world, to release the truth within us, to hold back the night, to transcend death, to charm motorways, to ingratiate ourselves with birds, to enlist the confidences of madmen.

I believe in my own obsessions, in the beauty of the car crash, in the peace of the submerged forest, in the excitements of the deserted holiday beach, in the elegance of automobile graveyards, in the mystery of multi-storey car parks, in the poetry of abandoned hotels.

I believe in the forgotten runways of Wake Island, pointing towards the Pacifics of our imaginations.

I believe in the mysterious beauty of Margaret Thatcher, in the arch of her nostrils and the sheen on her lower lip; in the melancholy of wounded Argentine conscripts; in the haunted smiles of filling station personnel; in my dream of Margaret Thatcher caressed by that young Argentine soldier in a forgotten motel watched by a tubercular filling station attendant.

I believe in the beauty of all women, in the treachery of their imaginations, so close to my heart; in the junction of their disenchanted bodies with the enchanted chromium rails of supermarket counters; in their warm tolerance of my perversions.

I believe in the death of tomorrow, in the exhaustion of time, in our search for a new time within the smiles of auto-route waitresses and the tired eyes of air-traffic controllers at out-of-season airports.

I believe in the genital organs of great men and women, in the body postures of Ronald Reagan, Margaret Thatcher and Princess Di, in the sweet odors emanating from their lips as they regard the cameras of the entire world.

I believe in madness, in the truth of the inexplicable, in the common sense of stones, in the lunacy of flowers, in the disease stored up for the human race by the Apollo astronauts.

I believe in nothing.

I believe in Max Ernst, Delvaux, Dali, Titian, Goya, Leonardo, Vermeer, Chirico, Magritte, Redon, Durer, Tanguy, the Facteur Cheval, the Watts Towers, Boecklin, Francis Bacon, and all the invisible artists within the psychiatric institutions of the planet.

I believe in the impossibility of existence, in the humour of mountains, in the absurdity of electromagnetism, in the farce of geometry, in the cruelty of arithmetic, in the murderous intent of logic.

I believe in adolescent women, in their corruption by their own leg stances, in the purity of their disheveled bodies, in the traces of their pudenda left in the bathrooms of shabby motels.

I believe in flight, in the beauty of the wing, and in the beauty of everything that has ever flown, in the stone thrown by a small child that carries with it the wisdom of statesmen and midwives.

I believe in the gentleness of the surgeon’s knife, in the limitless geometry of the cinema screen, in the hidden universe within supermarkets, in the loneliness of the sun, in the garrulousness of planets, in the repetitiveness of ourselves, in the inexistence of the universe and the boredom of the atom.

I believe in the light cast by video-recorders in department store windows, in the messianic insights of the radiator grilles of showroom automobiles, in the elegance of the oil stains on the engine nacelles of 747s parked on airport tarmacs.

I believe in the non-existence of the past, in the death of the future, and the infinite possibilities of the present.

I believe in the derangement of the senses: in Rimbaud, William Burroughs, Huysmans, Genet, Celine, Swift, Defoe, Carroll, Coleridge, Kafka.

I believe in the designers of the Pyramids, the Empire State Building, the Berlin Fuehrerbunker, the Wake Island runways.

I believe in the body odors of Princess Di.

I believe in the next five minutes.

I believe in the history of my feet.

I believe in migraines, the boredom of afternoons, the fear of calendars, the treachery of clocks.

I believe in anxiety, psychosis and despair.

I believe in the perversions, in the infatuations with trees, princesses, prime ministers, derelict filling stations (more beautiful than the Taj Mahal), clouds and birds.

I believe in the death of the emotions and the triumph of the imagination.

I believe in Tokyo, Benidorm, La Grande Motte, Wake Island, Eniwetok, Dealey Plaza.

I believe in alcoholism, venereal disease, fever and exhaustion.

I believe in pain.

I believe in despair.

I believe in all children.

I believe in maps, diagrams, codes, chess-games, puzzles, airline timetables, airport indicator signs.

I believe all excuses.

I believe all reasons.

I believe all hallucinations.

I believe all anger.

I believe all mythologies, memories, lies, fantasies, evasions.

I believe in the mystery and melancholy of a hand, in the kindness of trees, in the wisdom of light.


J. G. Ballard – İnanıyorum

Spiral Jetty-Robert Smithson 1973


Dünyayı baştan yaratmak, içimizdeki hakikatı salıvermek, geceyi dizginlemek, ölümü alt etmek, otobanları büyülemek, kendimizi kuşlara sevdirmek, delilerin güvenini kazanmak için imgelemin gücüne inanıyorum.

Geçmiş

2015 / Çanakkale



Hani yaşamının hesabı, nerde? (Trakl)

Belki de gerçeği tüm çıplaklığıyla dile getirmek her zaman iyi bir çözüm değil, hele ki sözkonusu gerçek geçmişe aitse ve geride bırakıldıysa. Tek bildiği, hayatını bir kez heba ettiysen geri dönüşün olmadığı; geçmişe müdahale edilemeyeceği, geçmişin telafi edilemeyeceği ya da düzeltilemeyeceği; merhamet yok; daha önce hiç farkında olmadığı kadar farkında şimdi insanın yaptığı ya da yapmadığı “şey”in nihai olduğunun, her hatanın ya da her ihmalin ve evet, burada oturmanın bile bir tekrarının, telafisinin olmadığının ve bunun durdurulamayacak bir şekilde süregittiğinin - insan neden yerinden kımıldaması gerektiğini bilmese de böyle bu.


İnsan hayatım dediği şeyin içini pek az doldurur, hem de gülünç derecede az. Bu, yitik günlerden oluşan bir zincirden başka bir şey değildir, diyor dağcı, her daim planlanan şeylerin gerisinde kalan günlerden başka; aylar yıllar geçer, insan anlamaz, sanki her şey sadece tek bir günden ibaret diye düşünür çoğunlukla; uzun, sıradan bir gün, hep diğerinin aynısı: Soyunur, dişlerini fırçalarsın, tıpkı dün ve yıllardır yaptığın gibi, sonra bir süre yatağın ucunda oturur, inkâr edilemeyecek bir gerçeğin farkına vararak çalar saati yavaşça yeniden kurarsın, işte bir kez daha bir şey başaramamışsındır, dolduramamışsındır hayat dediğin şeyin içini, tıpkı dün ve yıllardır olduğu gibi. En nihayetinde o ıstırap dolu doğum anına ya da ölümün bir başına yaşanan dehşetine denk düşen tek nefeslik bir hayatın bile olmaz...

Ardından gülüyor: Buna hayat mı diyeceksin, diye soruyor, insanın sakalının ve tırnaklarının uzamasını izlemesine? Kim ki otuz yaşına gelip henüz bir seyler başaramamışsa gönül rahatlığıyla gidip ilk ağaca asabilir kendini... Aslında en başından beri nasılsa öyle kalmış, başka biri olma hayali mahvolmuştu. Her şeyin, bir zamanlar ettiği yeminden, bir zamanlar gençken inandığı, tutkuyla inandığı şeylerden farklı geliştiğini düşünüyor. 
Rüzgârlar gibidir hayatımızın imkânları, yine de insan neden cesaret etmez ki yelken açmaya? Her şey yaşanmamış bir hayattan daha iyidir, hatta felaket bile - acı, ümitsizlik, cürüm, her şey ama her şey boşluktan daha iyidir!

Sessizliğin Yanıtı / Max Frisch

Bukowski Arası

hava, ışık, zaman ve ferahlık,



“-biliyor musun, ya ailem vardı başımda ya da iş, araya

hep bir şeyler girdi

ama şimdi

evimi sattım, nefis bir yer

buldum, geniş bir stüdyo, o ferahlık

o ışık, görmelisin

hayatımda ilk kez yaratmak için yeterince

mekanım ve ışığım olacak.”



Hayır yavrum, yaratacağın varsa

bir maden ocağında günde 16 saat

çalışırken de yaratırsın

ya da

üç çocukla küçük bir odada

işsizlik yardımı ile

geçinirken,

vücudun ve beynin

kısmen parçalanmışken bile

yaratırsın,

kör

topal

felçli,

kent depremle, bombardımanla, selle,

yangınla boğuşurken sırtına bir

kedi tırmanır ve sen

yaratırsın.



Güzelim, havaymış, ışıkmış, zamanmış, ferahlıkmış,

yok bunların bu işle ilgisi

ve hiçbir şey yaratmazlar

yeni bahaneler bulmaya yarayacak

daha uzun bir hayattan

başka.

ZOR SAAT / Thomas Mann

Yazı masasından kalktı, küçük, kırık dökük yazı masasından, ümitsiz biri gibi kalktı ve aşağı sarkıttığı kafasıyla odanın karşı köşesine, sütun misali ince uzun sobaya doğru yürüdü. Ellerini çinilere koydu, fakat neredeyse buz gibi olmuşlardı, zira vakit gece yarısını çoktan geçmişti; böylece, aradığı küçük huzuru bulamadan sırtını sobaya yaslayıp öksürerek, göğüs kısmından rengi atmış jabosunun dışarı sarktığı geceliğinin eteklerini topladı ve ciğerlerine biraz hava girsin diye burnundan güçlükle nefes aldı, çünkü her zamanki gibi nezleydi.

Bu, onu neredeyse hiç terk etmeyen özel ve ürkütücü bir nezleydi. Hastalıktan gözkapakları yanmış, burun deliklerinin kenarları yara bere olmuştu; nezle kafasında ve diğer uzuvlarında ağır ve acı veren bir sarhoşluk gibi dolanıyordu. Yoksa tüm dermansızlığının ve ağırlığının suçu, doktorun yine haftalardan beri kendisini mahkûm ettiği bıkkınlık veren bu oda müşahedesinin miydi? Bunun doğru bir hareket mi olduğunu Tanrı bilirdi. Ebedî nezlesi, göğsündeki ve karnının alt kısmındaki kramplar bunu gerekli kılmış olabilirdi, ayrıca haftalardır, haftalardır Jena’ya kötü bir hava hâkimdi, gerçekten, insanın tüm sinirlerinde hissettiği nefret edilesi bir hava, karanlık ve soğuk; aralık ayı rüzgârı da bakımsız ve terk edilmiş soba borusunda uğulduyordu, öyle ki sesi kulağa fırtına ve karışıklık içindeki bir çalılık ve ruhtaki onulmaz bir keder gibi geliyordu. Fakat iyi değildi bu sıkıcı esaret, düşünceler ve düşüncelerin çıktığı kan ritmi için iyi değildi...

Eşyasız, cansız ve rahatsız, altında tütün dumanı salınan beyaza boyanmış tavanıyla, üzerinde oval çerçeveli siluetlerin asıldığı çapraz kareli duvar kâğıdıyla ve dört-beş ince bacaklı mobilyasıyla altı köşeli odası, yazı masasının üstündeki müsveddenin başında yanan iki mumla aydınlanıyordu. Pencerelerin üst pervazında kırmızı perdeler asılıydı, flama gibi, simetrik katlanmış kumaşlar; fakat bu sıcak ve alev alev bir kırmızıydı, bu perdeleri seviyor ve odasının heyecansız ve yoksun mahrumiyetine dolgunluk ve şehvet kattıkları için onlardan asla vazgeçmek istemiyordu...

Sobanın yanında durup acıyla kırpıştırdığı gözleriyle hızlıca, kaçtığı eserine baktı, o yüke, o baskıya, o vicdan azabına, içip bitirmesi gereken o denize, gururu ve sefaleti, cenneti ve laneti olan o göreve. Eseri sürünüyordu, tıkanıp kalıyordu; yine ve yeniden! Havanın suçuydu bu, nezlesinin ve yorgunluğunun suçuydu. Yoksa eserin mi? Çalışmanın kendisinin mi? Aksi ve ümitsizliğe terk edilmiş bir fikir olan bu çalışmanın mı?

Müsveddeden uzaklaşmak için ayağa kalkmıştı, zira ondan mekânca uzak kalması genelde kontrol kazanmayı, konuya daha geniş bakıp karar verebilmeyi sağlıyordu. Evet, insanın mücadele sahasına arkasını dönmesiyle hafifleme hissinin heyecanlandırıcı bir etki gösterdiği durumlar vardı. Bu, likör veya koyu ve sert bir kahve içmekten daha masumca bir heyecandı... Küçük fincan masada duruyordu. Bu engeli aşmasına yardım eder miydi? Hayır, hayır, artık etmezdi! Sadece doktoru değil, ondan daha itibarlı olan başka biri de onu bu tür şeylerden ihtiyatla men etmişti: özlem ve husumetle sevdiği Weimar’daki adam. Akıllı biriydi o. Yaşamayı, yaratmayı biliyordu, kendine kötü davranmıyor, saygı duyuyordu...

Evde sessizlik hüküm sürüyordu. Sadece Şato Sokağı‘ndan aşağı doğru inleyen rüzgârın ve pencerelerde tıkırdayan yağmurun sesi duyuluyordu. Herkes uyuyordu, ev sahibi ve ailesi, Lotte ve çocuklar. O ise bir başına uyanık, soğumuş sobanın yanında duruyor ve acıyla, hastalıktan doğan yetersizliğinin inanmasını engellediği eserine bakıyordu... Solgun boynu yakasından dışarı taşıyor ve geceliğinin eteği arasından içe bükük bacakları görülüyordu. Kızıl saçı yüksek ve narin alnından geri taranmıştı ve şakaklarında solgun damarlı koylar oluşturuyor, ince pürçekler de kulaklarını örtüyordu. Doğrudan, beyazımsı bir sivrilikle son bulan büyük, kemerli burnunun kökünde saçından daha koyu renkteki gür kaşları birbirine yaklaşıyor, bu da yaralı, çukur gözlerinin nazarına trajik bir bakış veriyordu. Ağzından nefes almaya mecbur bir halde ince dudaklarını açtı, odanın havasından sararmış çilli yanakları gevşeyip içe çöktü...

Hayır, başarısız oldu, her şey boşunaydı! Ordu! Ordunun gösterilmesi lazımdı! Ordu her şeyin başıydı! Göz önüne çıkarılamadığı için; onu hayal gücüne dayatmak gibi muazzam bir sanat düşünülebilir miydi? Kahraman da kahraman değildi, soysuz ve soğuktu! Taslak yanlıştı, dil yanlıştı; sıkıcı ve miskin bir tarih dersiydi, geniş, cansız ve sahne için lüzumsuz!

Pekâlâ, anlaşılan bitmişti. Yenilgi. İsabetsiz bir girişim. İflas. Korner'e yazmak istiyordu, kendisine inanan, çocuksu bir güvenle dehasına bağlanan dostu Korner’e. Alay edecek, yalvaracak, söylenecekti arkadaşı, şüphe, zahmet ve değişimlerden çıkıp sonunda, tüm acılardan sonra, oldukça mükemmel bir şey, övülesi bir iş olarak kendini gösteren Carlos'u hatırlatacaktı ona. Fakat başka bir şeydi bu. O zamanlar henüz, meseleyi hünerli eliyle kavrayıp içinden zaferle çıkabilen bir adamdı. Vicdan azabı ve mücadeleler? Elbette. Hastaydı da, belki de şimdikinden daha hasta, darda, kaçak, dünyayla birlikte göçmüş, bezgin ve insanlıktan yoksun. Fakat genç, henüz oldukça gençti! Ne kadar çok eğilse de, her defasında ruhu esnekçe yukarı fırlamış ve elem dolu saatler sonrasında inanç ve manevi zafer saatleri gelmişti. Oysa artık gelmiyorlar veya çok az geliyorlardı. Aniden dâhice ve ihtiraslı bir aydınlık içinde, sürekli böylesi lütufların tadılması halinde neler olabileceğinin görüldüğü coşkun bir ruh haline sahip bir gecenin, karanlık ve kötürümlük dolu bir haftayla ödenmesi gerekiyordu. Yorgundu, daha otuz yedi yaşında ama işi bitmiş. İnancı yaşamıyordu, sefalette ışığı olan geleceğe inancı. Durum böyleydi, ümitsiz hakikat buydu: Dert ve imtihan yılları sandığı mahrumiyet ve değersizlik yılları aslında dolu dolu ve verimli yıllar olmuştu; biraz mutluluğun yerleştiği, ruhun yağmacılığından bir miktar meşruluğa ve sıradan topluluğa girdiği, işi ve evinin olduğu, kadın ve çocuk sahibi bulunduğu bugünde, şimdi, tükenmiş ve bitmiş bir haldeydi. Başarısızlık ve ümitsizlik; geriye kalan buydu.

Der Lindenbaum (Ihlamur Ağacı) / Schubert




By the well, before the gate,
stands a linden tree;
in its shade I dreamt
many a sweet dream.

In its bark I carved
many a word of love;
in joy and sorrow
I was ever drawn to it.

Today, too, I had to walk
past it at dead of night;
even in the darkness
I closed my eyes.

And its branches rustled
as if they were calling to me:
‘Come to me, friend,
here you will find rest.’

The cold wind blew
straight into my face,
my hat flew from my head;
I did not turn back.

Now I am many hours’ journey
from that place;
yet I still hear the rustling:
‘There you would find rest.’


Hans Castorp’un gözdesi olan beşinci ve sonuncu parçaya gelmiş olduk. Bu Fransız müziği değildi artık – Alman müziğinin tüm niteliklerini taşıyordu. Operadan bir bölüm de değildi; bir şarkıydı, hem de çok özel bir şarkı. Özelliği, dünyaya kendine özgü bir düşünce ve ruhla bakışını pekiştiren, hem bir başyapıt hem de bir halk şarkısı oluşuydu. Bu kadar lafa ne gerek var ki! Schubert’in ‘Lindenbaum’uydu şarkı – bildiğimiz ‘Am Brunnen vor dem Tore’.

Bir tenor, piyano eşliğinde söylüyordu şarkıyı ve kaliteli ve duyarlı bir tarzı vardı; şarkının yalın ve yüce malzemesini sağduyuyla, duyarlı bir müzik anlayışıyla, anlamına özen göstererek vermeyi biliyordu. Bu olağanüstü şarkının, sanatsal bağlamda söylenmesiyle, halkın ve çocukların dilinde dolaşması arasında büyük bir fark olduğunu hepimiz biliyoruz. İkinci durumda, ana ezgi, yalınlaştırılarak art arda kıtaların söylenmesi demektir. Oysa, sanat olduğunda, orijinal ezgi üç tane sekiz dizeden oluşan kıtanın ikincisinde minörle değişikliğe uğrar, üçüncü kıta başladığında da majörle yeniden vurgulandıktan sonra, insanın başından şapkasını alıp götüren soğuk rüzgârlara terk edilip ortadan yok olur ve bu durum, şarkı sonuna dek söylenebilsin diye, kıtanın son dört dizesinde yinelenir. Ezginin en güçlü yanı, modüle eden ikinci yarıda, üç kez –üçüncüsü, “Ben, şimdi bazı saatlerde...” diye başlayan son kıtanın ikinci yarısındaki nakaratta olmak üzere– ortaya çıkar. Sözlerle güzelliğini bozmak istemediğimiz büyü şu dizelerde gizlidir: “Bazı bunun gibi sevgi sözcükleri. Sanki bana sesleniyorlar. Uzaklarda olduğum için.” Ve pırıltılı, sıcak tenor sesi, her kez, ustaca soluk alışıyla, bir hıçkırığı gizliyor, müziğin güzelliğine büyük bir duyarlılık katıyordu. Özellikle de, “Hep ona doğru...” ve “Burada huzur bulabilirdin...” derken, birinci kez, ‘bulabilirdin’i ciğerinden kopan bir dolulukla, ikincisinde de, en yumuşak bir flüt tonunda söylüyordu.

Deniz / Marguerite Duras

Deniz, aklımdan en sık geçen görüntülerden, kâbuslardan biri. Çok az insan denizi benim kadar iyi tanıyordur sanırım, saatlerimi onu seyrederek geçiririm. Deniz beni hem büyülüyor hem ürkütüyor. Çocukluğumdan beri, suların beni alıp götüreceği fikrinin dehşetini yaşıyorum. Fakat gerçek deniz, Kuzey Denizidir ve yalnızca Moby Dick'teki Melville sözcüklerle hakkını verebilir onun o ürkütücü, tehditkâr gücünün.


Deniz, “ben’ın bakışın içinde boğulduğu, kendi kimliğini bulmak üzere kaybolduğu sınırsız bir güç. Dünyanın sonu geldiğinde, yeryüzünün belli bir kısmını kaplamakla kalmayacak, ucu bucağı olmayan, tek bir denize dönüşecek. İnsandan kalan her türlü gülünç iz ortadan kaybolacak böylece.

"İçimdeki Bartleby huysuzlanıyor"

Z. her huysuzlaştığında sözü Katip Bartleby'e getirir. Son iletisinde yine adı geçince Melville'in bu uzun öyküsünü bir çırpıda okudum ve tanıştım yapmamayı yeğleyen meşhur katip Bartleby ile. Bu küçük ama etkisi büyük olmuş öyküyü okumayı bu kadar geciktirmiş oluşuma da üzüldüm.

"Dörtgenin köşelerini nice bastırsam da kusursuz çembere ulaşamıyorum. Hadi çemberi yaptın ya sonra, sorusunu ise Kâtip gibi, şimdilik, 'sormamayı yeğlerim', diye geçiştiriyorum. O daha iyisini yapıyor, 'yapmamayı yeğliyordu'.
Sızlanmak bir tür onursuzluk tabii. Kendi en geniş anlamda alçaklığıma karşı kurmaca denebilecek bir onur sürüyorum kendi karşıma. Cinin lambada uyumasından iyidir dışarı çıkması. Aralıktan sızan esintiye onur dememizi engelleyecek ne var? Hiçlikten onur damıtmak mı bu? Ne işe yarayacak, kendi gözünde var olmanı bağışlatmaktan öte. Ama tersi daha zor geliyor bana. Yapmamak daha zor. Barthleby nasıl göze alıyor bilemiyorum. Sıkılmak dayanılmaz. Belki de sorunumuz, her şeye neden, minareye kılıf aramakta... Çelişik bir durum. Yapmamak da yapmak deyip çelişki bir söz oyunuyla aşılabilir mi? Çünkü yapmamayı yeğleyen bilinç arkada duruyor.
Yapmanın seçeneği yok o zaman. Tüpten fışkıran diş macunu gibi başka ağızlara dalacak, başka dişleri istemesek de parlatacak ya da parlattığımızı sanacağız. 'Kaos sürüyor'. (Lars von Trier)"(Z.Z.K.)



haftasonu

Yazıyla kıyısından köşesinden ilgili herkesin içinde bir Bartleby var huysuzlanan. Bir duvarın önünde can vermeyi göze almak herkesin harcı değil nasılsa. Oscar Wilde'ın hiçbir şey yapmamanın bu dünyanın en zor ve en entelektüel şeyi olduğu düşüncesine de katılırsınız. Melih Cevdet Anday'ın eşi şairin yazmayı neden bıraktığını Feridun Andaç'a şu sözlerle aktarıyor: "Sizin oturduğunuz yerde oturmuş kitap okuyordu, elinde de bir kalemle defter vardı, notlar alıyordu. Bir ara kaldırıp attı bunları. " Ne böyle yazı yazılır, ne de yazar olunur!" diyerek bıraktı okumayı ve yazmayı..." Anday'ınki bir tür inanç yitimi ve başarısızlık duygusu gibi duruyor ama hikayenin devamı Ferit Edgü'de: "Yıllar yıllar önce bir gün Melih Cevdet ne yazdığımı sormuştu. Ben de "hiçbir şey, yazmayı bıraktım" yanıtını vermiştim. Büyük şair haifiçe gülümseyerek bilirim demişti. Ben de dört beş bırakmışımdır."

Yapmamayı tercih eden Bartleby'nin ününden Bartleby Sendromu olarak anılagelen bir red edebiyatı da türemiş. Enrique Vila-Matas'ın Bartleby ve Şürekası'nı okuyordum, içinde kimler yok ki, edebiyat tarihinin herhalde en kabarık ve en tutarsız listesidir. Hiçliğin cazibesi diyor Vila - Matas bu olumsuz itkiye kalemini kaptıranlara. Ferit Edgü, Notos dergisinin Red Yazarları dosyalı sayısında maddeler halinde sıralamış:



Herkes kendi olası bırakma gerekçelerini bulup çıkarabilir içlerinden. Benim de zaman zaman tıpkı Anday gibi kalemi kitabı fırlatıp atmak geçiyor içimden ("içimdeki Bartleby huysuzlanıyor"). Yapmamayı yeğlemekten ziyade, vazgeçmek... (bir duvarın önünde can vermeyi göze almaksa eğer...) Bu reddi en uç noktalara da taşıyabilir, yaşamamayı da yeğleyebiliriz. Olumsuzluk duygusu ya da hiçliğin çekiciliğine kapılmak (5), yaşama duyulan tiksinti (19), edebiyatı küçümsemek (14), unutulma isteği (1),  yazmanın belirsizliği ve bıraktığı yetersizlik duygusu (17) bunlar kolay kolay gerekçelenmezler hiçbir zaman; sanatın saçma olduğuna inanmaksa (7), evet belki Rimbaud gibi Cehennem'de Bir Mevsim'i yazdıktan sonra sanatın bir saçmalık olduğunu söylemeye hakkımız olabilir ancak. Belleğin sözdizimsel bütünlüğü barındıramayacak kadar deliliğe hapsolması (8), hala tutunacak birkaç sözcük kalmışsa eğer, Batur'un bir yazısında onu andığı şekliyle, Bartleby'nin canlı numunesi, bütün yazdıklarını bir sandıkta istifleyen Pessoa bu delilikten de sağ çıkılabilineceğini gösteriyor. 

Susmanın Estetiği'nde Susan Sontag konuyu daha da uç noktalara taşımış:

https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/02/susmanın estetigi susan sontag


İlgili birkaç okuma daha:

https://kaotikbenlik.blogspot.com/2018/02/Yazma Sıkıntısı / Agnes Verlet
https://kaotikbenlik.blogspot.com/2018/02/ Ferit Edgü / Yazmak


Dosdoğru Günlük / Fİkret Ürgüp

Günlük yalansız, dosdoğru, içten gelenin
olduğu gibi yazıldığı zaman günlüktür (Journal veya Diary)"














Orhan Veli

"Bir aydan beri iş arıyorum, meteliksiz.
Ne üstte var ne başta."
 1938  O.V. 

İstanbul'a birkaç şairden başlayarak, özellikle Orhan Veli ile sokulmakla iyi ettim. Sevdim Orhan Veli'yi, yaşama sevincini, avareliğini, kılıksızlığını, meteliksizliğini... Basit, günlük duygular, insanlar hep şiirlerinde, kokular, sesler, deniz ve yosun kokusu mesela, sonra bahar, güneş, kuşlar, ağaçlar, böcekler sonra, hele kadınlar...  " Düşünme, /  Arzu et sade! / Bak, böcekler de öyle yapıyor."

Bir de İstanbul. Meyhaneleri ve sokaklarıyla, Çamlıca tepesi, Boğaziçi, Rumeli, Galata, Eyüp... 

Hor gördüğüm, bilmediğim tatlar hep şiirlerinde: "otların içinde sırtüstü yatmanın tadı" mesela; "avucumda, sıcaklığını duyduğum ekmek"  

Kendimi çocuk yerine koyup şiirler yazmasını da bilmem ben: "Mahallemizde / Senden başka ağaç olsaydı / Seni bu kadar sevmezdim. / Fakat eğer sen / Bizimle beraber / Kaydırak oynamasını bilseydin / Seni daha çok severdim."

Dalgacı bir şair bu Orhan Veli, kendi hüznüyle dalga geçiyor ilk başta. Moro Romantico biri. Sevdaya tutulmuş, şiir yazası yok, ama açıp pencereyi odasında İstanbul'a karşı bas bas bağırası var. Ece Ayhan açık havanın ozanı demiş onun için. Orhan Veli'nin havaları. Güzel havalar. Bedava havalar. İçkiye benzeyen, insanı sarhoş eden havalar.  Efkarlanırım şiirine almamış şu mısrayı: "Hava güzel, efkarlanırım." Efkarlı havalar. Bir de, davetkar havalar: "Bekliyorum / öyle bir havada gel ki / vazgeçmek mümkün olmasın" 

Garip bu Orhan Veli, geçim derdi bırakmıyor ki yakasını şiirinin de. " ...Madem ki bu esvaplar ayakkaplar benim, / madem ki sokaklar kimsenin değil"  Sade yürüyor parasızlıktan; mektup yazmış, postaneye veremiyor;  kış günü, giyecek ceketi yok, yağmur altında utanıyor: gömlekçek dolaştığından değil, üşüdüğü belli olacak diye. 

" Ben ki yalnızım bu dünyada" 




Vapurda tanışıp arkadaş olduğu Nahit Hanım'ın anlattığına göre " Hüzünlüydü, mahzundu. Yapısından geliyordu bu hüzün. Her şeyi ama her şeyi içine atmasından. Öfkesini bile içine atardı, Sıkıntılarını da. Hüzünlüydü. Sessizliğe gömülürdü. Konuşmazdı. Sıkıldığında, üzüldüğünde, konuşmazdı. Şimdi gelirim der, kalkar gider, ya yarım saat ya da üç gün sonra gelirdi. Örneğin Mahzun Durmak şiiri onun tavrına çok yakın bir şiirdir."  

Açtım baktım hemen şiire, iki mısra buldum karşımda hayranlıkla: 

"Sevdiğim insanlara kızabilirdim, eğer
sevmek bana mahzun durmayı öğretmeseydi."

Bu şairler hep mi böyle mahzun, mahçuptur.  Oysa Süleyman efendi için "Mesele falan değildi öyle /  to be or not to be.." 

Sonuçta, yazık oldu Süleyman Efendi'ye de, Orhan Veli'ye de.  Bir Kasım günü, Ankara'da, kafası da iyi mi iyi, sokaklarda kim bilir aklında hangi mısra dolaşırken belediyenin açtığı çukura düşmüş. 

Birkaç gün sonra ölmüş. 
Ceset morga, eşyalar depoya.
Pantolon ceplerinde bir diş fırçası, at yarışları programı ve 28 kuruş.  


*

 İşsizlik öyküsünde söylediği gibi işsizlik kötü şey vesselam. 
Bereket versin sigaram var. O da olmasa felaket:  https://kaotikbenlik.blogspot.com/2018/04/issizlik-orhan-veli.html


ÖLÜMSÜZ FELİX


Felix’in Yeteneği

20 yaşında ölen İspanyol yazar Felix Francisco Casanova’nın (1956 – 1976) bir yarışmaya yetiştirmek üzere kırk dört gün içinde yazdığını söylediği tek romanı Vorace’nin Yeteneği. 17 yaşındaki bir gencin yazdığı bir roman bu, açık etkiler taşıyor: Kafka’nın Dönüşüm’ü, Camus’nun Yabancı’sı, Hesse’nin Bozkırkurdu, Rimbaud, Baudelaire, Sade... henüz taze olan okumaların etkisi ile yazıldıkları çok belli olan satırlara yansımışlar.  İspanyolların Rimbaud'su demişler onun için, şiirlerini bilmiyoruz, ama ben bu romanla Rimbaud'dan çok Lautreamont'a yakın buldum.

Roman, Bernardo Vorace’nin son intihar girişiminin ardından şakağında bir kurşun deliğiyle uyanışıyla açılıyor. Sayısız kez intihar girişiminde bulunmuş ama ölmemiş olan Vorace sonunda ölümsüz olduğunu düşünüyor ve kendinden kurtulmanın mümkün olmadığını anladığı anda (gerçekte tamamiyle istediği belleğini yitirmek ve yeniden başlamaktır) kendisini tanıyan herkesten kurtulmaya karar veriyor. "Beni bir ölümlü olarak tanıyan herkesle işim bittikten sonra, yeniden doğacağım geçmişe ait hiçbir iz taşımadan. "

Kitabı aşağıda yer alan paragrafla tanımış ve bana hiç de uzak olmayan bu hisler  karşısında meraklanmış, okumak istemiştim:  

"Zayıflıklarımı bilen herkesi ve her şeyi, geçmişin tüm izlerini yok etmeliyim. Ayın altında, sükunet içinde denize girmeliyim. Hayatımın kusurlarını bilen kişilerle dolu aşamalarını, geçmişteki insani sakarlıklarımın tanıklarını silmeliyim. Baştan başlamalıyım."

Ama kitabın kahramanına ait bu sözleri yazarının bir anlatı ve hayalgücü ile ne kadar ileri taşıyabileceğini kestirememişim.  Ölümsüzlük düşüncesi ile suça ve kötülüğe bulaşan Vorace, önce masum aptal ve zavallı aşığı Debora’yı bir köprüden aşağı atar, sonra kızı Debora’nın ölümünden sonra Vorace’ye üzüntüsüyle vicdan azabı yaşatan annesinden kurtulur. Ölmeden önce bitirmek istediği son çalışmasını daktilo etmek üzere yanında işe girdiği Hitler hayranı faşist yazar David Peces’in ölümüyle (Vorace’nin ölümsüz olduğunu söylemesine katlanamamıştır) geçmişine ait bir kişi daha ortadan kalkar. Ama Vorace tüm bunlarla yetinmemekte, geçmişinden tamamen kurtulmak için canice bir plan hazırlamaktadır: Deniz kenarındaki evinde hayvan kostümleri giymenin şart olduğu ve tüm tanıdıklarını davet ettiği bir parti düzenler: Çocukluktan beri kusurlarını bilen Damaso, sevgilisi Marta ve arkadaşları, Debora’nın arkadaşları, David'in kır evinde tanıştığı ve onu insani bir anında yakalayan hizmetçi kız; tüm tanıdıklarını ve tanıdıklarının tanıdıklarını ve hatta posta kutusuna bıraktığı davetiyeyi gördüğünde onunla dalga geçmiş olduğunu düşündüğü komşusunu.

Vorace de şeytan kostümleri içinde yer alıyor ve özenle hazırladığı bu hayvan kostümlü parti için Nuh’un gemisi gibi dolduruyor evi. “Aklımdaki fikrin daha estetik bir hal alması için hayvan kostümleri giymeleri gerekiyor." diye açıklıyor cani planını Vorace. Evi bir benzin bidonu ile ateşe verdikten sonra pencereden atlayıp kaçıyor. Bu hayvan kostümlü partiden ve bu cehennemi geceden bir Bosch tablosu yaratabildiği için mutlu, kalabalığın şaşkın bakışları arasında kahkahalarla alevleri seyrediyor: "tanıdıklarımın silüetleri kavruluyor" “Her şey planladığım gibi gelişti: insansı zayıflıklarımı bilen her kim varsa yok oldu”.

Vorace’nin kötülükle bu oynaşısı daha çocukken başlamış: 

“ Tahta kulemde mutlu muydum çocukken, gözlerken billurlara çarpan dalgaları binlerce kilometreyi sevgilisine kavuşmak için kat eden bir aşık gibi? Kartondan bir askerle oynar ve kollarını, bacaklarını, başını kesip ardından da hepsini başka bir düzenle yeniden inşa ederken mutlu muydum? Mutlu muydum kafatası kasık kemiklerinde belirdiğinde, boynun yerinde baldır yer aldığında? Hala tekrar erişmeyi başaramadığım bir zevkle bir ninenin torununu tıpkı benim askerimi parçalara ayırışım gibi kesip biçmesini yazarken mutlu muydum?  Evet, mutluydum harika Alice ile beraber labirentte, gelmiş geçmiş en etkileyici labirentte dolaştığımızı hayal ederken…” (sf. 122)

Yine aylak gezintilerinden birinde bir banka oturmuş Sade okuyan siyahlar içinde bir kadınla karşılaşıyor. Bu Vorace'ye büyükannelerini öldüren çocuklar hakkında korkunç öyküler anlatan eski hocası.

 Büyükanne’nin bir makasla torununu dilim dilim kestiği bir hikayeye rastlıyor çocukken tuttuğu defterde: 

" ilkokul zamanlarından kalma, çizgili, sarı bir defterin sayfalarını karıştırıyorum: hep sadisttim." 

“ Tıpkı doğurdukları gibi ölümü verecekler bana” diyor hapishane hücresinde idam mahkumu Vorace. Geçmiş soykırımı yaptığı o yangın gecesinin ardından bununla da kalmıyor, hücresinde, parmaklıklar arkasındayken özgürlüğünü kıskandığı bir kuşu öldürüyor.

 Ve idam sehpasında biten son, yine bir düş mü, yoksa gerçek mi? Ve Vorace gerçekten de söylediği gibi bir ölümsüz mü? Yoksa başarısız intihar girişimlerinin ardından kendini ölümsüz olduğuna inandırmış, şeytanla pazarlık içindeki bir başka faust mu? "Ben Ölümsüzlere üyeyim" diyor kitabın bir yerinde, Bach gibi, Rilke gibi…  Ölümsüz olduğunu düşündükten sonra yazmayı da bırakan Vorace'nin ölümsüzlük düşüncesi ebedi sanatçı mitinden (kaprisinden) beslenen bir tema ve bana kalırsa iyi de kullanılmış. İronik, acı ve gerçek olansa ölümsüz bir kahraman yaratan Felix Francisco Casanova’nın henüz yirmi yaşında banyo yaptığı sırada gaz kaçağından ölmüş olması. 

“Bir ölümsüzü kendisi dışında kim efsaneleştirebilir?” 

"Uyu artık uzun saçlı deli."


12

Pencere aralık, perde bir kadın başı gibi hafifçe kalkıyor. Gece bana bakıyor ve kışın nefesi dudaklarıma dokunuyor, rüzgâr beni ışığa gelen kelebekler misali saran çimen parçala­rı taşıyor. Düşünmüyorum bile. Yastık otların hiç kesilmediği bir bahçeye benziyor, başım denizin dibindeki kum gibi derine gömülüyor. Parmaklarım parmaklarımla oynuyor. Tüm tatlar dilime dolanıyor, Babil’in delisi olarak zihnimdeki dilleri karış­tırıyorum. Midas’ın dokunduğu her şeyin yaldızlarını döküyo­rum. Bir ölümsüzü kendisi dışında kim efsaneleştirebilir? Ka­ranlıkta parıldayan yarı değerli taşlar hayvan gözleridir, artık ölmüştür hepsi, sahiplerini gözlüyor ve uçuruma giden yolla­rını aydınlatıyorlardı. Marta ve binlerce ikizi yanımda yatıyor. Camda sonsuz yansımamı görüyorum. Bu gecenin tek müziği Marta’nın midesinden yükseliyor. Annemin pudralı kalçala­rımda, dövülen halı gibi, insanı hapşırtan bir toz yayarak davul çalışını anımsıyorum. Marta’cık gözlerini açıyor:

 "Uyu artık uzun saçlı deli."

*
Vorace'nin Yeteneği / Felix Francisco Casanova


ZEKİ Z. KIRMIZI OKUMALARI (BİR OKURUN OKUMA NOTLARI)

ZEKİ Z. KIRMIZI OKUMALARI
(BİR OKURUN OKUMA NOTLARI)


Sevgili Zeki Z. Kırmızı, doğru büyüğüm, haftalardır kütüphanenizde kitaplarınızı karıştırıyorum, beni hiç mi fark etmediniz? Birkaçını da çaldım üstelik: biliyorsunuz kitap hırsızıyım ben, sabıkam kabarık.

Okumalarınız nihayet bitti. Sizin okurluğunuz pek çok insanın okurluğuna haddini bildirecek cinsten. Yalnız okura değil, yazara da. En zor olanı da sizin okurunuz olmak zaten. Sorumluluk bilinciniz, sorumluluk duygularınız var. Her şeyden önce saygınız var yazı’ya, yazın’a, yazar’a, okur’a.

Kitaplarla, genel olarak okurluk ve yazarlık ile ilgili ne kadar büyük kaygılar taşıdığımı biliyorsunuz.  Size geçen sene şunları yazdığımı hatırlıyorum:

“İnsan kendi kitaplığının gönüllü tutsağı da değil midir aynı zamanda? Ben bunu istiyor muyum henüz emin değilim. Bu konuda direnmek elimde olan bir şey mi onu da bilmiyorum. Ama dışarıda yanıma içinde birkaç kitap ve defterden oluşan çantamı almadığım ve elimi kolumu sallayarak dolaşmanın keyfini çıkardığım nadir zamanlarda özgürlük hissinden keyif aldığım oluyor, sonra, çok geçmeden kocaman, büyük bir boşluğun içinde ilerlediğimi hissetmeye başlıyorum yine.”

En son Rimbaud üzerine yazarak (kaotikbenlik.blogspot.com/2018/11/rimbaud) bu kaygı ve endişelerin üzerine gitmiştim biraz da. Sizse bir ömür harcamışsınız okurluk yaşamınıza, işte, kendi kitaplığının gönüllü tutsağı olmuş bir büyük okur var karşımda.  

Etkin bir şekilde okumaya lisede başlıyorsunuz. Sık sık 60’lardan, lise yıllarınızdan, Urfa’da, Naci İpek’in Özlem Kitabevi’nden bahsediyorsunuz. Balzac’ı, Flaubert’i, Faulkner’i, Caldwell’i, Stendhal’i, Dickens’ı,Thomas Mann’i lise yıllarında okumuş, tanımışsınız. Ortaokul’da tanışmışsınız Nazım’la.  Emily Bronte’nin Uğultulu Tepeler’ini sizi siz yapan okumalardan sayıyorsunuz. Sizdeki bu erken gelişmiş okuma bilinci nereden diye de ben sormak istiyorum şimdi. Biz lisede neler okurduk bir bilseniz.

Yine lise yıllarından bir okuma: Flaubert’in Ermiş Antonious ve Şeytan’ı kırk yıl sonra tekrar elinizde.

“Çok heyecanlanmış, büyülenmiş, gençlik sorgulamalarının vahasını bulmuştum bu anlatıda sanki. Demek ki fena halde bir arayış içerisindeymişim. Hatta o zaman yazdığımı anımsadığım bir öykü-şiir demek Flaubert etkileriyle yazılmış. İnanç hesaplaşması içindeydim. On beş yıllık yaşamımın en üst hesaplaşmasını yapıyordum.”

Bir başkası, Kızıl ile Kara. “ Kırmızı ve Siyah ile buluşmamı 15 – 16 yaşlarında bir ayinsel okuma olarak anımsadım ve içimde yaşamım boyu taşıdım.”


Sizin okurluk yaşamınız, okuma tutkunuz, kitaplara olan inancınız ve sevginiz bütün kaygılarımı silip süpürdü. Bütün bu sevgiye, birikime, emeğe, özene, duyarlığa hayran kalmamak elde değil.  Bana büyük bir kılavuzluk yapacak okurluğunuz. Okuma notlarınız aynı zamanda bir okurluk dersi, okurluk okulu. Bana da okuma bilincini ve dil bilincini aşıladılar.  Ne kadar da gerisindeyim Türkçe yazınımızın, dünya edebiyatı cumhuriyetinin ne kadar uzağında bir vatandaş, bir arpa boyu yol anca almışım, ne kadar çok katedecek yolum varmış daha.

Okurluk üzerine, kişisel okurluk yaşamınız üzerine bir okur kitabı yazmalısınız Sevgili Zeki Bey,  yazılarınızın birinde söz ediyorsunuz da böyle bir tasarıdan: “ Ülkemizde okurluğun tarihini, bir manifesto, okur manifestosu biçiminde yazma düşüncesi. Okurun çilesi yazarınkinden az olmamıştır. Türkiye okur deneyimimin, gerçekte çilemin dökümünü yapmaya. İlginç, öğretici bir tanıklık olacaktır bu.”

Yazara verilen kıymeti ve değeri yazardan alıp okura verebilecek yegane insanlardansınız.

TÜRK EDEBİYATI

İlginç, 2000’li yıllarda okuyorsunuz Oğuz Atay’ı. “30 yıllık bir gecikmeyle.” Urfa’daki lise yıllarınızla, 2000’li yıllardan başlayan okuma notlarınız arasında bir büyük boşluk var zaten. Ne seksenlere ne de doksanlı yıllara dair bir değini hatırlıyorum. Oğuz Atay okur okumaz çarpmış sizi.  Onu dünya çapında bir yazar saymış, Tutunamayanlar’ı Ulyses’in yanına koymuş, Swift’le, Sterne’le karşılaştırılabilecek kerte büyük bir kitap saymışsınız.  “Kalan yaşamımın başucu kitabıdır bu kitap ve kafamla birlikte her yerde olacak, tıpkı Moby Dick, Don Quijote gibi. Bu roman benim öykümdü, Oğuz Atay’ın da, bizim gibilerin…“ Tüm Atay yapıtını Kafka’nın Değişim’i altından toplayabiliriz diyor ve soruyorsunuz: Atay’ın esini Karasu mu? Atay Leyla Erbil’e neler borçlu? “Oğuz Atay özgün bir yazar mı?” “Türk ve Dünya yazınının da hangi etkileri taşımış, kime, neyi borçlu?” “ Oğuz Atay’ınki bir Cumhuriyet hesaplaşması mı?” “ Kemal Tahir’le ilişkisi organik mi yapay mı?” “ Oğuz Atay geleneği arkasından gelen yazınımızı kimler üzerinden, nasıl etkiledi?” “Oğuz Atay modernist mi postmodernist mi”  Oğuz Atay’ın Atılgan’la yazınsal ilişkisi ne olabilir?”   

Beni edebiyatın tam ortasına bırakıp gittiğiniz bu ve benzer soru ve düşüncelerle dolu yazılarınız.

Yaşam arkadaşınız saydığınız iki ismi, Oğuz Atay ve Karasu kitaplarını yan yana diziyor, Türkçe’yi yarattığı için sırtını Dağlarca kitaplarına yaslıyorsunuz. Büyük bir dil deneyimiydi demişsiniz Karasu okumalarınıza. Ben Bilge Karasu’nun bir öyküsünü, şimdi hangisi hatırlamıyorum, ilk kez yayınlandığı Türk Dili Dergisinin sayfaları arasında okumuş, etkilenmiş ve çok sevmiştim. Keza aynı sayfalar arasında okuduğum Çeşitlemeli Korku isimli şiiri de ara sıra açıp okunacak şiirlerden sayarım. Sizin yaptığınız gibi toplu bir Karasu okumasına girişeceğim yakın zamanda. 

Bir erkek olarak pek çok kadına sahipsiniz: Nezihe Meriç en büyük aşkınız, gönlünüzün nobeli onda. Ölümü sizi derinden yaralamış. Bir doruk dil, bir dil devrimcisi olarak selamladığınız Leyla Erbil’le de büyük bir aşk yaşamışsınız, Sevim Burak’la Yanık Saraylar’la başlıyor ilişkiniz, Afrika Dansı ile sürüyor. Füruzan, onunla yaşadığınız aşk da büyük olmuş,  Ayfer Tunç’a Ömür Diyorlar Buna romanını okuduktan sonra cesaretinizi toplayıp bir mektup yazıyorsunuz. “ Benden beklenmeyecek birçok şeyi yapar oldum. Hoşuma gittiği için. Artık kendim için yaşayabilirim gibi geliyor bana.” Tomris Uyar son aşkınız, yazı eceniz.  Siz onun “yazma işini sancılı, kutsal kılan, aşka dönüştüren” okurusunuz.  Kadınlarla ilişkileriniz saymakla bitmez. Sevgi Soysal, İnci Aral, Adalet Ağaoğlu, Gülten Akın… Tezer Özlü ile beraberliğiniz ise kısa sürüyor. Anlaşamadınız belli ki. Her zaman platonik olarak kalacak aşkınızsa Türkan Şoray.

Rilke & Rodin

Sevgili Klara,

Bugün, havanın sıcağından belki, elim yazmaya gitmiyor, ve yazım müthiş çirkin, buna
rağmen bir kaç kelime. Kısa. Önemli. Dün, pazartesi, öğleden sonra saat üçte, ilk kez Rodin'deydim. Atölyesinde, Rue de l'Universite 182. Sen nehri üzerinden gittim. Modelle çalışıyordu, bir kız. -Elinde kazıyıp durduğu bir şey vardı. İşini bıraktı, yer gösterdi oturmam için, ve konuştuk. İyi ve mülayimdi. Sanki onu çoktan beri tanıyordum. Şimdi yeniden görüyorum onu, ufalmış, ama daha kudretli, daha lütufkar ve daha yüce buluyordum. Alnı, limanından çıkan bir gemi gibi olan burnuyla
ortaya koyduğu şekil bakımından ilginç. Bu burun ve alında taştan bir stil var. Ve ağzı, çınlayışı hoş ve canlılık dolu bir dile sahip. Onu çok sevdim, ve bunu hemen anladım. Zamanın elverdiği ölçüde bazı şeylerden konuştuk. Sonra, çalışmasını sürdürdü, ve bana atölyedeki her şeye bakmamı söyledi. Çok şey var orada. «El» orada. «C'est une main comme-ça» dedi, ve eliyle, insanı objelerin bu elden neşet ettiğine inandıran hakim bir jest yaptı. «C'est une creation, ça, une creation». Harikulade söyledi bunu.

Daha, kil pişirme yerleri ve çeşit çeşit işler var orada. Devasa büyük, ayrıcalığı olan bir etki bu, bu büyük mahal bütün beyaz, göz kamaştıran figürleriyle bir çok yüksek camlı kapılardan dışarıya doğru bir akvaryum halkı gibi. Etki büyük, devasa büyük. Bütün bu 100 hayatın bir tek hayat olduğu görülüyor, hepsi bir tek güç ve bir tek iradenin ifadeleri. Orada olan her şey, -hepsi, hepsi. Bir yüz senenin eseri gibi. Bir iş ordusu. Anlatılmaz. Dante'nin İlahi Komedi'sindeki cehennem kapısının harika parçalarıyla tamamen dolu gulyabani vitrinleri. Ve bu zenginlik, bu daimi buluş gücü,
bu ifade haslığı, bu gençlik! İnsanlık tarihinde eşi yok bunun.

Yarın erkenden çıkacağım yine : görülecek sonsuz şey var. Ama çok da yoruyor insanı. İlkin
sayının çokluğu, her şeyin beyaz oluşu. Aydınlık pavyonda bir çok parıldayan alçı figürlerin ortasında karda gibi dolanıyorsun. Gözlerim acı veriyor, ellerim de. Bu berbat mektubu bağışla. Bugün yaşadıklarımı hemen yazmalıydım sana. Zira önemli. Hoşça kal sevgilim. Bu denli çok büyüklük bulunduğu, ve alabildiğine cesaretsiz dünyamızda ona giden yolu bulduğumuz için mutluyum. Biz ikimiz.


R. Maria


Hand of God (Rodin - 1896?)





Lou Andreas-Salome'ye:


"Çalışmayı öğrenmeliyim; çalışmak öyle eksik ki bende. ıl faut toujoun; travailler, böyle
dedi bana Rodin. Bu yüzden müthiş gerekli: sanatımın aletini bulmak. Çekicini, benim çekicimi.
Herhangi bir şekilde şeyler, nesneler yapmak durumuna gelmeliyim, plastik değil, tersine
yazarak yapılmış nesneler. Benim iş'imden çıkacak olan gerçeklikler."


"Rodin çok büyük, ve eserine çok yakın, eseriyle aynı. Bütün beklenenleri aşıyor o. Etrafında güneşin, yeryüzünün, ve tüm yıldızların döndüğü bir dünya bu, yeni bir güneş sistemi. 


"Yazabilmek, tanrı bilir, heykeltraşlıktan daha az zor bir işçilik
değildir"