Der Lindenbaum (Ihlamur Ağacı) / Schubert




By the well, before the gate,
stands a linden tree;
in its shade I dreamt
many a sweet dream.

In its bark I carved
many a word of love;
in joy and sorrow
I was ever drawn to it.

Today, too, I had to walk
past it at dead of night;
even in the darkness
I closed my eyes.

And its branches rustled
as if they were calling to me:
‘Come to me, friend,
here you will find rest.’

The cold wind blew
straight into my face,
my hat flew from my head;
I did not turn back.

Now I am many hours’ journey
from that place;
yet I still hear the rustling:
‘There you would find rest.’


Hans Castorp’un gözdesi olan beşinci ve sonuncu parçaya gelmiş olduk. Bu Fransız müziği değildi artık – Alman müziğinin tüm niteliklerini taşıyordu. Operadan bir bölüm de değildi; bir şarkıydı, hem de çok özel bir şarkı. Özelliği, dünyaya kendine özgü bir düşünce ve ruhla bakışını pekiştiren, hem bir başyapıt hem de bir halk şarkısı oluşuydu. Bu kadar lafa ne gerek var ki! Schubert’in ‘Lindenbaum’uydu şarkı – bildiğimiz ‘Am Brunnen vor dem Tore’.

Bir tenor, piyano eşliğinde söylüyordu şarkıyı ve kaliteli ve duyarlı bir tarzı vardı; şarkının yalın ve yüce malzemesini sağduyuyla, duyarlı bir müzik anlayışıyla, anlamına özen göstererek vermeyi biliyordu. Bu olağanüstü şarkının, sanatsal bağlamda söylenmesiyle, halkın ve çocukların dilinde dolaşması arasında büyük bir fark olduğunu hepimiz biliyoruz. İkinci durumda, ana ezgi, yalınlaştırılarak art arda kıtaların söylenmesi demektir. Oysa, sanat olduğunda, orijinal ezgi üç tane sekiz dizeden oluşan kıtanın ikincisinde minörle değişikliğe uğrar, üçüncü kıta başladığında da majörle yeniden vurgulandıktan sonra, insanın başından şapkasını alıp götüren soğuk rüzgârlara terk edilip ortadan yok olur ve bu durum, şarkı sonuna dek söylenebilsin diye, kıtanın son dört dizesinde yinelenir. Ezginin en güçlü yanı, modüle eden ikinci yarıda, üç kez –üçüncüsü, “Ben, şimdi bazı saatlerde...” diye başlayan son kıtanın ikinci yarısındaki nakaratta olmak üzere– ortaya çıkar. Sözlerle güzelliğini bozmak istemediğimiz büyü şu dizelerde gizlidir: “Bazı bunun gibi sevgi sözcükleri. Sanki bana sesleniyorlar. Uzaklarda olduğum için.” Ve pırıltılı, sıcak tenor sesi, her kez, ustaca soluk alışıyla, bir hıçkırığı gizliyor, müziğin güzelliğine büyük bir duyarlılık katıyordu. Özellikle de, “Hep ona doğru...” ve “Burada huzur bulabilirdin...” derken, birinci kez, ‘bulabilirdin’i ciğerinden kopan bir dolulukla, ikincisinde de, en yumuşak bir flüt tonunda söylüyordu.


Şarkıdan bu kadar söz edip yorumunu yapmak yeter. Kendimizi övmek gibi olmasın ama, sanırız okuyucumuza, daha önce verdiğimiz örneklerle Hans Castorp’un akşam konserlerine ne denli özel bir sevgiyle yaklaştığını anlatabildik ama bu son parçanın, bu eski ‘ıhlamur ağacı’ şarkısının onun için ne ifade ettiğini anlatabilmek çok karmaşık bir iş; kaş yaparken göz çıkarmamak için her bir ayrıntıya dikkat etmemiz gerekiyor.

Şöyle ifade edelim: İnsan ruhunun ve zihninin yarattığı herhangi bir yaratı önemlidir çünkü kendini aşarak, evrensel ruhun ve zihnin ve tüm duygu ve düşünce dünyasının onda neredeyse kusursuz bir yansısını bulduğu bir şeye dönüşür; öneminin derecesi de bununla ölçülür. Ayrıca, böyle bir yaratıya duyulan sevginin kendisi de önemlidir çünkü bunu hisseden kişiyle ilgili bir şeyler söyler bize; onun evrenle olan ilişkisini, yaratının temsil ettiği dünyaya yaklaşımını ve bilinçli ya da bilinçsizce ona olan sevgisini sergiler.

Sıradan kahramanımıza gelince, yıllarca Hermetik ve pedagojik bağlamda gelişmesinden sonra, bu yaratının öneminin ve ona duyduğu sevginin bilincine varacak kadar ruh ve zihin dünyasının derinlerine inebildiğine inanabilir miyiz? Biz inanıyoruz ve böyle olduğunda ısrar ediyoruz. Şarkının onun için derin bir anlamı var – tüm bir dünya demek bu ve bu dünyayı sevdiğine hiç kuşku yok. Öyle olmasa, yansısı ona bu denli büyüleyici gelir mi? Biraz karamsarca da olsa, yapısı duygu dünyasının büyüsüne ve bu şarkının böylesine yoğun ve gizemli bir biçimde örneklediği zihnin evrenselliğine yatkın olmasaydı kaderi farklı olurdu diye eklediğimizde de ne dediğimizi biliyoruz. Ama aynı kader, ona yücelmeler, maceralar, iç görüş ve ‘kralcılık’ oynamanın neden olduğu sorunlar da getirdi ve tüm bunlar onu bu dünyanın, onun hayran olunacak yansısının ve ona duyduğu sevginin sezgisel eleştirisini yapabilmeye ve her üçünü bir vicdan sorunsalı olarak gözlemlemeye hazırladı.

Bu tür kuşkuların sevgiyi mahvedeceğini söyleyenler sevgiden hiç anlamıyor demektir. Tam tersine, onun özüdürler. Tutku ürpertilerini sevgiye katan onlardır; öylesine ki, tutku, kuşku duyan sevgi diye nitelendirilebiliriz. Peki Hans Castorp’un kuşkuları neydi ve ‘kralcılık’ oynadığında, bu büyüleyici dünyaya ve onun büyüleyici şarkısına duyduğu sevginin geçerliliğiyle ilgili hangi soruları soruyordu
kendine? Sezgisel kuşkularının ona yasak bir aşk olduğunu söylediği şarkının ardındaki dünya neydi?

Ölümdü.

Ama bu tam bir çılgınlık! Böylesine güzel, böylesine olağanüstü bir şarkının mı? Tüm ülkenin en kutsal ve en derin duygularından doğmuş tam bir başyapıt, onun en değerli hazinesi; gerçek duygunun esas yaratısı, sevecenliğin ta kendisi. Ne kadar iğrenç bir iftira!

“Aman, aman, ne kadar güzel!” der vicdanı olan her insan. Oysa, bu tatlı, hoş sanat ürünün ardında yatan ölümdür. Özel bağları vardır ölümle ve insan bu bağları sevebilir ama ilk önce ‘kralcılık’ oynaması ve sezgi yoluyla bir sevgide aykırı bir şeyler olduğunu kabul etmesi gerekir. Büyük bir olasılıkla, şarkı ilk biçimiyle yaşam doluydu, bir halk şarkısıydı ve ölümle bir yakınlığı yoktu. Oysa, ona ruhsal ve zihinsel bağlamda yakınlaşmak ölüme yakınlaşmak demekti.

Başlangıçta arı bir dindarlık ve tartışılmayacak bir duyusallık vardı onda ama ardından karanlık girdi işin içine. Kendini inandırdığı şey neydi? Onu bundan dünyada vazgeçiremezdiniz. Karanlığın sonuçları; karanlık sonuçlar. İşkencenin harekete geçmesi – İspanyol siyahına bürünmüş, fırfır yakalı insan düşmanlığı, sevginin yerine şehvet. Tutarlı dindarlığın sonucu.

Edebiyatçı Settembrini’ye tam güveni olmamasına karşın, Hermetik eğitim aldığı zamanlardaki konuşmalarından birinde, aydın eğitmenin söylediği bir şeyi hatırlıyordu. ‘Gerileme eğilimi’nden, bazı âlemlere doğru düşünsel bağlamda ‘gerileme eğilimi’nden söz etmişti. Hans Castorp biraz dikkat ederek elindeki yaratıya bu öğretiyi uygulamaya karar verdi. Herr Settembrini gerileme olgusunu ‘hastalık’ olarak nitelemişti – insanın böyle bir dünya görüşü oluşu ve ‘gerilediği’ zihinsel dönem, onun eğitsel bakış açısına ‘hastalıklı’ geliyor olabilirdi. Ne demek oluyordu bu? Ne yani, Hans Castorp’un tatlı, güzel şarkısı ve o kadar sevdiği onun ait olduğu dünya ‘hasta’ mıydı? Hiç de değil. Dünyada bundan daha sağlıklı bir şey yoktu ama bu taze, dolgun ve sağlıklı bir meyve olduğuna göre her an bozulup çürüyebilir, doğru zamanda ruhun en arı gıdası olmasına karşın bir süre sonra bozulmayı ve çürümeyi onu paylaşanların arasına yayabilirdi. O, ölümün yarattığı, ölüme gebe
bir yaşam meyvesi ve ruhun bir mucizesiydi; belki de, onu kutsayan vicdansız güzelliğin gözünde mutlak bir mucize. Oysa, geçerli nedenler yüzünden, yaşamı onaylayan ve onun organik bütünlüğünü seven ve ‘kralcılık’ oynayan biri ona kuşkuyla bakıyordu. Bu hem bir mucize hem de vicdanının zorlayıcı sesine kulak vererek benliğini aşabilmekti.

Evet, kendine karşı kazanılmış bir zaferdir bu; sevgiye ve karanlık sonuçları olan ruhun büyülenmesine karşı kazanılmış bir zaferin özü sayılabilir. Gecenin ıssızlığında, küçük müzik tabutunun önünde otururken düşünceleri ya da sezgisel yarım yamalak düşünceleri onu aşarak yükseliyorlardı – simyanın yücelmeleri için zorladığı anlayışının çok ötesinde büyülü düşüncelerdi bunlar. Ruhun bu denli büyülenmesi bir yücelikti. Biz hepimiz yeryüzünün oğullarıydık ve ona hizmet ederek yüce şeyler yapabilirdik. Ruhları büyüleyebilmek için ıhlamur ağacıyla ilgili o küçük şarkıyı yazandan çok daha fazla deha gerekmiyordu çünkü çok yetenekli olunduğunda dünyaya boyun eğdirecek denli geniş boyutlar kazandırılabiliniyordu. İmparatorluklar bile kurulabilirdi
üzerine – dünyevi, hatta, biraz aşırı dünyevi, kaba ve ilerici olmaktan hoşnut, nostaljinin hiç bilinmediği, küçük müzik tabutunun içindeki şarkının bozularak elektrikle işleyen gramofona dönüştüğü imparatorluklar. Ama şarkının en gözde oğlu, dudaklarında, nasıl dile getireceğini bilemediği yeni bir sözcük, bir sevgi sözcüğüyle, benliğini aşıp ölen oğlu olabilir. Bu büyülü şarkı uğruna ölmeye gerçekten değer. Aslında, bu şarkı yüzünden ölmez ölen; yeni bir şey uğruna, sevginin ve yüreğindeki geleceğin yeni sözcüğü uğruna ölür ve bir kahraman olur.

Hans Castorp’un gözde plakları işte bunlardı.


Büyülü Dağ / Thomas Mann

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder