Yüksel Arslan’ın kendine yakın duyduğu yazarlar arasında Stirner, Nietzsche, Marquis de Sade, A. Jarry ve Rimbaud gibi burjuva dünyasının huzurunu kaçıran, uzlaşma tanımıyan davranışları yüzünden tek kalanlar geliyor. Psikoanalize karşı büyük bir ilgi duyuyor, yalnız bugün salgın halinde herkesin yüreğine işleyen kompleks korkusunu yersiz buluyor. Kompleksler hayvanda değil, insan varlığında ürüyorlar; onlarla hesaplaşma tek insanın işi olmalı, psikoanalizi bir “iman" haline getirmemeli. Sanat alanında manieristleri rönesans ustalarından çok seviyor. Bu sonuncular arasında yalnız Leonardo’yu -gene zamanının dışında kalan biri- ayırıyor. Leonardo'nun eserlerinden anatomi ve teknik buluşları ile ilgili olan desenleri onu çok etkiliyor. Sürrealist ressamlar arasında en çok sevdikleri: H. Bosch, Arcimboldo ve Max Ernst.
Etkiler, Yüksel’in etkisi altında kaldığı çağların ve mekânların, ayrıca kişilerin anlamlı portreleri yer alıyor. Hitit sanatından Mısır mumyalarına sıçrıyoruz. Geleneksel sanat ve halk sanatı örneklerinin etkilerini izliyoruz. İslâm sanatı yapımcılarının kullandığı araçlardan folklorik malzemeye uzanıyoruz. Kaçınılmaz bir biçimde Leonardo'nun portresi çıkıyor karşımıza. Van Gogh phallus'lu bir kulakla görünüyor, kesik kulak yerine. Bela Bartok “dâhiyane sadeliği” ile Arslan’ın ilgisini çekiyor. Rabelais’yi birkaç kez görüyoruz. Roland Topor’la bir Rabelais-Karagöz filmi yapmayı düşünüyorlar, ama gerçekleştiremiyorlar bunu. Ama Rabelais ile Karagözü bir arada gösteren tabloda profillerden biri Arslan'a, öbürü Topor'a benziyor. Aristophanes bir büst olarak kadınların arasında çıkıyor ortaya “barış” çağrısıyla. Nâzım Hikmet tablosunda ise bir avucun içinde koparılmış bir yürek atıyor. Başka bir yapıtta ise Nâzım binlerce insanın başında yürüyor. Kitleleri ardından sürüklüyor. Voltaire bir iskelet gibi, Mayakovski heyecanla bağırıyor. Belki söylev veriyor. Descartes “Düşünüyorum, öyleyse varım" der gibi. Gerard de Nerval ürkütüyor siyahlar içinde. Ezra Pound, dizide yer alan, Whitman’dan sonraki tek Amerikalı ozan, o da siyahlar içinde ve Canto'larının eşliğinde. Biri 19. yüzyılın, öbürü 20. yüzyılın lanetli ozanları. Henri Michaux karşımıza dalları Medusa başına benzeyen ağaçlar gibi çıkıyor.
Burada da kalmıyor Yüksel Arslan, son yapıtlarını “İnsan" başlığı altında topluyor. Burada ise sanki bir bilim adamı titizliği ile çalışıyor, ruhsal özürlü insanları inceliyor. Eğri büğrü ellerin ve ayakların, acıyla burkulmuş gövdelerin çizimlerini buluyoruz. Yüksel Arslan böylece toplumsal hastalıklardan ruhsal ve kişisel hastalıklara atlıyor. İlgisi bütünüyle insanlığı kapsıyor.
Orhan Duru'nun
yazısından
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder