Mum Yakana Kılavuz XV🕯️🕯️🕯️
Kulübe Güncesi: Okumak / Yazmak
Kulübe Güncesi: Kamo No Chomei : The Ten Foot Square Hut
Kamo No Chomei 1153-1216 yılları arasında yaşamış bir budist keşiş, şair ve müzisyen. Saray toplumunun çökmesi ile kişisel çatışmalar ve tanık olduğu felaketlerden sonra bir dağa çekilerek küçük kulübesinde yalnız bir hayat sürmeye baslar ve Japon Edebiyatının en tanınmış yazılarından birini burada yazar: The Ten Foot Square Hut.
Chomei'nin kulübesi yalnızlığın da en asgari ölçüleri. Benim kulübeme gelince, fazladan birkaç metre daha yerim var.
Toplamda yedi sayfa kadar olan The Ten Foot Square Hut metninin ingilizcesi aşağıda. Alıntılar metnin Penguin baskısından kısa bir serbest çeviri örneği. Yazı genel olarak Chomei'nin onu yalnız başına bir kulübede yaşama kararına götüren kıtlık, felaketler, yozlaŞan gelenekler, şahit olduğu kötü tanıklıkları ile başlayıp kulübeyi nasıl inşa ettiğinin hikayesi ile sürüyor ve kulübesine olan sevgisi karşısında onu Buda'nın tüm bağlılıklardan vazgeçme ilkesi ile karşı karşıya getiren düşünceler ile bitiyor.
"Altmış yaşındayım. Bir çiğ tanesinden farksız olan hayatımın son yıllarını geçireceğim bu kulübem şimdi, bir geceliğine dağlarda kurulan avcı çadırlarına ya da ipek böceklerinin ördüğü kozalara benziyor."
"Duvarlar kaba sıvalı toprak, çatı ise sazdan yapılmıştır. Tüm eklemler metalle menteşelidir, böylece koşullar beni artık memnun etmiyorsa, onu kolayca indirip başka bir yere taşıyabilirim. Ve bu çok az bir emekle yapılabilir, çünkü tüm yük sadece iki araba yükünü dolduracak kadar. Amida Buda'nın bir portresi, birkaç cilt Japon şiiri ve müziği ve Budist Sutralarından seçmeler içeren üç veya dört siyah deri çantanın durduğu küçük bir raf. Bunların yanında bir arp ve kıvrımlı arp ve eklemli ud denilen türde bir ud bulunur. (...) Doğu duvarında yazı masamın bulunduğu bir pencere var. Yastığımın yanında, kırılmış çalılardan ateş yakabileceğim bir ateş kutusu mobilyayı tamamlıyor. Küçük kulübemin kuzeyinde, çeşitli türlerde şifalı bitkiler yetiştirebilmem için ince, alçak bir çalılıklarla çevrili küçük de bir bahçe yaptım.
Küçük kulübemi, yalnız meskenimi seviyorum.
Axolotl / Julio Cortazar
"Sevgili Paul,
Bana bir keresinde, kaptanının neden sana şey dediğini sormuştun, su semenderi. Ve onun ne olduğunu. O, bir bitki türü değil, genellikle Meksika dolaylarındaki göllerde yaşayan kuyruklu kurbağa larvasına verilen bir admış. Hatta sözlükte Julio Cortázar'dan da bir alıntı var:
"İlk kez bir su semenderi gördüğümde, büyülendiğim şey onların hareketsizlikleri olmuştu ve gizli niyetlerini hemen sezdiğimi düşünmüştüm: Kayıtsız bir dinginlikle mekanı ve zamanı ortadan kaldırmak. Bir şeyleri gözlüyorlar gibi gelmişti bana; uzak yıkık diyarı, mutlak özgürlüklerine sahip oldukları zamanı, yani dünyanın su semenderlerine ait olduğu zamanı."
(Beyaz Kentte filminden)
AXOLOTL / JULIO CORTAZAR
Bir ara axolotl'lar üstüne uzun uzun düşündüğüm bir dönemden geçtim. Jardin des Plantes'deki akvaryumda onları görmeye giderdim. Saatlerce kalıp seyrederdim onları: Durağanlıklarını, o belli belirsiz kıpırdanmalarını gözlemlerdim. Şimdi ben bir axolotl'um.
Bir rastlantıyla buldum onları. Kış gibi soğuk geçen bir Hamursuz Yortusu'ndan sonra, Paris'in tavus kuyrukları gibi açılıp saçıldığı bir bahar sabahında. Port-Royal Bulvarı'ndan aşağı vurmuştum. Sonra Saint Marcel'le L'Hospital'e saptım; çepeçevre griliklerin arasındaki yeşilliği görünce aslanları ansıdım. Aslanlarla panterlerin dostuydum ya, akvaryumun bulunduğu o karanlık, rutubetli yapıya hiç girmemiştim. Bisikletimi parmaklığa dayadım, lalelere bakmaya gittim. Aslanlar hüzünlü ve çirkindiler, panterimse uyuyordu. Ben de, "Akvaryuma gideyim," dedim. Beylik balıklara yan yan bakıp dururken, birden, hiç beklenmedik biçimde axolotl'larla kaynaşıverdim. Bir saat durup onları seyrettim. Oradan ayrıldığım zaman onlardan başka bir şey düşünemez olmuştum.
Sainte-Genevieve kitaplığında bir sözlüğe başvurarak axolotl'arın Ambystoma ailesinden bir tür kertenkelenin (solungaçlarla bezenmiş) larva aşamasını oluşturduklarını öğrendim. Meksikalı olduklarını zaten onlara, o küçük, pembe, Aztek yüzlerine, bir de havuzlarının üstündeki katmana bakınca anlamıştım. Şimdi de onların Afrika'da, kuraklık döneminde karada yaşayıp yağmur mevsimi gelince yaşamlarını su altında sürdürebilen örneklerine rastlandığını okudum. İspanyolca adlarının Ajolote olduğunu, etlerinin yendiğini, yağlarının bir zamanlar balık yağı olarak kullanıldığını öğrendim. (Artık kullanılmıyormuş, kitabın dediğine bakılırsa.)
Genet / Philippe Sollers
Jean Genet Paris’te 1943 yılında Tourelles Hapishanesinde Gülün Mucizesi’ni yazdığında otuz üç yaşındadır. Olağanüstü bir başyapıt, yazdıklarının belki de en güzeli. Harcamone, Divers; Vîlleroy, Bulkaen unutulmaz karakterler. Ritüelleri, işaretleri, fiziki tutkuları, argosu, dövmeleri, mistik havasıyla hapishane hayaTI, beklenmedik bir kesinlik ve kuvvette anlatılır. Dışarıda dünya çökmektedir ancak hapishane yeni bir katedraldir. En yüce kutsama, suçluyu azize dönüştüren giyotindir. Lanetliler melektir ve seçilenlerden oluşan tüm bir hiyerarşi, kanunlarıyla birlikte idam sehpasının sunağına çıkar.
Çok genç yaşta (ünlü Mettray) ıslah evine konulan Genet, Vîllon gibi çok duyarlı ve her detaya dikkat kesilen bir bedene sahiptir. Bir mastürbasyon, oğlancılık, hırsızlık, yalancılık, sessizlik ustası:
“Hücrede aşırı bir yavaşlıkla hareket edilebilir. Her hareketten sonra durulabilir. İnsan zamanın ve düşüncesinin efendisidir. Yavaşlığından dolayı güçlüdür. Her hareket belirgin bir eğriye göre kıvrılır, kararsız kalınır, seçim yapılır. Hücrede yaşamın sahip olduğu lüks, işte budur. Ancak bu yavaşlık hızla gelişen bir yavaşlıktır. Acele eden bir yavaşlıktır. Bir hareketin eğrisine sonsuzluk akın eder. Hücrenize sahip olursunuz, çünkü uyanık bir bilinçle her yerini kaplarsınız. Hiçbir önemi olmasa bile, her hareketi ağır ağır yapmak ne lükstür.”
Ve işte bizatihi güzellik:
"Hapishanenin çatı penceresinden gelen ışıkla aydınlanan yüzünü gördüm. İçimi bir tür huzur kapladı, yani içime sokulan güzelliğinden dolayı kendimi güçlü hissettim. Hiç kuşkusuz hayranlıktan kendimden geçmiş durumdaydım. ‘Sokulmak’ sözcüğünü kullandım ve bu sözcükte ısrar ediyorum: Güzelliği bana ayaklarımdan sokulmuş, bacaklarıma tırmanmış, bedenime geçmiş, [başıma yükselmiş, yüzüme yayılmış, orada ışıldıyordu, [anlamıştım ki içime doldurduğu bu dinginliği, aşırı güzel yapıt karşısında beni savunmasız bırakan teslimiyeti Bulkaen’e atfetmekle hata ediyordum, bu güzellik bendeydi çünkü, onda değil. Güzellik yüzünde, hatlarında, bedeninde olduğuna göre onda değildi. Bende yarattığı cazibeden kendisi zevk alamazdı.”
Ne Racine ne Homeros daha iyisini yapmıştı:
“Her özel ayrıntı: Ağızdaki gülüş, gözlerin parıltısı, tenin tatlılığı ve solgunluğu, dişlerin sağlamlığı, yüz çizgilerinin kesişmesiyle beliren yıldız, her atılışlarında tadına doyulmaz bir ölüm yaşatan oklar salıyorlardı yüreğime. Yayı geren okçuydu o. Yayı gerip atıyordu oku ama bana atıyordu, kendine değil.”
Fransa’da bir felaket zamanında hapishanede bunlar oluyordu. Genet’nin tek ciddi rakibi Celine de aynı dönemde Danimarka’da idam cezasına çarptırılanların tutulduğu karargâhta aylar geçirecekti. Genet ile Celine gibi birbirinden bu kadar farklı iki yazar bulmak zor, ancak Fransızca her şeyi içine alıyor ve her şeye direniyor.
Tabii ki Genet'de hiç kadın yok, her yeri kendisi kaplıyor. Çok taklitçisi var ama onun zarafetine ve cazibesine sahip olanı pek yok. En yeteneklisi uyuşturucuya başvuruyor, kimisi fuhuş dilinin eğilip bükülmesinden hoşlanıyor. Sefalet ya da sakatlık ilgilerini çekiyor: Oysa Genet güzellik tezahürlerini takip ediyor, onun suçluları tanrıçasız tanrılar. Athena’nın Çiçeklerin Meryem Anası için kaygılandığı hayal edilemez, ne de eşcinsel ya da başka türlü bakkhanalialar için. Athena çok katı bir tanrıça, ağırlık söz konusu olduğu anda ortadan kaybolur.
What I Believe by J.G Ballard
What I Believe by J.G Ballard
I believe in the power of the imagination to remake the world, to release the truth within us, to hold back the night, to transcend death, to charm motorways, to ingratiate ourselves with birds, to enlist the confidences of madmen.
I believe in my own obsessions, in the beauty of the car crash, in the peace of the submerged forest, in the excitements of the deserted holiday beach, in the elegance of automobile graveyards, in the mystery of multi-storey car parks, in the poetry of abandoned hotels.
I believe in the forgotten runways of Wake Island, pointing towards the Pacifics of our imaginations.
I believe in the mysterious beauty of Margaret Thatcher, in the arch of her nostrils and the sheen on her lower lip; in the melancholy of wounded Argentine conscripts; in the haunted smiles of filling station personnel; in my dream of Margaret Thatcher caressed by that young Argentine soldier in a forgotten motel watched by a tubercular filling station attendant.
I believe in the beauty of all women, in the treachery of their imaginations, so close to my heart; in the junction of their disenchanted bodies with the enchanted chromium rails of supermarket counters; in their warm tolerance of my perversions.
I believe in the death of tomorrow, in the exhaustion of time, in our search for a new time within the smiles of auto-route waitresses and the tired eyes of air-traffic controllers at out-of-season airports.
I believe in the genital organs of great men and women, in the body postures of Ronald Reagan, Margaret Thatcher and Princess Di, in the sweet odors emanating from their lips as they regard the cameras of the entire world.
I believe in madness, in the truth of the inexplicable, in the common sense of stones, in the lunacy of flowers, in the disease stored up for the human race by the Apollo astronauts.
I believe in nothing.
I believe in Max Ernst, Delvaux, Dali, Titian, Goya, Leonardo, Vermeer, Chirico, Magritte, Redon, Durer, Tanguy, the Facteur Cheval, the Watts Towers, Boecklin, Francis Bacon, and all the invisible artists within the psychiatric institutions of the planet.
I believe in the impossibility of existence, in the humour of mountains, in the absurdity of electromagnetism, in the farce of geometry, in the cruelty of arithmetic, in the murderous intent of logic.
I believe in adolescent women, in their corruption by their own leg stances, in the purity of their disheveled bodies, in the traces of their pudenda left in the bathrooms of shabby motels.
I believe in flight, in the beauty of the wing, and in the beauty of everything that has ever flown, in the stone thrown by a small child that carries with it the wisdom of statesmen and midwives.
I believe in the gentleness of the surgeon’s knife, in the limitless geometry of the cinema screen, in the hidden universe within supermarkets, in the loneliness of the sun, in the garrulousness of planets, in the repetitiveness of ourselves, in the inexistence of the universe and the boredom of the atom.
I believe in the light cast by video-recorders in department store windows, in the messianic insights of the radiator grilles of showroom automobiles, in the elegance of the oil stains on the engine nacelles of 747s parked on airport tarmacs.
I believe in the non-existence of the past, in the death of the future, and the infinite possibilities of the present.
I believe in the derangement of the senses: in Rimbaud, William Burroughs, Huysmans, Genet, Celine, Swift, Defoe, Carroll, Coleridge, Kafka.
I believe in the designers of the Pyramids, the Empire State Building, the Berlin Fuehrerbunker, the Wake Island runways.
I believe in the body odors of Princess Di.
I believe in the next five minutes.
I believe in the history of my feet.
I believe in migraines, the boredom of afternoons, the fear of calendars, the treachery of clocks.
I believe in anxiety, psychosis and despair.
I believe in the perversions, in the infatuations with trees, princesses, prime ministers, derelict filling stations (more beautiful than the Taj Mahal), clouds and birds.
I believe in the death of the emotions and the triumph of the imagination.
I believe in Tokyo, Benidorm, La Grande Motte, Wake Island, Eniwetok, Dealey Plaza.
I believe in alcoholism, venereal disease, fever and exhaustion.
I believe in pain.
I believe in despair.
I believe in all children.
I believe in maps, diagrams, codes, chess-games, puzzles, airline timetables, airport indicator signs.
I believe all excuses.
I believe all reasons.
I believe all hallucinations.
I believe all anger.
I believe all mythologies, memories, lies, fantasies, evasions.
I believe in the mystery and melancholy of a hand, in the kindness of trees, in the wisdom of light.
J. G. Ballard – İnanıyorum
Dünyayı baştan yaratmak, içimizdeki hakikatı salıvermek, geceyi dizginlemek, ölümü alt etmek, otobanları büyülemek, kendimizi kuşlara sevdirmek, delilerin güvenini kazanmak için imgelemin gücüne inanıyorum.
Geçmiş
Bukowski Arası
hava, ışık, zaman ve ferahlık,
ZOR SAAT / Thomas Mann
Yazı masasından kalktı, küçük, kırık dökük yazı masasından, ümitsiz biri gibi kalktı ve aşağı sarkıttığı kafasıyla odanın karşı köşesine, sütun misali ince uzun sobaya doğru yürüdü. Ellerini çinilere koydu, fakat neredeyse buz gibi olmuşlardı, zira vakit gece yarısını çoktan geçmişti; böylece, aradığı küçük huzuru bulamadan sırtını sobaya yaslayıp öksürerek, göğüs kısmından rengi atmış jabosunun dışarı sarktığı geceliğinin eteklerini topladı ve ciğerlerine biraz hava girsin diye burnundan güçlükle nefes aldı, çünkü her zamanki gibi nezleydi.
Bu, onu neredeyse hiç terk etmeyen özel ve ürkütücü bir nezleydi. Hastalıktan gözkapakları yanmış, burun deliklerinin kenarları yara bere olmuştu; nezle kafasında ve diğer uzuvlarında ağır ve acı veren bir sarhoşluk gibi dolanıyordu. Yoksa tüm dermansızlığının ve ağırlığının suçu, doktorun yine haftalardan beri kendisini mahkûm ettiği bıkkınlık veren bu oda müşahedesinin miydi? Bunun doğru bir hareket mi olduğunu Tanrı bilirdi. Ebedî nezlesi, göğsündeki ve karnının alt kısmındaki kramplar bunu gerekli kılmış olabilirdi, ayrıca haftalardır, haftalardır Jena’ya kötü bir hava hâkimdi, gerçekten, insanın tüm sinirlerinde hissettiği nefret edilesi bir hava, karanlık ve soğuk; aralık ayı rüzgârı da bakımsız ve terk edilmiş soba borusunda uğulduyordu, öyle ki sesi kulağa fırtına ve karışıklık içindeki bir çalılık ve ruhtaki onulmaz bir keder gibi geliyordu. Fakat iyi değildi bu sıkıcı esaret, düşünceler ve düşüncelerin çıktığı kan ritmi için iyi değildi...
Eşyasız, cansız ve rahatsız, altında tütün dumanı salınan beyaza boyanmış tavanıyla, üzerinde oval çerçeveli siluetlerin asıldığı çapraz kareli duvar kâğıdıyla ve dört-beş ince bacaklı mobilyasıyla altı köşeli odası, yazı masasının üstündeki müsveddenin başında yanan iki mumla aydınlanıyordu. Pencerelerin üst pervazında kırmızı perdeler asılıydı, flama gibi, simetrik katlanmış kumaşlar; fakat bu sıcak ve alev alev bir kırmızıydı, bu perdeleri seviyor ve odasının heyecansız ve yoksun mahrumiyetine dolgunluk ve şehvet kattıkları için onlardan asla vazgeçmek istemiyordu...
Sobanın yanında durup acıyla kırpıştırdığı gözleriyle hızlıca, kaçtığı eserine baktı, o yüke, o baskıya, o vicdan azabına, içip bitirmesi gereken o denize, gururu ve sefaleti, cenneti ve laneti olan o göreve. Eseri sürünüyordu, tıkanıp kalıyordu; yine ve yeniden! Havanın suçuydu bu, nezlesinin ve yorgunluğunun suçuydu. Yoksa eserin mi? Çalışmanın kendisinin mi? Aksi ve ümitsizliğe terk edilmiş bir fikir olan bu çalışmanın mı?
Müsveddeden uzaklaşmak için ayağa kalkmıştı, zira ondan mekânca uzak kalması genelde kontrol kazanmayı, konuya daha geniş bakıp karar verebilmeyi sağlıyordu. Evet, insanın mücadele sahasına arkasını dönmesiyle hafifleme hissinin heyecanlandırıcı bir etki gösterdiği durumlar vardı. Bu, likör veya koyu ve sert bir kahve içmekten daha masumca bir heyecandı... Küçük fincan masada duruyordu. Bu engeli aşmasına yardım eder miydi? Hayır, hayır, artık etmezdi! Sadece doktoru değil, ondan daha itibarlı olan başka biri de onu bu tür şeylerden ihtiyatla men etmişti: özlem ve husumetle sevdiği Weimar’daki adam. Akıllı biriydi o. Yaşamayı, yaratmayı biliyordu, kendine kötü davranmıyor, saygı duyuyordu...
Evde sessizlik hüküm sürüyordu. Sadece Şato Sokağı‘ndan aşağı doğru inleyen rüzgârın ve pencerelerde tıkırdayan yağmurun sesi duyuluyordu. Herkes uyuyordu, ev sahibi ve ailesi, Lotte ve çocuklar. O ise bir başına uyanık, soğumuş sobanın yanında duruyor ve acıyla, hastalıktan doğan yetersizliğinin inanmasını engellediği eserine bakıyordu... Solgun boynu yakasından dışarı taşıyor ve geceliğinin eteği arasından içe bükük bacakları görülüyordu. Kızıl saçı yüksek ve narin alnından geri taranmıştı ve şakaklarında solgun damarlı koylar oluşturuyor, ince pürçekler de kulaklarını örtüyordu. Doğrudan, beyazımsı bir sivrilikle son bulan büyük, kemerli burnunun kökünde saçından daha koyu renkteki gür kaşları birbirine yaklaşıyor, bu da yaralı, çukur gözlerinin nazarına trajik bir bakış veriyordu. Ağzından nefes almaya mecbur bir halde ince dudaklarını açtı, odanın havasından sararmış çilli yanakları gevşeyip içe çöktü...
Hayır, başarısız oldu, her şey boşunaydı! Ordu! Ordunun gösterilmesi lazımdı! Ordu her şeyin başıydı! Göz önüne çıkarılamadığı için; onu hayal gücüne dayatmak gibi muazzam bir sanat düşünülebilir miydi? Kahraman da kahraman değildi, soysuz ve soğuktu! Taslak yanlıştı, dil yanlıştı; sıkıcı ve miskin bir tarih dersiydi, geniş, cansız ve sahne için lüzumsuz!
Pekâlâ, anlaşılan bitmişti. Yenilgi. İsabetsiz bir girişim. İflas. Korner'e yazmak istiyordu, kendisine inanan, çocuksu bir güvenle dehasına bağlanan dostu Korner’e. Alay edecek, yalvaracak, söylenecekti arkadaşı, şüphe, zahmet ve değişimlerden çıkıp sonunda, tüm acılardan sonra, oldukça mükemmel bir şey, övülesi bir iş olarak kendini gösteren Carlos'u hatırlatacaktı ona. Fakat başka bir şeydi bu. O zamanlar henüz, meseleyi hünerli eliyle kavrayıp içinden zaferle çıkabilen bir adamdı. Vicdan azabı ve mücadeleler? Elbette. Hastaydı da, belki de şimdikinden daha hasta, darda, kaçak, dünyayla birlikte göçmüş, bezgin ve insanlıktan yoksun. Fakat genç, henüz oldukça gençti! Ne kadar çok eğilse de, her defasında ruhu esnekçe yukarı fırlamış ve elem dolu saatler sonrasında inanç ve manevi zafer saatleri gelmişti. Oysa artık gelmiyorlar veya çok az geliyorlardı. Aniden dâhice ve ihtiraslı bir aydınlık içinde, sürekli böylesi lütufların tadılması halinde neler olabileceğinin görüldüğü coşkun bir ruh haline sahip bir gecenin, karanlık ve kötürümlük dolu bir haftayla ödenmesi gerekiyordu. Yorgundu, daha otuz yedi yaşında ama işi bitmiş. İnancı yaşamıyordu, sefalette ışığı olan geleceğe inancı. Durum böyleydi, ümitsiz hakikat buydu: Dert ve imtihan yılları sandığı mahrumiyet ve değersizlik yılları aslında dolu dolu ve verimli yıllar olmuştu; biraz mutluluğun yerleştiği, ruhun yağmacılığından bir miktar meşruluğa ve sıradan topluluğa girdiği, işi ve evinin olduğu, kadın ve çocuk sahibi bulunduğu bugünde, şimdi, tükenmiş ve bitmiş bir haldeydi. Başarısızlık ve ümitsizlik; geriye kalan buydu.
Der Lindenbaum (Ihlamur Ağacı) / Schubert
Deniz / Marguerite Duras
"İçimdeki Bartleby huysuzlanıyor"
Yazıyla kıyısından köşesinden ilgili herkesin içinde bir Bartleby var huysuzlanan. Bir duvarın önünde can vermeyi göze almak herkesin harcı değil nasılsa. Oscar Wilde'ın hiçbir şey yapmamanın bu dünyanın en zor ve en entelektüel şeyi olduğu düşüncesine de katılırsınız. Melih Cevdet Anday'ın eşi şairin yazmayı neden bıraktığını Feridun Andaç'a şu sözlerle aktarıyor: "Sizin oturduğunuz yerde oturmuş kitap okuyordu, elinde de bir kalemle defter vardı, notlar alıyordu. Bir ara kaldırıp attı bunları. " Ne böyle yazı yazılır, ne de yazar olunur!" diyerek bıraktı okumayı ve yazmayı..." Anday'ınki bir tür inanç yitimi ve başarısızlık duygusu gibi duruyor ama hikayenin devamı Ferit Edgü'de: "Yıllar yıllar önce bir gün Melih Cevdet ne yazdığımı sormuştu. Ben de "hiçbir şey, yazmayı bıraktım" yanıtını vermiştim. Büyük şair haifiçe gülümseyerek bilirim demişti. Ben de dört beş bırakmışımdır."
Yapmamayı tercih eden Bartleby'nin ününden Bartleby Sendromu olarak anılagelen bir red edebiyatı da türemiş. Enrique Vila-Matas'ın Bartleby ve Şürekası'nı okuyordum, içinde kimler yok ki, edebiyat tarihinin herhalde en kabarık ve en tutarsız listesidir. Hiçliğin cazibesi diyor Vila - Matas bu olumsuz itkiye kalemini kaptıranlara. Ferit Edgü, Notos dergisinin Red Yazarları dosyalı sayısında maddeler halinde sıralamış:
Herkes kendi olası bırakma gerekçelerini bulup çıkarabilir içlerinden. Benim de zaman zaman tıpkı Anday gibi kalemi kitabı fırlatıp atmak geçiyor içimden ("içimdeki Bartleby huysuzlanıyor"). Yapmamayı yeğlemekten ziyade, vazgeçmek... (bir duvarın önünde can vermeyi göze almaksa eğer...) Bu reddi en uç noktalara da taşıyabilir, yaşamamayı da yeğleyebiliriz. Olumsuzluk duygusu ya da hiçliğin çekiciliğine kapılmak (5), yaşama duyulan tiksinti (19), edebiyatı küçümsemek (14), unutulma isteği (1), yazmanın belirsizliği ve bıraktığı yetersizlik duygusu (17) bunlar kolay kolay gerekçelenmezler hiçbir zaman; sanatın saçma olduğuna inanmaksa (7), evet belki Rimbaud gibi Cehennem'de Bir Mevsim'i yazdıktan sonra sanatın bir saçmalık olduğunu söylemeye hakkımız olabilir ancak. Belleğin sözdizimsel bütünlüğü barındıramayacak kadar deliliğe hapsolması (8), hala tutunacak birkaç sözcük kalmışsa eğer, Batur'un bir yazısında onu andığı şekliyle, Bartleby'nin canlı numunesi, bütün yazdıklarını bir sandıkta istifleyen Pessoa bu delilikten de sağ çıkılabilineceğini gösteriyor.
Susmanın Estetiği'nde Susan Sontag konuyu daha da uç noktalara taşımış:
https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/02/susmanın estetigi susan sontag
İlgili birkaç okuma daha:
https://kaotikbenlik.blogspot.com/2018/02/Yazma Sıkıntısı / Agnes Verlet
https://kaotikbenlik.blogspot.com/2018/02/ Ferit Edgü / Yazmak
Dosdoğru Günlük / Fİkret Ürgüp
Orhan Veli
Ne üstte var ne başta." 1938 O.V.
Bir de İstanbul. Meyhaneleri ve sokaklarıyla, Çamlıca tepesi, Boğaziçi, Rumeli, Galata, Eyüp...
sevmek bana mahzun durmayı öğretmeseydi."
ÖLÜMSÜZ FELİX
Büyükanne’nin bir makasla torununu dilim dilim kestiği bir hikayeye rastlıyor çocukken tuttuğu defterde:
Ve idam sehpasında biten son, yine bir düş mü, yoksa gerçek mi? Ve Vorace gerçekten de söylediği gibi bir ölümsüz mü? Yoksa başarısız intihar girişimlerinin ardından kendini ölümsüz olduğuna inandırmış, şeytanla pazarlık içindeki bir başka faust mu? "Ben Ölümsüzlere üyeyim" diyor kitabın bir yerinde, Bach gibi, Rilke gibi… Ölümsüz olduğunu düşündükten sonra yazmayı da bırakan Vorace'nin ölümsüzlük düşüncesi ebedi sanatçı mitinden (kaprisinden) beslenen bir tema ve bana kalırsa iyi de kullanılmış. İronik, acı ve gerçek olansa ölümsüz bir kahraman yaratan Felix Francisco Casanova’nın henüz yirmi yaşında banyo yaptığı sırada gaz kaçağından ölmüş olması.
"Uyu artık uzun saçlı deli."
*
ZEKİ Z. KIRMIZI OKUMALARI (BİR OKURUN OKUMA NOTLARI)
Yazara verilen kıymeti ve değeri yazardan alıp okura verebilecek yegane insanlardansınız.