Artures etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Artures etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Arslan, brütal sanat!


Yorgun düştüğü zamanda bile Yüksel Arslan, insana duyduğu tutkuyu yitirmez. Ansiklopedik bir yapıt aracılığıyla bizi çağlar boyu kendimizi aramaya yönelten sanatın dikenli yolunu keşfe çıkar. Yazı ve resim arasındaki yolun ortasında - “artures” adını verdiği belgeler üretir. Doğal renklerle çalışır. Yıllar ve yıllar boyu süren okumaları temsil eden ve tarih öncesine, toplumsal tarihe, sanata, şiire, düşüne, bilimlere değinen diziler üzerine. Ve Arslan’a tüm çağları böylece aşmayı ve kendi özgün araçlarını oluşturacak az rastlanır bir güç gerekir.

Dokuz yıldan beri, yeni bir dizi öne sürme gereği daha belirgin, daha ivedi biçimde ortaya çıktı. Sinir sistemi hastalıkları üzerine o çalışmasına “İnsan” adını vermemiş miydi? Ta içimizde bulunan canlı varlığı, hayvansallığımızla mantığımızın evliliğini sorgular. Orada, özün yanı sıra sanata, Elie Faure’un altını çizdiği gibi birlikteliklerini pekiştirmek için maddenin ve zekanın derinliklerindeki aşktan fışkıran” en üstün ifade biçimimize dikkat çeker.

Ne? İnsanın en yüksek açılımı bu travmaya uğramış, bitkin, pörsümüş, sakatlanmış bedenler mi? Bu tahriş olmuş beyin dokuları, bu tümörler mi? Bu şaşkın bakışlar mı? Bu sanrılar, bu krizler mi? İnsan sütunlar, dikilitaşlar, minareler, deniz fenerleri gibi dikilen barkodlarla mı özetlenecek? Çiçeklerin dişi organları gibi keyifli aptallara mı? Daha da kötüsü, kuşkonmaz ya da turp, deve ya da tespih böceğinde hararetle birleşmiş diğer canlı türleriyle eşit bir düzlemde mi olacak?

Arslan acele etmeden doğruluyor:

 “Tüm bunlar insanın da bir köpek, bir maymun ya da bir ağaç denli atıl bir tür olduğunu gösterir.”

Arslan bir kuramcı değil ama bir tanık. İnsanda korkutulmuş, kırılgan, dengesiz bir varlık bulabilmek için yüzlerce ve yüzlerce kitap okumuş. Onun tüm durumlarında, tüm boyutlarında iç yüzünü ortaya çıkarmış. İşkence görenleri, soykırıma uğrayanları, hapsedilenleri unutmadıkları için savaşanlar gibi acı çeken ruhlar üstüne eğilmiş. Sinir sisteminin gedikleri sadece çıplak yaşama bakılabilecek pencereler, önemli olan tek düşmanın, ölümün gelişmesinin önüne geçmeye aracı olabilecek mazgal delikleridir.

Kafalarımızda bir operet kişiliğini vitrine koymaya çok alışmışız. Arındırılmış bir kültür yaşamına masere’yiz. Deniz feneri olmakla, dürüst olmak ve her şeyi söylemekle yükümlendirdiğimiz sanatçılar bile, olabildiğince sık, bir reklam ürününün yüzeysel görüntülerine tutunurlar. Her şeyin geçici olduğunu öne sürerek, iyi yaşamalı, derler. Arslan’ı çileden çıkaran budur: “Hiçbir şeye cesaret edemiyorlar. Aptalca püritanizm!”

Eh, işte, sanat, o, Arslan onu yeniden dölleyecektir. Yabanıl bir kucaklamayla. Açıklamalar yapmak, daha da önemlisi bir kitleselleşme yapıtı vermek için orada değildir. Arslan’ın hedefi sanatsal bir sorumluluk yüklenmedir. Ödün vermeden. Onun brüt sanatından söz ettik, işte bu brütal sanattır.

Ve sonucu bir harika yaratmaktır.

*
Jacques Vallet

*
YÜKSEL ARSLAN ÜZERİNE:

Yüksel Arslan'a Veda

Yüksel Arslan
1933 - 2017



Arture'lerin Yaratıcısı

Yüksel Arslan’ın kendine yakın duyduğu yazarlar arasında Stirner, Nietzsche, Marquis de Sade, A. Jarry ve Rimbaud gibi burjuva dünyasının huzurunu kaçıran, uzlaşma tanımıyan davranışları yüzünden tek kalanlar geliyor. Psikoanalize karşı büyük bir ilgi duyuyor, yalnız bugün salgın halinde herkesin yüreğine işleyen kompleks korkusunu yersiz buluyor. Kompleksler hayvanda değil, insan varlığında ürüyorlar; onlarla hesaplaşma tek insanın işi olmalı, psikoanalizi bir “iman" haline getirmemeli. Sanat alanında manieristleri rönesans ustalarından çok seviyor. Bu sonuncular arasında yalnız Leonardo’yu -gene zamanının dışında kalan biri- ayırıyor. Leonardo'nun eserlerinden anatomi ve teknik buluşları ile ilgili olan desenleri onu çok etkiliyor. Sürrealist ressamlar arasında en çok sevdikleri: H. Bosch, Arcimboldo ve Max Ernst.

Etkiler, Yüksel’in etkisi altında kaldığı çağların ve mekânların, ayrıca kişilerin anlamlı portreleri yer alıyor. Hitit sanatından Mısır mumyalarına sıçrıyoruz. Geleneksel sanat ve halk sanatı örneklerinin etkilerini izliyoruz. İslâm sanatı yapımcılarının kullandığı araçlardan folklorik malzemeye uzanıyoruz. Kaçınılmaz bir biçimde Leonardo'nun portresi çıkıyor karşımıza. Van Gogh phallus'lu bir kulakla görünüyor, kesik kulak yerine. Bela Bartok “dâhiyane sadeliği” ile Arslan’ın ilgisini çekiyor. Rabelais’yi birkaç kez görüyoruz. Roland Topor’la bir Rabelais-Karagöz filmi yapmayı düşünüyorlar, ama gerçekleştiremiyorlar bunu. Ama Rabelais ile Karagözü bir arada gösteren tabloda profillerden biri Arslan'a, öbürü Topor'a benziyor. Aristophanes bir büst olarak kadınların arasında çıkıyor ortaya “barış” çağrısıyla. Nâzım Hikmet tablosunda ise bir avucun içinde koparılmış bir yürek atıyor. Başka bir yapıtta ise Nâzım binlerce insanın başında yürüyor. Kitleleri ardından sürüklüyor. Voltaire bir iskelet gibi, Mayakovski heyecanla bağırıyor. Belki söylev veriyor. Descartes “Düşünüyorum, öyleyse varım" der gibi. Gerard de Nerval ürkütüyor siyahlar içinde. Ezra Pound, dizide yer alan, Whitman’dan sonraki tek Amerikalı ozan, o da siyahlar içinde ve Canto'larının eşliğinde. Biri 19. yüzyılın, öbürü 20. yüzyılın lanetli ozanları. Henri Michaux karşımıza dalları Medusa başına benzeyen ağaçlar gibi çıkıyor.

 Burada da kalmıyor Yüksel Arslan, son yapıtlarını “İnsan" başlığı altında topluyor. Burada ise sanki bir bilim adamı titizliği ile çalışıyor, ruhsal özürlü insanları inceliyor. Eğri büğrü ellerin ve ayakların, acıyla burkulmuş gövdelerin çizimlerini buluyoruz. Yüksel Arslan böylece toplumsal hastalıklardan ruhsal ve kişisel hastalıklara atlıyor. İlgisi bütünüyle insanlığı kapsıyor.

Orhan Duru'nun
 yazısından

Arture 434 (İntihar)

Geçen ay Nerval'le başlayıp intihar üzerine epey başlık açtım blogda; 
Yüksel Arslan'ın bir Arture'siyle devam edelim:

ARSLAN. - Suçlulardan sonra, intiharlarla ilgilendim. En sonunda, konu üstüne birkaç tane kitap buldum. Birkaç klasiği okudum.

Herakleitos’un intiharı çok önemli. Ephesos'taymış, hastaymış, hekim falan istememiş! Vücudunu inek gübresiyle kaplamış ve güneşin altına uzanmış. Uyumuş. Ve köpekler onu çiğ çiğ yemişler!

- Onun ölümüne ilişkin farklı farklı hikâyeler var.

ARSLAN. - Biliyorum. Biliyorum. Ama herkes onun vücudunu ya gübreyle ya da çamurla sıvadığını, sonra da köpekler tarafından parçalandığını ileri sürüyor. Öte yandan, Hindistan’da, çok yoksul insanlarda rastlanan bir intihar biçimi bu, onlar da vücutlarını çamura bulayıp kuruyorlar, ardından da kendilerini yakıyorlar! Ama ne adam şu Herakleitos!

- Haklısınız. Herhangi bir beynin hayatı kavramada hâlâ ondan daha ileriye gidemediğine inanıyorum. Benim için bir ışık o. Onun düşüncesinin gücü, sağlamlığı asla aşılamadı.
(Bir meşenin gölgesine oturuyoruz. Devam ediyorum:)

İntihar edenler genellikle düş kırıklığına uğramış hayat aşıkları oluyor. Cioran’ın bir yergisinde söylediği gibi: “Yaşamak için hiçbir nedenleri olmayan ötekilerin neden ölmek için bir nedenleri olsun ki?” Bu bir ozan hastalığı! Örneğin, insan sevdiği zaman ortaya çıkan ışığı dile getirmeyi çok iyi bilen Andre Frederique: “Kadınların gölge teni tan kokuyor...”

ARSLAN. - Acı çeken insanların bazıları için ölüm şiirsel bir şey oluyor. Gabriel Deshaies bir şizofrenin şu sözlerini aktarıyor: “Ölüm, tıpkı superileri, nympha’lar gibi yeryüzündedir. Hayat göksel bir şeydir, bir hayli kötü kalpli bir kadındır o. Ölümse çok güzel bir kadındır, kara bir kadındır.” 

- Yıkılmış insanlarda bu tür izlenimlere rastlanıyor. Paul Celan kendini Seine’e atmadan önce “boş konuksevmezlik”ten söz etmiş. Birçok hasta acılarının başka türlü sözlerle ifade edilmeyeceğini biliyor. Peki ama siz nasıl ele aldınız konuyu?

ARSLAN.-75. İnsan (A 434) özellikle kendilerini asan insanlarla ilgili. Arture'ün ortasına, bir manzara, bir de kendini bir ağaca asan bir adam çizdim. Toprakrengi bir zeminde, mavi bir gökyüzünün altında. Hava güzel. Bu bulaşıcı bir “intihar".


- Açıklar mısınız bunu bana?

ARSLAN. - Bu durumu eski bir kitapta okudum, Aubry’nin bir kitabında, onun betimlemelerinden hareketle çizdim bu manzarayı. “Kentin yakınlarında" kendini bir armut ağacına asan bir adam bu. Gazetede ondan söz ediliyor. Derken, bir kendini asma salgını baş gösteriyor. Onu izleyen haftalarda birçok insan kendini aynı ağaca asıyor.

 - Böyle yerler, böyle dönemler olmuş gerçekten de. Bretagne’da, biri kendini bir köprüden atmaya görsün, bir-iki ay boyunca onunkinin tıpkısı intiharlara rastlanmış. Taklit intiharlar. Bir de, nasıl desem, neredeyse kalıtımsal intiharlardan söz edildiğini duydum: Biri babasıyla ya da dedesiyle aynı yaşta aynı şekilde ve genellikle aynı yerde intihar ediyor.

ARSLAN. -  Bu konuda bir sürü acayip hikâye var. Asılmış adamımın iki yanına onun intiharının bulaştığı, asılmış, tuhaf adamlar çizdim, Balthazard'ın adli tıp kitabında fotoğraflar buldum, ölümün mekanizmasını incelemek için kendini asan insanlarda ipin durumunu gösteriyor. İnsanın kendini öldürmesi kimi zaman çok karmaşık şekillerde gerçekleşebiliyor, kesinkes kararlı olmak yetiyor. Vücut ne konumda olursa olsun intihar edebiliyor.

A 337



Edebiyat öğretmenim, bir kadın, bana ödev olarak Gogol'un Müfettiş'ini veriyor. Karalamalarımı (dönemin Türk toplumunun bir tür eleştirisiydiler) çok beğeniyor. Gogol’u okuduktan sonra dünya klasiklerini okumaya başlıyorum. Kitaplarımı özenle seçerek okumak en büyük tutkularımdan haline geliyor (A 337).


Otobiyografi




1933’te Eyüp’te doğdum. Babam buradaki fabrikalardan birinde işçiydi, annem de garip bir göçmendi, hayatını babamla evlenene değin, ev işleri yaparak kazanmıştı. 2. Dünya Savaşı sırasında annem de çevredeki mensucat fabrikalarından birinde çalışmaya başlamıştı. İki erkek, iki kız dört kardeştik.

Mezarlıkta oynuyoruz. Mezar taşlarını oldum olası yaşayan varlıklar olarak gördüm, sadık dostlar olarak! En büyük merakım taşları kaldırıp böceklere bakmak. Evde sineklerin çiftleşmesini izliyorum merakla...

 Mahallede şeker meker satarak “hayatımı kazanıyorum”.

 İlkokulda öğretmen yazımın güzelliğini ve resimlerimi övüyor. Daha sonra mahallede de komşular, suluboyalarımı, pastellerimi beğenecek, aralarından bazıları çerçeveletip evlerinin duvarlarına asacaklar.

 Yedinci ya da sekizinci sınıfta Gogol'un Müfettiş’ini okuyorum, yavaş yavaş dünya klasiklerini okumaya başlıyorum.

 İstanbul Lisesi’ne giriyorum. Cep harçlığımı çıkarmak için, yaz aylarında manavlık yapıyorum. Resim çalışmalarım sürüyor... Klee’nin etkisinde guaş, suluboya, pastel karışımı bir şeyler bunlar.

Kararımı verdim: Ressam olacağım!

ARSLAN, NE SERÜVEN!


Resmin (plastik) değerlerine karşı çıkan
ressamlarla doludur yüzyılımız.
Bir tuvalin üstüne gelişigüzel atılan boyalardan oluşan resim
bir tuvali yırtarak oluşan resim
bir tuvali yakarak oluşan resim
bir tuvali tek bir renge boyayarak oluşan resim
bir tuvalin ortasına bir dörtgen oturtarak oluşan
resim...

Bunlar (yalnızca birkaçını saydım) resim sanatının öldüğünü
ama yeni bir resim dilinin yaratılabileceğini gösteren örneklerdir.

Arslan için, resmin, tek başına resmin
yani plastik değerlerin araştırıldığı
ya da eski değerlerin yadsınıp
yeni plastik değerlerin
(ya da karşı-plastik değerlerin)
yaratıldığı resmin
hiçbir anlamı yoktur.
O, bir düşünceyi resmetmek ister.
Bu nedenle, ressam sözcüğü ona pek yakışmaz. 
Öteden beri kendine yakıştırdığı sözcük 
"çizer-boyar"dır.
Oysa, "çizer-yazar" daha uygun düşer onun uğraşma.

Çünkü o, çizdiği kadar yazardır.
Esin kaynağı doğa değil, kitaplardır.
Onun resmi "bir şeyler" anlatır.
Resim sanatının kendine özgü değerleriyle
yalnız onlarla varolmayı seçmemiş biri
neyi anlatabiliyorsa, onu.
Her resmin bir öyküsü vardır.
Ama bu öykü, yazarın yazdığı öykü değildir.
Ressamın öyküsüdür.
Onun öyküsünü, yazar yazamaz
ya da (yazınsal anlatmaya kalksa) ister istemez
bambaşka bir biçimde anlatacaktır
-çünkü yazar sözcüklere mahkûmdur.
Arslan'ın sözcükleri ise
(onun resimlerinde öteden beri
çok sayıda sözcükler, heceler, harfler yer alır)
bir biçimdir, bir karalamadır, bir silmedir,
bir kazımadır.

II/

Resmin sorunsalı 
hemen hemen hiçbir zaman Arslan'ın sorunu olmadı.
Başlangıçta, Miro'ya, Klee'ye ilgi duydu.
Daha sonra ana kaynaklara gitti.
Halk sanatlarıyla, Karagöz figürleriyle,
Siyah Kalemle ilişki kurdu.
Ama plastik değerler, bu dönemlerde bile
onun üstünde durduğu birincil konular değildi.

Sorduğu soru,"Düşüncemi nasıl resmedeyim?"
oldu hep.

Bu sorusunun karşılığını
sanırım, bir resimden çok
bir kitapta
bir ressamdan çok
bir yazarda, bir düşünürde buldu.

III/

Sürrealizm ve Arslan

Sürrealist sanatı, alıştığımız sanat ölçülerinden hareket ederek anlamağa kalkışmamalı. Çünkü bu sanat, bu ölçülerin tümüne karşıdır. Gayesi bizi burjuva dünyasının kalıpları dışına çıkarmak; istediği hoşa gitmek değil, tepki uyandırmak. Akıl ve tabiata aykırı ne varsa, onu programlaştırıp bir korkuluk gibi öne sürmesi, bu işte başarı göstermesi için yetiyor. Vakar ve ciddiyeti ile, alışkanlıkları, idealleri ve kutsal saydığı herşeyle eğleniliyormuş gibi geldiği için, karşısındakini canevinden vuruyor ; bu etkinin karşılığı da yerine göre alınganlık, kırgınlık, öfke yahut şaşırma, yadırgama, ürküntü, hatta tiksinti oluyor.

Yüksel Arslan’ın da eserleri karşısında belki bu tepkileri gösterenler bulunabilir. Yüksel Arslan’ın dünyası iradenin işe karışmadığı, başı boş kalan şuuraltı kuvvetlerinin insan kişiliğini devirip onu otomatizme sürüklediği yerde başlıyor. Resimleri her türlü kontrolü iten böyle bir dünyadan haber veriyor. Şuuraltına itilmiş olan ne varsa ortaya çıkmış, loş bir yeraltı- dünyasının renksiz, insanla hayvan karışımı acaip yaratıkları, birbirine dolanan kopmuş organları ve kenetlenen ahtapot kolları ile her tarafı sarmış, haklarını arıyorlar. Her şekil, kılı kırk yaran bir incelikle işlenmiş, büyüteç altında görülmüşcesine bize yaklaşıyor, kâbus gibi üzerimize çöküyor.

Resimlerin çözümünü çok defa edebî bir eserin metninde, yahut konuşma dilinin bir deyiminde buluyoruz. Koçun güttüğü sürü, yahut üşüşen sinek motifleri Zarathustra’nın sembol dilinden alınmış ( Önsözler ve III. bahis « Çarşısının sinekleri »). « Nietzsche'nin portresi», kayalar, böcekler ve bir insan başından sürrealist bir montajla meydana getirilmiş bir Avrupa haritası Marquis de Sade’in bir cümlesine dayanıyor. Bu resimleri, kavramların tasviri, yahut metinlerin illüstrasyonu saymamalı. Kelime ile anlatılan fikrin resim diline çevrilmesi, şuuraltı mekanizmasının bir ürünü. Yüksel Arslan için kelime ve fikirler bu mekanizmayı sadece işletmeye yarıyorlar. O da Max Ernst gibi sanatçının «pasif» olması gerektiğine inanıyor. Sanatın ve sanatçının yaratıcılık gücü onun için de bir masaldan ibaret, «yaratma mitinin hazin bir kalıntısı.»

Eserlerin anlaşılmasını belki kolaylaştırır diye son bir söz daha: Yüksel Arslan'ın kendine yakın duyduğu yazarlar arasında Stirner, Nietzsche, Marquis de Sade, A. Jarry ve Rimbaud gibi burjuva dünyasının huzurunu kaçıran, uzlaşma tanımıyan davranışları yüzünden tek kalanlar geliyor. Psikoanalise karşı büyük bir ilgi duyuyor, yalnız bu gün salgın halinde herkesin yüreğine işleyen kompleks korkusunu yersiz buluyor. Kompleksler hayvanda değil, insan varlığında ürüyorlar; onlarla hesaplaşma tek insanın işi olmalı, psiko-analizi bir «îman» haline getirmemeli. Sanat alanında manieristleri rönesans ustalarından çok seviyor. Bu sonuncular arasında yalnız Leonardo’yu —gene zamanının dışında kalan biri— ayırıyor. Leonardo’nun eserlerinden anatomi ve teknik buluşları ile ilgili olan desenleri onu çok etkiliyor. Sürrealist ressamlar arasında en çok sevdikleri: H. Bosch, Arcimboldo ve Max Ernst.

M. Ş. İpşiroğlu

Yüksel Arslan / Ferit Edgü

Yüksel Arslan'ın Atölyesinde (Sanat Dünyamız 75)
"... Gözlerini Haliç’in kirli sularında aç dünyaya, mezarlıklar arasında büyü / kıçında don yokken / kendi çabanla bir yabancı dil öğren / o dilden, Nietzsche’leri, Sade’ları, Sartre’ları, Kafka’ları oku / bu arada kendi resmini öğren / boyanı bul, kişisel bir teknik geliştir / yepyeni bir resim dili yarat / Marx’ı bul / sonra kimsenin cesaret edemeyeceği bir işe başla / Das Kapital'i resme dökmeye çalış / Bu ancak bir Türk sanatçısının geçtiği yollar olabilir / Benzeri yoktur Yüksel’in...”

Ferit Edgü


Yüksel Arslan'ın Atölyesinde (Sanat Dünyamız 75)


Arslan - Philippe Krebs Mektuplaşmaları

23 Haziran 2000

Evet, sevgili Ph. Krebs, yaşayan ve ölü mükemmel dostlara sahip olma mutluluğundan ben de payıma düşeni aldım. Benliğimin derinliklerine nüfuz etmiş toplumdışılığıma karşın, 28 yaşımda İstanbul’dan Paris’e doğru yola çıkarken, yine de geride, Boğaziçi meyhanelerinde birkaç çok iyi dost bırakmıştım. Halâ benim sağlığıma kadeh kaldırdıklarını biliyorum, ben de aynı şeyi onlar için yapıyorum.

Otuz sekiz yıl boyunca Paris’te de sağlam dostluklar kurma şansı buldum. En çok da Roland Topor’la birlikte eğlendim. Söyleşmeye başladığımız anda ikimiz de eğlenceye sınır olmadığını, her yolun serbest olduğunu biliyorduk. İki göz iki çeşme yaş dökecek denli gülerken, o ve ben iki süper palyaço olarak tüm dünyayı katletmeyi başarıyorduk!

Tabii ki bu dostların arasında münzeviler, benim gibi ayılar var. Ama münzevilerin en münzevisi benim, evet, senin yazıştığın adam. Bunu bilmiyordun, eminim. Otuz yıldır Fransa sınırları dışına çıkmadım. Değişim mi, ne değişimi? Sadece en sevdiğim meslektaşlarımın tarihöncesi mağaralarda ve müzelerde saklanan çalışmalarını görmek üzere bir hafta şuraya, iki hafta oraya, başka bir köşeye gittim. Dostlarım, tıkabasa kitap dolu valizim ve defterimden oluşan küçük ailem vardı yanımda.



Güzel dünyamızı uzun zamandır terk ettikleri için hiç karşılaşamadığım öteki dostlarımdan da söz etmek isterdim. Burada kendimi tekrarlama tehlikesi var gerçi, ama birinci mektubumun bir ilavesi gibi, “sanatçı olarak silahlarım” ın neler olduğu hakkındaki soruna da böylelikle cevap vermiş olacağım.

İlk gençliğimin birçok yılını Nietzsche ile birlikte geçirdiğimi söyleyebilirim. Olgunluk çağımın on iki yılında da sabah akşam K. Marx ve onun dostu F. Engels ile birlikte yaşadım. Amma tuhaf dostluklar, diyeceksin. Ölülerle birlikte nasıl yaşanabilir ki? Bence her şey çok açık, o yüzden bu soruya cevap yok! Sadece, “sanatçının silahları” olarak o sonu gelmez kitaplar tarihine geri dönelim. Ayrıca Tarihöncesi’nden bugüne dek öteki sanatçılar, şairler ve düşünürlerle de birlikte yaşadım; Influences (Etkiler) kitabıma şöyle bir göz atılırsa, mükemmel dostların listesi ortaya çıkıverir!

26 Haziran 2000

Demek ki kitaplar ve yine kitaplar. Evet, ben kendimi ancak şu işleri yaparken görebiliyorum:
okurken, yerken, sıçarken, yürürken ve...

Birden psikiyatri literatürüne geçmiş şu sempatik herif geldi aklıma; adam düzüşürken klasikleri
okuyormuş, herhalde yaptığı işten aldığı zevki uzatmaya çalışıyordu!

Kitaplar, işte benim “sanatçı olarak silahlarım” ve beynim, kollarım, ellerim... Şu son aylarda başka dostlarla da tanışacağımı bilmiyordum. İki düşünür var aklımda: Giacomo Leopardi ve Arthur Schopenhauer. Önümde güzel bir okuma dönemi. Birkaç arture daha üretebilmek için, onların her yazdığı ve onlar hakkında yazılmış her şeyi yutmakla meşgulüm. 

Selamlar,

DEFTERLER / YÜKSEL ARSLAN




defterler / "etkiler" den

YÜKSEL ARSLAN

Yüksel Arslan, sonsuz uzayın bu sonlu parçası, boğazından kahkahalar dökülürken İçsel uydular misali dönüp duran, çarpıştıklarında, ellerinin ve gözlerinin kıvılcımlarını fışkırtan iki yuvarlak taş tarafından sürekli katedilir.

Olağanüstü, karşıt ilkelere bağımlı, seyirlik manyetik etkiler oluşturan iki çakıl taşıdır bunlar. Birincisi, zamanında Hieronymus Bosch'un, dönemin cerrahları tarafından alınışını sevinçle karşıladığı Delilik Taşı'dır. Çok daha havaleli, ancak göründüğünden çok daha kırılgan olan İkincisiyse, uyku verici özellikleri Goya tarafından gözler önüne serilmiş Akıl Taşı'dır.

Birbirlerine çekilen ve birbirini iten, biri altlardaki sığınaklara tutkun, diğeri kafatasının kutup bölgelerinden kopamayan bu iki gök cisminin çarpışmaları, organik madde kalıntıları, kahkaha gazı ve küle, anılara, lavlara ve dumana dönüşmüş yanılsamalar eşliğinde şiddetli patlamalara yol açar. Oluşan bileşik elemanlar, soğudukça kristalize olarak, UNESCO tarafından ilan edilmesini beklemeden, insanlığın ortak kültürel mirasına kattığım birer doğal harika olan Arture'leri oluşturur.

Ne var ki kimileri, büyüsel güçler atfettikleri bu eserlere fazla yaklaşmamayı yeğlerler, yüzlerini bir düdüklü tencere kapağının ayrılması misali yitirebilirlermiş gibi.

Çok daha sempatik, cüretkar ve İhtiyatlı olan diğerleriyse, ailelerindeki uyuz koyunların yarattığı, çok eskilerde kaybolmuş bir uygarlığa ait arkeolojik parçalar şeklinde gördükleri Arture'lerden etkilenmekten çekinmezler. Böylesi bir kavuşma, elbette heyecan yüklüdür. "İki taşlı adam"ın eserleri, zamana, zemine ve izleyicinin ruh haline bağlı olarak dehşet, coşku, hüzün veya neşe duyumsatır.

Bir sanatçı olmayı kendine yasaklayan Arslan, bir rençberin boşuna gayreti ve sürgündeki bir hükümdarın kayıtsızlığı ile yeni bir Arture efsanesinin imgelerini oluşturdu. Bu efsane, cinselliğinin kaprislerine boyun eğmiş, kâbus ve hastalıklarının insafına kalmış, yerinde, yaşamı küçük bir kum tanesine bağlı ve de her halükarda, kendi yarattığı toplumsal örgütlenme tarafından öğütülmeye mahkum insanın acıklı serüvenlerini ustaca resmediyor.

Yalan tatlı, gerçeklik acıdır.

Ne var ki bu, kahramanı gülmekten kesinlikle alıkoyamaz.

*
Vaison La Romaine,
 Ağustos 1995
Roland Topor

A 87




A 110

Pazar Yerindeki Sinekler Üstüne

Yalnızlığına kaç, dostum! Seni büyük adamların gürültüsünden sersemlemiş, küçüklerin iğneleriyle de delik deşik olmuş görüyorum.

Seninle nasıl susulacağını pek iyi bilir orman ve kaya. O sevdiğin ağaca benze yine sen. o geniş dallıya: sessiz ve dinlercesine sarkar o, denizin üstüne.

Yalnızlığın bittiği yerde, pazar yeri başlar; pazar yerinin başladığı yerdeyse, büyük oyuncuların gürültüsü ve ağılı sineklerin vızıltısı başlar.

Dünyada en iyi şeyler dahi, göstereni olmazsa, değersizdirler: bu göstericilere büyük adam der halk.

Halk pek anlamaz büyükten, yani: yaratıcılıktan. Ama büyük şeylerin bütün göstericilerinden ve oyuncularından hoşlanır.

Yeni değerler yaratanların çevresinde döner dünya: — görünmeden döner. Oysa oyuncuların çevresinde döner halk ve şan: «dünyanın gidişi» böyledir.

Ruh vardır oyuncuda, ama ruhun vicdanı pek yoktur. O hep, en çok inandırdığı şeye inanır, — kendine inandırdığı!

Yarın buna inanır, öbürgün başkasına. Keskin gözleri vardır halk gibi, ve değişken huyları.

Devirmek. — onca tanıtlamaktır bu. Çıldırtmak, — onca kandırmaktır bu. Ve onca kan. bütün kanıtların en iyisidir.

Ancak duyarlı kulaklara sızan gerçeğe, yalan ve hiç der o. Gerçek, dünyada büyük gürültü koparan tanrılara inanır o ancak!

Gösterişli soytarılarla doludur pazar yeri. — ve halk övünür büyük adamlarıyla! Bunlar onca, ânın efendileridirler.

Fakat ân onu sıkıştırır, o da seni sıkıştırır. Ve senden Evet ya da Hayır İster. Yazık, «...yana olma» ile «...karşı olma» arasına mı koymak istiyorsun iskemleni?

Bu dediği dedik, bu sıkıcı kişileri kıskanma, ey gerçek tutkunu! Dediği dedik kişinin koluna hiçbir zaman asılmamıştır gerçek.

Bu apansız kişiler yüzünden, güvenliğine dön: kişiyi ancak pazar yerinde bastırır. Evet mi? Hayır mı?

Ağır duyuşludur bütün derin kaynaklar: derinliklerine düşenin ne olduğunu anlamak için uzun süre beklemeleri gerekir.

Arture 110 (1967)

defterler / yüksel arslan

defterler / yüksel arslan


Yalnızlığına kaç, dostum! Seni büyük adamların gürültüsünden sersemlemiş, küçüklerin iğneleriyle de delik deşik olmuş görüyorum.
...
Seninle nasıl susulacağını pek iyi bilir orman ve kaya. O sevdiğin ağaca benze yine sen. o geniş dallıya: sessiz ve dinlercesine sarkar o, denizin üstüne.
...
Yalnızlığın bittiği yerde, pazar yeri başlar; pazar yerinin başladığı yerdeyse, büyük oyuncuların gürültüsü ve ağılı sineklerin vızıltısı başlar.
...
Yalnızlığına kaç, dostum: görüyorum ki her yerini ağılı sinekler sokmuş. Sert ve sağlam bir havanın estiği yere kaç!
...
Yalnızlığına kaç! Sen küçük ve acınacak kişilere pek yakın yaşadın. Onların göze görünmez öçlerinden kaç! Onlar sana karşı öcden başka bir şey değildirler.
...
Yalnızlığına kaç dostum, — ve oraya, sert ve sağlam bir havanın estiği yere. Senin yazgın sinek kovmak değildir.

Arture 26: Mastifikatör


Arture 72


1) Arture nedir? 2) Kutlandığım teknik nedir? Paris'e geldiğim 1961 yılından başlayarak galerilerde tablolarımın satımını kolaylaştırmak, onları sınıflandırabilmek amacıyla bana onlara ne ad vermek gerektiği soruluyordu. Bunlar ne resim, ne guaş, ne suluboya, ne de desendiler. Soruyu basitleştirerek, eserlerimin genel adı olarak, ART sözcüğünden yola çıkarak ve URE sonekini ekleyerek (peinture ve architecture sözcüklerinde olduğu gibi) ARTURE sözcüğünü buldum.

Tekniğe gelince! Bu daha da basit! 1950-53 yıllarında, olağan yollardan (yani yağlıboya, pastel, guaş. suluboya vb.) yaptığım eserlerimi yok edişimin ardından, o zamanlar doğal boyalar adını verdiğim ve hemen yakın çevremde, İstanbul’da yaşadığım kenar mahallelerde kolaylıkla temin edilebilecek boyaları kullanmak gibi mutluluk verici bir fikir geldi aklıma. Böylelikle, tuğla parçacıklarını, taşları, çiçekleri ve otları sürterek çalışmaya başladım. 1955’te, tarihöncesi sanat üzerine bir kitapta hazır bir reçeteyle karşılaşıverdim: Topraklar, bal, yumurta akı, kemik iliği, yağ, kan. vb. O günden beri, kağıt üzerinde bu tekniğin yardımıyla, elbette onu yetkinleştirerek, çalışıyorum. (Şubat 1975)

A 69

Arture 69: Yaz Sosu, (1965)

A 292: NİETZSCHE

Ayaktakımı Üzerine

Yaşam bir haz pınarıdır; ama ayaktakımı da aynı pınardan içtiğinde, tüm kuyular zehirlenir.

Temiz olan herkese karşı iyiyimdir; ama sırıtan ağızları ve temiz olmayanların susuzluğunu görmeye tahammülüm yoktur.

Gözlerini aşağıya, kuyuya dikiyorlar: iğrenç gülüşleri yansıyor şimdi kuyudan yukarıya!

Kutsal suyu şehvetleriyle zehirlediler; ve kirli rüyalarına “haz” adını verdiklerinden beri, sözcükleri de zehirlediler üstelik.

Islak yüreklerini ateşe yatırdıklarında, isteksizleşir alev; ayaktakımı ateşe adım attığında bizzat ruh fokurdar ve tüter.

Meyve şekerlenir ve ezilir onların elinde: bakışları meyve 
ağacını cılızlaştırır ve kurutur tepedeki dallarını.

Ve yaşamdan yüz çevirenlerin bazıları, aslında ayaktakımından yüz çevirmişlerdir sadece: kuyuları, alevleri ve meyveleri ayaktakımıyla paylaşmak istememişlerdir.

Ve kendini çöllere vurup, yırtıcı hayvanlarla birlikte susuzluk çeken kimileri de, pis devecilerle aynı sarnıcın başında oturmak istemedikleri için yapmıştır bunu.

Ve tüm meyve bahçelerine bir yok edici gibi, bir dolu gibi gelen kimileri de, ayaktakımının boğazına basıp, gırtlağını tıkamak istemişlerdir sadece.

Ve yaşamda düşmanlığın, ölümün ve çarmıhların da gerekli olduğunu bilmek değildi, boğazıma takılan asıl lokma: —

Aksine, bir gün şunu sordum ve az kaldı boğuluyordum kendi sorumdan: Ne? Ayaktakımı da mı gerekli yaşamda?

Zehirli kuyular, pis kokulu ateşler ve kirletilmiş rüyalar da mı gerekli, kurtçuklar da mı gerekli yaşam ekmeğinde?

Yaşamımı, nefretim değil, tiksintim kemirdi aç kurtlar gibi! 
Ah, ayaktakımının da ruhu olduğunu görünce, usandım ruhtan!

Ve şimdi, egemen olmak dedikleri şeyi görünce, egemenlere de çevirdim sırtımı: onların gözünde egemenlik iktidar uğruna pazarlık yapmak ve el sıkışmaktır — ayaktakımıyla!

Dilleri bana yabancı halkların arasında yaşadım, kulaklarım kilitli: onların iktidar uğruna yaptıkları pazarlıkları ve el sıkışmalarını duymayayım diye.

Ve burnumu tıkadım da, bezginlik içinde geçtim düne ve bugüne ait olanların arasından: sahiden, eli kalem tutan ayaktakımının kötü kokularını saçıyor düne ve bugüne ait her şey!

Kör, sağır ve dilsiz bir sakat gibi yaşadım uzun süre: iktidarın, kalemin ve şehvetin ayaktakımıyla birlikte yaşamayayım diye.