Paris'te Bir Türk Ressamı

Fikret bugün nasıl yaşıyor? Fikret Picasso’nun kendisine hediye ettiği tabloyu nasıl okutmuş?
Fikret’in vehimleri. İstanbul’daki odamda, divanın üstünde onun bir tablosu vardır. Yıllardan beri bu “nü”yü seyrettikçe kafamda Fikret Muallâ’yı türlü şekillerde canlandırmaya çalışırım. Onun senelerden beri Paris’te olduğunu ve çetin mücadelelerle hayatını kazandığını da bilirim. Şimdiye kadar çok kimselerden ona ait bir şeyler dinlemiştim. Bazıları Fikret’in Paris’te büyük şöhret yaptığından bahsettiler. 

Bir çokları da Fikret’in kendini içkiye verdiğini anlatıyorlardı. Onun hakkında işittiğim tezatlı
söylentiler bende büyük ressama karşı derin bir merak uyandırmıştı. Paris’e gelir gelmez
aradığım insanlardan biri de Fikret Muallâ oldu.

Alesia’da bir çıkmaz sokak üzerinde bulunan köhne bir apartmanın yedinci katındayım. Basit
bir sanatkâr odası. Bütün eşya bir divan, bir masa ve bir sehpadan ibaret. Duvarlarda çerçevesiz
tualler var. Masanın üzerinde bir kaç armut, elma, biber ve üç dört baş soğan görülüyor. Bir
palet, boya tüpleri, masanın altında eskizler. Yerde boş iki şarap şişesi, bir çay bardağı. Pencerenin
kenarından duvara bir ip gerilmiş. Üzerinde bir don asılı. Yanmayan bir soba. Eski bir çift terlik. İşte büyük ressam Fikret Muallâ’nın bütün eşyaları.

“-Bohemliğe hiç merakım yok, diyor. Bu odanın havasından zevk mi alıyorum acaba; yooo, katiyen. Ben de rahatı severim. Geniş ışıklı bir evim, güzel eşyalarım olsun bayılırım. Eski tarz eşyalar.. Stil bir masa, koltuk, ceviz kütüphane. Gayet güzel şeyler. Ama ben eski eşya alacak oldum mu Bit pazarından yukarı çıkamıyorum. Fark var arada. Olmuyor işte. Hayat bizi zorla Bohem yapıyor."

Anlatıyor. Bir saat, iki saat, üç saat Fikret'i dinliyorum. Durmadan, yorulmadan, nefes almadan, canla, başla, heyecanla anlatıyor. Sivil polisler, mahkemeler, babasının ölümü, miras meseleleri, bitmez tükenmez dâvalar, türlü kırtasiyecilik, veraset ilâmları, Adliye yangını, resim sergileri, Kamondo hanı, Kadıköy'de bir baba evi, Balık- pazarı meyhaneleri, Kireçburnu, Üsküdar, cânım Boğaziçi, sonra bir yığın takibat, Emniyet müdürlüğü, sorgu sual, Bakırköy hastanesi ve nihayet 1938 İstanbul’dan ayrılış. Sonra Paris hayatı, İkinci Dünya Harbi, işgal seneleri, kardeşinin ölümü, bir yığın şüphe, karanlıklar. Öldü mü, öldürüldü mü? İçki, korku ve yine takibat, sivil polisler, resmi polisler. Ve daha sonra yalnız Fikret’in muhayyilesinde yaşayan muazzam suikast
komploları: “Beni öldürmek istiyorlar.”

İşte 50 yıllık ıstıraplı bir hayatın neticesi. Sebepleri tamamen sosyal olan bir bozukluk Fikret gibi ender yetişen bir kabiliyeti bugün maalesef vehimlere sürükleyerek bütün sanat kabiliyetini de ölüme götürüyor.

1952 /  İmpassu du Ronet’deki odasında çalışırken


Fikret’e bugünkü sanat endişesini soruyorum. “-Ne isterlerse onu yapıyorum, diyor. Geçen gün bir ahbabım iki natürmortla bir peyzaj sipariş etti. Şimdi onları yapmaya çalışıyorum. Mutlaka figüratif veya mutlaka abstre resim yapacağım diye bir iddiam yok. Hepsini yapıyorum. Diğer ressamlarla, ekollerle alâkalı değilim. Büyükleri herkes takdir ediyor, ben de beğeniyorum. Fakat tenkid kolay bir iş değil. Müdahaleye hakkım yok. Ben bütün bu cereyanların dışında olmaya çalışıyorum.
Eski resimlerime nazaran çok gerideyim. Ve gerilemek istiyorum. İlerlersem göze batıyorum. Sivrilenlerden korkuyorlar ve baltalamaya çalışıyorlar. Onun için gözüm hep gerilerde. “Boynunu eğ” diyorlar. Yağma yok, eğersem balta vuracaklar. Eğilmiyorum. İlerlemiyorum da. Orta yerde kalıverdim.”

Fikret Muallâ bugün hayatını yalnız fırçası ile kazanıyor. Fakat asla tüccar değil. Esnaf tarafı hiç yok. Yaptığı resimleri götürüp bir galeriye bırakıyor. Oradan artık eline ne verirlerse. Yirmi, otuz. Ne olursa eyvallah diyor. Ama tablolarının 200-300 liradan da aşağı satılmadığına emin.
“-Hırsızlıklarını yüzlerine vurmak istemiyorum" eliyor.

Fikret Paris’in en meşhur ressamları ile de içli dışlı olmuş. Fikret’i beğenip teşvik etmişler. Hattâ Picasso ile de çok samimi olduğunu duymuştum. Kendisine Picasso’dan bahsediyorum. “-Çok mahçubum Picasso’ya karşı diyor. 47’den beri evine gidemiyorum.” Meğer bir ara Fikret’in beline bir adale ağrısı girmiş. Kıvranıp duruyor. Kalkıp Picasso’ya gitmiş. Oturup dertleşmişler. Fikret bu ara atölyedeki resimlerden birini fena beğenmiş. Picasso da resmi kendisine hediye etmiş.

Fakat o günlerde Fikret Muallâ’nın parasızlıktan hali harap. Tam Picasso’dan ayrılmış eve dönecek. Bir de bakmış yolda tanıdık bir sima. Fevkalâde hoş bir kadın. Fikret bunu bir yerden tanıyacak ama nereden. Tamam. Paris'e ilk geldiği senelerde flört ettiği kız. Şimdi muazzam bir hanımefendi olmuş. Kadın da derhal Fikret’i tanıyor. Başlıyorlar ahbaplığa. Meğer hatun şimdi resim koleksiyonları yapıyormuş. Fikret bunun üzerine elindeki tabloyu gösterecek oluyor. Hanım bitiyor resme.

- Bunu bana ver diyor, sana 15000 frank. Ayrıca 15 gün de bizim evde misafirsin.

- Olmaz, diyor Fikret. Picasso’nun hâtırası. Veremem katiyen.

Kadın ısrar ediyor. Bir taraftan da parasızlık, bel ağrıları, açlık, sefalet. Sonunda zavallı Picasso giriyor hanımın kolleksiyonuna. 15 gün madamın evinde balayı. Fikret’in ağrılarından da eser

Ayrılırken Fikret Muallâ’ya Türkiye’ye dönmek hususunda ne düşündüğünü soruyorum: “-İstanbul gözümde tütüyor, diyor. 14 senedir hasretim memlekete, dostlara, ahbaplara. Fakat korkuyorum. İstanbul'da yaşayamıyacağım gibi geliyor bana. Nasıl geçinirim İstanbul’da. Deli diye Bakırköy’ü boylamak da var. Kötülüğümü isteyen insanlar var. Ne bileyim korkuyorum işte.” Aksini anlatmaya çalışıyorum. Dinlemiyor bile. Güç, Fikret’e bunların vehim olduğuna inandırmak çok güç.

1952. Hıfzı Topuz

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder